Kategori arşivi: Genel

GÜMRÜK BİRLİĞİ BAĞLAMINDA TÜRK DIŞ TİCARETİNE BAKIŞ

admin Yazılar

Nejat ÇOĞAL / Ticaret Başmüfettişi 

  Giriş

Türkiye’nin uzun zamandır üzerinde durduğu “Gümrük Birliği Anlaşmasının günün şartlarına uygun olarak yeniden gözden geçirilmesi” talepleri nihayet AB tarafından gündeme alınacak gibi görünmektedir.

Bununla birlikte, tam üyeliğe giden yolun başlangıcı olarak kabul edilen ve geçici bir dönem olarak başlatılan gümrük birliği sürecinin uzayıp gitmesi (ki 2021 yılı itibariyle 26 yıl olmuştur)  AB’nin gümrük birliği ile neyi hedeflediği konusundaki şüpheleri de beraberinde getirmektedir. Acaba Avrupa Birliği, Türkiye’yi ilelebet gümrük birliği aşamasında mı tutmak istemektedir, yoksa gerçekten de tam üyeliği mi hedeflemektedir? Son 25 yıllık ortalamalara göre, dış ticaretinin %42’sini teşkil eden payı ile Türkiye’nin en büyük ticaret partneri olan AB’nin, tam üyelik müzakereleri yürüttüğü aday bir ülkeye yönelik bu yaklaşımının kabulünün mümkün olmadığı kanaatindeyiz.

AB’nin 5. en büyük ticaret ortağı olan Türkiye ise AB’nin bu yaklaşıma karşı, dış ticaretini ülke bazında çeşitlendirmek suretiyle AB’nin payını peyderpey azaltarak cevap vermiştir. Mesela, 25 yıllık gümrük birliği sürecinde ortalama olarak %42 olan Türk dış ticaretindeki payı 2020 yılında yaklaşık %36’ya kadar düşmüştür. Bu oranın, gümrük birliği döneminde %53’e kadar çıktığını ve uzun yıllar bu seviyelerde seyrettiğini nazarı dikkate aldığımızda, AB’nin en büyük 5. ticaret ortağını yeniden kazanmak için acilen bazı pozitif adımlar atması ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Türk dış ticaretinin genel yapısındaki bu değişim hiç şüphesiz Türkiye’nin son 25 yılda, AB’ye alternatif olarak yeni pazarlara açılma konusunda başarılı olduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir.

Öte yandan, Türkiye-AB tam üyelik katılım sürecinin adeta donma noktasına geldiği bir dönemde, ABD ile AB arasında Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması imzalanmasına yönelik müzakerelerin başlaması, Türkiye’nin Gümrük Birliği uygulamaları konusundaki endişelerini had safhaya çıkarmış bulunmaktadır. Zira Türkiye, kendisini doğrudan ilgilendirecek böyle bir anlaşmanın dışında bırakılmaktadır ki bu durum Ülkemizin dış ticaretine yeni bir darbe vurmak anlamına gelmektedir.

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bütünleşme hedefine yönelik ortaklık ilişkisinin önemli bir aşamasını oluşturan Gümrük Birliği, aynı zamanda, AB tarihinde ilk defa tam üye olmayan bir ülke ile gerçekleştirilmiş ticari bütünleşme olarak kayıtlara geçmiştir. Esasen sorunun kaynağı da burada yatmaktadır. Tam üyeliğe giden yolun başlangıcı olarak kabul edilen ve geçici bir dönem olarak başlatılan bu sürecin gereğinden fazla uzamasıyla mesele maalesef daha da derinleşmiştir. Her halükarda gümrük birliğinin Türk dış ticaretine olan etkileri incelemeye değerdir. Bu vesileyle, Türk dış ticaretinin genel yapısına Türkiye-AB Gümrük Birliği perspektifinden bir göz atalım:

 Gümrük Birliği döneminde TÜRK DIŞ TİCARETİNİN GENEL YAPISI

1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe konulan Gümrük Birliği, Türkiye’nin dış ticaretinde serbestleşme sürecine yeni bir ivme kazandırırken, AB ile ortaklık ilişkilerinde de Ankara Anlaşması uyarınca Son Döneme geçilmiştir. Türkiye ekonomisinin tamamını etkileyen önemli bir gelişme olan Gümrük Birliği ile birlikte, Türkiye ile AB arasında sanayi ürünleri ticaretinde gümrük vergileri, miktar kısıtlamaları ve eş etkili tedbirler kaldırılmış, Türkiye üçüncü ülkelere karşı Ortak Gümrük Tarifesi uygulamaya başlamıştır. Ancak, bu durumun istisnası olarak 2000 yılı sonuna kadar süren beş yıllık geçiş döneminde, otomobiller, ayakkabılar, deriden mamuller ve mobilyalar gibi kısıtlı sayıdaki hassas ürün için üçüncü ülkelere karşı Ortak Gümrük Tarifesi hadlerinden daha yüksek gümrük vergileri uygulanmıştır. 2001 yılıyla birlikte, tüm sanayi ürünleri itibarıyla Ortak Gümrük Tarifesi oranlarına; 1 Ocak 2008’de ise Gümrük Birliği kapsamındaki ürünler itibarıyla, AB’nin gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere uyguladığı otonom tarife tavizlerini kapsayan Genelleştirilmiş Tercihler Sistemi’ne uyum sağlanmıştır.

Gümrük Birliği ile birlikte, AB ülkelerinin Türkiye’nin dış ticaretindeki payında önemli bir değişme olmazken, Türkiye’nin ihracatının kompozisyonunda değişme gözlenmiştir. Özellikle, beyaz eşya, otomotiv sanayi gibi katma değeri yüksek ve istihdam sağlayıcı sektörler ağırlık kazanmış ve rekabet gücünde de olumlu gelişmeler yaşanmıştır.

Türk Dış Ticaretinin Genel Yapısı

Toplam Dış Ticaret (1996-2020) (Milyar $)
İhracatİthalatAçıkHacimHacim İçindeki Payıİhracat / ithalat
AB1.164,031.448,46-284,442.612,490,420,80
AB Dışı1.317,252.262,90-945,653.580,140,580,58
Genel2.481,273.711,36-1.230,096.192,631,000,67

 Türkiye-AB Gümrük Birliğinin yürürlüğe girdiği 1996 yılından 2020 yılına kadar geçen süreyi kapsayan 25 yıllık dönemde Türkiye’nin dış ticareti Tüm Ülkeler, AB ve AB Dışı Ülkeler bakımından yukarıdaki tabloda özetlenmiştir. Buna göre, bahse konu dönemde, Türkiye’nin toplam dış ticaret hacmi 6 Trilyon 192 Milyar Dolar olmuştur.  Bu ticaretin 2 Trilyon 612 Milyar Doları AB ülkeleriyle, 3 trilyon 580 Milyar Doları ise AB dışı diğer ülkelerle gerçekleştirilmiştir.

Şimdi de, Türkiye’nin 1996-2020 (Gümrük Birliği) dönemi toplam dış ticaretini dönemsel açıdan ve AB, AB dışı ve genel olarak bir analize tabi tutalım :

 Yukarıdaki tablodan da görüleceği üzere, 1996-2020 döneminde, Türkiye’nin AB ülkeleriyle olan dış ticaret açığı, AB dışı diğer ülkelerin toplamıyla olan dış ticaret açığından önemli ölçüde küçüktür. Ayrıca, aynı dönemde, genel ihracatımızın ithalatı karşılama oranı %67, AB Dışı tüm ülkelere yaptığımız ihracatın ithalatı karşılama oranı %58 iken,  AB’ye yapılan ihracatımızın ithalatı karşılama oranı %80 olmuştur. Yine bu dönemde, Türkiye’nin toplam dış ticaret hacminin %42’sini AB, %58’sini ise AB Dışı Ülkelerin oluşturduğunu müşahede etmekteyiz. 2020 yılı itibariyle baktığımızda ise AB’nin toplam ihracatımız içindeki payının %41 olduğunu görmekteyiz.

Gümrük Birliği döneminde, Türkiye’nin genel ihracat ve ithalatının, AB’ye olan ihracat ve ithalatı ile paralel bir gelişme göstermiştir. Bu gelişmenin, AB’nin toplam dış ticaretimiz içinde %42 gibi yüksek bir paya sahip olmasından kaynaklandığını söylememiz mümkündür. Bu tespitler bize, AB ile olan dış ticaretimizin, diğer tüm ülkelerle yaptığımız dış ticarete kıyasla daha dengeli olduğunu göstermektedir.

 Son 25 yıllık dönemde (Türkiye-AB Gümrük Birliği Dönemi) Türkiye’nin toplam 6 Trilyon 192 Milyar Dolar tutarındaki toplam dış ticaret hacminin 2 Triyon 481 Milyar Dolarlık kısmı ihracat, 3 Trilyon 711 Milyar Dolarlık kısmı ise ithalat kalemlerinden oluşmuştur. Bu dönemde, Türkiye’nin AB’ye toplam ihracatı 1 Trilyon 164 Milyar Dolar, AB’den ithalatı ise 1 Trilyon 448 Milyar Dolar olmuştur. Yine aynı dönemde, Türkiye’nin toplam -1 Trilyon 230 Milyar Dolar tutarındaki dış ticaret açığının -284 Milyar Doları AB ile, -945 Milyar Doları ise AB Dışı Ülkelerle gerçekleşmiştir.

Türkiye-AB Dış Ticaret Karşılaştırması (2020)

2020 yılında, Türkiye’nin toplam ihracatı 169,669 Milyar Dolar, toplam ithalatı ise 219,51 Milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir. 2020 yılında ihracatın ithalatı karşılama oranı %77 olmuştur. Aynı yıl, Dış Ticaret Dengesi ise -49,841 Milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir. 2020 yılında, bir önceki yıla kıyasla, dış ticaret açığının arttığını görmekteyiz.

Türkiye-AB Dış Ticaret Karşılaştırması (2020)
2020İhracatithalathacimDenge (ihracat-İthalat)İhracat / İthalat
AB70,03173,337143,368-3,3060,95492
AB Dışı99,638146,173245,811-46,5350,68164
Genel169,669219,51389,179-49,8410,77294
AB Payı0,412750710,3340940,368386

2020 yılında Türkiye, AB’ye 70,031 Milyar Dolarlık ihracat, 73,337 Milyar Dolarlık ithalat yaparak -3,306 Milyar Dolar dış ticaret açığı vermiş ve AB için ihracatın ithalatı karşılama oranı %95 olmuştur. 2020 yılında Türkiye, ihracatının %41’ini AB’ye yapmış, ithalatının ise %33’ünü AB’den gerçekleştirmiştir. Aynı yıl, Türkiye’nin toplam 389,179 milyar Dolar toplam dış ticaret hacminden AB’nin aldığı pay 143,368 Milyar Dolar ile %37 civarında olmuştur.

Gümrük Birliği sonrasında, AB ülkelerinin Türkiye’nin dış ticaretindeki payında önemli bir değişme olmazken, Türkiye’nin ihracatının kompozisyonunda değişme yaşandığı görülmektedir.

Analiz sonuçları da göstermiştir ki, Türkiye’nin toplam dış ticaretinin yaklaşık yarısını gerçekleştirdiği AB ülkeleri dikkate alındığında, Türkiye’nin Gümrük Birliği dâhilinde gerçekleştirdiği ihracatta tek bir ülkeye veya az sayıda birkaç ülkeye bağımlı olması durumu azalmaktadır. Bunlara ek olarak, ürün bazında ihracatta düşük teknoloji grubu mallardan orta üst teknoloji grubu mallara geçilirken, ithalatta orta üst teknoloji grubu malların ve sermaye girdisi fasılların payının azalmadığı saptanmıştır.

Türkiye’nin AB’den gerçekleştirdiği ithalatta yatırım ve ara mallarının ağırlıklı yer tutması, ithalatın Türk sanayisine yönelik girdi sağlayan sağlıklı yapısını ortaya koymaktadır. Yüksek teknolojiye dayanan yatırım mallarının ithalatı bu ürünlere bağlı üretimde de ileri teknoloji kullanımını zorunlu kılmakta, firmaları AR-GE’ye yönelten bir diğer etken olarak nihai aşamada üretimin kalitesinde belirleyici rol oynamaktadır.

SONUÇ

Türkiye-AB arasında gerçekleştirilen Gümrük Birliği, her ne kadar cari işlemler dengesini olumsuz yönde etkilemiş ve rekabet şansı olmayan sektörlerde üretim ve istihdam kaybına yol açmış ise de bu süreçte ülkeye yabancı sermaye ve teknoloji girişinin hızlanması ve sanayinin rekabet gücünün artmasına katkıda bulunması nedeniyle, Türkiye’nin dış ticaretinde olumlu bir etkisinin olduğunu söylememiz mümkündür. Buna mukabil, Türk dış ticaretindeki payının %53’lerden, 2020 yılı itibariyle %36’ya kadar düşmesi, AB’nin acilen birtakım somut adımlar atması zaruretini de ortaya çıkarmaktadır.

Esasen, tam üyelik yolunda atılan bu son adım, gereğinden fazla uzamış ve geçici bir dönem olacağı öngörülerek başlatılan gümrük birliği safhasının tam üyelik hedefine varıp varmayacağı konusundaki şüpheleri de beraberinde getirmiştir. Fakat nihai gayenin tam üyelik olduğu unutulmamalıdır. AB’ye tam üyelik, Türkiye için stratejik bir hedeftir. Türkiye bu manada üzerine düşeni ziyadesiyle yerine getirmiştir. Bu kapsamda, hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve son dönem olan gümrük birliği sürecini başarıyla tamamlamış ve nihayet 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan tam üyelik müzakere sürecini de başarıyla devam ettirmektedir. Ne yazık ki 62 yıllık bu uzun ince yolda Türkiye’nin gösterdiği performansı görmezden gelen AB, birtakım gayri ciddi gerekçelerle süreci uzatmaya ve Türkiye gibi güçlü bir ülkeyi kapıda bekletmeye çalışmaktadır.

Brüksel, gümrük birliği anlaşmasının güncellenmesi, Türk vatandaşlarına vize muafiyeti tanınması gibi hususlar başta olma üzere Türkiye’nin hassasiyetleri konusunda somut adımlar atmak mecburiyetindedir. Aksi takdirde, askeri, ekonomik ve politik anlamda gösterdiği üstün performansla küresel bir güç olma yolunda hızla ilerleyen, bölgesinin en güçlü ülkesi Türkiye’nin stratejik ortaklığını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalacaktır. AB’li siyasetçilere yönelik şu kritik soruyla yazımızı sonlandıralım: Yolun sonu gümrük birliği mi yoksa tam üyelik midir? Brüksel’in, samimi bir şekilde bu sorunun cevabını vermesi yerine olacaktır.

KAYNAKÇA:

ÇOĞAL, Nejat, “AB’nin Türkiye Paradoksu” (1. Baskı 2012).

ÇOĞAL, Nejat, “Türkiye-AB: Müzakere Sürecine Doğru”,Gümrük Dünyası Dergisi, Sonbahar 2006,  Sayı:47.

ÇOĞAL, Nejat, “Türkiye-AB Gümrük Birliği Güncellenmeli Mi? Türk Yurdu Dergisi, Ocak 2019, Sayı: 397.

ÇOĞAL, Nejat, “Gümrük Birliği Mi, Tam Üyelik Mi?” Divan Dergisi, Sayı: 15, Nisan 2010.

ÇOĞAL, Nejat, “Gümrük Birliği’nin Dış Ticaretimiz Üzerine Etkileri”, Denetim Dergisi, Ocak-Mart 2006, Sayı:113

DÖNMEZ, Mustafa, “Gümrük Birliğinin Ekonomik Etkileri”, DPT, Aralık 1998.

KARLUK, Rıdvan,“Avrupa Birliği ve Türkiye”, Beta Basım A.Ş. , İstanbul 2002.

https://www.tuik.gov.tr/

https://ticaret.gov.tr/

https://www.mfa.gov.tr/default.tr.mfa

https://www.ab.gov.tr/

https://ec.europa.eu/info/index_en

Share This:

Bayrak

Share This:

Nejat ÇOĞAL Genel Müdür Yardımcılığına Atandı…

19.02.2019 tarihi itibariyle,Ticaret Bakanlığı Gümrükler Muhafaza Genel Müdür Yardımcılığı görevine atanmış bulunmaktayız. Daha çok çalışacağız. Gece-gündüz demeden, canla-başla çalışarak vatanımıza, milletimize ve devletimize hizmete devam edeceğiz. Allah yar ve yardımcımız olsun…

Share This:

Jandarma Genel Komutan Yardımcısı Korgeneral Ali ÇARDAKÇI’dan Gümrükler Muhafaza Genel Müdür Yardımcısı Nejat ÇOĞAL’a Ziyaret

Ziyaretime gelen Jandarma Genel Komutan Yardımcısı Sayın Korgeneral Ali ÇARDAKÇI Komutanımıza nazik ziyaretlerinden dolayı teşekkür eder, saygılar sunarım…

Share This:

Türk Milletinin 23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramını tebrik ediyorum…

Share This:

Türk Milletinin Başı Sağolsun

Milletimizin başı sağolsun…

Türkiye-Irak sınır hattında devam eden operasyonlarda teröristlerle çıkan çatışma neticesinde 4 askerimiz şehit olmuş, 6 askerimiz de yaralanmıştır. Şehit düşen vatan evlatlarına Allah tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyoruz… Nejat ÇOĞAL

Share This:

KEM Sertifika Töreni

Share This:

Makale – Kıbrıs’ta Çözümün Şifreleri

Araştırmacı-Yazar Nejat ÇOĞAL’ın “Kıbrıs’ta Çözümün Şifreleri” başlıklı makalesi, KIRMIZILAR’da yayınlandı…

Pazar, 22 Ocak 2017 23:26

Kıbrıs’ta Çözümün Şifreleri

Kıbrıs’ta Çözümün Şifreleri

“Kıbrıs’ta problem; Zürih ve Londra Anlaşmaları ile tesis edilen 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti Devletinin 1963 yılında Rumlar tarafından yıkılması ve Kıbrıslı Türklerin bu devlet mekanizmasından tamamen dışlanarak, tedhiş ve katliamlara maruz bırakılmasıdır.”

***** 

Nejat ÇOĞAL[i]

Son günlerde Kıbrıs’ta çok önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Öyle ki Kıbrıs tarihinde ilk defa, 12 Ocak 2017 tarihinde Cenevre’de, 5’li konferans toplandı. Bilindiği gibi, adada kalıcı bir çözüme ulaşmak amacıyla 7-11 Kasım ve 20-21 Kasım 2016 tarihlerinde, İsviçre’nin Mont Pelerin Kasabasında Kıbrıslı Liderler bir araya gelmişlerdi. Ne var ki toprak konusu görüşülemeden ve 5’li zirve için tarih belirlenemeden bu görüşmeler tıkanmış ve Liderler apar-topar Ada’ya geri dönmüşlerdi. Yunanistan Başbakanı Çipras’ın “Garantilerin kaldırılması ön şartı” müzakerelerin durmasına yol açmıştı. Böylece, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın 2016 sonuna kadar Kıbrıs’ta nihai çözüme ulaşma hedefi de 2017 baharına kalmış oldu. 

Kıbrıslı Liderlerin, 1 Aralık 2016 tarihinde vardıkları mutabakata uygun olarak KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı ile GKRY Lideri Anastasiadis 9-10-11 Ocak günlerinde Cenevre’de tekrar bir araya gelerek müzakereler yürüttüler. Burada bazı yeni ilerlemeler de sağlandı. 11 Ocak’ta harita sunumu yapıldı. Haritalar karşılıklı olarak görüldü ve BM’ye teslim edildi ve BM tarafından kasada kilit altına alındı. Tarafların sunduğu haritalar ancak iki liderin ortak kararıyla oradan çıkarılabilecek. 12 Ocak’ta ise 5’li konferans süreci başlatıldı. 9-11 Ocak tarihleri arasında ikili olan süreç, 12’sinden itibaren üç garantör ülkenin de katılımı ve AB’nin sadece gözlemci olarak dâhil olmasıyla devam etti.  

12 Ocak’ta Cenevre’de başlayan beşli konferansa, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, BM Genel Sekreteri Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Barth Eide, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve GKRY Lideri Nikos Anastasiadis ile garantör ülkeler adına T.C. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Kocas ve İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson iştirak ettiler. Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm müzakerelerinin 6 ana başlığından (Ekonomi, AB, Mülkiyet, Yönetim-Güç Paylaşımı, Toprak ile Güvenlik ve Garantiler) “Güvenlik ve Garantiler” başlığı konferansın ana gündem maddesini oluşturdu. Ne var ki, Yunanistan’ın süre istemesi nedeniyle görüşmeler burada durakladı. Yunanistan, Atina’da birtakım görüşmeler yapılmasına ihtiyaç duyduğu gerekçesiyle, 23 Ocak’a kadar süre istedi ve 18 Ocak üzerinde mutabakat sağlandı. 18 Ocak’ta taraflar teknik heyetler marifetiyle Cenevre’de tekrar bir araya gelecekler ve 5’li Konferans devam edecek. 18 Ocak’taki teknik görüşmelerin ardından taraf ülkelerin dışişleri bakanlarının bir araya gelmesi planlanmaktadır.  

Peki, bundan sonra ne olacak? Bunu bekleyip hep birlikte göreceğiz. Bu aşamada bildiğimiz tek şey, Kıbrıs’ta tarihin tekerrür ediyor olduğudur. Evet, maalesef, Akıncı-Anastasiadis süreci de daha önceki nafile çözüm arayışlarıyla aynı akıbeti paylaşacak gibi görünmektedir. Zira, Ada’daki iki toplum arasındaki görüşmeler 1968 yılından bu yana devam etmektedir. 1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeleri“, 1992 yılında Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi“, 2004 Annan Planı, 2008 yılında 21 Mart Süreci, 49 yıldır devam eden görüşmelerin öne çıkan çözüm planlarıdır. Ne yazık ki bu çabaların hiçbirisi uygulamaya girememiştir. 48 yıldır Rum/Yunan tarafıyla bir çözüme ulaşılamamışken şimdi ne değişmiştir de, aylar içinde adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşma ümidi belirmiştir?  

Makalemizin konusu, özellikle bu kritik sorunun cevabını almaya yönelik olacaktır. Bu sorunun cevabına ulaşabilmek için de şu 5 sorunun cevabını aramamız gerekecektir: 

1- Kıbrıs’ta çözülmeye çalışılan problem nedir?

2- Ada’da taraflar nasıl bir çözüm istemektedir?

3- 50 yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesinin şimdi, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür?

4- Ada’nın gerçekleri nelerdir?

5- Akıncı’nın müzakerelerde dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir? 

Kıbrıs, ülkemizin ve Kıbrıs Türklerinin güvenliği açısından vazgeçilmez öneme sahip, milli bir davadır. Osmanlı Devleti’nin bakiyesi konumundaki diğer tüm Müslüman-Türk Topluluklarında olduğu gibi, Kıbrıs Türk Toplumu üzerinde de Türkiye’nin tarihi-kültürel sorumlulukları bulunmaktadır. Bununla birlikte, Ada’nın sahip olduğu jeostratejik konum da Türkiye için son derece önemlidir. Yani, Ada’da bir tek Müslüman-Türk olmasa bile Türkiye’nin bir Kıbrıs Meselesi olmak zorundadır. Evet, Kıbrıs bugün bölünmüştür ancak bu bölünmenin sebebi Türkiye değil, bilakis Ada’yı Helenleştirmeye çalışan Yunanistan’dır. Nihayet, Kıbrıs’ta bitmek bilmez çözüm arayışlarının en sonuncusu olan Akıncı-Anastasiadis Süreci önemli bir aşamaya gelmiş bulunmaktadır. Ancak, bugün Kıbrıs’ta yaşananları doğru analiz edebilmemiz için Meselenin tarihi arka planı hakkında kısaca bilgi vermekte yarar bulunmaktadır; 

Tarihi Arka Plan 

Bilindiği gibi, Kıbrıs 1571 yılında Osmanlı Devleti tarafından tekrar fethedilmiş ve böylece Ada’daki Venedik hâkimiyeti sona erdirilmiştir. Türklerin 50.000 şehit vererek ele geçirdiği Kıbrıs’ta Osmanlı İdaresi altında süren 307 yıllık bir barış ve huzur döneminin ardından, 1878 yılında Ada, hükümranlık hakkı Osmanlı Devleti’nde kalmak üzere, İngiltere’ye devredilmek zorunda kalınmıştır. 1914 yılında Kıbrıs’ı ilhak eden İngiltere, bu durumu, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Anlaşması’nın 20. maddesi ile tescil ettirmiştir. 1925 yılında İngiliz kolonisi ilan edilen Kıbrıs’ta, 1954 yılına kadar süren bir dönemde, Yunanlıların da tahrikleriyle, Türk ve Rum toplumları arasında cepheleşmeler başlamıştır. 

Merhum Adnan Menderes ve özellikle de Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun yoğun diplomatik girişimleri sayesinde Lozan’da kaybedilen bir vatan toprağı tekrar kazanılmıştır. Bu kapsamda, 1959 yılında, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ilişkin Zürih ve Londra Anlaşmaları imzalanmıştır. Ayrıca, Türkiye, İngiltere, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında imzalanan 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları ile Kıbrıs Cumhuriyetinin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve güvenliği garanti altına alınmıştır.  

16 Ağustos 1960 tarihli Anayasa ile kurulan Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Makarios, veto yetkisine sahip Cumhurbaşkanı Muavini de Dr. Fazıl Küçük olmuştur. Böylece Kıbrıs’ta yaklaşık 80 yıl süren İngiliz sömürge yönetimi sona ermiş, Kıbrıslı Türk ve Rum toplumları bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Bu anlaşmalar, aynı zamanda Türkiye’ye Ada üzerinde hak tesis etmesi bakımından son derece önemlidir. 1963 yılında, Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios, Türkleri Ortak Devlet yapılanmasından dışlamak amacıyla, aralarında anayasanın değişmez maddelerinin de bulunduğu 13 maddeden oluşan anayasa değişikliği önerilerini sunmuştur. Bu teklif Türkiye tarafından kabul edilmeyince, Rumlar tarafından Türklere karşı alçakça saldırılar başlamış ve yüzlerce Türk öldürülerek, evleri ve malları tahrip edilmiş ve binlerce Türk göç etmeye zorlanmıştır. Nihayet Rumlar, Türkleri Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti mekanizmasından tümüyle dışlamışlar ve Kıbrıs Cumhuriyetini tamamen Rumların kontrolü altına alarak, bu devleti adeta gasp etmişlerdir.  

Çalkantılı geçen bir dönemin ardından, 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunan Cuntası, Cumhurbaşkanı Makarios’u bir darbeyle devirmiş ve EOKA-B Çetesi Lideri Nikos Sampson’u Cumhurbaşkanı ilan etmiştir. Bunun üzerine Türkiye, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmalarından kaynaklanan hak ve yetkilerini kullanarak, Ada’da barış ve huzuru ve anayasal düzeni yeniden tesis etmek üzere, 20 Temmuz 1974 tarihinde, Kıbrıs’a askeri bir harekât düzenlemiştir. Kıbrıs Türk Barış Harekâtı sayesinde, Katil Nikos Sampson Ada’dan kaçmış, Kıbrıs’ta kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmış ve nihayet Yunan Cunta’sı da devrilerek Yunanistan’a demokrasi gelmiştir. 13 Şubat 1975 tarihinde, Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edilmiştir. Siyasi eşitliğe sahip, iki toplumlu, iki kesimli federal bir çatı altında birleşme hedefinin gerçekleşme şansının kalmadığını gören Kıbrıs Türk Toplumu, self-determinasyon hakkını kullanarak, nihayet 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilân etmiş ve uluslararası toplum nezdinde, bağımsız bir devlet olarak kendisini temsil etmeye başlamıştır. KKTC’nin kuruluş bildirgesini, Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş bizzat okumuştur.(BMGK 18 Kasım Tarihli Kararı) 

1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeleri“, 1992 yılında ise BM Genel Sekreteri Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi“, çözüm olarak, Kıbrıs Türk ve Rum Halklarının önüne konulmuş ancak her ikisi de Rumlar tarafından reddedilmiştir. 1990’lı yılların başında Rum-Yunan tarafı strateji değişikliğine gitmiştir. Buna göre, Kıbrıs meselesi Avrupa Birliği platformuna taşınacak ve bu vesileyle Rumlar lehine bir çözüm, Türk tarafına dayatılacaktır. İşte Rum/Yunan tarafının adım adım takip ettiği bu senaryonun en son aşaması olan Annan Planı 24 Nisan 2004 tarihinde Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak Referanduma sunulmuştur. Referandumda Kıbrıslı Türkler Plana %65 oranında EVET demelerine rağmen, Rumlar %76 oy ile HAYIR demişler ve böylece Annan Planı da daha öncekiler gibi tarihin tozlu raflarına kaldırılmıştır.  

Referandumdan bir hafta sonra Annan Planına “Hayır” diyen Rumlar AB üyesi yapılmış, Plana “Evet” diyen Kıbrıslı Türkler ise dışarıda bırakılmıştır. Rumların uluslararası anlaşmalara aykırı bir şekilde AB üyesi yapılmasıyla birlikte, Kıbrıs’ta çözümsüzlük daha da derinleşmiş oldu. Adeta içinden çıkılmaz bir hal aldı. Bu tarihten itibaren Yunanistan Kıbrıs meselesini,  AB tam üyelik sürecinde Türkiye’nin önüne bir engel olarak koymak suretiyle siyasi şantajlarına devam etmiştir. Geldiğimiz noktada ise Türkiye, Ya AB, Ya Kıbrıs, veya Türkiye’nin AB Yolu Kıbrıs’tan Geçer gibi tehditlerle köşeye sıkıştırılmaya çalışılmaktadır. “Çözüm ve AB”, “Yes Be Annem” sloganlarıyla Annan Planı’na “evet” diyen Kıbrıslı Türkler ise günümüzde AB tarafından aldatılmış olmanın verdiği hayal kırıklığını yaşamaktadırlar.  

2008 yılı başlarında Hrisyofyas’ın GKRY Lideri seçilmesiyle birlikte KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile Rum Lider arasında yeni bir müzakere süreci başladı. O dönemde iki eski dost olan Liderlere büyük umutlar bağlanmış, hatta bu süreç, bir “fırsat penceresi” olarak görülmüştü. Maalesef, büyük umutlarla başlayan ve AB perspektifiyle yürütülen Talat-Hristofyas süreci de hüsranla neticelendi. 

Peki, Hristofyas’ın ardından görevi devralan Nikos Anastasiadis ne yaptı dersiniz? Tam bir yıl süreyle KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmadı. Üstelik göreve gelir gelmez ne söyledi? Buyurun;“Türkiye doğalgaza karışmasın, kapalı Maraş’ı bize iade etsin, o zaman AB’deki vetomuzu kaldırmayı düşünürüz.” Göreve gelmesinden tam bir yıl sonra, başta AB, ABD ve BM olmak üzere uluslararası toplumun yoğun baskıları neticesinde, KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmayı kabul eden Anastasiadis, nihayet 11 Şubat 2014 tarihinde bir Ortak Açıklamaya imza atabilmiştir. Ortak Açıklamanın temel unsurları şöyledir: 

– Müzakereler, ‘her konuda uzlaşı sağlanmadan hiçbir konuda uzlaşılmış sayılmayacağı’ prensibine dayalı olacaktır.

–  Kıbrıs’ta varılacak çözüm, iki toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı bir federasyon şeklinde olacaktır.

 –  Birleşik Kıbrıs, AB’ye ve BM’ye üye, tek uluslararası kimliği, tek vatandaşlığı ve tek egemenliği bulunan bir devlet olacaktır.

–  Egemenlik Türk ve Rum halklarından kaynaklanacak, Birleşik Kıbrıs vatandaşları, aynı zamanda Türk ve Rum kurucu devletlerin de vatandaşı olacaktır.

 –  Ortak Devletin nitelikleri, iki eşit kurucu devletin oluşturduğu anayasada yer alacaktır. İki bölgeli, iki toplumlu AB normlarına uygun federal yapı tüm Ada’da geçerli olacak ve bu yapı hiçbir şekilde değiştirilemeyecek biçimde korunacaktır.

–  Kurucu devletler, kendi bölgelerinde kendi yetkilerini federal devletten bağımsız olarak kullanacak, taraflardan hiçbiri diğerine tahakküm edemeyecektir.

 11 Şubat’ta attığı imzadan pişmanlık duyan Anastasiadis, 25 Temmuz 2014 tarihli Liderler görüşmesinde diplomatik bir skandala da imza atmış ve daha önce Talat-Hristofyas ikilisinin anlaşmaya vardıkları konuları “yok saydığını” itiraf ederek, içine düştüğü derin çelişkiyi de herkese göstermiştir. Zira Anastasiadis, 11 Şubat 2014’te KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile birlikte altına imza atıp, tüm dünyaya ilan ettikleri ortak çözüm çerçevesinin, aynı zamanda Mehmet Ali Talat ile Dimitris Hristofyas’ın uzlaşmaya vardığı konuların aynısı olduğunu çok iyi bilmektedir. 

KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı seçilen Mustafa AKINCI’nın, icraatları ve yaklaşım tarzı ortada olan Anastasiadis ile nasıl bir çözüme ulaşacağını doğrusu biz de merak etmekteyiz. Bugün Akıncı-Anastasiadis süreci için oluşturulan atmosferin, 2008’de Talat-Hristofyas süreci için oluşturulan hava ile benzerlik göstermesi düşündürücüdür. Umarız, akıbeti de aynı olmaz.  

Kıbrıs’ta çözülmeye çalışılan problem nedir?  

Kıbrıs’ta problem; Zürih ve Londra Anlaşmaları ile tesis edilen 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti Devletinin 1963 yılında Rumlar tarafından yıkılması ve Kıbrıslı Türklerin bu devlet mekanizmasından tamamen dışlanarak, tedhiş ve katliamlara maruz bırakılmasıdır. Kıbrıs’ta problem, GKRY’nin, uluslararası camia tarafından Ada’nın tek meşru hükümeti olarak kabul ediliyor olmasıdır. Yine Kıbrıs’ta problem, Rumların haksız bir şekilde AB üyesi yapılmış olmasıdır. Kıbrıs’ta bir diğer problem, Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini tanımaması ve Kıbrıs Türk Halkını azınlık olarak görmesidir. Nihayet Kıbrıs’ta Problem, Rum/Yunan tarafının 1960’ta tesis edilen garanti sistemini inkâr etmesidir.  

kirmizilar.com 

 

Kıbrıs’ta taraflar nasıl bir çözüm istemektedirler?  

Kıbrıs’ta taraflar, birbirinden tamamen farklı çözümler istemektedirler. Kuşkusuz bu farklılık, tarafların probleme farklı teşhisler koymalarından kaynaklanmaktadır. Türkiye ve Kıbrıs Türk Halkının meseleye bakışı ve çözüm parametreleri oldukça basittir ve BM ile aynı doğrultudadır. Buna göre, Kıbrıs’ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi devam edecektir”. 

Rumların çözüm beklentileri ise Türk Tarafından tamamen farklıdır. Kıbrıs Rum tarafı çözümün, yeni bir ortaklıkta değil, Rumların egemenliğindeki sözde Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında olmasını istemektedir.  GKRY eski Lideri Hristofyas ” Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet haline dönüşecek olan Kıbrıs cumhuriyetidirdemiştir. Yine, Eski Rum Liderlerden Papadopulos “Ben halkımdan bir Devlet teslim aldım. Onu topluma dönüştüremem” demiştir. Ayrıca, Rumlara göre Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlükten kalkacak, Ada’daki Türk Askeri geri çekilecek, on binlerce yerleşik Türkiye’ye dönecektir.  

50 yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesinin şimdi, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür?  

Bu meyanda,  Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm müzakerelerinin başarı şansını azaltan ana sebeplerden kısaca bahsetmemizde yarar bulunmaktadır: 

– Görüşmelerin başarı şansını azaltan en önemli faktör, Hristofyas’ın  “Biz sessiz ve özlü çalışırız” şeklinde özetlediği ikiyüzlü Rum/Yunan politikasıdır. Bu, son derece tehlikeli bir yaklaşımdır ve çok dikkatli olunması gereken bir konudur. Nitekim, 10 yıl GKRY Liderliği yapan Glafkos Klerides’in, “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık” ifadeleriyle itiraf ettiği Rum psikolojisi, bugün de geçerliğini korumaktadır. Rumların anlaşmaya niyetleri yoktur.

– Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm görüşmelerinin başarıyla sonuçlanmasını engelleyen bir diğer faktör ise görüşmelerin “her konuda anlaşma sağlanmadan, hiçbir konuda anlaşma sağlanmış sayılmayacağı” prensibiyle yürütülmesidir. Zira, Kıbrıs gibi karmaşık bir meselede tarafların her konuda uzlaşmaya varması mümkün bulunmamaktadır.

– Ayrıca, Rum tarafı, güvenlik ve garantörlük sisteminin devam etmesini istememekte ve AB’nin garantörlüğünü yeterli görmektedir. Türk tarafı ise Türkiye’nin garantörlüğünü vazgeçilmez kabul etmektedir. Garantörlük Türkiye’nin kırmızı çizgisidir. Müzakere konusu dahi edilemez. 1959 Zürih ve Londra Anlaşmaları halen yürürlüktedir. Bugüne kadar da taraflardan hiçbirisi Anlaşmanın kaldırılmasına yönelik resmi bir başvuruda bulunmamıştır. Kaldı ki uluslararası hukuka göre taraflardan biri, tek başına Anlaşmayı feshedememektedir.

– Müzakerelerin önündeki bir diğer zorluk ise, Tük tarafı, mülkiyet konusunun takas ve tazminat yöntemiyle toplu olarak çözümünden yanayken, Rum tarafı bu konunun bireysel olarak ve iade yöntemiyle çözülmesinde ısrar etmektedir. Yine Türk tarafı, toprak konusunun iki kesimlilik ilkesine göre ve iki ayrı halkın yoğun olarak yaşadığı bölgeler dikkate alınarak çözülmesini isterken, Rum tarafı göçmenlerin topraklarına geri dönmesini savunmaktadır.

Rumlar, Ada’daki tüm yerleşiklerin Türkiye’ye geri dönmesini isterken, Türk tarafı bunun belirli sayıda olmasını istemektedir.

– Ayrıca, Türk tarafı müzakerelerde takvimlendirmeyi ve uluslararası toplumun sürece hakemlik yapmasını savunurken, Rum tarafı buna şiddetle karşı çıkmaktadır.

– Rum/Yunan tarafı, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kişilik” gibi temel kavramlara, tamamen Rum egemenliğini çağrıştıran anlamlar yüklemektedirler.

– Uluslararası toplum, GKRY’ni meşru Kıbrıs Hükümeti olarak tanımaktadır. Ayrıca, Rum tarafı haksız bir şekilde AB üyesi yapılmıştır. Hem, meşru kıbrıs hükümeti olarak tanınan ve hem de AB üyesi olan Rumların, Kıbrıslı Türklerle uzlaşması mümkün değildir.

– Kıbrıs’taki çözüm müzakerelerinin önündeki bir diğer engel ise Güney Kıbrıs’ta 2018 yılı Şubat ayında yapılacak Başkanlık seçimleridir. Bu nedenle, Rum Lider Anastasiadis zamana oynamakta ve oyalama taktiği uygulamaktadır. Büyük ihtimalle, Anastasiadis seçim bahanesiyle masadan kaçacak/Türk tarafını masadan kaçırtacak ve müzakere süreci en az bir buçuk yıl duracaktır.

Tüm bu zorluklar, Ada’da yürütülen çözüm müzakerelerin başarı şansını azaltan ciddi faktörlerdir.

Öte yandan, her iki toplum lideri nasıl bir anlaşmaya varırlarsa varsınlar, son sözü, Kıbrıs Türk Halkı söyleyecektir. Yani, varılacak bir anlaşma, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.  

Tüm bu olumsuzlukları bir arada değerlendirdiğimizde, 3. sorumuzun yani “50 yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesinin, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür? Sorusunun cevabını da vermiş olmaktayız. “Kıbrıs Rum tarafının çözüm parametreleri değişmeyeceği için, Kıbrıs’ta yakın zamanda bir çözüm mümkün değildir.

 

Ada’da Var Olan Gerçekler Ya da Kıbrıs’ta Çözümün Şifreleri Nelerdir?  

Kıbrıslı liderlerin, gerek kendi toplumlarını ve gerekse uluslararası kamuoyunu oyalamaktan vazgeçip, öngörülebilir çözümler üzerinde çalışmaları daha uygun olacaktır. Biz Türk tarafı olarak Kıbrıs’ta çözümün “Ada’daki gerçekler” temelinde olması gerektiğini savunuyoruz. Peki nedir bu gerçekler? 

– 1960 Garanti ve ittifak Anlaşmaları halen yürürlüktedir. Dolayısıyla Türkiye’nin Ada üzerinde, uluslararası hukuktan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisi devam etmektedir. Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlük yetkisi devredilemez ve kaldırılamaz.

– Ada’da dini, dili ve kültürü tamamen birbirinden farklı iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen devlet vardır. 

– 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963 yılında ortaklık statüsünü kaybetmiş ve bu tarihten itibaren sadece Rumları temsil eden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi haline dönüşmüştür.

– Kıbrıslı Türkler, Adanın Kuzey kesiminde, kendi ülke sınırları içerisinde, bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)eliyle egemenliklerini kullanmaktadırlar.

– Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta enosis’i gerçekleştirme ve kuşatma altına aldıkları Kıbrıslı Türkleri yok etme aşamasına geldikleri bir sırada, Türkiye’nin, Garanti Anlaşmasından kaynaklanan yetkisini kullanarak 1974 Temmuz’unda düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk Toplumunu, adeta uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Bu bakımdan Türkiye, kesinlikle Ada’da ‘işgalci’ konumunda olmayıp, barış ve huzurun güvencesi olarak Ada’daki varlığını sürdürmektedir.

 – Adanın fiilen ikiye bölünmesinin asıl nedeni, esasen 1974 Barış Harekâtı değil, Rumların Türklere karşı uyguladıkları katliamlar ve sürgün politikalarıdır.

– Osmanlı Devleti’nin bakiyesi konumundaki diğer tüm Müslüman-Türk Topluluklarında olduğu gibi, Kıbrıs Türk Toplumu üzerinde de Türkiye’nin tarihi ve kültürel sorumlulukları bulunmaktadır. Ayrıca, Ada Türkiye’nin stratejik çıkarları açısından vazgeçilmez bir öneme sahiptir.

– Kıbrıs Türk Tarafı daima çözümden yana tavır takınmış, Ada’da, tamamen eşit iki toplumlu, iki kesimli bir Federasyon kurulması yönündeki BM çabalarını desteklemiş, fakat Rumlar her defasında bu çözüm formüllerini reddeden taraf olmuştur.

– Kıbrıslı Türkler, 24 Nisan 2004 tarihinde Annan Planı’na “evet” demesine rağmen, Kıbrıslı Rumların tek taraflı olarak, güya tüm Ada’yı temsilen AB üyesi yapılması, sadece çözümsüzlüğün daha da derinleşmesine katkıda bulunmuştur. AB’nin bu tavrı Garanti ve İttifak Anlaşmalarına da aykırılık teşkil etmiştir. Kıbrıs Türk Halkına AB tarafından verilen sözler tutulmamış, vaat edilen mali yardımlar yapılmamış, Doğrudan Ticaret Tüzüğü uygulanmamış ve Kıbrıslı Türkler üzerindeki yıkıcı izolasyonlar devam ettirilmiştir.

– Rumların, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık”, “tek uluslar arası kişilik” gibi kavramlara, Rum egemenliğine dayanan anlamlar yüklediğini dikkate almak gerekmektedir.

– AB’nin KKTC’yi, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin etkin kontrolü altında bulunmayan bölgeler’ olarak nitelemesi ve tüm izolasyonlara rağmen Kıbrıslı Türkleri de AB vatandaşı olarak görmesi doğru değildir. KKTC ve Türkiye’nin, Kıbrıslı Türklerin dünya siyasi arenasında onurlu ve saygın bir yer edinmelerinin yegâne güvencesi olduğu gerçeğinin göz ardı edilmemesi bilhassa önem arz etmektedir.

– Kıbrıs’ta çözüm, BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Ayrıca, Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğü devam edecektir.

– Kıbrıslı Liderler tarafından ulaşılacak bir çözüm, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.

– Ada’da her iki halkın meşru ve temel hak ve çıkarlarını gözetecek adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamaması halinde, mevcut statünün devam etmesi ve KKTC’nin milletlerarası camia tarafından tanınmasına yönelik çabaların artırılması en uygun yol olacaktır.

Ada’nın bütün bu gerçekleri aslında, Kıbrıs’ta çözümün şifreleri gibidirler. İşte, Kıbrıs’ta umutların yeniden yeşerebilmesi için evvela Rumların bu şifreleri iyi kavramış olmaları ve ikiyüzlü diplomasiyle dünya kamuoyunu aldatmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir. Türkiye’nin ise, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmesi, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemesi büyük önem arz etmektedir.  

KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın müzakerelerde dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir?

 

– Kıbrıs Türk Halkının yakın geçmişte yaşadığı acı olayları daima hatırda tutmalıdır.

– Ada’daki kalıcı barış ve huzur ortamının yegâne teminatı Türkiye’dir.

– Ana Vatansız bir KKTC’nin var olması mümkün değildir.

– Ada üzerindeki Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi ile Ada’daki Türk Askeri varlığı,  iki kesimlilik ve Kıbrıs Türk halkının kurucu eşit ortaklığı kırmızı çizgilerimizdir. Müzakere edilemez.

– KKTC’deki yerleşiklerin temel hak ve özgürlükleri kısıtlanamaz.

– Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs Türklerinin meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulması mümkün değildir.

– Sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmamıştır, olmayacaktır.

– Enosis hayali çöpe atılmamıştır, atılmayacaktır.

– Anastasiadis’in bir Klerides’ten veya Hristofyas’tan hiçbir farkı yoktur.

– Kısaca, ihtiyatlı bir iyimserlik içerisinde müzakere yürütülmesi gerekmektedir. 

Netice itibariyle, 

1 Mayıs 2004 tarihine kadar meşru “Kıbrıs hükümeti” olarak milletlerarası camiada tanınıyor olmanın verdiği rahatlıkla hiçbir anlaşmaya yanaşmayan Rumlar, bu tarihten itibaren, AB üyesi olmanın da verdiği ekstra rahatlıkla, hem şımarık bir çocuk edasıyla uzlaşmaz tavırlarını pekiştirmişler ve hem de Türkiye’nin AB sürecini engelleme çabası içine girmişlerdir. GKRY’nin tek taraflı olarak ve Türkiye’den önce AB üyesi yapılması kuşkusuz yanlış olmuştur. Şimdi ise, Kıbrıs’ı birleştirme kisvesi altında Ada’nın bir bütün olarak yutulması gündemdedir. Ancak Türkiye, bu planın önündeki en büyük engel olarak görülmektedir. Nitekim özellikle Rum-Yunan tarafı ile AB temsilcilerinin “Türkiye’nin AB yolunun Kıbrıs’tan geçtiği” yönündeki beyanatları esasen, Türk Askerinin Ada’dan çekilmesi, Garanti ve İttifak Anlaşmalarının ortadan kaldırılarak, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki hak ve yükümlülüklerinin elinden alınması ve KKTC’nin yok sayılması temennisinden başka bir anlama gelmemektedir.  

Anastasiadis’in müzakerelerden beklentisi bellidir. Rum Lider, Türkiye’yi Ada’dan dışlayarak, Kıbrıs Türklerini azınlık konumuna düşüren, tamamen Rum egemenliğine dayalı bir çözüme ulaşmak istemektedir. Bu noktada Akıncı’nın çok dikkatli olması, Rumlar, Kıbrıslı Türklerle birlikte, eşit koşullarda bir arada yaşamayı kabul etmedikleri sürece Ada’da adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılmasının mümkün olmadığı gerçeğini iyi görmesi gerekmektedir. Aslında, geçmişte Rum mezalimi altında çok zor dönemler geçiren, evinden, köyünden sürgün edilen Kıbrıs Türk halkı artık Rumlarla birlikte yaşamak istememektedir. Özellikle 1963, 1967 ve 1974’ta yaşananlar, Türklerin Rumlarla birlikte yaşama arzularını tamamen ortadan kaldırmıştır. Kıbrıs’ta 1963 kanlı Noel olaylarını yerinde yaşamış olan, İngiliz gazeteci-yazar Henry Scott Gibbsons’un da kitabında açıkladığı gibi, bir gecede 103 Türk köyü boşaltılmış, içinde canlı insanlar bulunduğu halde Türk evleri dozerlerle yıkılıp çiğnenmiş, köylerde dozerlerle açılan çukurlara kadın ve çocuklar doldurulup canlı canlı toprakla üstleri örtülmüş, Lefkoşa hastanesinde 23 yaralı Türk tahıl kırma makinelerine atılmıştır. Maalesef, örnekleri çoğaltmak mümkündür. Rumların Türkleri yok etmeye yönelik bu katliamları esasen tüm dünyanın gözü önünde gerçekleşmiş ve olaylara bizzat şahit olan yerli-yabancı çok sayıda gazeteci-yazar tarafından kaleme alınmıştır. 

İşte, 1974 Barış Harekâtıyla birlikte barış ve huzur ortamına kavuşan Kıbrıslı Türkler, kesinlikle o acı dolu günlere geri dönmek istememektedirler. Benzer olayların tekrarlanmamasını kim garanti edebilir? AB mi? Elbette hayır. Kıbrıslı Türk soydaşlarımızın güvenliğinin yegâne garantörü Anavatan Türkiye’dir. Ada’da 43 yıldır barış ve huzurun güvencesi olan Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’dir. Gerçekler bu kadar ortada iken, Rumlardan veya Brüksel’den medet ummak nafile çabadır. Nitekim, “Ada’da AB’nin garantisi bize yeter, Türkiye’nin garantörlüğüne ihtiyacımız yok” gibi söylemlerin, Türkiye’yi dışlamaya yönelik taktiklerin bir parçası olduğunu görmek gerekmektedir. Ayrıca, Kıbrıs’ın bir bütün olarak, Türkiye’siz bir AB’ye dâhil edilmesine razı olmak, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki haklarından vazgeçmek anlamına gelecektir. Zira Rum/Yunan tarafı, uluslararası toplumun baskısıyla varılacak bir çözüm çerçevesinde, Kıbrıs Türk tarafının kazanılmış haklarını, (iki toplumluluk, iki kesimlilik, Türkiye’nin garantörlüğü gibi) Türkiye’nin üye olmadığı bir AB içinde kolaylıkla aşındırabileceğini düşünmektedir. 

Başta AB olmak üzere uluslararası toplumun Kıbrıs Rum Yönetimini “meşru Kıbrıs Hükümeti” olarak tanımaya devam ettikleri sürece, Rumların çözüme yanaşmaları mümkün olmayacak ve uzlaşmaz tutumlarını devam ettireceklerdir. Kıbrıs meselesinin AB’nin kuruluş ilkelerine göre çözülemeyeceğinin de artık anlaşılması gerekmektedir. Esasen Brüksel, 1960’ta tesis edilen güvenlik ve garantiler sistemini yıkarak Ada’nın yeni garantörü olma hesapları yapmaktadır. AB tarafından Kıbrıs nedeniyle askıya alınan 8 müzakere faslının da derhal serbest bırakılması gerekmektedir. Ayrıca Kıbrıslı Rumlar, AP’deki Kıbrıslı Türklere tahsis edilmiş olan iki sandalyeyi işgal etmeye devam etmektedirler.  

Kıbrıs’ta Liderler nasıl bir uzlaşmaya varırsa varsın, son sözü Kıbrıs Türk Halkı söyleyecektir. Kıbrıs Türk Halkının ise, kendi egemenliği altında onurlu ve saygın bir yaşam sürmesine engel olacak hiçbir çözüme evet demesi mümkün değildir. Netice itibariyle, Kıbrıs’ta tarih tekerrür etmektedir. Kısaca, ne AB’nin ve ne de küresel güçlerin baskısı, Kıbrıs’ta Rumlar lehine bir anlaşmayı mümkün kılamayacaktır. Anavatan Türkiye’nin kırmızı çizgilerini hiçbir güç ihlal edemeyecektir. Uluslararası Anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerine dayanan Türkiye’nin, Kıbrıs’ta bir oldu-bittiye izin vermesi de mümkün değildir. Bugünlerde Rum medyasında yayınlanan ve Güzelyurt ile Karpaz’ı Rum sınırları içinde gösteren haritaların da hiçbir değeri yoktur. Kıbrıs’ta çözüm, Rumlara toprak vererek değil, bilakis, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum Toplumlarının toprak bütünlüklerini koruyan ve tarafların siyasi eşitliğine dayanan yeni bir federal ortaklık devleti çatısı altında mümkün olabilecektir. 

Türkiye, Kıbrıs’ın bir “Yunan Adası” olmasına asla müsaade etmeyecektir. Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan Kıbrıs’ın yegâne güvencesi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir. Bu meyanda Türkiye, Kıbrıs Türk halkı üzerindeki tarihi ve kültürel sorumluluğunun bilinciyle ve uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve yükümlülükleri çerçevesinde, sadece Kuzey Kıbrıs’ın değil, tüm Ada’nın garantörü olarak, Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de barış ve huzura katkı sağlamaya devam edecektir. Kıbrıs Türk tarafı, Ada’da çözümün şifrelerini (Ada’nın gerçekleri) tüm dünyaya ilan etmiştir. Kıbrıs’ta arzulanan barış ortamı ancak bu şifrelerin doğru anlaşılmasıyla mümkün olabilecektir. Ne yazık ki Rum/Yunan tarafı bu gerçekleri görmezden gelmektedir. Ancak, bilinmelidir ki Kıbrıs meselesi sonsuza dek masada kalamaz. Bu nedenle, makul bir süre içerisinde, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde ─ki gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir─ mevcut statünün devamını, yani KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınmasını sağlamanın en doğru yol olacağını da tüm tarafların dikkatine sunmak isteriz.
  


[i] Daire Başkanı, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı

http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/haber-yorum/item/379-kibris-ta-cozumun-sifreleri

 

 

Share This:

Panel : Misak-ı Millî, Lozan ve Musul Meselesi

Nejat ÇOĞAL, Türk Ocakları Genel Merkezi ile Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Milli Kütüphane Konferans Salonunda düzenlenen Misak-ı Millî, Lozan ve Musul Meselesi konulu Panele iştirak etti…

Share This:

Avrupa Birliği Nereye Gidiyor?

Velhasıl, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın belirttiği gibi “Gerekirse, Kopenhag Kriterlerinin adını Ankara Kriterleri olarak değiştirir ve yolumuza devam ederiz”.

Avrupa Birliği Nereye Gidiyor?

27 Haziran 2016

  Nejat ÇOĞAL

turkocagi@turkocagi.org.tr

BREXIT, yani İngiltere’nin AB ile devam edip etmemesi hakkında yapılan referandum sonuçları Avrupa Birliği’nde şok etkisi yapmıştır. İngiltere’de 23 Haziran 2016 tarihinde yapılan referandumda Halkın %48’i AB’yle yola devam derken, %52’si AB’ye HAYIR demiştir. Referandumda AB’ye hayır diyen İngilizlerin bile pişmanlık duyduğu bu sonuç, Brüksel’in gündemine adeta bomba gibi düşmüştür. Avrupa entegrasyonunu 70 yıl geriye götürebilecek potansiyele sahip böylesi bir kararın ardından, İngiltere’nin AB Komiseri Jonathan Hill görevinden istifa etmiş, İngiltere Başbakanı David Cameron istifa edeceğini açıklamıştır. Brüksel’in önde gelen siyasetçileri tarafından da “İngiliz Halkının bu kararının vakit geçirilmeksizin uygulanması gerektiği ve bir daha İngiltere’nin AB üyeliği için müzakere yapılmayacağı” şeklinde sitemkâr bir açıklama yapılmıştır. Lizbon Anlaşması’nın 50. Maddesi’ne göre, 2 yıl içinde ayrılmanın gerçekleştirilmesi ve İngiltere-AB arasında yeni bir ilişkinin kurulması gerekmektedir.

AB Konseyi Başkanı Donald Tusk, Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz ve AB Dönem Başkanı Hollanda Başbakanı Mark Rutte, Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker`in daveti üzerine apar-topar Brüksel’de toplanmışlar ve İngiltere’de yapılan BREXIT referandumundan çıkan sonuç hakkında kısaca şu açıklamayı yapma ihtiyacı hissetmişlerdir:“…Bu kararı esefle karşılıyoruz ancak saygı duyuyoruz. Bu, eşi benzeri olmayan bir durumdur ancak yanıtımız için birleştik… 27 üye devletli birlik devam edecektir. Birlik, ortak siyasi geleceğimizin çerçevesidir. Biz tarih, coğrafya ve ortak çıkarlarla birbirimize bağlıyız ve işbirliğimizi bu esasta geliştireceğiz…

Birlik içindeki en büyük müttefikini kaybeden Almanya Başbakanı Angela Merkel ise “İngiltere’nin AB’den ayrılma kararı Avrupa için bir kırılma noktasıdır” demiştir. Buna karşın, İngiltere’nin olmadığı bir AB’de nüfuzu daha da artacak olan Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’dan ise “AB’nin bir sıçrama yapmasının zamanı gelmiştir” şeklinde, memnuniyet içerikli bir tepki gelmiştir.

Esasen, İngiltere’nin başından beri Avrupa bütünleşmesinin dışında kalmaya çalışıp, Atlantik Ötesi dostu ABD ile birlikte hareket etmesi, bugünkü hadiselerin en büyük alameti olarak görülebilir. Bilindiği gibi, İngiltere, başından beri AB’nin siyasi ve ekonomik derinleşme çabalarından mümkün mertebe uzak kalmaya gayret etmiştir. Mesela, ekonomik ve siyasi derinleşmenin en bariz adımlarından olan Eurozone ve Schengen’e İngiltere dâhil olmamıştır. İngilizler yine, NATO dışında bir savunma sistemine, mesela Avrupa Ortak Savunma sistemi ve Avrupa Birleşik Ordusu projesine hep karşı çıkmıştır. Ayrıca, son zamanlarda AB’nin yaşadığı göçmen krizi konusunda Brüksel ile birlikte hareket etmeyi reddetmiştir. İngiltere, son yıllarda, AB bütçesine de yeterli katkıyı sağlamaktan sarfınazar etmiştir. Milli egemenlik haklarını Brüksel’e kaptırmamak için ciddi direnç gösteren İngilizler, nihayet meseleyi “23 Haziran Bağımsızlık Günü olsun” noktasına kadar getirebilmişlerdir.

Ancak, AB’ye tepki vermekte bu kadar aşırıya giden İngilizlere şunu hatırlatmak isteriz: AB’den ayrılma kararıyla İngiltere kendi ülke bütünlüğünü de tehlikeye atmış bulunmaktadır. Zira, yakın zamanda, İskoçya’da yapılan bağımsızlık referandumunda, sırf AB’nin bir parçası olarak kalmak uğruna Birleşik Krallık içinde kalmayı tercih eden İskoçyalılar, BREXIT kararının ardından kendilerini aldatılmış hissetmektedirler. Nitekim, Başkent Edinburgh’ta sonuçtan duyduğu üzüntüyü dile getiren İskoçya Başbakanı Nicola Sturgeon, “İskoçya geleceğini AB’de görüyor. İskoçya isteğimiz dışında AB dışına çıkarılacaktır. Bu demokratik olarak kabul edilemez. İskoçya’nın ikinci bir bağımsızlık referandumuna gitmesi yüksek ihtimal.” açıklamasını yapmıştır.

İngiliz halkının BREXIT kararının FREXIT’e veya diğerlerine dönüşüp dönüşmeyeceği ve bu kararın ekonomik ve siyasi sonuçlarının neler olacağı konusunu makalemizin ilerleyen bölümlerinde irdeleyeceğiz. Ancak, öncelikle, bu noktaya nasıl gelindiği hakkında ve özellikle de Avrupa’daki yabancı düşmanı ırkçıların ve AB karşıtı aşırı sağcıların, yakın zamanda Brüksel’in başına bela olacakları yönünde, daha önce yapmış olduğumuz uyarıları ele almak isteriz. Zaman bizi haklı çıkardı ve Brüksel’in korkulu rüyası da böylece gerçekleşmiş oldu. Zira, İngiltere’nin AB’yi terk etme kararı domino etkisi yapabilir ve AB’nin diğer lokomotif ülkelerinde de ayrılma yönünde referandumlara gidilebilir. Mesela, ağır mali krizden ve kemer sıkma politikalarından derin şekilde etkilenen Yunanistan halkı da aynen bizim gibi düşünmektedir. Yapılan kamuoyu araştırmalarına göre Yunan Halkı “Bu işin bu noktaya geleceği belliydi, hatta gecikti. Halk zaten canından bezmişti. Bu neo-liberal AB’nin bizleri bugün bu noktaya getireceği çok önceden belliydi” demektedir.

Şimdi, islamofobi ve AB karşıtlığı konusunda bundan tam 1,5 yıl önce Brüksel’e yaptığımız uyarılar hakkında kısaca bilgi vermek isiyoruz. 13 Ocak 2015 tarihinde yayınlanan “Avrupa’da Kimler Tarih Yazıyor? ” başlıklı makalemizde, özetle şu hususların altını çizmiştik:

Son zamanlarda, Avrupa’da yabancı düşmanlığı ve Türk-İslam karşıtlığı yeniden hortladı. Daha önce yazdığımız makalelerle Brüksel’i müteaddit defalar uyardık… Peki bu noktaya nasıl gelindi? Yazımıza, 2014 Mayıs ayında gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu seçimleri ile başlamak istiyoruz. Çünkü seçim sonuçları, bugün yaşanan problemlerin önemli bir göstergesi olarak tarihe geçmiş bulunmaktadır… Öyle ki Müslüman-Türk düşmanlığı ve AB karşıtlığı yapan çevreler bu seçimlerde önemli bir başarı gösterdiler ve AP içinde ciddi bir pozisyon elde ettiler… Zira seçimlerde Sosyalistler, Liberaller ve Hıristiyan Demokratlar oy kaybederken, aşırı sol, muhafazakâr anti-federaller, sağcı AB karşıtları, aşırı sağ dâhil bağımsızlar oylarını artırmış ve 751 üyeli AP’de toplam 167 sandalye kazanmışlardır.

Bu seçimlerde aşırı grupların 2009 seçimlerine nazaran başarı kazanması, Avrupa Birliği siyasetçilerini ziyadesiyle endişelendirdi… Bilindiği gibi, Ulusal Cephe’nin Lideri Marine Le Pen, son AP seçimlerinde Fransızların %25 oyunu alarak partisini birinci sıraya taşıdı. Aşırı ırkçı görüşleriyle Fransa’yı sallayan babası Jean Marie Le Pen’den 2011 yılında partiyi devralan Marine Le Pen’in çok kısa bir sürede yüksek başarı sağlaması, Avrupalıları endişeye sevketmiş gibi görünüyor. Son yıllarda Avrupa kamuoyunu meşgul eden göçmenler meselesine ilave olarak, yine Avrupa’da yaşanan yüksek işsizlik problemi ve mali krizin sorumluluğunu da Brüksel’e yükleyen Marine Le Pen, durumdan vazife çıkarmayı başarmıştır. “Şeytan” diye anılan babası tarafından “Şeytan’ın kızı” olarak nitelendirilen Marine Le Pen’in hedefinin, AB’yi dağıtmak ve 2017 seçimlerinde Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmak olduğu söylenmektedir.

 Öte yandan, Almanya’da, yabancı düşmanı olarak bilinen NPD’nin ilk kez AP’ye milletvekili göndermesi, AB’de bir diğer endişe kaynağı olmuştur. Ayrıca seçimlere ilk kez katılan, Eurozone karşıtı AfD partisi, Alman seçmenlerin yüzde 7’sinin oyunu alarak 7 sandalye kazanmış bulunmaktadır.

 Sonuçları itibariyle şaşkınlık yaratan AP seçimleri, AB’nin bir diğer lokomotifi İngiltere’de de tedirginliğe yol açmış gibi görünüyor. Zira, seçimlerin hemen ardından The Guardian’ın manşetinde yer alan bir araştırma dikkat çekmiştir. Araştırmaya göre, “İngiltere’de 2000 yılından sonra, ırkından dolayı kendilerine önyargılı bakıldığına inananların sayısının arttığına” işaret edilmektedir. Yani Araştırmaya göre, aynı dönemde İngiltere’de ırkçılık ve İslamofobi önemli bir şekilde artış göstermiştir.

Diğer taraftan, İngiltere’de, “Avrupa’yı AB’den kurtaracağım” diyen Nigel Farage’nin Lideri olduğu UKIP Partisi’nin oyların yüzde 27.5’ini alarak İngiliz siyasetinde “3. Güç” olarak ortaya çıkması dikkat çekicidir Seçim sonuçlarıyla ilgili olarak konuşan İngiltere Başbakanı David Cameron, “Seçmenin, AB konusunda hayal kırıklığı hissettiğini” belirtmesi ve “Sandıktan çıkan mesajı aldık” demesi, İngiliz siyasetinin önümüzdeki günlerde Brüksel ile ciddi problemler yaşayacağını işaret etmektedir. 

  AB siyasetçilerinin yaptığı bu özeleştiriye karşı, seçimlerde başarı gösteren aşırı grupların verdiği cevap ise manidardır. Avrupa’nın farklı ülkelerinde seçimlerde başarı gösteren aşırı gruplar yaptıkları ortak basın toplantısıyla adeta gövde gösterisi yapmışlar ve “AB’de tarih yazıyoruz” diyebilme cesaretini göstermişlerdir.

 AB’deki Aşırı grupların Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı basın toplantısına Fransa’dan Marine Le Pen, Hollanda’dan Geert Wilders, İtalya’dan Matteo Salvini, Belçika’dan Gerolf Annemans ve Avusturya’dan Harald Vilimsky katılmış ve AP’de bir grup kurma konusunda mutabakata varmışlardır. Toplantıda konuşan Marine Le Pen, “Teknokratik ve totaliter AB modeli geride kaldı” demiş ve kuracakları grupla halkların menfaatine karşı olan her girişimi bloke etmeyi hedeflediklerini söylemiştir.

  Türkiye’nin Avrupalı olmadığı iddiasıyla AB’ye tam üyeliğine karşı olduğunu her fırsatta dile getiren Nicolas Sarkozy şoku daha atlatılamadan, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu ve Türkiye’yi veto edeceğini açıklayan bir Marine Le Pen’in Fransız siyasetinde önemli bir aktör haline gelmesi, kuşkusuz, Türkiye’nin dikkate alması gereken ciddi bir problem olarak ortada durmaktadır.

 Görüldüğü üzere, 2014 AP seçimleri özellikle Avrupa kamuoyunda ciddi bir yankı bulmuştur. Eğer Brüksel, Avrupa’da hızla artan yabancı düşmanlığı ve AB karşıtlığı ile mücadele etmezse, yakın zamanda Birliğin temelleri sarsılacaktır. Zira Fransa, İngiltere, Avusturya, Macaristan ve Almanya’da hızla artan işsizlik oranı ve yabancı düşmanlığı, giderek AB düşmanlığına dönüşmektedir. Mesela Fransa’da seçmenlerin sadece %39′unun ülkelerinin Avrupa Birliği üyeliğini destekliyor olmaları, AB siyasetçilerinin üzerinde durması gereken ciddi bir problem olarak karşılarında durmaktadır.

  Türkiye açısından olaya baktığımızda, benzer bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu görmekteyiz. Bu da, Türkiye’nin AB katılım süreci uzadıkça, tam üyelik önündeki engellerin arttığı gerçeğidir. Öyle ki AB’de son yıllarda baş gösteren ekonomik sorunların ve artan suç olaylarının sorumluluğu göçmenlere yüklenmekte ve bu durum, hiç ilgisi olmadığı halde76 milyonluk Türkiye’nin üyeliği ile ilişkilendirilmeye çalışılmaktadır. Avrupa’da yaşayan yabancılar bir nevi günah keçisi haline getirilmek istenmektedir. Bu noktada, AB’li siyasetçilerin ve aydınların acil tedbirler üzerinde kafa yormaları elzemdir. AB’nin her köşesinde görülen ırkçı eğilimler ve oluşumlara karşı Brüksel’in kararlılıkla mücadele vermesi gerekmektedir. Kendi temel değerlerini yine kendi bünyesinde korumak anlamında acizlik gösteren bir AB’nin dağılması ise kaçınılmazdır.

 

Kaldı ki Türk Halkının AB’ye bakış açısının giderek olumsuza döndüğünü de Brüksel’in görmesi gerekmektedir. Türk vatandaşlarının AB’ desteğinin %40’ın altına indiğini burada belirtmekte yarar bulunmaktadır. AB’deki olumsuz gelişmelerin ekonomik, siyasi ve toplumsal yapısına zarar vermesini engellemek için Türkiye’nin de birtakım girişimlerde bulunması faydalı olacaktır. AB Bakanı ve Başmüzakereci Mevlüt Çavuşoğlu’nun, “Çıkaracağımız yasaları, AB mevzuatlarıyla ne kadar uyumlu olup olmadığını da karşılaştırarak yapacağız. AB ile Gümrük Birliği anlaşmasını da gözden geçiriyoruz…” şeklindeki açıklaması, bu anlamda dikkate değer bulunmaktadır.

  Peki, Türkiye’nin AB sürecinin önünün açılması ve ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açılabilmesi için neler yapılması gerekmektedir? Türkiye-AB arasında yaşanması muhtemel bir krizin engellenmesi için yapılması gerekenleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:

  1. Tam üyelik için artık Türkiye’ye bir tarih verilmelidir.

2. Türk milletinin tarihi- kültürel dokusuna müdahale edilmemelidir.

 3. Türkiye’nin milli birlik  ve beraberliğine, milli ve manevi değerlerine saygı gösterilmelidir.

4. Aday ülke olarak Türkiye’ye karşı samimi davranılmalı ve çifte standartlı yaklaşımlardan  

   vazgeçilmelidir.

5. Brüksel, Türkiye’nin AB Sürecini, taviz koparmak için bir fırsat olarak görmekten vazgeçmelidir.

6. Kıbrıs, Ege gibi haksız dayatmalardan vazgeçilmelidir.

7. Gümrük Birliği Anlaşması derhal revize edilmedir.

 8. Brüksel ve AB’nin lokomotif ülkeleri, AB karşıtlığı ve Avrupa’da tehlikeli bir şekilde gelişen islamofobi’ye karşı acil tedbirler almalı, bunların AB’de tarih yazmalarına izin vermemelidir…

Görüldüğü üzere, AB’de bugün yaşanan büyük krizin ayak sesleri önceden duyulmuş ve ne gibi tedbirler alması gerektiği yönünde Brüksel, tarafımızca 1,5 yıl önce uyarılmıştır. AB siyasetçilerinin sesimize kulak verip AB karşıtlığı ve yabancı düşmanlığına karşı vakitli önlemler almış olsaydı, belki bugün tarihinin en derin krizini yaşıyor olmayacaklardı.

Öte yandan, İngiltere Halkının AB’den ayrılma kararı, Türkiye’de de ciddi yankılar uyandırmıştır. Öncelikle belirtmemiz gerekir ki Türkiye’nin AB’ye yaklaşımı dün de bugün de aynıdır. Kısaca, Türkiye için “AB üyeliği stratejik hedeftir”.  Başbakan Binali Yıldırım’ın da belirttiği gibi “Biz Birliğin güçlenerek gelecekte devamından yanayız” “İstikrar ve barış için bu önemli” ancak “Avrupa Birliği kendi gelecek vizyonunu gözden geçirmelidir.”. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, BREXIT kararı ile ilgili olarak “Sorunlarla baş etmekte gücünü gösteremezse, önce güvenirliği kaybolur, sonra itibarı kaybolur sonra yavaş yavaş kendisi ortadan kaybolur gider” demiştir. Yine Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Ömer Çelik’in de belirttiği gibi “…Avrupa Birliği evrilmek ve değişmek zorundadır. Yepyeni bir Birlik sistemi ortaya çıkaracaktır ve bütün bunların merkezinde de aslında Türkiye ile ilgili verilecek kararlar vardır. Dolayısıyla, tazeleyici bir aşı yapılmadan Birlik bu haliyle kendini sürdürmeye çalışırsa, bunu sürdüremeyecektir…”.

Zira, BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi, 2.9 trilyon Dolarlık milli geliri ile Dünyanın 5., AB’nin ise 2. Büyük ekonomisi olan İngiltere’nin 43 yıldır üyesi olduğu Avrupa Entegrasyon Modelini terk etme kararı, başta İngiltere ve Avrupa olmak üzere tüm Dünya ekonomisini derinden etkileme potansiyeline sahiptir. Böylesi bir ekonominin içine kapanması halinde tüm dünyada yatırım ve tüketim harcamalarında ciddi bir daralma olabileceği endişesi hâsıl olmuştur. Yine, dünyanın finans merkezi olan Londra’nın bu fonksiyonunu yitireceği de kuvvetle muhtemel görünmektedir. 1.54 trilyon dolarlık yurtdışı yatırıma sahip bir ülkenin, bu aşamadan sonra Dünya siyasi ve ekonomik sahnesinde nasıl bir rol alacağı başta İngilizler olmak üzere AB vatandaşları için de büyük bir önem arz etmektedir.

Ayrılma sonrası İngiltere-AB arasında nasıl bir ilişki kurulacağı, mesela, gümrük birliği aşamasında mı kalınacağı, yoksa karşılıklı Serbest Ticaret Anlaşması ile mi yola devam edileceği hususu, yeni statüyü belirleyici bir rol oynayacaktır. Mesela, İngiltere, AB-ABD arasında imzalanacak olan TTIP Anlaşmasına dâhil edilecek midir? İngiltere-DTÖ arasında başlayacak olan müzakereler ne kadar sürecek ve nasıl sonuçlanacaktır? İşte önümüzdeki 2 yıl (uzatma imkânı vardır) içinde netleşecek bu hususlarla birlikte, İngiltere’nin Brüksel ile ve hatta Dünya ekonomileri ile nasıl bir münasebet içine gireceği de ortaya çıkmış olacaktır.

Öte yandan, İngiltere’nin AB’den ayrılma sürecinin hızlı ilerleyeceğine dair birtakım işaretler şimdiden kendini göstermeye başladı. Mesela, Referandumdan iki gün sonra, Almanya’nın çağrısıyla, Berlin’de Dışişleri düzeyinde bir araya gelen AB’nin 6 kurucu üyesinin (Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya, Belçika ve Lüksemburg) İngiltere’ye verdiği mesaj çok net olmuştur. Kurucu üyeler, “Çıkış süreci hızlı gerçekleşmeli. Avrupa Birliği geleceğini planlayabilmek için, İngiltere’nin çıkışıyla meşgul edilmemeli” şeklinde açıklama yapmışlardır. Bununla birlikte, Avrupa’da İngiltere’ye karşı verilen sert mesajlardan rahatsız olan Almanya Başbakanı Angela Merkel “”Çirkinleşmeye gerek yok, usulüne uygun yürütülmeli” diyerek bu tepkisini dile getirmiştir. AB kurucu ülkelerinin Dışişleri Bakanları’nın Berlin’deki olağanüstü zirvesinin ardından konuşan Merkel, “Londra’nın ‘hızlı çıkışından yana olmadığını” ifade etmiş ve “Evet, sonsuza kadar sürmemeli, doğru, ama, özellikle kısa zamanda gerçekleşmesi için de uğraşmayacağım” demiştir.

Peki, İngiltere’nin bu ani ayrılma kararı Türkiye-AB ve Türkiye-İngiltere ilişkilerininasıl etkileyecektir?

Şunu peşinen belirtmekte fayda vardır ki, BREXIT kararının Türkiye’nin AB katılım sürecini olumlu yönde etkileme ihtimali yüksektir. İngiltere, Türkiye’nin Almanya’dan sonra 2. Büyük ihracat pazarı konumundadır ve yeni kurulacak düzende bu pazarın daha da genişletilmesi imkânı mevcuttur. Ayrıca, İngiltere Türkiye’nin dış ticaret fazlası verdiği gelişmiş ülkelerin başında yer almaktadır. Hepsinden önemlisi, ayrılık gerçekleştikten sonra İngiltere-AB arasında kurulacak yeni ilişki düzeni Türkiye için de bir model olabilecektir.

NATO müttefiki olan ve Birlik içerisinde kendisini destekleyen bir ülkenin AB dışında kalması, AB katılım süreci bakımından, Türkiye için olumsuz bir gelişme olarak görülebilir. Ne var ki İngiltere Başbakanı David Cameron’un geçtiğimiz günlerde, iç siyasete mesaj vermek uğruna ve alay edercesine “Türkiye 3000 yılına kadar AB üyesi olamaz!” açıklaması, Türk Kamuoyunda büyük bir hayal kırıklığına yol açmıştı. Cameron’un bu densiz çıkışından birkaç gün sonra İngiliz Halkının AB’den çıkma kararı almış olması ise, Cameron’un bizatihi kendisinin istifasına yol açan tarihi bir gelişme olmuştur. Esasen, İngiliz Başbakanına en anlamlı cevap Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından verilmiştir. Cumhurbaşkanı, Cameron’a şöyle cevap vermiştir “…Biz de referandum sonucunun EVET olarak çıkmasını bekliyorduk. Ama sonuç bu şekilde tecelli etti. İngiliz Halkının verdiği bu kararı İngiltere ve Avrupa Birliği için yeni bir dönemin başlangıcı olarak görüyorum. Ne dedi? 3000 yılına kadar Türkiye giremez dedi. Şimdi ne oldu? Hadi buyur bakalım. 3 gün bile dayanamadın bak…

Öte yandan, İngiltere’nin AB-ABD Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) ile kuracağı ilişkinin Türkiye’yi de etkileyebileceğini söyleyebiliriz. ABD ile İngiltere arasındaki tercihli ilişki göz önüne alındığında, İngiltere’nin bu kez üçüncü bir taraf olarak TTIP’e dâhil edilmesi yönünde bir talebin gündeme getirileceği öngörülebilir. AB üyesi olmayan İngiltere’nin TTIP’e taraf olmasının, benzer bir pozisyonda olan Türkiye için bir avantaj sağlayabileceği kanaatindeyiz.

Yine Türkiye, Norveç, İzlanda’nın yanı sıra İngiltere’nin de AB’den çıkmasıyla birlikte,  AB dışında kalan Avrupalı ülkeler grubuna dâhil olabilir. Böylece, AB dışında ancak AB ile ciddi rekabet edebilecek bir ortaklık içinde Türkiye elini güçlendirebilir.

Ayrıca, bilindiği gibi, Türkiye’nin İngiltere’yle olan ticari ilişkileri AB-Türkiye Gümrük Birliği çerçevesinde yürütülmekteydi. Türkiye, gümrük birliği sayesinde sanayide yeni teknolojilere açılmış, ürün çeşitliliği ve kalitesini artırmış ve nihayet Avrupa pazarlarıyla rekabet edebilir seviyeye ulaşmıştır. Üstelik İngiltere her ne kadar AB’den çıksa da iki ülke arasında gümrük birliği şartlarının devam ettirilmesi mümkün görünmektedir. Bu da ikili ticari ilişkilerin herhangi bir şekilde sekteye uğramadan devam edebileceğini işaret etmektedir.

Diğer taraftan,AB’nin 2. Büyük ülkesinin Birliği terk etmesi, Avrupa kamuoyunda ciddi bir hayal kırıklığı yaratmış ve “Birlik Dağılıyor mu?” sorusunu da gündeme getirmiştir. Kanaatimizce, Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli’nin ifade ettiği gibi “Avrupa Birliği’nin dağılma süreci başlamış ve gemiyi ilk terk eden İngiltere olmuştur”.  Bu referandum sonucunun domino etkisi yaparak AB’nin diğer lokomotif ülkelerine de sıçrayabileceği endişesi belirmiştir ki gerçekleşmesi halinde bu durum İngiltere’nin çıkışından daha ağır sonuçlar doğurabilecektir. Öyle ki referandumun hemen ardından Fransa, İtalya ve Hollanda’da aşırı sağcı gruplar, kendi ülkelerinde de ayrılma referandumu yapılabileceği hususunu konuşmaya başladılar bile. Mesela, Fransa’nın aşırı sağcı Lideri Marine Le Pen, İngiltere’nin AB’den ayrılma kararı BREXIT’e gönderme yaparak Fransa’nın da Birlik’ten ayrılmasını teklif etmiş ve “FREXIT zamanı geldi” demiştir. Yine Hollanda’nın aşırı sağcı Özgürlük Partisi Lideri Geert Wilders “Kendi ülkemizi, kendi paramızı, kendi sınırlarımızı ve kendi göçmen politikamızı kendimiz üretmek istiyoruz.” şeklinde açıklama yapmıştır.

Netice itibariyle;

Birlik çerçevesinde siyasi entegrasyona karşı çıkarak ulusal egemenliği savunan çevrelerle, yabancı düşmanlığı yapan ırkçı gruplar, 2014 yılındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bir ittifak oluşturmak suretiyle gövde gösterisi yapmışlardır. Onları bir araya getiren en önemli faktör ise kuşkusuz AB’de yaşanan yüksek işsizlik ve artan suç oranlarıdır. Evet, birileri AB’de tarih yazacaklarını, yakın bir zamanda açıklamışlardı. Ne var ki bu birileri, AB’nin temel değerlerini görmezden gelen ırkçı, yabancı düşmanı ve AB karşıtı gruplardır. Eğer AB’li siyasetçiler ve aydınlar, İslamofobi illetinin bu tehlikeli gidişatına bir dur demezlerse, sadece Türkiye’nin AB üyelik süreci zarar görmeyecek, bilakis Brüksel’in varlığı temelinden sarsılacaktır. Biz, bu yöndeki uyarılarımızı önceden yapmıştık.

Eğer, Kıbrıs meselesi çözülmüş ve Türkiye AB üyesi yapılmış olsaydı, Avrupa’daki gerilimler bu safhada olmayacaktı. Müzakere Çerçeve Belgesinde sivil insiyatiflerin geliştirilmesi ve Türk ve AB vatandaşları arasında karşılıklı diyaloğun artırılması şartını getiren AB’nin kendi vatandaşları arasında Müslüman-Türk düşmanlığının hızla artması karşısında acizlik göstermesi, kabul edilmesi ve telafisi mümkün olmayan ciddi bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Avrupa’da yaşanan bu süreç, AB’nin, çok kültürlü ve çok dinli bir yapı olup olmadığının belirlenmesi bakımından da Brüksel için ciddi bir sınav olacaktır. Velhasıl, Şeytan’ın Kızı’nın başını çektiği ırkçı ve yabancı düşmanı grupların AB’de tarih yazmalarına izin verenleri, tarih asla affetmeyecektir.

Son 10 yıllık dönemde Avrupa Birliği, siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan başarısız olmuştur. Türkiye-AB ilişkileri açısından bakıldığında ise bu dönemin birçok olumsuzlukları da beraberinde getirdiği görülmektedir. Brüksel’in çifte standartlı yaklaşımları sayesinde Kıbrıs Meselesi içinden çıkılmaz hale sokulmuş, katılım müzakere süreci AB’nin birtakım siyasi dayatmaları nedeniyle çok yavaş ilerlemiş, Gümrük Birliği Süreci Türkiye’ye zarar verir hale gelmiş ve nihayet Türkiye-AB Katılım Süreci “Kıbrıs ipoteği” altına alınmıştır. Velhasıl, AB’nin son 10 yıllık karnesi zayıf çıkmıştır. Her ne kadar AB’li siyasetçiler kendilerini başarılı görseler de Brüksel, hem Türkiye’den ve hem de AB vatandaşlarından çürük not almış ve sınıfta kalmıştır. Bugün, bu başarısızlığın bedelini de ağır bir şekilde ödemektedir.

Bu nedenle, İngiltere gibi Avrupa Birliği’nin en önemli ülkelerinden birisinin, ani bir referandumla, Birlik ’ten ayrılma kararı almasını, AB’li siyasetçilerin iyi okuması gerekmektedir. AB’nin durmaya veya gerilemeye tahammülü olamaz. Bu anlamda, AB’yi, durunca düşen bir bisiklete benzetebiliriz. Bu nedenle, hep ileriye doğru yürümek, genişlemek ve derinleşmek mecburiyetindedir. İşte, İngiltere’nin BREXIT kararı, aynı zamanda, AB’nin Türkiye’ye olan ihtiyacını da ortaya koymuş oldu. Öyleyse, Brüksel, Türkiye’ye karşı çifte standartlı yaklaşımlardan vazgeçmeli ve Türkiye ile katılım müzakerelerini gecikmeksizin neticelendirmek mecburiyetindedir. AB’nin ayakta kalmasının yegâne şartı budur.

 

Bilinmelidir ki Türkiye’nin 1959 tarihli AT ortak üyelik başvurusu bir stratejik adımdan ibaretti. Bugün, tam üyelik süreci de Türkiye için stratejik bir hedeftir. Eğer Brüksel daha fazla nazlanmaya devam ederse, Ankara’nın farklı stratejiler geliştirme potansiyeli her zaman mevcut bulunmaktadır. Velhasıl, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın belirttiği gibi “Gerekirse, Kopenhag Kriterlerinin adını Ankara Kriterleri olarak değiştirir ve yolumuza devam ederiz”.

27 Haziran 2016

 Nejat ÇOĞAL

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/6787/avrupa-birligi-nereye-gidiyor.html

 

Share This: