Kategori arşivi: Makalelerim

GÜMRÜK VE DIŞ TİCARET” isimli yeni kitabımız yayınlandı.

“GÜMRÜK VE DIŞ TİCARET” isimli yeni kitabımız Orion Akademi Yayınlarından çıkmıştır. Tüm okuyucular için yararlı olması dileklerimizle…Nejat ÇOĞAL

Share This:

GÜMRÜK BİRLİĞİ BAĞLAMINDA TÜRK DIŞ TİCARETİNE BAKIŞ

admin Yazılar

Nejat ÇOĞAL / Ticaret Başmüfettişi 

  Giriş

Türkiye’nin uzun zamandır üzerinde durduğu “Gümrük Birliği Anlaşmasının günün şartlarına uygun olarak yeniden gözden geçirilmesi” talepleri nihayet AB tarafından gündeme alınacak gibi görünmektedir.

Bununla birlikte, tam üyeliğe giden yolun başlangıcı olarak kabul edilen ve geçici bir dönem olarak başlatılan gümrük birliği sürecinin uzayıp gitmesi (ki 2021 yılı itibariyle 26 yıl olmuştur)  AB’nin gümrük birliği ile neyi hedeflediği konusundaki şüpheleri de beraberinde getirmektedir. Acaba Avrupa Birliği, Türkiye’yi ilelebet gümrük birliği aşamasında mı tutmak istemektedir, yoksa gerçekten de tam üyeliği mi hedeflemektedir? Son 25 yıllık ortalamalara göre, dış ticaretinin %42’sini teşkil eden payı ile Türkiye’nin en büyük ticaret partneri olan AB’nin, tam üyelik müzakereleri yürüttüğü aday bir ülkeye yönelik bu yaklaşımının kabulünün mümkün olmadığı kanaatindeyiz.

AB’nin 5. en büyük ticaret ortağı olan Türkiye ise AB’nin bu yaklaşıma karşı, dış ticaretini ülke bazında çeşitlendirmek suretiyle AB’nin payını peyderpey azaltarak cevap vermiştir. Mesela, 25 yıllık gümrük birliği sürecinde ortalama olarak %42 olan Türk dış ticaretindeki payı 2020 yılında yaklaşık %36’ya kadar düşmüştür. Bu oranın, gümrük birliği döneminde %53’e kadar çıktığını ve uzun yıllar bu seviyelerde seyrettiğini nazarı dikkate aldığımızda, AB’nin en büyük 5. ticaret ortağını yeniden kazanmak için acilen bazı pozitif adımlar atması ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Türk dış ticaretinin genel yapısındaki bu değişim hiç şüphesiz Türkiye’nin son 25 yılda, AB’ye alternatif olarak yeni pazarlara açılma konusunda başarılı olduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir.

Öte yandan, Türkiye-AB tam üyelik katılım sürecinin adeta donma noktasına geldiği bir dönemde, ABD ile AB arasında Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması imzalanmasına yönelik müzakerelerin başlaması, Türkiye’nin Gümrük Birliği uygulamaları konusundaki endişelerini had safhaya çıkarmış bulunmaktadır. Zira Türkiye, kendisini doğrudan ilgilendirecek böyle bir anlaşmanın dışında bırakılmaktadır ki bu durum Ülkemizin dış ticaretine yeni bir darbe vurmak anlamına gelmektedir.

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bütünleşme hedefine yönelik ortaklık ilişkisinin önemli bir aşamasını oluşturan Gümrük Birliği, aynı zamanda, AB tarihinde ilk defa tam üye olmayan bir ülke ile gerçekleştirilmiş ticari bütünleşme olarak kayıtlara geçmiştir. Esasen sorunun kaynağı da burada yatmaktadır. Tam üyeliğe giden yolun başlangıcı olarak kabul edilen ve geçici bir dönem olarak başlatılan bu sürecin gereğinden fazla uzamasıyla mesele maalesef daha da derinleşmiştir. Her halükarda gümrük birliğinin Türk dış ticaretine olan etkileri incelemeye değerdir. Bu vesileyle, Türk dış ticaretinin genel yapısına Türkiye-AB Gümrük Birliği perspektifinden bir göz atalım:

 Gümrük Birliği döneminde TÜRK DIŞ TİCARETİNİN GENEL YAPISI

1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe konulan Gümrük Birliği, Türkiye’nin dış ticaretinde serbestleşme sürecine yeni bir ivme kazandırırken, AB ile ortaklık ilişkilerinde de Ankara Anlaşması uyarınca Son Döneme geçilmiştir. Türkiye ekonomisinin tamamını etkileyen önemli bir gelişme olan Gümrük Birliği ile birlikte, Türkiye ile AB arasında sanayi ürünleri ticaretinde gümrük vergileri, miktar kısıtlamaları ve eş etkili tedbirler kaldırılmış, Türkiye üçüncü ülkelere karşı Ortak Gümrük Tarifesi uygulamaya başlamıştır. Ancak, bu durumun istisnası olarak 2000 yılı sonuna kadar süren beş yıllık geçiş döneminde, otomobiller, ayakkabılar, deriden mamuller ve mobilyalar gibi kısıtlı sayıdaki hassas ürün için üçüncü ülkelere karşı Ortak Gümrük Tarifesi hadlerinden daha yüksek gümrük vergileri uygulanmıştır. 2001 yılıyla birlikte, tüm sanayi ürünleri itibarıyla Ortak Gümrük Tarifesi oranlarına; 1 Ocak 2008’de ise Gümrük Birliği kapsamındaki ürünler itibarıyla, AB’nin gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere uyguladığı otonom tarife tavizlerini kapsayan Genelleştirilmiş Tercihler Sistemi’ne uyum sağlanmıştır.

Gümrük Birliği ile birlikte, AB ülkelerinin Türkiye’nin dış ticaretindeki payında önemli bir değişme olmazken, Türkiye’nin ihracatının kompozisyonunda değişme gözlenmiştir. Özellikle, beyaz eşya, otomotiv sanayi gibi katma değeri yüksek ve istihdam sağlayıcı sektörler ağırlık kazanmış ve rekabet gücünde de olumlu gelişmeler yaşanmıştır.

Türk Dış Ticaretinin Genel Yapısı

Toplam Dış Ticaret (1996-2020) (Milyar $)
İhracatİthalatAçıkHacimHacim İçindeki Payıİhracat / ithalat
AB1.164,031.448,46-284,442.612,490,420,80
AB Dışı1.317,252.262,90-945,653.580,140,580,58
Genel2.481,273.711,36-1.230,096.192,631,000,67

 Türkiye-AB Gümrük Birliğinin yürürlüğe girdiği 1996 yılından 2020 yılına kadar geçen süreyi kapsayan 25 yıllık dönemde Türkiye’nin dış ticareti Tüm Ülkeler, AB ve AB Dışı Ülkeler bakımından yukarıdaki tabloda özetlenmiştir. Buna göre, bahse konu dönemde, Türkiye’nin toplam dış ticaret hacmi 6 Trilyon 192 Milyar Dolar olmuştur.  Bu ticaretin 2 Trilyon 612 Milyar Doları AB ülkeleriyle, 3 trilyon 580 Milyar Doları ise AB dışı diğer ülkelerle gerçekleştirilmiştir.

Şimdi de, Türkiye’nin 1996-2020 (Gümrük Birliği) dönemi toplam dış ticaretini dönemsel açıdan ve AB, AB dışı ve genel olarak bir analize tabi tutalım :

 Yukarıdaki tablodan da görüleceği üzere, 1996-2020 döneminde, Türkiye’nin AB ülkeleriyle olan dış ticaret açığı, AB dışı diğer ülkelerin toplamıyla olan dış ticaret açığından önemli ölçüde küçüktür. Ayrıca, aynı dönemde, genel ihracatımızın ithalatı karşılama oranı %67, AB Dışı tüm ülkelere yaptığımız ihracatın ithalatı karşılama oranı %58 iken,  AB’ye yapılan ihracatımızın ithalatı karşılama oranı %80 olmuştur. Yine bu dönemde, Türkiye’nin toplam dış ticaret hacminin %42’sini AB, %58’sini ise AB Dışı Ülkelerin oluşturduğunu müşahede etmekteyiz. 2020 yılı itibariyle baktığımızda ise AB’nin toplam ihracatımız içindeki payının %41 olduğunu görmekteyiz.

Gümrük Birliği döneminde, Türkiye’nin genel ihracat ve ithalatının, AB’ye olan ihracat ve ithalatı ile paralel bir gelişme göstermiştir. Bu gelişmenin, AB’nin toplam dış ticaretimiz içinde %42 gibi yüksek bir paya sahip olmasından kaynaklandığını söylememiz mümkündür. Bu tespitler bize, AB ile olan dış ticaretimizin, diğer tüm ülkelerle yaptığımız dış ticarete kıyasla daha dengeli olduğunu göstermektedir.

 Son 25 yıllık dönemde (Türkiye-AB Gümrük Birliği Dönemi) Türkiye’nin toplam 6 Trilyon 192 Milyar Dolar tutarındaki toplam dış ticaret hacminin 2 Triyon 481 Milyar Dolarlık kısmı ihracat, 3 Trilyon 711 Milyar Dolarlık kısmı ise ithalat kalemlerinden oluşmuştur. Bu dönemde, Türkiye’nin AB’ye toplam ihracatı 1 Trilyon 164 Milyar Dolar, AB’den ithalatı ise 1 Trilyon 448 Milyar Dolar olmuştur. Yine aynı dönemde, Türkiye’nin toplam -1 Trilyon 230 Milyar Dolar tutarındaki dış ticaret açığının -284 Milyar Doları AB ile, -945 Milyar Doları ise AB Dışı Ülkelerle gerçekleşmiştir.

Türkiye-AB Dış Ticaret Karşılaştırması (2020)

2020 yılında, Türkiye’nin toplam ihracatı 169,669 Milyar Dolar, toplam ithalatı ise 219,51 Milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir. 2020 yılında ihracatın ithalatı karşılama oranı %77 olmuştur. Aynı yıl, Dış Ticaret Dengesi ise -49,841 Milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir. 2020 yılında, bir önceki yıla kıyasla, dış ticaret açığının arttığını görmekteyiz.

Türkiye-AB Dış Ticaret Karşılaştırması (2020)
2020İhracatithalathacimDenge (ihracat-İthalat)İhracat / İthalat
AB70,03173,337143,368-3,3060,95492
AB Dışı99,638146,173245,811-46,5350,68164
Genel169,669219,51389,179-49,8410,77294
AB Payı0,412750710,3340940,368386

2020 yılında Türkiye, AB’ye 70,031 Milyar Dolarlık ihracat, 73,337 Milyar Dolarlık ithalat yaparak -3,306 Milyar Dolar dış ticaret açığı vermiş ve AB için ihracatın ithalatı karşılama oranı %95 olmuştur. 2020 yılında Türkiye, ihracatının %41’ini AB’ye yapmış, ithalatının ise %33’ünü AB’den gerçekleştirmiştir. Aynı yıl, Türkiye’nin toplam 389,179 milyar Dolar toplam dış ticaret hacminden AB’nin aldığı pay 143,368 Milyar Dolar ile %37 civarında olmuştur.

Gümrük Birliği sonrasında, AB ülkelerinin Türkiye’nin dış ticaretindeki payında önemli bir değişme olmazken, Türkiye’nin ihracatının kompozisyonunda değişme yaşandığı görülmektedir.

Analiz sonuçları da göstermiştir ki, Türkiye’nin toplam dış ticaretinin yaklaşık yarısını gerçekleştirdiği AB ülkeleri dikkate alındığında, Türkiye’nin Gümrük Birliği dâhilinde gerçekleştirdiği ihracatta tek bir ülkeye veya az sayıda birkaç ülkeye bağımlı olması durumu azalmaktadır. Bunlara ek olarak, ürün bazında ihracatta düşük teknoloji grubu mallardan orta üst teknoloji grubu mallara geçilirken, ithalatta orta üst teknoloji grubu malların ve sermaye girdisi fasılların payının azalmadığı saptanmıştır.

Türkiye’nin AB’den gerçekleştirdiği ithalatta yatırım ve ara mallarının ağırlıklı yer tutması, ithalatın Türk sanayisine yönelik girdi sağlayan sağlıklı yapısını ortaya koymaktadır. Yüksek teknolojiye dayanan yatırım mallarının ithalatı bu ürünlere bağlı üretimde de ileri teknoloji kullanımını zorunlu kılmakta, firmaları AR-GE’ye yönelten bir diğer etken olarak nihai aşamada üretimin kalitesinde belirleyici rol oynamaktadır.

SONUÇ

Türkiye-AB arasında gerçekleştirilen Gümrük Birliği, her ne kadar cari işlemler dengesini olumsuz yönde etkilemiş ve rekabet şansı olmayan sektörlerde üretim ve istihdam kaybına yol açmış ise de bu süreçte ülkeye yabancı sermaye ve teknoloji girişinin hızlanması ve sanayinin rekabet gücünün artmasına katkıda bulunması nedeniyle, Türkiye’nin dış ticaretinde olumlu bir etkisinin olduğunu söylememiz mümkündür. Buna mukabil, Türk dış ticaretindeki payının %53’lerden, 2020 yılı itibariyle %36’ya kadar düşmesi, AB’nin acilen birtakım somut adımlar atması zaruretini de ortaya çıkarmaktadır.

Esasen, tam üyelik yolunda atılan bu son adım, gereğinden fazla uzamış ve geçici bir dönem olacağı öngörülerek başlatılan gümrük birliği safhasının tam üyelik hedefine varıp varmayacağı konusundaki şüpheleri de beraberinde getirmiştir. Fakat nihai gayenin tam üyelik olduğu unutulmamalıdır. AB’ye tam üyelik, Türkiye için stratejik bir hedeftir. Türkiye bu manada üzerine düşeni ziyadesiyle yerine getirmiştir. Bu kapsamda, hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve son dönem olan gümrük birliği sürecini başarıyla tamamlamış ve nihayet 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan tam üyelik müzakere sürecini de başarıyla devam ettirmektedir. Ne yazık ki 62 yıllık bu uzun ince yolda Türkiye’nin gösterdiği performansı görmezden gelen AB, birtakım gayri ciddi gerekçelerle süreci uzatmaya ve Türkiye gibi güçlü bir ülkeyi kapıda bekletmeye çalışmaktadır.

Brüksel, gümrük birliği anlaşmasının güncellenmesi, Türk vatandaşlarına vize muafiyeti tanınması gibi hususlar başta olma üzere Türkiye’nin hassasiyetleri konusunda somut adımlar atmak mecburiyetindedir. Aksi takdirde, askeri, ekonomik ve politik anlamda gösterdiği üstün performansla küresel bir güç olma yolunda hızla ilerleyen, bölgesinin en güçlü ülkesi Türkiye’nin stratejik ortaklığını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalacaktır. AB’li siyasetçilere yönelik şu kritik soruyla yazımızı sonlandıralım: Yolun sonu gümrük birliği mi yoksa tam üyelik midir? Brüksel’in, samimi bir şekilde bu sorunun cevabını vermesi yerine olacaktır.

KAYNAKÇA:

ÇOĞAL, Nejat, “AB’nin Türkiye Paradoksu” (1. Baskı 2012).

ÇOĞAL, Nejat, “Türkiye-AB: Müzakere Sürecine Doğru”,Gümrük Dünyası Dergisi, Sonbahar 2006,  Sayı:47.

ÇOĞAL, Nejat, “Türkiye-AB Gümrük Birliği Güncellenmeli Mi? Türk Yurdu Dergisi, Ocak 2019, Sayı: 397.

ÇOĞAL, Nejat, “Gümrük Birliği Mi, Tam Üyelik Mi?” Divan Dergisi, Sayı: 15, Nisan 2010.

ÇOĞAL, Nejat, “Gümrük Birliği’nin Dış Ticaretimiz Üzerine Etkileri”, Denetim Dergisi, Ocak-Mart 2006, Sayı:113

DÖNMEZ, Mustafa, “Gümrük Birliğinin Ekonomik Etkileri”, DPT, Aralık 1998.

KARLUK, Rıdvan,“Avrupa Birliği ve Türkiye”, Beta Basım A.Ş. , İstanbul 2002.

https://www.tuik.gov.tr/

https://ticaret.gov.tr/

https://www.mfa.gov.tr/default.tr.mfa

https://www.ab.gov.tr/

https://ec.europa.eu/info/index_en

Share This:

E-İHRACAT VE GÜMRÜK PROSEDÜRLERİ

“E-İHRACAT VE GÜMRÜK PROSEDÜRLERİ” başlıklı makalemiz, Gümrük ve Ticaret Dünyası Dergisi’nin 111’inci sayısında yayımlanmıştır. Nejat ÇOĞAL – Ticaret Başmüfettişi

Share This:

DOĞU AKDENİZ’DE YENİ DENGE ARAYIŞLARI VE KIBRIS

12.11.2021

Nejat ÇOĞAL

Bilindiği üzere, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları ile Kıbrıs’ta iki toplum arasında iç denge ile Doğu Akdeniz’de Türkiye-Yunanistan arasında bölgesel denge temin edilmişti. 1974 yılında Garantör Ülke Türkiye’nin 1960 Anlaşmalarına dayanarak gerçekleştirdiği Kıbrıs Türk Barış Harekâtı sonrasında kurulan yeni düzen sayesinde de günümüze kadar bölgede barış ve istikrar ortamı hüküm sürmüştür. Türkiye, İngiltere ve Yunanistan tarafından teminat altına alınan bu uluslararası güvenlik sistemi,Türkiye tarafından daima desteklenmiş ancak Yunan/Rum tarafınca hep anlaşma hilafına adımlar atılmıştır. Bu meyanda, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) Ulusal Meclisi, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmalarını tanımadığını ilan etmiştir.

Nihayet 2004 yılında GKRY’nin, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında, güya tüm Ada’yı temsilen ve tek taraflı olarak AB üyesi yapılması ile bölgesel denge Rum-Yunan lehine bozulmaya başlamıştır. AB üyesi olan Rumlar artık, Ada üzerindeki 1960 garanti sistemini kaldırarak yerine AB garantörlüğünü koymanın hesaplarını yapmaya başlamışlardır. Böyle bir senaryonun gerçekleşmesi hâlinde Doğu Akdeniz’deki güç dengesinin nereye doğru kayacağı malumdur.

2011 yılında GKRY’nin uluslararası hukuka aykırı bir şekilde Doğu Akdeniz’de tek taraflı olarak sondaj çalışmalarına başlamasıyla birlikte, bölgede sular ısınmaya başlamış ve bölge dışı güçler de Doğu Akdeniz’de varlık göstermeye başlamıştır.Doğu Akdeniz bölgesinde son yıllarda gündeme gelen münhasır ekonomik bölge tayini, hidrokarbon yataklarının belirlenmesine yönelik sismik araştırma faaliyetleri ve sondaj çalışmaları nedeniyle bölgede gerginlik artmış; bu kapsamda Türkiye ve Yunanistan arasında yer yer sıcak çatışma noktasına kadar gelinmiştir. Hatta Yunanistan, konuyu Ege sorununa bağlamak ve Ege Denizi’ndeki küçük Yunan Adaları üzerinden bir kıta sahanlığı ve karasuları krizi çıkarmak suretiyle Türkiye’yi köşeye sıkıştırma gayreti içine girmiştir. Bu anlamda Yunanistan, Doğu Akdeniz’le bir ilgisi olmadığı hâlde Bölge’de gerginliği artıracak açıklamalar yapmakta, askerî faaliyetlerde bulunmakta ve başta Brüksel ve Fransa olmak üzere üçüncü tarafları Türkiye aleyhinde yanlış yönlendirmekte ve kışkırtmaktadır. 

Bilindiği üzere, Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de maksimalistve gayri hukuki deniz yetki alanları ile Ege’de haksız kıta sahanlığı ve hava sahası iddiaları nedeniyle 2020 yılında bölgede ciddi bir kriz yaşanmıştı. Yunanistan’ın uluslararası hukuka aykırı olarak Ege Denizi’ndeki adaları silahlandırma girişimlerine hız vermesiyle gerginlik had safhaya çıkmıştı. Türkiye’nin hem Ege ve Doğu Akdeniz’deki hak ve çıkarlarını hem de Kıbrıs Türklerinin haklarını korumak hususunda gösterdiği kararlı tutumuyla birlikte, Avrupa Birliği ve özellikle de Almanya’nın devreye girmesiyle gerilim yatıştırılmıştı. Bu kapsamda, Türkiye ile Yunanistan arasında istikşafi ve istişari görüşmelere yeniden başlanmıştı. 

Ne var ki Yunanistan, bu yatıştırma sürecini doğru okuyamamış ve bölgede gerginliği artıracak yeni girişimlere başvurmuştur. Bu bağlamda, bir yandan Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki yasal hak ve çıkarlarını zayıflatmak diğer yandan da Bölge’de kendi nüfuzunu kuvvetlendirmek hezeyanına kapılan bazı ülkelerin değirmenine su taşımaya başlamıştır. Mesela, başta Fransa ve ABD olmak üzere ikili askerî işbirliği anlaşmaları yaparak donanmasını ve hava kuvvetlerini güçlendirmeye yönelik adımlar atmıştır. Yunanistan, hâlen devam eden bu tahrik edici eylemlerinin doğrudan Türkiye’yi hedef aldığını itiraf etmekten de çekinmemektedir. Mesela, geçtiğimiz günlerde Fransa ile imzalanan Savunma Anlaşması ile ilgili olarak Yunanistan Başbakanı Mitçotakis’in “Bu anlaşma, NATO içinde sözde müttefikimiz olan bir ülkeden egemenliğimize yönelik tehditlere karşı ülkemizi savunan kalkan vazifesi niteliğindedir.” şeklindeki sözleri, Yunanistan’ın niyetini açıkça ortaya koymuştur.

2020 yılında Türkiye ile Yunan/Rum tarafı arasında cereyan eden gerginliği fırsat bilen Fransa, çok geçmeden, Ocak 2021tarihinde Yunanistan’la bir silah satış anlaşması imzaladı. Ardından, ABD ile olan ortak savunma anlaşmasını uzatan Atina, geçtiğimiz Eylül ayında da Fransa ile ortak savunma ve güvenlik anlaşması imzaladı. Nihayet Yunanistan, Mısır ve GKRY liderlerinin katılımıyla 19 Ekim 2021’de Atina’da yapılan üçlü zirvenin ardından yayımlanan provakatif bildiri, Yunan/Rum ikilisinin Türkiye ve KKTC’ye yönelik hasmane politikalarının son örneği olarak karşımıza çıkmıştır.

Fransa-Yunanistan arasında 2021 yılı Ocak ayında imzalanan Silah Satış Anlaşması ile Fransa Yunanistan’a 12’si ikinci el olmak üzere 18 Rafale uçağı satacak. 28 Eylül 2021 tarihli Savunma Anlaşması’na istinaden alınacak olan ilave 6 savaş uçağı ve 3 adet Belharra sınıfı firkateynle birlikte Fransa, Doğu Akdeniz’deki gerginlik üzerinden Yunanistan’a son iki yılda 6 milyar avronun üzerinde silah satışı yapmış olacak. Durumdan vazife çıkartan Fransa, silah satışıyla bir ülkeyi kendine bağlamış;buna karşın Yunanistan, ciddi borç içinde olmasına rağmen bazı ülkelerin kışkırtmasıyla silahlanma sevdasına kapılmıştır. Görünen manzara budur. Yunanistan’a, Fransa’nın millî gelirine ve uluslararası çıkarlarına hizmet eden taşeron ülke konumundan kurtularak komşusu Türkiye ile doğrudan diyalog kurmasını tavsiye etmekteyiz.

Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Doğu Akdeniz’e yönelikihtirasları ile Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı duyduğu kaygıların bir noktada kesişmesi üzerine Yunanistan ile Fransa arasında 28 Eylül’de Paris’te imzalanan ve geçtiğimiz günlerde Yunan Parlamentosu’nda onaylanan Savunma ve Güvenlik Alanlarında İş Birliğine Yönelik Stratejik Ortaklık Anlaşması ise bardağı taşıran son damla olarak görülebilir. Zira iki ülke arasında savunma, dış politika ve silahlanma konularında iş birliğini içeren anlaşma, taraflardan birinin egemenlik alanında silahlı saldırıya uğraması hâlinde (Saldıran ülke NATO üyesi olsa bile!), diğer tarafın yardım etmesini öngörüyor. Miçotakis,’in Savunma Anlaşması ile ilgili olarak sarf ettiği “Hepimiz, Doğu Akdeniz’de kimin kimi ‘casus belli’ (savaş nedeni) ile tehdit ettiğini biliyoruz… ‘Casus belli’ tehdidi ile karşımda Türkiye durduğunda endişeleniyorum. Benim büyük bir endişem var ve ülkeyi koruma altına almak öncelikli kaygımdır.” şeklindeki sözleri, Atina’nın hedefini tüm açıklığıyla göstermektedir. 

Yunanistan, uluslararası toplum tarafından da sorgulanan, uluslararası hukuka aykırı, maksimalist deniz yetki alanı ve havasahası iddialarını, NATO İttifakı’na zarar verecek şekilde, Türkiye karşıtı ikili askerî ittifaklar kurmak suretiyle kabul ettirebileceğini düşünmektedir. Öyle ki iki NATO üyesi ülke, bir diğer NATO üyesi ülkeye karşı askerî bir ittifak kurmaya çalışmaktadır.Kuşkusuz, Fransa ve Yunanistan’ın bu nafile çabaları, Ege ve Akdeniz’de hem Türkiye’nin hem de KKTC’nin kendi haklarını koruma konusundaki kararlılıklarını daha da arttıracaktır. Nihayet, Yunanistan’ın işbirliğine gitmek yerine silahlanma, Türkiye’yi izole etme ve yabancılaştırma politikası gütmesi, bir yandankendisine ve üyesi olduğu AB’ye zarar verirken diğer taraftan da bölgesel barış ve istikrarı tehdit etmektedir.

Bahse konu savunma anlaşması çerçevesinde Fransa’nınYunanistan’a vermesi öngörülen desteği “Bir saldırı hâlinde Avrupa’nın tek nükleer gücü ve BM Güvenlik Konseyinin daimi üyesi olan tek Avrupa Birliği ülkesi (Fransa) ülkemizin yanında olacak.” şeklinde yorumlayan Yunan Başbakanı’nın nasıl bir hayal dünyasında yaşadığını göstermesi bakımından manidardır. 

Öte yandan Türkiye ile Yunanistan arasında Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz arama çalışmaları yüzünden ortaya çıkan gerilim sürerken aralarında Güney Kıbrıs, Yunanistan, ABD, İngiltere ve Fransa’nın da bulunduğu sekiz ülkenin savaş uçakları ve gemileriyle ortak tatbikat yapılması, bölgede tansiyonu artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Nemesis adı verilen butatbikatta, KKTC’ye ait deniz yetki alanlarının ihlal edilmesi ise manidardır.

Önümüzdeki günlerde Yunanistan, İsrail ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin katılımıyla bir “Paris Konferansı” yapılması teklifine Türkiye “Hayır” demiştir. Zira Türkiye’nin “bütün kıyıdaş ülkelerin katılımıyla, hakkaniyete dayalı bir Doğu Akdeniz veya Akdeniz Ekonomik İşbirliği Konferansı yapılması” teklifi masada dururken bu nevi toplantılara katılımın bir manası bulunmamaktadır.

Bugüne kadar Türkiye; Doğu Akdeniz ve Ege’de Yunanistan’ın haksızlığını dünya kamuoyuna diplomatik yollardan izah etmiş ve Doğu Akdeniz’de hem kendisinin hem de KKTC’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru hak ve çıkarlarını koruma hususunda kararlılığını ortaya koymuştur. Bu anlamda Türkiye-KKTC ve Türkiye-Libya Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Anlaşmaları, TPAO’ya Doğu Akdeniz’de arama ruhsatı verilmesi, sismik araştırma ve sondaj gemilerimizin bölgeye sevk edilmesi, Geçitkale Havaalanı’nınİnsansız Hava Araçları (İHA) ile Silahlı İnsansız Hava Araçları (SİHA) merkezi olarak kullanılmak üzere KKTC tarafından Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullanımına tahsis edilmesi ve nihayet Kapalı Maraş’ın KKTC tarafından sivil kullanıma açılması, yerinde ve etkili adımlar olarak tarihe geçmiştir.

Esasen Doğu Akdeniz’de doğalgaz arama faaliyetleri son on yılda yoğunluk kazanmış ve bu bahaneyle Bölge; ABD, Rusya, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi buraya sınırı dahi olmayan ülkelerin oyun alanına dönüşmüştür. Türkiye dışındaki Bölge ülkeleri ise yukarıda sayılan ülkelerin uluslararası enerji şirketlerine verdikleri izin ve ruhsatlarla tansiyonu iyice artırmış bulunmaktadır. Mesela GKRY ve İsrail’in Doğu Akdeniz’deki sözde Münhasır Ekonomik Bölge (MEB)alanlarında sondaj izni verdikleri İtalyan ENI, Fransız Total, Rus Novatek, Amerikan Noble Energy ve Exxon Mobil şirketlerine güvence sağlamak üzere bu devletlerin donanmalarının Doğu Akdeniz’de konuşlanması suretiyle bu ülkelerin Bölge’deki ekonomik ve askerî faaliyetlerinin yoğunlaşması, Doğu Akdeniz’de suların ısınmasına sebep olmaktadır. Öte yandan Doğu Akdeniz’deki kıyıdaş ülkelerin kendi aralarında yaptıkları birtakım ittifaklar ile Türkiye ve KKTC’yi sürecin dışında tutmaya çalışmaları ve AB’nin tüm bu hukuksuz girişimler karşısında üyesi olan GKRY’ye arka çıkması, meselenin daha da derinleşmesine yol açmıştır.

Doğu Akdeniz’de, Türkiye ve KKTC’yi yok sayarak yürütülen bütün bu MEB belirleme, belirlenen alanlarda doğalgaz arama ve sondajlama gibi uluslararası hukuka aykırı, haksız faaliyetlere karşı Türkiye’nin diplomatik ve barışçı girişimleri devam etmiştir. Bu anlamda Türkiye, kendisini Akdeniz’de kuşatmaya, Kıbrıs Adası ile bağını koparmaya ve bölgenin enerji kaynaklarını gasp etmeye yönelik hamlelere karşı, gerek proaktifhamlelerle gerekse uygun misillemelerle cevap vermekten kaçınmamış ve bu vesileyle Doğu Akdeniz’deki varlığını ve ekonomik faaliyetlerini artırmış bulunmaktadır.

Rumların bu cüretkâr adımlarına karşı Türkiye’nin ilk cevabı olarak 21 Eylül 2011 tarihinde, New York’ta, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, Türkiye ile KKTC arasında Kıta Sahanlığını Sınırlandırma Anlaşması’nı (KSSA) imzalamışlardır. Söz konusu Anlaşma, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve KKTC Cumhuriyet Meclisi’nde onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Müteakiben Türkiye, Koca Piri Reis’i Doğu Akdeniz’e sevk ederek bölgede tek taraflı petrol/doğalgaz arama/araştırma çalışmaları başlatmıştır.

Ardından da KKTC Hükûmeti, Rumlarla aynı bölgeleri yani Kıbrıs Adası ve çevresini 8 parsele ayırarak Türk Petrolleri Anonim Ortaklığına (TPOA) ruhsatlandırmıştır. Buna göre, Rumların 13 parseli, hem KKTC’nin parselleri ile kesişmekte ve hem de Türkiye’nin Antalya açıklarında ilan ettiği yetki alanını ihlal etmektedir.

Ardından, GKRY’nin tek yanlı parseller oluşturarak münhasır ekonomik bölge ilan etmesine karşılık, adanın çakışma olmayan kuzey, doğu ve güney kısımlarında Rum tarafının fiili durum yaratma olasılığına karşı, proaktif bir hamleyle KKTC tarafından Türkiye Petrolleri’ne ruhsat sahaları verilmiştir. Bu stratejik adımın akabinde, 2013 yılında petrol ve doğalgaz araştırmalarında kullanılmak üzere satın alınan Barbaros Hayrettin Paşa isimli sismik araştırma gemisi bölgeye gönderilerek 2 ve 3 boyutlu sismik araştırmalara başlanmış; ardından Fatih ve Yavuz sondaj gemileriyle KKTC’nin ruhsat verdiği A, B, C, D, E, F, G olarak adlandırılan alanlarda sondaj çalışmaları başlatılmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait savaş gemileri de bölgedeki çalışmalarında bu gemilere refakat etmiştir. Altıncı nesil üst düzey teknolojiye sahip ve 12 bin metre deniz sondaj derinliğine ulaşabilen Türkiye’nin ilk sondaj gemisi Fatih, Mayıs 2019 tarihinde Kıbrıs Adası’nın batısında çalışmalarına başlamış;Yavuz isimli sondaj gemisi de 2019 yaz aylarında bölgeye sevk edilmiştir.

Son zamanlarda, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki varlığını artırma, egemenlik sahasının sınırlarını belirleme ve Bölge’deki ekonomik faaliyetlerini genişletme adımlarının belki de en önemlisi, Türkiye-Libya Anlaşması olmuştur. 27.11.2019 tarihinde imzalanan Türkiye-Libya Deniz Yetki alanlarının Sınırlandırılması Anlaşması ile Türkiye, Doğu Akdeniz’de büyük bir oyunu bozmuş ve gerek GKRY/Yunanistan tarafında gerek AB başta olmak üzere dünya kamuoyunda âdeta şok etkisi yaratmıştır. Yunanistan, GKRY, Mısır ve İsrail’in Doğu Akdeniz’de kurmaya çalıştığı ve Türkiye ile KKTC’ye yer verilmeyen enerji denklemi, Türkiye’nin bu girişimiyle bozulmuştur. Üstelik Türkiye, şu ana kadar KKTC ve Libya ile imzaladığı deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşmalarıyla, Güney Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz’deki diğer bazı ülkelerle imzaladığı anlaşmalarla kaybettiği haklarını tekrar kazanmasını bilmiş ve bu suretle deniz yetki alanlarını genişletmiş bulunmaktadır.

Öyle ki Türkiye, Libya ile yaptığı sınırlandırma anlaşmasıyla Yunanistan’ın GKRY ve İsrail ile yapmayı planladığı MEB anlaşmalarının da önünü kesmiş oldu. Bahse konu anlaşmayla, Doğu Akdeniz’de Türkiye aleyhine oluşturulmaya çalışılan oldubittiler engellenmiş; KKTC dışında başka bir kıyıdaş ülke ile deniz yetki sınırlandırma anlaşması imzalanmış, Türk MEB’inin batı sınırları belirlenmiş ve nihayet bölgede siyasi üstünlük elde edilerek hukuki bir zemin sağlanmıştır.

Türkiye-Libya Anlaşması’nı içine sindiremeyen Yunanistan ise GKRY ve İsrail ile East-Med Boru Hattı Anlaşması’nı apar topar imzalama kararı almıştır. ABD’nin de desteklediği ve AB’nin teknik çalışma maliyetine katkı sağladığı yaklaşık 2000 km’lik boru hattı projesinin alternatiflerine nazaran çok daha maliyetli olduğu ve hepsinden öte Türk Kıta Sahanlığı içerisinden geçtiğini dikkate aldığımızda, bu projenin gerçekleşme şansının bulunmadığı görülmektedir.

BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre, deniz yetki alanları sınırlandırmasının, devletlerin ilgili kıyı uzunluklarının orantısına göre adaların ana kıtaların önünü kapatmayacak şekilde ve ters yönde olup olmamaları dikkate alınarak yapılması gerekmektedir. Bu durumda Türkiye’nin Kıbrıs Adası’nın güneyinde hak ve menfaatleri ortaya çıkmaktadır. Bu kapsamda, Akdeniz’e en uzun kıyısı bulunan Türkiye; Mısır, Suriye ve KKTC’nin yanı sıra Libya, İsrail hatta Lübnan ile de kıyıdaş devlet olarak anlaşma imzalayabilecektir. İşte Türkiye, şu ana kadar KKTC ve Libya ile bu anlaşmaları imzalayarak deniz yetki alanlarını genişletmiş bulunmaktadır.

Ayrıca, Libya’nın meşru hükûmeti olan Libya Ulusal Mutabakat Hükûmeti’nin talebi üzerine, Türk askerinin bu ülkeye gönderilmesi de yine Türkiye’nin uluslararası toplumdaki itibarını artırdığı gibi, Doğu Akdeniz’deki varlığını da pekiştiren bir diğer adım olarak tarihe geçmiştir. Bu stratejik adımla Türkiye, Doğu Akdeniz’de kurulan yeni güç dengesinin hâkim unsuru olduğunuda göstermiş oldu. Libya’da kalıcı barış ve huzur ortamının sağlanmasına katkıda bulunmak üzere bu ülkeye Türk askeri gönderilmesi, aynı zamanda Türk milletinin bölgedeki tarihî ve kültürel sorumluluklarının bilincinde olduğunu göstermesi bakımından anlamlı olmuştur.

Öte yandan son yıllarda Doğu Akdeniz’e ilgisi artan Fransa’nın, bölgesel sorunlar üzerinden kendisine Yunanistan, GKRY ve Mısır gibi bölgesel aktörlerin yanında Rusya, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi bölge dışı müttefikler deedinmeye çalıştığına şahit olmaktayız. Bu amaca matuf olarak Libya ve Suriye’deki kanun dışı yapılanmalar ve terör örgütleriyle işbirliği yapmakta sakınca görmeyen Paris’in bu hamlelerini,Doğu Akdeniz’de kurulu bulunan dengeyi Türkiye hilafına bozmave bölgesel güç dengesine dâhil olma girişimlerinin son örnekleri olarak değerlendirmekteyiz.

Doğu Akdeniz ve Ege’de doğalgaz arama, kıta sahanlığı ve adalar konularında Yunanistan ile yaşanan gerginliği tırmandıran ve Türkiye’ye karşı Yunanistan’ın hamiliğine soyunan Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un son zamanlarda Avrupa’da Türk, İslam ve yabancı düşmanı, ırkçı çevrelerin sesi hâline gelmesi ise manidardır. İç siyasette sıkışan Macron’un 2022 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendisine yeni alan açmak için dış politikada bu tür irrasyonel politikalara yöneldiğini düşünmekteyiz. 

Esasen Macron’u bu noktaya getiren AB’li siyasetçilerin de sorumlulukları bulunmaktadır. Kendi başarısızlıklarını örtbas etmeye çalışarak hayalperest Macron’un peşine takılıp Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ege’deki egemenlik hak ve yetkilerini yok sayan ve Yunanistan/GKRY ile işbirliğine giden AB’li siyasetçiler, hep birlikte Türkiyesiz, KKTC’siz bir Kıbrıs, Doğu Akdeniz ve Ege için propaganda yürütmektedirler. Tarafsız bir duruş sergilemesi gereken AB’nin, uluslararası hukuku görmezden gelerek Macron’un değirmenine su taşıması, abesle iştigaldir. Unutmayalım ki Fransa, AB dönem başkanlığında, 6 Mart 1995’te, Brüksel’de, Türkiye ile Gümrük Birliği oluşturulmasına Yunanistan’ın vetosunu kaldırmasına karşılık, Kıbrıs’ın AB üyeliğini öngören bir anlaşmaya varılmasını sağlamıştır. Bu hareket, Fransa’nın AB’yi Türkiye’ye karşı kullanma girişimlerinin ilki olmadığı gibi sonuncusu da olmayacaktır. 

Bu noktada, Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Kıbrıs politikasının temel esaslarından kısaca bahsetmek isteriz. Bölge’de kurulan yeni güç dengesinin temel taşlarını oluşturan Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Kıbrıs politikası şu esasları ihtiva etmektedir:

1. Deniz yetki alanları, uluslararası hukuka uygun olarak hakça ve adil biçimde sınırlandırılarak kıta sahanlığımızdaki egemenlik haklarımız korunacaktır.

2. Kıbrıs Türklerinin Ada’nın eşit ortağı olarak hidrokarbon kaynakları üzerindeki hak ve çıkarları garanti altına alınacaktır.

3. Kıbrıs’ta çözüm, Ada’daki gerçekler çerçevesinde, egemen eşitlik temelinde iki devletli bir yapıyla, yani iki ayrı egemen devletin varlığını devam ettirmesi ile mümkün olabilecektir. Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisi devam edecektir.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasının bir diğer temelini oluşturan Kıbrıs konusunu, iki farklı açıdan değerlendirmek durumundayız. Birincisi, Ada’nın jeostratejik konumu itibarıylaAnadolu’nun güvenliği açısından vazgeçilmez önemidir. İkincisi ise Türk milletinin, Osmanlı’nın bakiyesi olan Kıbrıs Türk halkı üzerindeki tarihî ve kültürel sorumluluklarıdır.

Bu noktada, Doğu Akdeniz’deki gerginliğin sona erdirilmesine ve 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları ve uluslararası deniz hukuku ile Türkiye’nin yapıcı girişimleri sayesinde bölgede sağlanan barış ve istikrar ortamının korunmasına yönelik önerilerimizi şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Bütün kıyıdaş ülkelerin katılımıyla, hakkaniyete dayalı bir Doğu Akdeniz veya Akdeniz Ekonomik İşbirliği Konferansı düzenlenmelidir. Bu meyanda Akdeniz’e en uzun kıyısı bulunan Türkiye’yi dışarıda bırakan “Doğu Akdeniz Gaz Forumu” gibi oluşumların, ne AB’ye ne de bölge ülkelerine bir yarar sağlayacağının bilhassa Brüksel tarafından dikkate alınması gerekmektedir.

2. Kıbrıs, Ege gibi haksız dayatmalardan vazgeçilmelidir.

3. Türkiye-AB Göç Anlaşması derhâl güncellenmelidir.

4. Kıbrıs konusunda hızlı ve etkili bir diplomasi faaliyeti başlatılmalıdır. 

Bu kapsamda Kıbrıslı liderler arasında ağır aksak yürütülmeye çalışılan görüşmelere, siyasi eşitliğe sahip, egemen iki devlet temelinde ivme kazandırılması için milletlerarası camia nezdindeki diplomatik girişimlere hız verilmelidir. Özellikle BM ve ABD’nin süreçte etkin rol oynamaları sağlanmalıdır. (ABD Senatosu’nun, GKRY’ye karşı uyguladığı silah ambargosunun kaldırılmasına yönelik aldığı karar, Doğu Akdeniz’de ve bilhassa Kıbrıs meselesinde ABD’nin tarafsız konumunu terk ederek Yunanistan/GKRY lehine bir duruş sergilemeye başladığını işaret etmektedir.) Bugüne kadar hep Türk-Yunan dengesini gözetmiş olan ABD’nin bu defa Yunanistan lehine bir tavır takınmış olması, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konudur.

Netice itibarıyla Doğu Akdeniz’de sular giderek ısınmaktadır. Doğu Akdeniz’in enerji jeopolitiğine odaklanan birtakım uzak güçler, bu vesileyle Bölge’nin yüzen üssü olarak değerlendirilebilecek Kıbrıs Adası’nın uluslararası statüsünü ihmal ederek sadece GKRY ile temasa geçmekte ve Kıbrıs Türk halkını ve KKTC’yi yok saymaktadırlar. Kıbrıs Türk halkının egemenlik hakları görmezden gelinerek atılan bu adımlar da garantör ülke Türkiye tarafından yok sayılmakta ve gerek Türkiye’nin gerek KKTC’nin egemenlik hak ve menfaatlerinin korunması için her türlü girişimde bulunulmaktadır. Bu anlamda Türkiye, ihtiyaç duyulan tüm Silahlı Kuvvetler unsurlarını Doğu Akdeniz’e sevk etmiş bulunmaktadır.

GKRY’nin uluslararası hukuka aykırı olarak tek yanlı attığı adımlarla bölgedeki siyasi tansiyonu yükseltmesi ise sadece kendisine zarar verecektir. Zira Rumların bu tahrik edici yaklaşımlarını devam ettirmeleri hâlinde Doğu Akdeniz’de sıcak bir çatışma çıkması ihtimali mümkün görünmektedir. Bütün bu haksız girişimlere karşı Türkiye, meseleyi diplomatik usullerle ve uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde çözüme kavuşturmanın yollarını aramış ve aramaya da devam etmektedir. Ancak, Türkiye’nin gerektiğinde askerî ve ekonomik tedbirlere başvurmaktan çekinmeyeceğini de dünya kamuoyunun bilmesi gerekmektedir. 

Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarından tek taraflı olarak yararlanma hayaline kapılan Rumlar, uluslararası camianın baskısıyla oturdukları müzakere masasından kaçmayı başarmışlardır. Velhasıl Yunan/Rum tarafının dayatmalarıyla Kıbrıs ipoteği altına alınan Türkiye-AB ilişkileri, Ada’da Rumlar lehine sonuçlanacak bir çözüme odaklanmış bulunmaktadır. Türkiye’nin Ada üzerindeki uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisini kaldırıp yerine AB garantörlüğü getirmek isteyen Brüksel’in, Kıbrıs’ta taviz koparmadan Türkiye’nin AB sürecini ilerletmek istemediği açıktır. Ne var ki Kıbrıs’ta sağlanacak adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün Türkiye’nin birinci önceliği olduğu ve AB’nin şantajlarına boyun eğilmeyeceği de izahtan varestedir.

Doğu Akdeniz’in merkezinde yer alan ve dünya devletleri için jeopolitik bir çekim merkezi hâline gelen Kıbrıs’ın önemi, yeni keşfedilen petrol ve doğalgaz yatakları nedeniyle daha da artmış bulunmaktadır. Bundan dolayı uluslararası oyuncular, Kıbrıs üzerinde çeşitli senaryolar geliştirmektedirler. Her biri farklı amaçlar güden bu planların ortak paydası, Kıbrıs Adası üzerinde mutlak hâkimiyet sağlamak ve Bölge’deki enerji kaynaklarından pay almaktır. Ne var ki Türkiye’yi Ege Denizi’nde karasularına ve Doğu Akdeniz’de Antalya Körfezi’ne hapsetme çabaları başarısızlıkla neticelenecektir. Bu bakımdan, millî güvenliği açısından hayati bir öneme haiz bulunan haklı Kıbrıs davasını yakından takip etmek, giderek ağırlaşan uluslararası baskılara göğüs germek ve nihayet Kıbrıs’ta barış ve huzurun garantörlüğü misyonunu ilelebet sürdürmek, Türkiye için vazgeçilmez bir mecburiyettir.

Türkiye, son dönemde attığı stratejik dış politika adımlarıylagerek uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve menfaatlerini gerekse KKTC ile Kıbrıs Türk halkının siyasi ve ekonomik haklarını korumakta kararlı olduğunu göstermiştir. Türkiye-Libya sınırlandırma anlaşmasıyla Türk milleti, Mavi Vatan’ını korumakta hiç tereddüt etmeyeceğini dünyaya ilan etmiş oldu. Zira Türkiye, Doğu Akdeniz’de bir enerji meselesi gibi görünen hadisenin arka planında egemenlik mücadelesinin yattığının farkındadır. 

Bu noktada, Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi dışlamak suretiyle birtakım ittifaklar kurmaya çalışan İsrail, Mısır ve Lübnan’a da şunu hatırlatmak isteriz: Kıyıdaş ülke olarak Türkiye ile ikili sınırlandırma anlaşmaları yapmaları hâlinde, GKRY tarafından gasp edilmiş yetki alanlarının bir kısmını geri kazanmaları mümkün bulunmaktadır. Yunanistan’ın ise Kıbrıs’ta ve Ege sorununda olduğu gibi Doğu Akdeniz’de de haksız olduğunu kabul etmekten ve Türkiye’nin önkoşulsuz diyalog çağrılarına olumlu karşılık vermekten başka bir seçeneği bulunmamaktadır. Velhasıl Doğu Akdeniz’de kalıcı barış ve huzur, GKRY/Yunanistan ve bölge dışı ülkelerle yapılan Türkiyesiz ittifaklarla değil, bilakis bölgenin en güçlü ülkesi ve yeni güç dengesinin hâkim unsuru olan Türkiye ile birlikte hareket etmekle sağlanabilecektir.

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/dogu-akdeniz-de-yeni-denge-arayislari-ve-kibris-10506

Share This:

TÜRKİYE-AB GÜMRÜK BİRLİĞİ GÜNCELLENMELİ Mİ?

07.09.2020
Nejat ÇOĞAL

Türkiye’nin son zamanlarda gündeme getirdiği ve tam 24 yıldır uygulana gelen Gümrük Birliği Anlaşması’nın günün şartlarına uygun olarak yeniden gözden geçirilmesi taleplerinin Brüksel tarafından sıcak karşılanmaması, Türkiye-AB ilişkilerinde yeni gerginliklerin baş gösterebileceği izlenimini vermektedir. Tam üyeliğe giden yolun başlangıcı olarak kabul edilen ve geçici bir dönem olarak başlatılan bu sürecin uzayıp gitmesi, AB’nin gümrük birliği ile neyi hedeflediği konusundaki şüpheleri de beraberinde getirmektedir. Acaba Avrupa Birliği, Türkiye’yi ilelebet gümrük birliği aşamasında mı tutmak istemektedir, yoksa gerçekten de tam üyeliği mi hedeflemektedir? Yani yolun sonu, gümrük birliği mi yoksa tam üyelik midir? Çalışmamızda özellikle bu sorunun cevabını aramaya çalışacağız.

Türkiye-AB tam üyelik katılım sürecinin âdeta donma noktasına geldiği bir dönemde, ABD ile AB arasında Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması imzalanmasına yönelik müzakerelerin başlaması, Türkiye’nin Gümrük Birliği uygulamaları konusundaki endişelerini had safhaya çıkarmış bulunmaktadır. Zira Türkiye, kendisini doğrudan ilgilendirecek böyle bir anlaşmanın dışında bırakılmaktadır ve bu durum, Türkiye’nin dış ticaretine yeni bir darbe vurmak anlamına gelmektedir.

Esasen sorun, Türkiye’nin tam üye olmadan AB ile gümrük birliği ilişkisine girmesinden kaynaklanmaktadır. Tam üyeliğe giden yolun başlangıcı olarak kabul edilen ve geçici bir dönem olarak başlatılan bu sürecin gereğinden fazla uzamasıyla bu mesele, maalesef daha da derinleşmiştir.

Bilindiği üzere, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada küreselleşme eğilimleri baş göstermiş; ülkelerarası ticaretin önündeki engellerin kaldırılarak serbestleştirilmesi ve ticaretin artırılması yönünde girişimler başlatılmıştır. Bu kapsamda, 1947 yılında Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) tesis edilmiş; 1951 yılında altı Batı Avrupa ülkesi, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğunu (AKÇT) kuran Paris Anlaşması’nı imzalamış; 1957 yılında, yine altı Batı Avrupa ülkesi (Altılar: Fransa, Batı Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg.) tarafından Roma’da imzalanan Anlaşmalar ile Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kurulmuştur. Günümüzde Avrupa Birliği adını alan Topluluk, 28 üyeli 500 milyon nüfuslu küresel bir güç olarak karşımızda durmaktadır.

Türkiye, Avrupa’da meydana gelen değişikliklere karşı kayıtsız kalmamış; Avrupa’nın ekonomik bütünleşme sürecine dâhil olma iradesini, 31 Temmuz 1959 tarihinde AET’ye üyelik başvurusunda bulunmak suretiyle ortaya koymuştur. Topluluk ile Türkiye arasında cereyan eden müzakerelerin ardından, 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanıp 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren Ankara Anlaşması ile Türkiye-AET arasında ortak üyelik ilişkisi başlamıştır. Uzun dönemde, Türkiye’nin Topluluk’a tam üye olmasının hedeflendiği Ankara Anlaşması, bu amaca ulaşmak için üç dönem öngörmüştür. Bunlar, Hazırlık Dönemi(1.12.1964-31.12.1972), Geçiş Dönemi (1.1.1973-31.12.1995) ve 1.1.1996 tarihinde yürürlüğe giren Gümrük Birliği ile başlayan ve hâlen devam eden Son Dönem’dir.

Hazırlık Dönemi’nde Türkiye, Geçiş Dönemi ve Son Dönem boyunca kendisine düşecek yükümlülükleri üstlenebilmesi için, Topluluk’un yardımıyla ekonomisini güçlendirecekti. 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol ile başlayan Geçiş Dönemi’nde ise, Türkiye-AET arasında kurulacak bir gümrük birliğinin aşamalı olarak tesis edilmesi hedeflenmişti. Türkiye, 14 Nisan 1987’de Avrupa Topluluğu’na “tam üye”olmak için başvurmuş; Avrupa Konseyi, bu başvuruyu Aralık 1989’da reddetmişti.

1995 yılına gelindiğinde, 12 ve 22 yıllık sanayi malları listelerindeki tercihli indirimlerin oranı sırasıyla %95 ve %80’e, AB’nin Ortak gümrük Tarifesi’ne uyum oranı ise 12 ve 22 yıllık listeler için %90 ve %85 düzeyine ulaşmıştı.

Türkiye-AB arasında cereyan eden zorlu müzakereler neticesinde, 6 Mart 1995 tarihli, 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı (OKK) alınarak Türkiye-AB Gümrük Birliği, 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren yürürlüğe girmişti. Alınan 1/95 sayılı OKK ile gümrük vergilerinin kaldırılması, malların serbest dolaşımı ve ticaretin hızlandırılması gibi kararlar alınmış olup Türkiye bu kararlar sonrasında Topluluk’un üçüncü ülkelere karşı uyguladığı ticaret politikasına tabi olmayı kabul etmiştir.

Gümrük Birliği ile Türkiye, AB’ye karşı sanayi ürünleri ve işlenmiş tarım ürünlerinde (Bazı hassas ürünlerde 5 yıllık geçiş dönemi öngörülmüştür.) gümrük vergileri, eş etkili vergiler ile miktar kısıtlamalarını kaldırmıştır. Tarım ürünleri ve AKÇT ürünleri Gümrük Birliği kapsamı dışında bırakılarak hassas ürünler hariç tüm sanayi ürünlerinde üçüncü ülkelere karşı AB’nin Ortak Gümrük Tarifesi uygulanmaya başlanmıştır. 1/95 sayılı OKK Gümrük Birliği düzeninin ne şekilde işleyeceğini ortaya koymak üzere AB’nin İç Pazar Mevzuatı’na dayalı olarak hazırlanmıştır.

Türkiye-AB Gümrük Birliği, her ne kadar Türkiye’nin dış ticaretinde köklü bir değişikliğe yol açmamış ise de gerek ticaretin mal ve ülke bazında çeşitlenmesi gerek ülkeye yeni teknoloji ve sermaye girişinin hızlanması ve rekabetin geliştirilmesi açısından değerlendirildiğinde, tam üyelik yolunda atılmış çok yararlı bir adım olmuştur. Yine, Türk ekonomisinin gerek Avrupa piyasası gerek küresel piyasayla bütünleşmesine ve ticaretin artmasına katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz.

Ayrıca, Gümrük Birliği, Türkiye-AB ilişkilerinin daha da derinleşmesine katkıda bulunarak malların serbest dolaşımı ve ticaret politikası; gümrük vergileri, miktar kısıtlamaları ve eş etkili önlemler ile vergi ve resimlerin kaldırılması; ortak gümrük tarifesi ve tercihli tarife politikaları; fikrî sınai ve ticari hakların korunması alanlarında önemli adımlar atılmasında ve yasaların yakınlaştırılmasında itici bir güç olmayı başarmıştır. 2016-2019 döneminde, Türkiye’nin dış ticaretinde AB’nin ortalama payının %43 civarında olması, Türk ekonomisinin gelişmiş Batı ekonomileri ile rekabet edebilir bir düzeye geldiğini göstermesi bakımından anlamlıdır.

Ne var ki, tam üyelik yolunda atılan bu son adım, gereğinden fazla uzamış ve geçici bir dönem olacağı öngörülerek çıkılan bu yolun tam üyelik hedefine varıp varmayacağı konusundaki şüpheleri de beraberinde getirmiştir. Fakat nihai hedefin tam üyelik olduğu unutulmamalıdır. Türkiye, AB’ye tam üyelik sürecinde üzerine düşeni ziyadesiyle yerine getirmiştir. Bu kapsamda Hazırlık DönemiGeçiş Dönemi ve Son Dönem olan Gümrük Birliği sürecini başarıyla tamamlamış ve nihayet 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan tam üyelik müzakere sürecini de başarıyla devam ettirmektedir. Ne yazık ki 60 yıllık bu uzun, ince yolda Türkiye’nin gösterdiği performansı görmezden gelen AB, “Avrupalı değilsiniz.” veya “Kıbrıs’tan çekilmelisiniz.” gibi gayriciddi gerekçelerle süreci uzatmaya ve ikiyüzlü yaklaşımlarla Türkiye gibi güçlü bir ülkeyi kapıda bekletmeye çalışmaktadır.

Türkiye-AB arasındaki ticaret hacmi, 2019 yılı itibarıyla 144 milyar dolara ulaşmış; 2008 ile 2015 yılları arasında Türkiye’nin toplam doğrudan yabancı sermaye giriş portföyünde AB’nin ortalama payı yaklaşık %67,4 oranında gerçekleşmiştir. Ne var ki Türkiye’nin AB ile ekonomik uyumu, ciddi anlamda ilerlemesine rağmen tam üyeliğe giden yolda son ve geçici bir dönem olması gereken Gümrük Birliği sürecinin uzayıp gitmesi, Türkiye’yi rahatsız etmeye başlamıştır. Zira ilk dönemlerde elde edilen avantajlar, süreç uzadıkça dezavantaja dönüşmeye başlamıştır.

Mesela, AB’nin üçüncü ülkelerle tek taraflı olarak yaptığı serbest ticaret anlaşmaları, Türkiye’yi açık bir pazar hâline getirmekte ve haksız rekabete yol açmaktadır. Avrupa Birliği, üçüncü ülkelerle yaptığı STA’lara, tam üye olmadığı gerekçesiyle Türkiye’yi dâhil etmemekte, bu durum ise 3. ülkelerin AB’ye tanıdığı imtiyazlardan Türkiye’yi yoksun bırakmaktadır. Üstelik Türkiye, bu ülkelere karşı AB’nin ortak gümrük tarifesini de uygulamak zorunda bırakılmaktadır. Türkiye, AB’nin serbest ticaret anlaşması yaptığı ülkelere sanayide %4.2 gümrük vergisi uygularken onlar Türkiye’ye %40-50 oranlarında vergi uygulamaktadır. Türkiye’nin, Brüksel’den Gümrük Birliği Anlaşması’nın gözden geçirilmesini talep etmesi, bu anlamda yerinde bir girişimdir.

Esasen, Gümrük Birliği‘nin güncellenmesi için Türkiye ile AB arasında daha evvel bir mutabakat oluşmuştu. Ancak yeni tur müzakerelerin başlaması için Avrupa Komisyonuna verilmesi gereken yetki, başta Almanya olmak üzere bazı üye ülkelerin Türkiye ile ilgili siyasi çekincelerinden dolayı henüz Konsey tarafından onaylanmadı ve süreç, beklemeye alındı. Üstelik her iki tarafa da fayda sağlayacağı aşikâr olan söz konusu güncelleme için özellikle Almanya’nın birtakım koşullar ileri sürmesi, abesle iştigaldir. Türkiye’nin duyduğu rahatsızlığı bildikleri hâlde Gümrük Birliği’nin derinleştirilerek modernize edilmesi yönünde somut bir adım atmayan Brüksel’in bu yaklaşımı ise, gayrisamimi duruşunun da bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Avrupa Günü vesilesiyle yaptığı şu açıklamanın Brüksel tarafından iyi değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz: “… Gümrük Birliği’nin güncellenmesi sadece Türkiye’nin değil, Birlik’in de yararınadır. Yapılan etki analizi çalışmaları bunu net bir şekilde ortaya koymuştur. Menfaatlerimiz doğrultusunda Avrupa Birliği ile dış politika, ulaştırma, enerji, ekonomi, güvenlik, terörle mücadele alanlarında üst düzey diyaloğu sürdürmeli ve zirveleri düzenli hâle getirmeliyiz. Türkiye’nin Helsinki’de resmen aday ilan edilişinin 20. yılında Helsinki ruhunu tekrar canlandıracak çalışmalara ağırlık vermeliyiz. Türkiye olarak yol haritamız ve pusulamız bellidir. Avrupa Birliği’ne tam üyelik müzakerelerinde ne baskılara boyun eğeceğiz ne de birilerinin bizi minder dışına atmasına müsaade edeceğiz…”

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile oluşturduğu Gümrük Birliği ilişkisinin Türkiye açısından ekonomik, ticari, kurumsal, hukuksal ve finansal birçok alanda küçümsenmeyecek olumlu etki ve sonuçları olmuştur. Ancak, “tam üyelik” yolunda geçici ve teknik bir süreç olarak öngörülen Gümrük Birliği’nin daha fazla uzatılmadan tam üyelikle sonuçlandırılması gerekliliği de ayrı bir gerçektir. Zira 01.01.1996 tarihinde başlayan ve Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği yolunda son aşama olan Gümrük Birliği sürecinin bu şekilde uzayıp gitmesi, Türkiye’yi ekonomik ve sosyal açıdan olumsuz etkilemektedir. Bu bakımdan, Türkiye-AB Gümrük Birliği Anlaşması’nın genişletilerek ve derinleştirilerek derhâl revize edilmesi ihtiyacı doğmuştur. Bu kapsamda;

1. Gümrük Birliği Anlaşması kapsamında öncelikle, haksız rekabete yol açan, “Türk işadamlarına yönelik vize uygulaması ve taşıma araçlarına getirilen kotalar” gibi teknik engeller tümüyle ortadan kaldırılmalıdır.

2. Türk vatandaşlarının Ankara Anlaşması’ndan kaynaklanan serbest dolaşım hakkının derhâl ve koşulsuz olarak verilmesi gerekmektedir.

3. AB ile tercihli ticari ve ekonomik ilişkilerin tarım, kamu alımları, hizmetler ve e-ticaret gibi yeni alanlara genişletilmesi gerekmektedir.

4. AB’nin üçüncü ülkelerle tek taraflı olarak yaptığı serbest ticaret anlaşmaları, Türkiye’yi açık bir pazar hâline getirmekte ve haksız rekabete yol açmaktadır. Bu bakımdan, AB’nin üçüncü ülkelerle yaptığı serbest ticaret anlaşmalarına Türkiye’yi de dâhil etmesi veya Türkiye’nin de bu ülkelerle benzer anlaşmalar yapmasına imkân verilmesi gerekmektedir.

5. AB ile ABD arasında yürütülen Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşması (TTIP) müzakerelerine Türkiye’nin de dâhil edilmesi ve ülkemizin koordineli bir şekilde bu anlaşmaya taraf olması gerekmektedir.

6. Türkiye’nin AB’ye tam üye olmaksızın Gümrük Birliği’ne dâhil olan ilk ve tek ülke olması hasebiyle AB’nin tek taraflı iradeyle aldığı kararlara uyma taahhüt ve zorunluluğu, Türkiye’yi zor durumda bırakmaktadır. Bu bağımlılık, sadece AB’nin birlik içindeki anlaşmalarına sadakat şeklinde değil, aynı zamanda Birlik dışı üçüncü ülkelerle dış ticaret ve gümrük konularında yaptığı ve yapacağı anlaşmalara da uyma zorunluluğu şeklinde ortaya çıkmaktadır. AB’nin karar alma mekanizmalarının dışında bırakılarak, ekonomik açıdan edilgen bir konumda tutulmaya çalışılan Türkiye için yolun sonu Gümrük Birliği değil, tam üyeliktir. Türkiye-AB Gümrük Birliği, tam üyelik yolunda Ankara Anlaşması ile öngörülen teknik bir süreçtir. Türkiye, bu aşamayı da diğerleri gibi başarıyla geçmiştir. Dolayısıyla bu geçici ve teknik sürecin daha fazla uzatılmadan üyelikle sonuçlanması için Avrupa Birliği de çabalarını yoğunlaştırmalı ve tam üyelik müzakerelerinin tıkanmasına yol açacak gelişmelere müsaade etmemelidir.

7. Brüksel, Gümrük Birliği Anlaşması’nı revize etmekten imtina ederse Türkiye’nin Gümrük Birliğinden çıkması ve bunun yerine Türkiye ile AB arasında serbest ticaret anlaşması yapılması gündeme gelmelidir.

8. Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm sağlanıncaya kadar, 29 Temmuz 2015 Deklarasyonu uyarınca Türk limanlarının Rum gemilerine kapalı tutulması uygulamasına devam edilmelidir.

Diğer taraftan, Avrupa Birliğinin Türkiye’ye karşı uyguladığı çelişkili politikalar, çifte standartlı yaklaşımlar ve birtakım oyalama taktikleri Türkiye’yi, “Gümrük Birliği’nden çıkma” seçeneğini bile sorgulama noktasına getirmiştir. Bu meyanda, Brüksel’e teklifimiz şudur: Gelin, Gümrük Birliği’ni revize edelim ve bu kapsamda Türk vatandaşlarının serbest dolaşım hakkını tanıyın, Türk ürünlerine kotaları kaldırın ve nihayet 3. ülkelerle yaptığınız serbest ticaret anlaşmalarına Türkiye’yi de dâhil edin. Yok, eğer buna yanaşmıyorsanız, o hâlde Gümrük Birliği feshedilsin. Türkiye ile de STA yapın.”

Eğer Gümrük Birliği sürecini Türkiye’nin AB yolunda varabileceği son aşama olarak betonlaştırmak hedefleniyorsa o zaman Türkiye’nin duyduğu rahatsızlığın dikkate alınması gerekmektedir. Aksi hâlde “Gümrük Birliği’nden çıkıp AB ile STA imzalayalım.” önerimizin ivedilikle değerlendirmeye alınması gerekmektedir. Her hâlükârda Brüksel’in, Avrupa Komisyonu’nun eski Enerjiden Sorumlu Üyesi Alman Günther Oettinger’in şu tespitinin dikkate almasında yarar bulunmaktadır: “Önümüzdeki 10 yıl içinde Alman ve Fransız Başbakanlar… gittikleri Ankara’da Türkiye’nin AB’ye üye olması için yalvaracaklar.”.

Sonuç olarak ortak üyelik başvurusundan itibaren 61 yıl, tam üyelik başvurusundan itibaren ise 33 yıl geçmiş olmasına rağmen Türkiye hâlâ AB kapısında bekletilen aday ülke konumundadır. Kuşkusuz, Türkiye bu uzun ince yolda üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmiştir. Bu kapsamda, Ankara Anlaşması ile öngörülen yükümlülüklerini yerine getirmiş; 1.1.1996 tarihi itibarıyla AB ile Gümrük Birliği’ni uygulamaya geçirmiş; siyasi, toplumsal ve ekonomik reformların ardından tam üyelik müzakere sürecini başlatabilmiştir. Yoğun tartışmaların ardından 2005 yılında başlatılan ve hâlen ağır aksak ilerlemekte olan tam üyelik müzakere sürecinde gösterdiği performansla Türkiye, Batı ile bütünleşme kararlılığını ortaya koymuş bulunmaktadır.

Buna rağmen, AB’nin Türkiye’ye karşı uyguladığı çifte standartlar ve haksız uygulamalar nedeniyle son zamanlarda Türk milletinin AB heyecanı sönmüş ve katılım süreci kilitlenme noktasına gelmiştir.

Mesela, Türkiye’nin önüne “imtiyazlı ortaklık”, “serbest dolaşımsız üyelik”, “ucu açık süreç”, “Birlik’in hazmetme kapasitesi” gibi ne olduğu belirsiz kavramlar koyarak tam üyeliğe karşı alternatif formüller üretme çabasına giren AB’li yetkililer, tam üyeliği “Kıbrıs” koşuluna bağlamak suretiyle Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya çalışmaktadırlar. Bu durum, Türkiye-AB tam üyelik müzakere sürecinin bir yol kazasına uğrama ihtimalini de artırmaktadır. Dolayısıyla bu geçici ve teknik sürecin daha fazla uzatılmadan üyelikle sonuçlanması için Avrupa Birliği de çabalarını yoğunlaştırmalı ve tam üyelik müzakerelerinin tıkanmasına yol açacak gelişmelere müsaade etmemelidir. Velhasıl Brüksel, Türkiye’nin Avrupa ile bütünleşme sürecini Gümrük Birliği ile sonlandırma hayalinden vazgeçmeli ve tam üyelik için artık Türkiye’ye bir tarih vermelidir.

Bölgesinin en güçlü ve istikrarlı ülkesi olan, tarihî ve kültürel birikimi ve jeopolitik konumu itibarıyla küresel bir güç olma kapasitesine sahip bulunan Türkiye, uzun süre AB kapısında bekletilebilecek bir ülke değildir ve tam üyelik dışında bir seçeneği de kabul etmeyecektir. Millî birlik ve beraberlik içerisinde etkin, gerçekçi ve çok yönlü dış politika stratejileri geliştirebilen bir Türkiye’nin farklı alternatifler üretme potansiyeline sahip olduğunun bilhassa bazı Avrupalı liderler tarafından anlaşılması, bu açıdan önem arz etmektedir.

Türk Yurdu Dergisi Eylül 2020, Sayı: 397

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/turkiye-ab-gumruk-birligi-guncellenmeli-mi-10088

Share This:

KKTC’de Neler Oluyor?

10.02.2020

Nejat ÇOĞAL

KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın, İngiliz The Guardian gazetesine verdiği demeçte, Türkiye’ye bağlanma ihtimalini “korkunç” olarak görmesi ve daha fazla bağımsızlık için Rum tarafının desteğine ihtiyaçları olduğunu söylemesini bir skandal olarak değerlendirebiliriz. Akıncı, bu talihsiz açıklamalarıyla, 1963-1974 yılları arasında Rumlar tarafından katledilen Kıbrıslı Türkler ile 1974 Kıbrıs Türk Barış Harekâtı’nın kahraman şehitlerinin kemiklerini sızlatmıştır.

“Yarım asırlık bölünmüşlükten sonra tek işler çözümün federal bir çatı altında yeniden birleşme olduğunu belirtip, bu başarılamazsa, Kuzey Kıbrıs’ın daha fazla bağımlı hale geleceği ‘Ankara tarafından yutulabileceğini’ ve ‘de facto Türkiye’ iline dönüşebileceğini” söyleyen KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’yı şiddetle kınıyor ve özür dilemesini bekliyoruz.

Esasen, biz Mustafa Akıncı’yı, 7 Temmuz 2015 tarihinde yayımlanan “Kıbrıs’ta Akıncı-Anastasiadis Dönemi” başlıklı makalemizde, Rum tezlerinden uzak durması ve daha millî bir duruş sergilemesi yönünde uyarmış ve bu uyarılarımızı müteaddit defalar dile getirmiştik. Ne yazık ki, KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı, bu uyarıları dikkate almamış ve daha da ileri giderek önce Anavatan Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtı’nı eleştirme gafletine düşmüş ve geldiğimiz noktada ise yabancı haber ajanslarına yaptığı, “Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ı yutması ve Türkiye’ye bağlanmanın korkunç olacağı”, “İkinci bir Tayfur Sökmen olmayacağı” şeklindeki açıklamalarla haddini ziyadesiyle aşmış bulunmaktadır. Akıncı’nın seçimlere yönelik bu maksatlı açıklaması, Kıbrıs Türk tarafını üzerken Kıbrıs Rum tarafını maalesef mutlu etmiştir. Ne var ki Kıbrıs Türk halkının, Nisan’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Akıncı’ya en ağır cevabı vereceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Bu vesileyle, Mustafa Akıncı’ya Kıbrıs’ın yakın tarihini kısaca hatırlatmak mecburiyetindeyiz:

Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta “enosis”i gerçekleştirme ve kuşatma altına aldıkları Kıbrıslı Türkleri yok etme aşamasına geldikleri bir sırada, Türkiye’nin, Garanti Anlaşması’ndan kaynaklanan yetkisini kullanarak düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk Toplumunu, âdeta uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır.

Kıbrıslı Türklerin 1963, 1964, 1967 ve 1974 yıllarında uğradığı katliamlar, Kıbrıs Türk halkının kolektif hafızasına âdeta kazınmış bulunmaktadır. Benzer olayların tekrarlanmamasını kim garanti edebilir? AB mi? Elbette hayır. Kıbrıslı Türk soydaşlarımızın güvenliğinin yegâne garantörü, Anavatan Türkiye’dir; Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’dir. Gerçekler bu kadar ortada iken Rumlardan veya Brüksel’den medet ummak nafile çabadır. İşte, 1974 Barış Harekâtı’yla birlikte barış ve huzur ortamına kavuşan Kıbrıs Türkleri, kesinlikle o acı dolu günlere geri dönmek istememektedirler.

Bu nedenle Akıncı’nın, 46 yıldır Ada’da barış ve huzurun güvencesi olan Anavatan Türkiye’nin hassasiyetleri çerçevesinde ve Ada’daki gerçekler temelinde, millî bir politika takip etmesi elzemdir.

Esasen, ne AB’nin ne de küresel güçlerin baskısı, Kıbrıs’ta Rumlar lehine bir anlaşmayı mümkün kılamayacaktır. Anavatan Türkiye’nin kırmızıçizgilerini hiçbir güç ihlal edemeyecektir. Uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerine dayanan Türkiye’nin, Kıbrıs’ta bir oldubittiye izin vermesi de mümkün değildir. Bilinmelidir ki Kıbrıs’ın bir “Yunan Adası” olmasına asla müsaade edilmeyecektir.

Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan Kıbrıs’ın yegâne ve vazgeçilmez güvencesi, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir. Bu meyanda Türkiye, sadece Kuzey Kıbrıs’ın değil; bütün Ada’nın garantörü olarak Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de barış ve huzura katkı sağlamaya devam edecektir.

Bu bakımdan, KKTC Cumhurbaşkanı olarak Mustafa Akıncı, şu hususlarda gereken hassasiyeti göstermek zorundadır:

1. Kıbrıs Türk halkının yakın geçmişte yaşadığı acı olayları daima hatırda tutmalıdır.

2. Ada’daki kalıcı barış ve huzur ortamının yegâne ve vazgeçilmez teminatı Türkiye’dir.

3. Ana Vatansız bir KKTC’nin var olması mümkün değildir.

4. Türkiye’nin Ada üzerindeki etkin ve fiili garantisi ile Ada’daki Türk Askerî varlığı, iki kesimlilik ve Kıbrıs Türk halkının kurucu eşit ortaklığı kırmızıçizgilerimizdir. Müzakere edilemez.

5. KKTC’deki yerleşiklerin temel hak ve özgürlükleri kısıtlanamaz.

6. Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs Türklerinin meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulması mümkün değildir.

7. Sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmamıştır, olmayacaktır.

8. Enosis hayali çöpe atılmamıştır, atılmayacaktır.

9. Anastasiadis’in bir Klerides’ten veya Hristofyas’tan hiçbir farkı yoktur.

10. Kısaca, ihtiyatlı bir iyimserlik içerisinde müzakere yürütülmesi gerekmektedir.

Netice itibarıyla, Rumların savunmasız Kıbrıslı Türkleri evlerine ve köylerine aylarca hapsedip onlara katliam uyguladıklarında ve nihayet evlerinden, topraklarından göçe orlandıklarında, soydaşlarının imdadına Türkiye yetişmiştir. Kıbrıs Türk Halkının Lideri, 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, işte Anavatan Türkiye’nin bu fedakâr tutumunu her zaman takdir etmiş; Türk Askerinin Ada’ya yerleşmesi ve ilelebet burada kalması için de her türlü çabayı sarf etmiştir.  Kıbrıslı Türklerin kendi egemenlikleri altında, barış ve huzur içinde yaşayabilmelerinin tek güvencesinin Türkiye olduğuna inanan ve bunu her fırsatta dile getiren Denktaş, vefatının ardından kendi eseri olan KKTC’yi de yine Türkiye’ye, Türk milletine emanet etmiştir.

Yazımızı, 3. Annan Planı’nın Türk tarafına dayatıldığı dönemlerde, KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın, Kıbrıs şehitliğinde yaptığı bir konuşmadan alıntı yaparak bitirelim. Bu uyarıyı, özellikle AB rüyası gören Kıbrıslı Türklerin ve KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın duymasında yarar bulunmaktadır. Merhum Denktaş, Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi ile ilgili olarak özetle şunları söylemiştir: Anadolu dağlarına bakarak ağlayacağız, şehitlerimizi yine gizli gizli gömeceğiz. Kaçacak yer arayacağız, ama bulamayacağız.” Allah rahmet eylesin…

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/kktc-de-neler-oluyor-9907

Share This:

AVRUPA’DA YABANCI DÜŞMANLIĞI VE TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ

09.10.2020
Nejat ÇOĞAL

Geçen günlerde, Cumhurbaşkanımıza yönelik, hakaret içerikli bir şekilde manşet atan Yunan “Dimokratia” gazetesinin bu küstahlığı, Avrupa’da ırkçılığın ve Türkiye düşmanlığının geldiği noktayı göstermesi bakımından önemlidir. Bu çirkin zihniyet, Yunanistan ve Brüksel tarafından sıkı bir şekilde takip edilerek gereken tedbirler alınmalıdır. Aksi hâlde, Avrupa Birliği’nin demokrasi ve insan hakları iddiasının hiçbir inandırıcılığı kalmamış olacaktır. Yunanistan Dışişleri Bakanlığının kınamasına rağmen bir sonraki günün baskısında da aynı çirkinliği devam ettiren bu güruhun kimlerden cesaret aldığını da tahmin etmek zor olmayacaktır.

Doğu Akdeniz ve Ege’de doğalgaz arama, kıta sahanlığı ve adalar konularında Yunanistan ile yaşanan gerginliği tırmandıran ve Türkiye’ye karşı Yunanistan’ın hamiliğine soyunan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Avrupa’da Türk ve yabancı düşmanı, ırkçı çevrelerin sesi hâline gelmesi manidardır. Mesela Fransa’da ırkçı muhalefet lideri (Ulusal Birlik – RN) Marine Le Pen’in hiçbir konuda anlaşamadığı Macron’la Türkiye karşıtlığı konusunda hemfikir olması, Macron’un gelecek seçimlerde kimlere göz kırptığını da açıkça ortaya koymaktadır.

Esasen Macron’u bu noktaya getiren AB’li siyasetçilerin de sorumlulukları bulunmaktadır. Bilindiği üzere, Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ege’deki hak ve menfaatlerini korumaya yönelik olarak attığı adımları içine sindiremeyen AB Konseyi Başkanı C. Michel, 24-25 Eylül zirvesinde Türkiye’ye “havuç-sopa” yöntemine başvuracaklarını söyleyerek bir kez daha haddini aşmıştı. Oysa Brüksel, önce aynada kendisine bakmalı; ondan sonra Türkiye gibi güçlü bir ülke hakkında söz söylemeliydi. Öyle ki dünya siyasi arenasında etkili olabilmek için Lizbon Anlaşması’yla ihdas edilen AB Konseyi Başkanlığı ve Dış Politika Yüksek Temsilciliği pozisyonlarından beklenen etkinin elde edilememesi de AB’nin siyasi geleceğini belirsiz kılmaktadır. Avrupa Birliği, esasen dünya siyasetinde yok hükmündedir. Ortak bir dış politikası ve ortak bir askerî gücü bulunmayan Brüksel’in küresel bir güç olması ve dünya siyasi arenasında söz sahibi olması beklenmemelidir.

Mesela, enerjide dışa ve büyük oranda Rusya’ya bağımlı olan AB’nin, milletlerarası toplumda bir varlık gösterememesi, Brüksel’in belirsiz siyasi geleceğinin önemli bir göstergedir. Bu anlamda, Brexit’i orta vadede itexit (İtalya), frexit (Fransa), ve irexit’in (İrlanda) izlemesi de ihtimal dâhilindedir. Bu tablo, AB’nin son 15 yıllık karnesinin de zayıf çıktığına işarettir. Her ne kadar AB’li siyasetçiler kendilerini başarılı görseler de Brüksel, hem Türkiye’den hem AB vatandaşlarından çürük not almış ve sınıfta kalmıştır.

Kendi başarısızlıklarını örtbas etmeye çalışarak hayalperest Macron’un peşine takılıp Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ege’deki egemenlik hak ve yetkilerini yok sayan ve Yunanistan/GKRY ile işbirliğine giden AB’li siyasetçiler hep birlikte Türkiyesiz, KKTC’siz bir Kıbrıs, Akdeniz ve Ege için propaganda yürütmektedir. Tarafsız bir duruş sergilemesi gereken AB’nin, uluslararası hukuku görmezden gelerek Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un değirmenine su taşıması, abesle iştigaldir. AB’li siyasetçiler bilmelidirler ki Rum/Yunan tarafının bu planları da diğerleri gibi fiyaskoyla sonuçlanacaktır.

Bu noktada, Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasının temel esaslarını başta Rum/Yunan tarafı, Fransa ve AB olmak üzere dünya kamuoyuna hatırlatmak isteriz: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından dünyaya ilan edilen “Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikası şu iki temel üzerinde yükselmektedir; 1. Deniz yetki alanlarının uluslararası hukuka uygun olarak hakça ve adil biçimde sınırlandırılarak, kıta sahanlığımızdaki egemenlik haklarımızın korunması, 2. Kıbrıs Türklerinin Ada’nın eşit ortağı olarak hidrokarbon kaynakları üzerindeki hak ve çıkarlarının garanti altına alınması.

Bu meyanda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde Avrupa Birliği kurumlarının başkanlarına ve üye ülkelerin liderlerine (Yunanistan ve GKRY hariç) Türkiye’nin Doğu Akdeniz konusuna yaklaşımını ve sorunların çözümüne yönelik önerilerini aktardığı mektubunda, Türkiye’nin Doğu Akdeniz Politikası’nın esaslarının yanı sıra, özetle şu hususlara da yer vermesi son derece yararlı olmuştur: Doğu Akdeniz’de devam eden gerginliğin müsebbibinin Türkiye değil, Yunanistan ve GKRY olduğu, Türkiye ve Kıbrıs Türklerinden Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon faaliyetlerini durdurmalarının istenmesinin haksız ve adaletsiz bir talep olduğu,AB üzerinden empoze edilmeye çalışılan maksimalist taleplere de boyun eğilmediği ve nihayet diyalog ve işbirliğine her zaman hazır olduğumuzun vurgulandığı mektupta “… AB’nin bu düşüncelerimize destek vermesini, aday ülke Türkiye’ye karşı takındığı yanlı tutumu terk etmesini, Yunanistan’ın ve GKRY’nin maksimalist tezlerine koşulsuz, haksız yere destek vermemesini temenni ediyorum. AB’nin ülkeme karşı aldığı bu yanlı tutum, AB müktesebatına ve uluslararası hukuka aykırıdır. Bu yanlı tutum çözümü zorlaştırmakta, gerginliği arttırmakta ve Türkiye-AB ilişkilerine, birçok alandaki ortak menfaatlerimize zarar vermektedir. Bizim AB’den beklentimiz tarafsız kalması, herkese eşit davranması, diyalog ve işbirliğini desteklemesidir. Yukarıda bahsettiğim adımlar atılmadan Türkiye ve Kıbrıs Türklerinden Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon faaliyetlerini durdurmalarının istenmesi, haksız ve adaletsiz bir taleptir…” ifadelerine yer verilmiştir.

Kendisini ilgilendirmeyen bir bölgede Türkiye’nin haklı davasına karşı Yunanistan’a arka çıkan Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un ve AB’li bazı liderlerinin Türkiye karşıtlığının ne kadar anlamsız ve haksız olduğunun anlaşılması bakımından, söz konusu mektubun ciddi bir uyarı olarak telakki edilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Elbette askerî, ekonomik ve jeostratejik açıdan güçlü bir konumda bulunan Türkiye’nin, aynı zamanda diplomasiye de imkân tanıdığını hatırlatması bakımından bu uyarının bir fırsat olarak ele alınması icap etmektedir.

Esasen, Fransa Cumhurbaşkanlarının yabancı düşmanları ve özellikle de Müslüman-Türk düşmanlarıyla bir safta birleşmesi bugünün konusu değildir. Bu talihsiz gelişme, özellikle son 10-15 yılda Avrupa’da açık yürüyen bir sürecin eseridir. Örneğin, Türkiye’nin Avrupalı olmadığı iddiasıyla[T1] AB’ye tam üyeliğine karşı olduğunu her fırsatta dile getiren Nicolas Sarkozy şoku daha atlatılamadan, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu ve Türkiye’yi veto edeceğini açıklayan bir Marine Le Pen’in Fransız siyasetinde önemli bir aktör hâline gelmesi, ardından Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un aynı anlayışla saf tutması kuşkusuz, Türkiye’nin dikkate alması gereken ciddi bir sorun olarak ortada durmaktadır.

Nitekim son yıllarda,Avrupa’da Türk-Müslümandüşmanlığının ve AB karşıtlığının hızla yayıldığını gösteren olaylara şahit olmaktayız. Eğer Brüksel, Avrupa’da hızla artan yabancı düşmanlığı ve AB karşıtlığı ile mücadele etmezse Birlik, yakın zamanda temellerinden sarsılacaktır. Zira Fransa, Avusturya, Macaristan ve Almanya’da hızla artan işsizlik oranı ve yabancı düşmanlığı, giderek AB düşmanlığına dönüşmektedir. Nitekim Fransa’da seçmenlerin sadece %39′unun ülkelerinin Avrupa Birliği üyeliğini destekliyor olması, AB siyasetçilerinin üzerinde durması gereken ciddi bir tehlike olarak karşılarında durmaktadır.

Türkiye-AB ilişkileri son yıllarda Kıbrıs, AP seçimleri ve Avrupa’da giderek yükselen yabancı ve Türk-Müslüman düşmanlığının gölgesinde kalmıştır. Kıbrıs barış görüşmelerinde bir ilerleme sağlanamamış, Avrupa’da camilere ve Müslümanlara yönelik saldırılar artmış, ayrıca yeni bir müzakere faslı da açılamamıştır. Bu da göstermektedir ki AB Türkiye’yi oyalamaya devam etmektedir.

Türkiye açısından olaya baktığımızda, benzer bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu görmekteyiz. Bu da, Türkiye’nin AB katılım süreci uzadıkça tam üyelik önündeki engellerin arttığı gerçeğidir. Öyle ki AB’de son yıllarda baş gösteren ekonomik sorunlar ve artan suç olaylarının sorumluluğu göçmenlere yüklenmekte ve bu durum, hiç ilgisi olmadığı halde 83 milyonluk Türkiye’nin üyeliği ile ilişkilendirilmeye çalışılmaktadır. Avrupa’da yaşayan yabancılar, bir nevi günah keçisi hâline getirilmek istenmektedir. Bu noktada, AB’li siyasetçilerin ve aydınların acil tedbirler üzerinde kafa yormaları elzemdir. AB’nin her köşesinde görülen ırkçı eğilimler ve oluşumlara karşı Brüksel’in kararlılıkla mücadele vermesi gerekmektedir. Kendi temel değerlerini yine kendi bünyesinde korumak anlamında acizlik gösteren bir AB’nin dağılması ise kaçınılmazdır. Bu noktada AB’li siyasetçilerin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın şu uyarısını ciddiye almalarında yarar bulunmaktadır: “Batılı toplumlar ve hükûmetler ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi gibi ideolojilerin normalleşmesine izin vermemeli …”

Kaldı ki Türk milletinin AB’ye bakış açısının giderek olumsuza döndüğünü de Brüksel’in görmesi gerekmektedir. Türk vatandaşlarının da AB üyeliğine olan desteğinin %40’ın altına indiğini burada belirtmekte yarar bulunmaktadır. AB’deki olumsuz gelişmelerin ekonomik, siyasi ve toplumsal yapısına zarar vermesini engellemek için Türkiye’nin de birtakım girişimlerde bulunması faydalı olacaktır. Peki, Türkiye’nin AB sürecinin önünün açılması ve ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açılabilmesi için neler yapılması gerekmektedir? Türkiye-AB arasında yaşanması muhtemel bir krizin engellenmesi için yapılması gerekenleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1. Tam üyelik için artık Türkiye’ye bir tarih verilmelidir.

2. Türk milletinin tarihî ve kültürel dokusuna müdahale edilmemelidir.

3. Türkiye’nin millî birlik ve beraberliğine, millî ve manevi değerlerine saygı gösterilmelidir.

4. Aday ülke olarak Türkiye’ye karşı samimi davranılmalı ve çifte standartlı yaklaşımlardan vazgeçilmelidir.

5. Brüksel, Türkiye’nin AB sürecini, taviz koparmak için bir fırsat olarak görmekten vazgeçmelidir.

6. Tüm kıyıdaş ülkelerin katılımıyla, hakkaniyete dayalı bir Doğu Akdeniz veya Akdeniz Ekonomik İşbirliği Konferansı gerçekleştirilmelidir. Bu meyanda, Akdeniz’e en uzun kıyısı bulunan Türkiye’yi dışarıda bırakan “Doğu Akdeniz Gaz Forumu” gibi oluşumların, ne AB’ye ne de bölge ülkelerine bir yarar sağlayacağının bilhassa Brüksel tarafından dikkate alınması gerekmektedir.

7. Kıbrıs, Ege gibi haksız dayatmalardan vazgeçilmelidir.

8. Gümrük Birliği Anlaşması derhâl gözden geçirilmelidir.

9. Türk vatandaşlarının serbest dolaşım hakkı derhâl verilmelidir.

10. Türkiye-AB Göç Anlaşması derhâl güncellenmelidir.

11. Brüksel ve AB’nin lokomotif ülkeleri, AB karşıtlığı ve Avrupa’da tehlikeli bir şekilde gelişen İslamofobi’ye karşı acil tedbirler almalı; bunların AB’de tarih yazmalarına (!) izin vermemelidir.

Birlik çerçevesinde siyasi bütünleşmeye karşı çıkarak millî egemenliği savunan çevrelerle, yabancı düşmanlığı yapan ırkçı gruplar, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bir ittifak oluşturmak suretiyle gövde gösterisi yapmışlar ve maalesef başarı da sağlamışlardır. Onları bir araya getiren en önemli etken ise kuşkusuz AB’de yaşanan yüksek işsizlik ve artan suç oranlarıdır. Evet, birileri AB’de tarih yazacaklarını açıklamışlardı (2014 AP seçimleri sonrasında Avrupa’nın farklı ülkelerinde başarı gösteren aşırı gruplar yaptıkları ortak basın toplantısıyla âdeta gövde gösterisi yapmışlar ve “AB’de tarih yazıyoruz” diyebilme cesaretini göstermişlerdir.). Ne var ki bu birileri, AB’nin temel değerlerini görmezden gelen ırkçı, yabancı düşmanı ve AB karşıtı gruplardır. Eğer AB’li siyasetçiler ve aydınlar, İslamofobi illetinin (Almanya’da PEGİDA’cıların, Fransa’da Şeytanın Kızı Marine Le Pen’in, Hollanda’da GeertWilders’in, İtalya’da Matteo Salvini’nin, Belçika’da Gerolf Annemans’in ve Avusturya’da Harald Vilimsky’nin ve onlar gibi düşünenlerin) bu tehlikeli gidişatına bir dur demezlerse sadece Türkiye’nin AB üyelik süreci zarar görmeyecek; bilakis Birlik’in varlığı temelinden sarsılacaktır. Zira savunduğu temel değerlerin yine kendi topraklarında ve hem de artarak ihlal ediliyor olması, esasen Brüksel’in varlığını da tehdit etmektedir. Öyle ki yakın geçmişte Paris’te ve Hanau’da yaşanan saldırılar, Avrupa’nın ciddi bir ırkçı terör tehdidi altında bulunduğunu açıkça göstermiştir.

Öte yandan, GKRY’yi tek taraflı üye yaparak Kıbrıs gibi siyasi ve karmaşık bir meseleyi daha da derinleştirmek suretiyle stratejik bir hata yapan Brüksel’in bu tavrı da AB vatandaşlarının gözünden kaçmayacaktır. Maalesef Türkiye-AB ilişkileri bir kez daha Kıbrıs’ın gölgesinde kalmıştır. Yunan/Rum tarafının Türkiye’nin katılım sürecini istismar etme girişimleri artarak devam etmiştir. Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarından tek taraflı olarak yararlanma hayaline kapılan Rumlar, uluslararası camianın baskısıyla oturdukları müzakere masasından kaçmayı başarmışlardır. Velhasıl Yunan/Rum tarafının dayatmalarıyla Kıbrıs ipoteği altına alınan Türkiye-AB ilişkileri, Ada’da Rumlar lehine sonuçlanacak bir çözüme endekslenmiş bulunmaktadır. Türkiye’nin Ada üzerindeki uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisini kaldırıp yerine AB garantörlüğü getirmek isteyen Brüksel’in, Kıbrıs’ta taviz koparmadan Türkiye’nin AB sürecini ilerletmek istemediği açıktır. Ne var ki Kıbrıs’ta sağlanacak adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün Türkiye’nin birinci önceliği olduğu ve AB’nin şantajlarına boyun eğilmeyeceği de izahtan varestedir.

Netice itibarıyla Kıbrıs meselesi çözülmüş ve Türkiye AB üyesi yapılmış olsaydı Avrupa’daki gerilimler bu safhada olmayacaktı. Müzakere Çerçeve Belgesi’nde sivil üstünlüklerin geliştirilmesi ve Türk milleti ile AB vatandaşları arasında karşılıklı diyaloğun artırılması şartını getiren AB’nin kendi vatandaşları arasında Müslüman-Türk düşmanlığının hızla artması karşısında acizlik göstermesi, kabul edilmesi ve telafisi mümkün olmayan ciddi bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Avrupa’da yaşanan bu süreç, AB’nin çok kültürlü ve çok dinli bir yapı olup olmadığının belirlenmesi bakımından da Brüksel için ciddi bir imtihan olacaktır. Velhasıl Şeytan’ın Kızı Marine Le Pen (Babası Jean-Marie Le Pen de Türkiye ve İslam düşmanıydı) başını çektiği ırkçı ve yabancı düşmanı grupların AB’de tarih yazmalarına izin verenleri, tarih asla affetmeyecektir.

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/avrupa-da-yabanci-dusmanligi-ve-turkiye-ab-iliskileri-10111

Share This:

KIBRIS’TA ÇÖZÜMÜN ŞİFRELERİ

(RAPOR/ANALİZ)

AVRUPA BİRLİĞİ & KIBRIS ARAŞTIRMALARI: 1

ANKARA – Temmuz 2020

Nejat ÇOĞAL

A. GİRİŞ

Kıbrıs, ülkemizin ve Kıbrıs Türklerinin güvenliği açısından vazgeçilmez öneme sahip, milli bir davadır. Türkiye’ye sadece 65 km mesafede bulunan, Anadolu’nun doğal bir parçası konumundaki Kıbrıs Adası, 1000 km uzaklıktaki Yunanistan’a bırakılamayacak kadar önemli ve değerlidir.

Bu nedenle, Megali İdea haritasının ortaya çıktığı 1796 tarihinden itibaren, önce Osmanlı Devletini daha sonra da Türkiye Cumhuriyetini meşgul eden Kıbrıs meselesi, aradan iki asır geçmesine rağmen, hâlâ çözülmeyi bekleyen milli bir mesele olarak karşımızda durmaktadır.

1830 yılında İngiltere, Fransa ve Rusya’nın desteğiyle kurulan Yunanistan, bu devletlerin desteğiyle topraklarını yaklaşık 3 kat artırmıştır. Yunanistan’ın, komşuları aleyhine yürüttüğü bu Helen yayılmacılığı, büyük devletlerin himayesi altında halen devam etmektedir.

Bu kapsamda Yunanistan, Ada’da “Enosis”i gerçekleştirmek için, son 50 yılda faaliyetlerini artırmış, Kıbrıs Türklerine yönelik katliamlardan, siyasi manevralara kadar her yolu denemiştir. Geldiğimiz noktada ise Kıbrıs meselesini, AB tam üyelik sürecinde Türkiye’nin önüne bir engel olarak koymak suretiyle siyasi şantajlarına devam etmektedir.

Kuşkusuz, 1 Mayıs 2004 tarihinde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tek taraflı olarak ve tüm Ada’yı temsilen AB üyesi yapılmasıyla ortaya çıkan dengesizlik, Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerini yürüttüğü bir dönemde, talihsiz bir gelişme olarak karşımıza çıkmıştır. Oysa önce Türkiye tam üye yapılmalı, ardından da Kıbrıs bir bütün olarak AB’ye katılmalıydı. Ne yazık ki böyle yapılmamış ve 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları ve dolayısıyla da uluslararası hukuk çiğnenmiştir. AB üyeliğini Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmaya çalışan GKRY ve Yunanistan, bu sayede Kıbrıs’ta taviz koparmanın gayreti içerisine girmişlerdir. AB ise, yaptığı yanlışı düzeltmek yerine, Güney Kıbrıs’ı resmen tanıması yönünde Türkiye’ye baskı yapmak suretiyle krizi daha da derinleştirmiştir.

AB üyesi olmayı garantilemiş olmanın verdiği rahatlıkla Annan Planı’na “hayır” diyen “Mister No” lakaplı, Eski EOKA’cı Tasos Papadopulos’un ardından, Dimitris Hristofyas Şubat 2008 tarihinde GKRY Liderliğine seçilmiştir. Böylece uluslararası camianın, birleşik bir Kıbrıs’ı AB’ye dâhil etme umutları da yeniden filizlenmeye başlamıştır. Yeni oluşan bu atmosferin de etkisiyle,  21 Mart 2008 tarihinde, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile GKRY Lideri Dimitris Hristofyas ilk görüşmelerini yaparak Talat-Hristofyas sürecini başlatmışlardır.

Ne var ki Hristofyas, daha müzakerelerin açılış konuşmasında, “1977-1979 Doruk Anlaşmalarının, Kıbrıs’taki üniter devleti federal bir yapıya dönüştürdüğünü” belirterek çözümden ne anladığını ortaya koymuştur. Yani Hristofyas, çözümü yeni bir ortaklıkta değil, Rumların egemenliğindeki sözde “Kıbrıs Cumhuriyetinde” gördüğünü açıkça itiraf etmiştir.

Kıbrıs’ta bitmek bilmez çözüm arayışlarının sonuncusu olan Talat-Hristofyas süreci, ağır-aksak da olsa yaklaşık iki yıl devam etmiş fakat KKTC’de 18 Nisan 2010 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini Talat’ın kaybetmesiyle büyük bir yara almıştır. Her ne kadar süreç yeni Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile devam ettirilmeye çalışılsa da 2013 Şubat’ında Güney Kıbrıs’ta yapılan Başkanlık seçimi nedeniyle durmuş ve Hristofyas’ın da seçimi kaybetmesiyle nihayete ermiştir.

Birtakım oyalama taktikleriyle doğrudan görüşmeleri sulandırmaya çalışan Rum Liderler, AB üyeliğinin ve uluslararası toplumda ‘meşru Kıbrıs Hükümeti’ olarak tanınıyor olmanın verdiği rahatlıkla uzlaşmaz tavrını sürdürmüş, zamana oynamış ve en sonunda da hiçbir uzlaşma sağlanmadan bir kenara çekilmişlerdir. “Türkiye, AB sürecinde attığı her adımda karşısında bizi bulacak” şeklindeki tehditkâr sözleriyle meseleye bakış açısını ortaya koyan Hristofyas’ın geleneksel Rum politikalarına bağlılığı da böylece ispatlanmış bulunmaktadır.

Bilindiği gibi Ada’da toplumlararası görüşmelerin başladığı 1968 yılından bu yana çok sayıda çözüm paketi hazırlanmış fakat bunların hepsi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeleri”, 1992 yılında BM Genel Sekreteri Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi”, 2004 Annan Planı, 2008 yılında 21 Mart Mutabakatı hep iki toplumlu, iki kesimli bir Federasyon temelinde hazırlanmış fakat hepsi de tarihin tozlu raflarında yerini almıştır.

Peki, bu başarısızlıkların asıl sorumlusu kimdir? Bütün BM Planlarına evet diyen Türk tarafı mı? Yoksa BM’nin bu kapsamlı çözüm planlarını tarihin tozlu raflarına gönderen Rum tarafı mı? Tarihî olaylar, bu sorunun cevabını açıkça vermektedir. 10 yıl GKRY Liderliği yapan Glafkos Klerides’in şu itirafı belki bize bir cevap olabilecektir: “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan, laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık.”

Çözümü yeni bir ortaklıkta değil, kendi egemenlikleri altındaki sözde “Kıbrıs Cumhuriyetinde” gören Kıbrıslı Rumlar, nasıl olacak da iki toplumlu, iki kesimli, eşit siyasi haklara sahip iki kurucu devletin teşkil edeceği bir federasyon modeline razı olacaklardır? Böyle bir çözüme, esasen her iki taraf da inanmamakta ve fakat BM, ABD ve AB’nin başını çektiği uluslararası camianın baskısıyla olmayacak duaya âmin demektedirler.

Mesela, “Ben halkımdan bir devlet teslim aldım, onu bir topluma dönüştüremem” (Tasos Papadopulos) ya da “Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet haline dönüşecek olan Kıbrıs cumhuriyetidir” (Dimitris Hristofyas) şeklinde açıklamalarla gerçek niyetlerini ortaya koyan Rum Liderler, yine kendi tabirleriyle “laf ola” çözüm müzakerelerine katılmaktadırlar. Zira Rumlar AB üyesi olmanın verdiği rahatlıkla hareket etmekte ve bu şekilde Türkiye’nin AB’ye tam üyelik perspektifinden yararlanmaya çalışmaktadırlar. Mesela, “Türkiye’nin AB yolu Kıbrıs’tan geçiyor” ya da “Kıbrıs’ın anahtarı Türkiye’nin elinde” gibi maksatlı açıklamalar, bu şantaj politikalarının dışa yansımasından başka bir şey değildir.

Rum tarafının bu iki yüzlü politikalarına karşı Türk tarafı samimi bir politika takip etmiş ve kendilerini tatmin etmediği halde, uluslararası camianın baskısını (özellikle siyasi ve ekonomik ambargolar gibi) azaltmak uğruna iki toplumlu, iki kesimli federasyon modeline razı olmuşlardır. Mesela bu parametreler, 1975 yılında Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin ilanıyla Türk tarafınca kabul ve Dünyaya ilan edilmiştir. Yani, KTFD zaten iki toplumlu, iki kesimli bir federasyonun Türk kanadı olmak amacıyla kurulmuştur. Hatta 1983 yılında KKTC’nin kurulması sırasında da bu federasyon çözümüne açık kapı bırakılmıştır. Görülüyor ki Kıbrıs Türk tarafı, her türlü olumsuzluklarına rağmen çözüme katkı sağlamaya çalışmış ve fakat Kıbrıs Rum tarafı her zaman çözüm girişimlerini baltalayan taraf olmuştur. Bu gerçek, en son Annan Planı referandumunda tüm çıplaklığıyla kendini göstermiştir. 

Kıbrıs’ta sayısız çözüm arayışlarının hemen hemen hepsi Türkiye tarafından desteklenmiştir. Talat-Hristofyas süreci de bu destekten mahrum kalmamış fakat buna rağmen akamete mahkûm olmaktan kurtulamamıştır. Kuşkusuz Türkiye’nin desteği, aynı zamanda milletlerarası arenada psikolojik üstünlük sağlanması açısından yararlı bir diplomatik tavırdır ve sürdürülmelidir. Ancak bu destek verilirken ihtiyatı elden bırakmamak, Ada’nın gerçeklerini görmek ve Kıbrıs’ın son 50 yıllık tarihinden de ders çıkarmak gerekmektedir. Mesela, Ada’da iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen devlet vardır. 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlüktedir ve dolayısıyla Türkiye’nin Ada üzerinde garantörlük hak ve yetkisi devam etmektedir.

Mesela, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm, 1963 yılında geçerliliğini yitiren sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” çatısı altında değil, yeni bir ortaklık devleti çatısı altında gerçekleşebilecektir. Bu sağlanamadığı takdirde yani Ada’da her iki halkın meşru ve temel hak ve çıkarlarını gözetecek adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamaması halinde, mevcut statünün devam etmesi ve KKTC’nin milletlerarası camia tarafından tanınmasına yönelik çabaların artırılması en uygun yol olacaktır.

Gerçek şu ki 1974 Kıbrıs Türk Barış Harekâtı’ndan itibaren Ada’da kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmıştır. Her ne kadar Rumlar görmek istemese de Kıbrıs Türk Halkı, Anavatan Türkiye’nin garantörlüğünde, Adanın Kuzey kesiminde, kendi ülke sınırları içerisinde, bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) eliyle egemenliklerini kullanmakta ve dünya siyasi arenasında onurlu bir şekilde varlıklarını sürdürmeye devam etmektedirler. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963 yılında ortak devlet vasfını kaybetmiş ve Kuruluş Anlaşmalarına göre hukuken meşruluğunu yitirmiştir. Halen, Güney Kıbrıslı Rumların kontrolündeki sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin’ Kıbrıs Türk Toplumu üzerinde hiçbir egemenlik hak ve yetkisi yoktur ve sadece Güney Kıbrıslı Rumları temsil etmektedir. Adanın fiilen ikiye bölünmesinin asıl nedeninin ise esasen 1974 Barış Harekâtı değil, Rumların Türklere karşı uyguladıkları katliamlar ve sürgün politikaları olduğunu da burada belirtmemizde yarar bulunmaktadır.

İşte, Kıbrıs’ta umutların yeniden yeşerebilmesi  için evvela Rumların Kıbrıs’ta 46 yıldır sağlanan barış ve huzur ortamının yegâne güvencesi olan bu gerçeklere inanmış olmaları ve ikiyüzlü diplomasiyle dünya kamuoyunu aldatmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir. Bu gerçekler aynı zamanda Kıbrıs’ta varılacak muhtemel bir çözümün de temelini oluşturmalıdır. Türkiye’nin ise, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmesi, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemesi büyük önem arz etmektedir.

Kıbrıs meselesinin sonsuza dek masada kalamayacağı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Bu nedenledir ki, bir an evvel, Kıbrıs Türklerinin, kendi egemenlikleri altında ve dünya ile bütünleşmiş olarak onurlu ve saygın bir yaşam sürmelerine imkân verecek adil, kalıcı ve kapsamlı bir çözüme ulaşılması büyük önem arz etmektedir. 

B. KIBRIS MESELESİNİN ORTAYA ÇIKIŞI

Yakın tarihte, Rum mezalimi altında büyük acılar çeken, birlikte barış içinde yaşama arzularını müteaddit defalar ortaya koymalarına rağmen komşuları Rumlardan olumlu karşılık bulamayan ve üstelik uluslararası toplumdan tecrit edilerek yaşam alanları daraltılan Kıbrıslı Türklerin yalnızlığı ve uğradıkları haksız muameleler Kıbrıs Türk Toplumunun kollektif hafızasında hâlâ tazeliğini korumaktadır.

Rumların Enosis hayalleri uğruna gerçekleştirdikleri acımasız terör saldırıları karşısında milli bilinci gelişen Kıbrıslı Türkler, Türkiye’nin de soydaşlarına sahip çıkmasıyla birlikte kültürel, sosyal ve siyasal kimliğini korumak anlamında ciddi bir direnç noktası yakalamışlardır. Kıbrıslı Türkler, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ile nihayet 82 yıl süren İngiliz sömürge yönetiminden kurtulmuşlar ve Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi altında, Rumlarla ortak bir devlet çatısı altında, egemenliklerini kullanmaya başlamışlardır.

Fakat, çok geçmeden Kıbrıslı Türkler ortak devlet mekanizmasından kovulmakla kalmamışlar, uğradıkları katliamlar ve sürgünlerle, yüzyıllar boyunca birlikte yaşadıkları Rumlar tarafından adeta sırtlarından bıçaklanmışlardır. Yunanistan tarafından desteklenen Rum Milli Muhafız Ordusu ve EOKA terör örgütünün öncülüğünde gerçekleştirilen 1963–1964 katliamları, 1967 buhranı ve 1974 Rum terör saldırıları karşısında savunmasız Kıbrıslı Türkler, çocuk kadın demeden acımasızca öldürülmüş, evlerinden ve köylerinden sürülmüş ve bir toplumun hafızasına, asla unutulmayacak kötü izler bırakılmıştır. Rumların komşuları olan Türklere yaşattıkları bu acı olaylar, Kıbrıs’ta iki toplumun artık birlikte bir arada yaşama şansını tamamen ortadan kaldırmış ve 1974 yılına gelindiğinde bu gerçeğe dayalı olarak, Kıbrıslı Türkler de kendi siyasal örgütlenmelerini önemli ölçüde tamamlamışlardır.

Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta enosis’i gerçekleştirme ve kuşatma altına aldıkları Kıbrıslı Türkleri yok etme aşamasına geldikleri bir sırada, Türkiye’nin Garanti Anlaşmasından kaynaklanan yetkisini kullanarak düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk Toplumunu yok olmaktan son anda kurtarmıştır. Kıbrıs Türk Toplumunu korumak ve Ada’da anayasal düzeni yeniden sağlamak amacıyla gerçekleştirilen Barış Harekâtı aynı zamanda darbeci Sampson hükümetini ve ardından Yunan Cuntası’nı da devirmiş, böylece Yunanistan halkına da demokrasiyi hediye etmiştir. Kıbrıs Barış Harekâtı ile birlikte, zaten Rumların zorlamalarıyla birbirinden coğrafik bakımdan Kuzey ve Güney olarak bölünen her iki toplum, artık sınırlarını da netleştirmişlerdir. Kıbrıslı Türkler, zaten yoğun olarak yaşadıkları kuzey bölgelerinde, Türkiye’nin de garantörlüğü ve desteğiyle huzurlu ve güvenli bir ortamda yaşamaya başlamışlardır.

İşte Kıbrıslı Türklerin kendi egemenlikleri altındaki topraklarda onurlu bir şekilde yaşamalarını sağlayan KKTC’ nin, Yunanlılar ve Kıbrıslı Rumlar tarafından bir türlü kabul görmemesi esasen, kendi ektiklerini biçiyor olmalarından kaynaklanmaktadır. Ayrıca, toplumlararası görüşmelerin başladığı 1968 yılından bu yana gerek BM ve gerekse diğer uluslararası aktörlerin ve doğrudan Kıbrıslı Türklerin ortaya koyduğu çözüm önerilerini reddeden taraf hep Rumlar olmuştur. Son olarak Gali Planı ve Annan Planı’nı reddeden Rumlar, Türklerle birlikte bir arada yaşamak istemediklerini açıkça ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla Rumlar, esasen, bu uzlaşmaz tavırlarının sebep olduğu bölünmeye tahammül edememektedirler ve bugün bunun pişmanlığını duymaktadırlar.

Nitekim, 10 yıl GKRY Liderliği yapan Glafkos Klerides’in, “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık” ifadeleriyle itiraf ettiği Rum psikolojisi, bugün de geçerliğini korumaktadır. Ancak bu taktikler, Kıbrıslı Türklerin Ada üzerinde eşit egemenliğe sahip oldukları gerçeğini değiştirememiştir.

Bu noktada şunu hatırlatmak isteriz ki 1974 Kıbrıs Barış Harekâtından itibaren Ada’da kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmıştır. Ayrıca, Kıbrıslı Türkler, kendi topraklarında, bağımsız bir devletin (KKTC) çatısı altında, dünya siyasi arenasında varlıklarını sürdürmeye devam etmektedirler. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963 yılında ortak devlet vasfını kaybetmiş ve Kuruluş Anlaşmalarına göre hukuken meşruluğunu yitirmiştir. Halen, Güney Kıbrıslı Rumların kontrolündeki ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin’ Kıbrıslı Türkler üzerinde hiçbir egemenlik hak ve yetkisi yoktur ve sadece Güney Kıbrıslı Rumları temsil etmektedir.

C. ANNAN PLANI’NDAN GÜNÜMÜZE

Rumların 2004 yılında Annan Planı’nı reddettikleri halde, tek taraflı olarak, “Kıbrıs” adı altında ve tüm Ada’yı temsilen AB üyeliğine kabul edilmeleri, AB’yi Kıbrıs meselesinin bir tarafı haline getirmiştir. Bu tavrıyla AB hem uluslararası anlaşmaları çiğnemiş ve hem de içte Türk-Rum ve dışta Türkiye-Yunanistan dengesini Rum-Yunan lehine bozmuştur. Kuşkusuz bu talihsiz gelişme, Kıbrıs’ta çözümsüzlüğü derinleştirmiş ve Türkiye’nin tam üyelik sürecine de gölge düşürmüştür. AB üyesi olmanın verdiği rahatlıkla, çözüm görüşmelerinin yeniden başlatılması tekliflerine sırtını çeviren ve konuyu AB’ye havale eden GKRY, Papadopulos’un 2008 Şubat ayında Başkanlık seçimini kaybetmesi ile tutum değiştirmeye başlamıştır. Papadopulos’un ardından GKRY Başkanlığına seçilen, Talat’ın eski arkadaşı komünist Dimitris Hristofyas, Kıbrıs’ta barış rüzgârları estirmeye başlamıştır. Talat ve Hristofyas gecikmeksizin, 21 Mart’ta bir araya gelerek yeni bir uzlaşma sürecinin ilk adımını atmışlardır. 21 Mart süreci olarak da anılan bu yeni uzlaşma süreci, liderlerin 23 Mayıs, 1 Temmuz, 25 Temmuz’da yaptıkları hazırlık görüşmelerinde çerçevesi belirlenen kapsamlı çözüm müzakereleri nihayet 3 Eylül 2008 tarihinde fiilen başlatılmıştır. Talat-Hristofyas arasında, kapalı kapılar ardında, haftalık görüşmeler şeklinde yürütülen müzakereler, Rum Liderin aykırı tavırlarına rağmen, KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapıldığı Nisan 2010 tarihine kadar devam etmiştir.

Öte yandan, 19 Nisan 2009 tarihinde KKTC’de yapılan erken genel seçimleri muhalefetteki Ulusal Birlik Partisi’nin %44 oy oranı ile kazanması, ardından 18 Nisan 2010 tarihindeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de UBP Lideri Derviş Eroğlu’nun kazanması, Kıbrıs Türk Halkının iktidardaki AB yanlısı Cumhuriyetçi Türk Partisi ile müzakereleri yürüten Cumhurbaşkanı Talat’a yönelik ciddi bir uyarısı olarak değerlendirmek mümkündür.

İki egemen devlete dayalı konfederasyon modelini savunan UBP Genel Başkanı Başbakan Derviş Eroğlu’nun KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı seçilmesi ile birlikte iki kesimli, iki toplumlu federasyon modeli üzerinde müzakere yürüten Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat dönemi sona ermiştir. Bu sonuçla Kıbrıs Türk Halkı AB tarafından aldatılmış olduğunu ve Talat-Hristofyas ikilisinin kalıcı bir çözüme ulaşacağına olan inancını kaybettiğini ortaya koymuş oldu.

Talat ve Hristofyas arasında Eylül 2008 tarihinde başlayan yoğunlaştırılmış görüşmelere Eroğlu-Hristofyas devam etmiş, Hristofyas’ın 2013 Şubat’ında yapılan Başkanlık seçimini kaybetmesiyle görüşmeler durmuştur. KKTC Cuhurbaşkanı DervişEroğlu ile GKRY’nin yeni Lideri Nikos Anastasiadis’in Şubat 2014 tarihinde yaptıkları görüşme ile yeni bir çözüm süreci başlatılmıştır. Türkiye-AB katılım müzakerelerinin önündeki en büyük engel olarak masaya yatırılan Kıbrıs meselesinin 2014 yılında bir çözüme kavuşturulması hedeflenmiştir. KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ile GKRY Lideri Nikos Anastasiadis arasında yürütülmeye çalışılan kapsamlı çözüm müzakereleri, geldiğimiz noktada, Rum Liderin uzlaşmaz tutumları nedeniyle askıya alınmış vaziyettedir. Ancak, “her konuda anlaşma sağlanmadan, hiçbir konuda anlaşma sağlanmış sayılmayacağı” prensibini dikkate aldığımızda ve Rumların geleneksel uzlaşmaz tavırları devam ettiği sürece adil ve kalıcı bir anlaşmaya varılması zor görünmektedir. Acaba, tarih tekerrür mü edecektir? Yoksa Kıbrıslı Rumlar bu defa uzanan eli tutup Kıbrıslı Türklerle bir uzlaşmayı kabul edecekler midir? Bunu, bekleyip hep birlikte göreceğiz.

Ç. TÜRKİYE’NİN AB SÜRECİ VE KIBRIS

GKRY’nin tek taraflı olarak AB üyesi yapılmasıyla ortaya çıkan dengesizlik, Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerini yürüttüğü bir dönemde, talihsiz bir gelişme olarak karşımıza çıkmıştır. Oysa, önce Türkiye tam üye yapılmalı ardından da Kıbrıs bir bütün olarak AB’ye katılmalıydı. Ne yazık ki böyle yapılmamış ve 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları ve dolayısıyla da uluslararası hukuk çiğnenmiştir. AB üyeliğini Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmaya çalışan GKRY ve Yunanistan, bu sayede Kıbrıs’ta taviz koparmanın gayreti içerisindedirler. AB ise, 1 Mayıs 2004 tarihinde yaptığı yanlışı düzeltmek yerine, Güney Kıbrıs’ı resmen tanıması yönünde Türkiye’ye baskı yapmak suretiyle krizi daha da derinleştirmektedir. Güney Kıbrıslı Rumlara AB vatandaşlığının her türlü imkânlarını bahşederken, Kuzey Kıbrıslı Türklere birtakım izolasyonlarla baskı uygulanması ve yaşam alanlarının daraltılması, büyük bir çelişki olarak karşımızda durmaktadır.

Kıbrıs meselesinin AB platformuna taşınarak bu kanaldan Rumlar lehine bir çözüme ulaşılması senaryosu, GKRY’nin 1990 yılında Avrupa Topluluklarına tam üyelik başvurusu ile start almıştı. Aslında Rumların AB süreci, tamamen yasadışı kazanımlar elde edebilme umuduyla başladı diyebiliriz. 1980’lerin sonunda Yunanistan Başbakanı Andreas Papandreou Kıbrıs Rum liderliğini, AB üyeliği için ikna etmeyi başarmış ve senaryo uygulamaya geçirilmişti. Bu şekilde, Rum/Yunan tarafı, Türkiye’nin ileride muhtemel AB tam üyelik başvurusundan ve tam üyelik sürecinden azami ölçüde yararlanılacaktı. Kısaca, Türkiye’nin Avrupa perspektifi istismar edilecekti. Nitekim 1995 yılında Yunanistan, Türkiye-AB Gümrük Birliği sürecinin başlatılabilmesi için GKRY ile müzakere tarihi verilmesini şart koşmuş ve bu şantajı karşılığında istediğini almıştı.

İşte bu beklentilerle başlatılan GKRY’nin AB üyelik süreci taraflar arasında ciddi tartışmalara kaynak teşkil etmiştir. Türkiye 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarına aykırı olacağı iddiasıyla bu başvuruya karşı çıkmıştır. Rumlar her defasında Yunanistan’ın da desteğiyle Türkiye’nin itirazlarını bertaraf etmeyi ve hatta adım adım ilerlemek suretiyle 2004 yılında AB’ye tam üye olmayı başarabilmişlerdir. Ne var ki Rum/Yunan tarafının bu başarısı bugün AB için ciddi bir hata, Türkiye için ise talihsiz bir gelişme olarak değerlendirilmektedir. Geldiğimiz noktada Rumların AB üyeliği, hem Türkiye-AB ilişkilerinin ve hem de Doğu Akdeniz’deki barış ve istikrar ortamının temellerine atılmış bir dinamit misali, birçok krizin başlıca sebebi olarak gündemi meşgul etmektedir.

Ne yazık ki AB’nin uluslararası anlaşmalara aykırı davranışları Rumlara da örnek teşkil etmektedir. Nitekim, GKRY Meclisinin “Kıbrıs’ta garantileri kabul etmediğine” dair 19 Şubat 2010 tarihinde oybirliğiyle aldığı karar, bu hukuk tanımazlığın son göstergesidir. Rum Meclisinin 1960 Garanti ve İttifak anlaşmalarını tanımadığını belirttiği bu bildiri kuşkusuz, hiçbir değer taşımayan, provakatif bir eylemden başka bir anlam ifade etmemektedir. Zira Rumlar da iyi bilmektedirler ki tek taraflı aldıkları bu kararla uluslararası bir anlaşmayı yürürlükten kaldırmaları mümkün değildir. Ne yazık ki Rumların bu tahrik edici ve haksız davranışları karşısında sessizliğini koruyan Brüksel, bir defa daha Rumlara prim vermiş olmaktadır. Hiç kuşku yok ki AB, 1960’ta tesis edilen güvenlik ve garantiler sistemini yıkarak Ada’nın yeni garantörü olma senaryoları üzerinde Rumlarla işbirliği içerisindedir.

Rumların iddia ettikleri gibi, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’, tüm Ada’yı değil, sadece Güney Kıbrıslı Rumları temsil etmektedir. 1963 yılında Türklerin devlet mekanizmalarından tamamen dışlanmaları nedeniyle 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıslı her iki toplumu temsil eden ortak Cumhuriyet olma niteliğini yitirmiştir ve Kıbrıslı Türkleri temsil etmemektedir. Kuzey Kıbrıs’ta Türklerin egemenliğinde bağımsız bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vardır ve Kıbrıs Türk Halkı dünya siyasi arenasında kendi devleti marifetiyle egemenliğini kullanmaktadır. Hristofyas’ın iddia ettiği gibi, Kıbrıs’ta çözüm, sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin çatısı altında gerçekleşmeyecektir.

Kıbrıs’ta çözüm,  BM’in yerleşik Kıbrıs parametreleri çerçevesinde, egemen eşitlik temelinde iki devletli yani iki ayrı egemen devletin varlığını devam ettirmesi ile mümkün olabilecektir.

Kıbrıslı Liderler arasında devam eden uzlaşma süreci Türkiye tarafından da desteklenmiş ve bu durum en yetkili ağızlardan dile getirilmiştir. Kuşkusuz, Liderlerin üzerinde mutabık kalacağı ve Kıbrıslı her iki Toplum tarafından da kabul görecek adil ve kalıcı bir çözüm, Türkiye’nin AB katılım sürecinde elini rahatlatacaktır.  Fakat “Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet haline dönüşecek olan Kıbrıs Cumhuriyetidir”  yaklaşımıyla hareket eden Rum Liderlerle kalıcı bir çözüme ulaşılması ihtimali son derece zayıftır. Annan Planı Referandumu sonrasında Kıbrıslı Türklere yapılan haksızlıklar maalesef halen aynı şekilde devam etmektedir.

Türkiye’nin “kırmızı çizgilerinden” taviz verilmesinin söz konusu olamayacağı dikkate alınarak, AB’nin Kıbrıs ile ilgili dayatmalarına karşı kararlı duruşun muhafaza edilmesi büyük önem arz etmektedir. Ayrıca, Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs’ta, iki tarafça da kabul edilebilir ve her iki tarafın meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulmasının mümkün olmadığının, Kıbrıslı her iki toplum tarafından da anlaşılması gerekmektedir. Nihayet, bölgesinde itibarı hızla yükselen, doğu-batı arasında bir enerji koridoru konumuna sahip Türkiye gibi güçlü bir ülkenin içinde yer almadığı bir Avrupa Birliği’nin küresel bir güç olamayacağı gerçeğinden hareketle, Türkiye-AB ilişkilerine, sırf ailenin şımarık çocuğunun haksız istekleri yerine gelsin diye zarar verilemeyeceği de gözlerden uzak tutulmamalıdır.  

Kıbrıs Rum Kesimini sorunlu bir şekilde bünyesine alan AB, bu yanlışının faturasını Türkiye’ye çıkarmaya çalışmaktadır ki bunun kabul edilmesi mümkün değildir. Zira, Türkiye’nin AB uğruna Kıbrıs’tan vazgeçmesi düşünülemez. AB’nin Kıbrıs meselesine Rumların perspektifinden bakmayı bırakarak Ada’da iki ayrı halk, iki ayrı devlet ve iki ayrı demokrasi olduğunu kabul etmesi halinde hem Ada’da kalıcı bir çözüme ulaşılması mümkün olabilecek ve hem de Kıbrıs, Türkiye-AB sürecinin önünde engel olmaktan çıkacaktır.

Ne garantörlük, ne Ada’daki Türk Barış Gücü, ne yerleşikler ve ne de toplumların siyasi eşitliği konusunda Türkiye’nin taviz vermesinin mümkün olmadığı hususu, Rum Liderler tarafından çok iyi bilinmektedir. Ayrıca, Rumların, Kıbrıs Türk Halkını bir azınlık statüsüne indirgemek suretiyle, işgalleri altındaki ‘Kıbrıs Cumhuriyetine’ eklemleme hayallerinin de gerçekleşmesi söz konusu olamayacaktır. Hepsinden önemlisi, iki toplumda da son derece zayıf olan birlikte yaşama arzusunun, temel belirleyici faktör olarak karşımıza çıkacağının gözlerden uzak tutuluyor olmasıdır.

Bilhassa 1960 ve 1970’li yıllarda Kıbrıslı Türklere karşı uyguladıkları baskı ve şiddet eylemleri ile Ada’yı yaşanılmaz hale getiren Rumlar, bu konudaki isteksizliklerini, Annan Planı’nı reddederek bir kez daha teyit etmiş oldular. Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu II. Hrisostomos’un, liderler arasında yürütülmekte olan doğrudan müzakerelerden olumlu bir sonuç çıkmayacağından emin olduğunu, müzakerelerde çıkmazın kesinleşmesi durumunda KKTC ile Güney Kıbrıs arasındaki sınır kapılarının ve barikatların kapatılmasının en uygun çözüm olacağını” beyan etmesi ise, Rumların bakış açılarını göstermesi bakımından dikkate değerdir. Kıbrıslı Türklerin ise yaklaşık %60’ının Rumlarla birlikte yaşamak istemedikleri, kamuoyu yoklamaları ile ortaya konulmuştur.

1977-1979 Doruk Anlaşmaları ve BM Güvenlik Konseyi kararlarını çarpıtarak, BMGK Daimi üyeleri ile ortak siyasi deklarasyonlar imzalayan Rum Liderler tedirgin olmuştur. Zira iyi bilmektedirler ki Türkiye’nin Kıbrıs davasında eli güçlüdür ve zaman Türklerin lehine işlemektedir. Ayrıca Rumlar, Annan Planı’na hayır demeleri nedeniyle, uluslararası kamuoyunda, kendileri hakkında oluşan “uzlaşmaz taraf” imajından dolayı rahatsızlık hissetmektedir. Ortada, 37 yıllık, bağımsız bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vardır. Kuzey komşusu Kıbrıslı Türklerle, eşit şartlarda bir arada yaşamayı reddeden Rumlar, sonuçta mevcut statüyü kabul etmekten başka bir çare bulamayacaklardır. O halde Liderlerin, Kıbrıslı Türklerle Rumların birlikte bir arada yaşamalarının imkânsız olduğu gerçeğini kabul etmeleri ve bu temel üzerinde çözüm aramaları, son derece yararlı olacaktır.

Türkleri sindirebileceğini düşünen Rum tarafı, eğer bir çözüme ulaşılamazsa, Ada’nın geri dönüşü olmayan bir bölünmeye doğru sürükleneceği endişesine kapılmıştır. Amacı, Kıbrıslı Türkleri de Rum egemenliğine dâhil ederek, tüm Ada’yı kontrol altına almak ve bu cihetle AB ve ABD’nin çıkarlarına hizmet etmektir. Bir kısım Kıbrıslı Türk ise, bir an evvel, Rumlar gibi, AB vatandaşlığını kapmanın peşine düşmüştür. Kuşkusuz, aynı coğrafyada yaşayan Kıbrıslı Türklerin de, tüm izolâsyonlardan kurtularak, Rumlar gibi AB vatandaşı olmaları ve Kıbrıs Türk Halkının dünya ile entegre olması yararlı olacaktır. Fakat Kıbrıs Türklerinin, AB ile bütünleşmeye çalışırken, aynı zamanda millî onurunu, egemenliğini ve uluslararası saygınlığını da muhafaza etmesi gerektiği hususu, izahtan varestedir.

Kaldı ki, Türkiye’nin içinde yer almadığı bir Avrupa Birliği’ne Kıbrıslı Türkler dâhil edilseler bile, kısa zamanda bir azınlık durumuna düşürülmeleri kaçınılmaz olacaktır. Bu meyanda, K.K.T.C. Cumhurbaşkanlarının, 46 yıldır Ada’da barış ve huzurun güvencesi olan Türkiye’nin hassasiyetleri çerçevesinde, millî bir politika takip etmesi ve Türkiye’siz bir AB’ye dâhil olmanın, Kıbrıs Türklerine yarardan ziyade zarar getireceğini görmesi gerekir.

Öte yandan, Avrupa Birliği Kıbrıs meselesini Türkiye’nin katılım süreciyle ilişkilendirdiği sürece Ada’da bir çözüme ulaşılması da mümkün görünmemektedir. Ayrıca, Kıbrıs Rum Cumhuriyetini Ada’nın tek meşru hükümeti olarak gören ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni yok sayan bir anlayışın Ada’da nasıl bir çözüm isteyebileceğini tahmin etmek de zor değildir. Avrupa Birliği eğer Kıbrıs’ta çözüme gerçekten inanıyorsa bunu açıklamalarıyla değil” eylemleriyle ortaya koymak durumundadır. Yani, Türkiye’nin Ada üzerindeki etkin ve fiili garantörlüğünü tartışma konusu yapmak yerine Kıbrıs Türk Halkının eşit egemenliğini tanımalı, uluslararası anlaşmalara saygı göstermeli ve nihayet Türkiye’nin AB sürecini Kıbrıs ile ilişkilendirmekten vazgeçmelidir.

Eğer, AB Ortadoğu’da aktif bir politika izlemek ve dünya siyaset sahnesinde etkili bir oyuncu olmak istiyorsa, bölgenin en istikrarlı ve nüfuzlu ülkesi Türkiye ile stratejik işbirliğine gitmek zorundadır. Avrupa’nın siyasi elitlerinin Türkiye’yi “stratejik ortak” olarak değerlendirmeleri yeterli değildir. Bunu eylemleri ile ortaya koymak ve gereğini yapmak durumundadırlar. Brüksel’in ve AB’nin lokomotif ülkelerinin, Ortadoğu’da Arap-İslam Dünyası ve Orta Asya’da Türkistan Halkları ile ilişkilerini geliştirebilmek ve enerjide Rusya’ya bağımlılıktan kurtulabilmek için Türkiye’den başka alternatifleri bulunmamaktadır. Avrupa Birliği ya Türkiye ile bütünleşerek küresel bir güç haline gelecek ya da Türkiye’ye sırtını dönerek ABD’nin gölgesinde, edilgen bir konumda yaşamaya devam edecektir. Bu anlamda Brüksel’in atacağı ilk adım, Türkiye-AB katılım sürecini Kıbrıs ipoteğinden kurtarmak olmalıdır.  

Bunun için mesela, Kıbrıs Türk Halkının egemenliğini tanıma, siyasi ve ekonomik ambargoları tümüyle kaldırma, Türkiye’nin Ada üzerindeki uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yükümlülüklerine saygı gösterme anlamında yeni adımlar atmalıdır.

Tüm bu gerçekleri göz ardı etmek suretiyle, her fırsatta Türkiye’nin tam üyeliğine karşı olduklarını vurgulayarak “imtiyazlı ortaklık” tan bahseden Almanya Başbakanı Angela Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Rumların uzlaşmaz tavırları karşısında sessizliklerini korumaları ve hatta bu tür davranışlara prim veriyor olmaları, Güney Kıbrıs’ın neden tek taraflı olarak Avrupa Birliğine dâhil edildiğini ziyadesiyle açıklamaktadır. Zira, Fransız ve Alman Liderler konuyu Kıbrıs Rum İdaresine havale etmiş olmanın rahatlığı içerisinde hareket etmektedirler.

Ancak, 1959 yılında ortaklık ilişkisiyle başlayan, zamanla genişleyerek, gümrük birliği ile derinlik kazanan ve nihayet tam üyelik katılım süreciyle birlikte ekonomik boyutun ötesine geçip, siyasi ve toplumsal bir boyuta ulaşan Türkiye-AB ilişkilerinin sağlam bir hukuki zemine oturtulduğunun da unutulmaması gerekmektedir. Bu nedenle, çok boyutlu ve dinamik bir yapıya sahip bulunan Türkiye-AB ilişkilerinin “ya AB, ya Kıbrıs” dayatmasına indirgenmesi, Türkiye’ye karşı büyük bir haksızlık olacaktır.

D. GKRY’NİN AB ÜYELİĞİNİN HUKUKİ DEĞERLENDİRMESİ

Kıbrıslı Rumların “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla AB’ye üye yapılması, yasa dışı bir hareket olmuştur. Buna göre;

Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerin veto hakkını görmezden gelerek, “1959 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Temel Yapısı’na Dair Zürih ve Londra Anlaşmaları”nın 8. Maddesi ile “1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın” 50. Maddesinin 1. Fıkrasını ihlal etmişlerdir.

Kıbrıslı Rumlar, Avrupa Birliği ile ve dolayısıyla Yunanistan’ın da dâhil olduğu 27 AB ülkesiyle birleşmek suretiyle, 1960 Garanti Anlaşması’nın 1. ve 2. maddeleri hilafına hareket etmiştir.

AB üyesi olan Garantör Ülkeler İngiltere ve Yunanistan, GKRY’nin tek taraflı AB üyeliğini veto etmeyerek (ya da izin vererek), Garanti Anlaşması’nın 2. Maddesini ihlal etmişlerdir.

Kıbrıslı Rumların AB üyeliği aynı zamanda, BM Güvenlik Konseyi’nin 649 (1990) sayılı Kararına da aykırılık teşkil etmiştir. Söz konusu Karar, mevcut durumu daha da kötüleştirecek adımlardan kaçınmaları için her iki tarafa da çağrıda bulunmaktadır

Garanti Anlaşması halen yürürlüktedir ve bu Anlaşmanın 2. Maddesine göre, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın temel maddeleriyle oluşturulan düzeni korumayı garanti emişlerdir. Garantör Devletler ayrıca, Kıbrıs’ın başka herhangi bir devletle doğrudan ya da dolaylı olarak, kısmen veya tamamen, ekonomik veya siyasi birleşmesini veya bu birleşmeyi amaçlayan girişimleri yasaklamışlardır. Bu yasağı uygulamak bizatihi garantör devletlerin ödevidir.  Ne yazık ki AB üyesi olan İngiltere ve Yunanistan, GKRY’nin tek taraflı AB üyeliğini veto etme yetkisi varken bu yetkilerini kullanmamışlar ve böylece uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmemişlerdir. Altına imza attıkları anlaşmayı ihlal eden bu ülkelerin, tarih önünde sorumlulukları bulunmaktadır.   

E. KIBRIS RUM TARAFININ YAKLAŞIMI

Öte yandan, Rumların süreci baltalayıcı faaliyetleri ise devam etmektedir. Kuşkusuz Rumların, AB üyeliğinin ve uluslararası camiada meşru “Kıbrıs Hükümeti” olarak tanınıyor olmanın da verdiği cesaretle sürdürdükleri uzlaşmaz tavırları karşısında Türkiye ve KKTC’nin gösterdiği yaklaşım anlamlıdır. Zira Rum/Yunan tarafı iyi bilmelidirler ki, Ada’da çözüm, Türk tarafının vereceği tavizlerle değil fakat Rumların göstereceği uzlaşmacı yaklaşımla mümkün olabilecektir.

Aksi takdirde, yani Rumların Ada’da iki ayrı egemen halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı bağımsız devlet gerçeğini kabul etmedikleri sürece Ada’da bölünmüşlüğün daha da derinleşeceği ve KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınma sürecinin hızlanacağı mesajının veriliyor olması, Rumları uzlaşmaya teşvik etmesi bakımından önem arz etmektedir. Nitekim AB Dönem Başkanı İsveç’in Dışişleri Bakanı Carl Bildt de “Eğer Türkiye’nin AB’ye tam üye olamaması durumunda, Kıbrıs’ın bölünmüş kalmak tehlikesiyle karşı karşıya kalacağını”  ifade etmesi, Türk tarafının Kıbrıs politikasının rasyonelliğini göstermesi bakımından dikkate değerdir. Zira, Türkiye’nin içinde yer almadığı bir AB’de Kıbrıs Türklerinin yaşam alanı bulamayacağı gerçeği, bu yaklaşımın temelini oluşturmaktadır.

Kıbrıs’ta çözümü, Türkiye’nin sözde “Kıbrıs Cumhuriyetini” tanıması ile özdeşleştiren Rumların bu tutumu, Kıbrıs Türk Halkı ile eşit koşullarda bir arada yaşama arzularının ne kadar zayıf olduğunun da açık bir belirtisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Rum tarafının, kapsamlı çözüm müzakerelerinden, siyasi eşitliğe sahip, iki kesimli, iki bölgeli yeni bir ortaklık devleti temelinde adil ve kalıcı bir barışa ulaşmayı değil de tehdit ve şantaj yoluyla Türkiye’den taviz koparmayı hedefliyor olmaları, devam etmekte olan çözüm sürecinin başarısı hakkındaki şüpheleri derinleştirmekte ve bir güven bunalımına zemin hazırlamaktadır. Bu bakımdan, Dışişleri Bakanının Ada’da kalıcı bir bölünme alternatifinden bahsetmesi ve KKTC Cumhurbaşkanının da bu alternatifi gündeme getirmiş olması, Rumların kendilerine çekidüzen vermelerini sağlayabilecek önemli bir uyarı niteliğindedir.

Kıbrıslı Türklerin üzerindeki ambargoların kaldırılması çalışmalarına da hız verecek böylesi bir çözüm, aynı zamanda Kıbrıs Türk Halkının da istediği bir çözümdür. Artık, Ada’da iki ayrı bağımsız devletin ve dolayısıyla KKTC’nin varlığının ve mevcut statünün kalıcılığının bir alternatif olarak gündeme getiriliyor olması Rumları ziyadesiyle tedirgin edecek ve devam eden müzakere sürecini sulandırma girişimlerine de engel olabilecektir.

Rumların, yerleşik BM parametreleri olan iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe sahip iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devletini bile kabule yanaşmadıkları artık aşikârdır. Rumlar, Türklerle eşit statüde, bir arada yaşamak istememektedirler. Bu anlamda, Türkiye’yi süreçten dışlamak isteyen, Ada’daki Türk Barış Gücü’nün varlığını “işgal ve kolonizasyon” olarak nitelendiren Hristofyas’ın esasen, eski EOKA’cı Makarios veya Papadopulos’tan hiçbir farkının olmadığı, son zamanlarda sergilediği tavırlardan kolaylıkla anlaşılabilmektedir. Daha da önemlisi, Cumhurbaşkanı Talat’ın, Hristofyas’ın gerçek niyetini nihayet görmeye başlamış olmasıdır. O halde, toplumları zorla bir araya getirmek yerine, Ada’daki gerçekler temelinde, her iki kesimin kendi siyasi egemenliğine sahip olduğu bir çözüm üzerinde çalışılması daha doğru olacaktır.

Rumların yapması gereken şey, Enosis’ten ve 1963 yılında hukuken geçerliliğini yitirmiş bulunan ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin’, tüm Ada’yı temsil ettiği şeklindeki iddialarından vazgeçmek ve Kuzey komşusu K.K.T.C.’yi egemen bir devlet olarak tanımak olmalıdır. Aksi halde, Ada’da ne Rumlar ve ne de Türkler için kapsamlı, adil ve kalıcı bir çözüm bulunması mümkün olamayacaktır.

F. TÜRKİYE VE KKTC’NİN YAKLAŞIMI

Kıbrıslı Liderler arasında devam eden görüşmeler, Türkiye’nin Kıbrıs parametreleri çerçevesinde devam ettiği sürece, Anavatan tarafından desteklenecektir. Fakat eşitlik temelinde oluşturulacak bir federasyon fikrinin hatırlatılmasını bile “kışkırtıcı” olarak nitelendiren ve görüşmelerin devam ettiği bir ortamda, başka ülkelerle tek taraflı mutabakat muhtıraları imzalayarak müzakere sürecini baltalamaya çalışan Hristofyas/Anastasiadis ile bir uzlaşmaya varılamayacağı gerçeği de ortada durmaktadır. Rum Liderler, çözüm için, “Yeni Bir Ortaklık Devletinden” ziyade, “Yenilenmiş Kıbrıs Cumhuriyeti” tezini savunmaya devam etmektedirler. Bunun ise, Kıbrıs Türkleri için çözüm değil, yıkım olacağı kesindir. Ayrıca Rum liderlerin, “Kıbrıslı çözüm” söylemiyle, esasen Türkiye’yi süreçten dışlamaya çalıştığı hususu herkesin malûmudur. Öyleyse, Kıbrıslı liderlerin, gerek kendi toplumlarını ve gerekse uluslararası kamuoyunu oyalamaktan vazgeçip, öngörülebilir çözümler üzerinde çalışmaları daha uygun olacaktır. Bu noktada, her iki Liderin de yukarıda bahsettiğimiz ve Kıbrıs’ta çözümün şifreleri olarak kabul edebileceğimiz “Ada’nın Gerçeklerini” iyi görmeleri ve çözüm müzakerelerini bu gerçekler temeline oturtmaları son derece yararlı olacaktır.

Son elli yılda verdikleri mücadeleler neticesinde, cemaat statüsünden bağımsız bir devlet statüsüne ulaşan Kıbrıslı Türklerin elde ettikleri kazanımlar, acil bir çözüm hevesine kurban edilmemelidir. Bu nedenle, ya K.K.T.C.’nin, Kosova örneğinde olduğu gibi, uluslararası camia tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınması sağlanmalı ve Ada’da iki ayrı bağımsız devlet varlığını sürdürmeli ya da iki ayrı bağımsız devletin teşkil ettiği konfederal bir birlik tesis edilmelidir. Türkiye’nin Millî Kıbrıs Davasının “kırmızı çizgileri” dikkate alındığında, bu iki çözümden başka çıkar yol bulunmadığı anlaşılmaktadır.

Dünya siyasi arenasında ağırlığını giderek daha çok hissettiren Türkiye’nin ise, bağımsız K.K.T.C.’nin uluslararası toplum tarafından tanınması için, diplomatik alanda yapabileceği çok şey bulunmaktadır. Nitekim, 14’üncü temsilciliğini Katar’ın başkenti Doha’da açan ve Avrupa Birliği ve İslam Konferansı Örgütü ülkelerinde yeni temsilcilikler açma hazırlıkları içerisinde bulunan K.K.T.C.’nin bu son girişimleri, dünya ülkeleri ile entegre olma yolunda, ümit verici gelişmeler olarak karşımızda durmaktadır. Uluslararası camia tarafından tanınmış, bağımsız bir K.K.T.C. ise, aynı zamanda, küresel oyuncuların Kıbrıs Adası üzerindeki çıkar hesaplarını nafile kılacak ve Türkiye’nin bölgesel güvenliğine katkıda bulunabilecektir.

Kıbrıs Türk Tarafı bugüne kadar, Kıbrıslı Liderler arasında yürütülen ve iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe sahip iki kurucu devletten müteşekkil bir federasyon modelini esas alan çözüm müzakerelerine tam destek vermiştir. Ne var ki Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerle siyasi eşitliğe razı olmamışlar, Kıbrıs Türklerini hep azınlık olarak görmek istemişlerdir.  Binaenaleyh, 1968 yılından beri devam eden çözüm görüşmeleri ve mutabık kalınan birçok BM çözüm planları Rumların uzlaşmaz tutumları yüzünden akamete uğramıştır. Türkiye ve KKTC, Rum/Yunan tarafının bu uzlaşmaz tavırlarından hiçbir sonuç alınamadığı ve alınamayacağı gerçeğinden hareketle Kıbrıs Meselesine dair çözüm parametrelerinde değişikliğe gitmeyi tercih etmiştir.

Esasen, son 10 yıldır gerek yayınlanmış kitap ve makalelerimizde gerekse panel ve konferanslarımızda müteaddit defalar dile getirdiğimiz bu politika değişikliğinin bugün kabul görmesiyle birlikte Kıbrıs Meselesinin yakın zamanda çözüme kavuşturulmasının mümkün olabileceğini düşünmekteyiz. Bu vesileyle, Türkiye ve Kıbrıs Türk Halkının meseleye bakışı ve yeni çözüm parametrelerini, Rum/Yunan tarafına ve bihassa milletlerarası camianın nazarı dikkatine sunmak isteriz. Buna göre, 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963’te silah zoruyla bozulmuş, 1974’te Yunan cuntasının darbesiyle de ortadan kalkmıştır. Kıbrıs’ta iki ayrı halk, iki ayrı egemen devlet vardır. Velhasıl,  “Kıbrıs’ta çözüm, Ada’daki gerçekler çerçevesinde, Egemen eşitlik temelinde iki devletli bir yapıyla, yani iki ayrı egemen devletin varlığını devam ettirmesi ile mümkün olabilecektir. Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi devam edecektir.”

Mesela, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) mülkiyet davaları ile ilgili olarak 5 Mart 2010 tarihinde açıkladığı tarihi karar da KKTC’nin tanınması yönünde ciddi bir gelişme olmuştur. Söz konusu kararla, Kıbrıslı Rumların mülkiyet ile ilgili olarak öncelikle KKTC’de 2005 tarihinde kurulan “Taşınmaz Mal Komisyonu’na” başvurmaları gerektiği hüküm altına alınmıştır. Rumların mülkiyet konusundaki tezlerini büyük ölçüde mesnetsiz bırakan bu kararla, ilk defa KKTC’de oluşturulan bir hukuk sistemi “etkin bir iç hukuk yolu” olarak tanınmış oldu. Bu gelişme ile AİHM önünde bekleyen 1100 civarında mülkiyet davası da KKTC’deki Taşınmaz Mal Komisyonu’na yönlendirilecektir.

Ortaya çıkan çok sayıda anlaşmazlıklara ve Rum Liderlerin süreci baltalayacak türden girişimlerine rağmen, KKTC Cumhurbaşkanlarının olumlu tavırları nedeniyle, son ana kadar müzakerelerin kesilmesine meydan verilmemiştir. Zira, Kıbrıs Türk ve Rum Toplumlarının birleşmesi yönünde uluslar arası baskı giderek daha fazla etkisini hissettirmektedir ve Rum Liderler bu baskıyı Türkiye ve Kıbrıs Türk Halkının üzerine yüklemenin gayreti içerisindedir. Talat, 21 Mart sürecine, 2008 yılında bir uzlaşmaya varılabileceği umuduyla başlamış olmakla birlikte bu hedefini 2009 yılına, bilahare 2010 yılı Nisan ayına kaydırmak zorunda kalmıştır. Nisan 2010’da KKTC Cumhurbaşkanlığına seçilen Derviş Eroğlu ise bayrağı Talat’dan devralmış ve süreci kaldığı yerden devam ettirebilmenin gayreti içine girmiştir. Tüm bu gelişmeler uzlaşmaz tarafın kim olduğunu bir kez daha dünya kamuoyuna göstermiştir.

G. DOĞU AKDENİZ’DE DOĞALGAZ KRİZİ

Rumlar enerji konusunu, Kıbrıs Meselesini AB platformuna taşıyıp bu kanaldan kendi lehine çözme senaryolarının bir parçası olarak ele almaktadırlar. Mesela, Doğu Akdeniz’de tek taraflı olarak 2011 yılı sonlarında başlattıkları sondaj çalışmalarının hemen akabinde Brüksel’i de bu meselenin bir tarafı haline getirmeyi ihmal etmemişlerdir. Bu kapsamda, AB’nin 2012 Yılı Türkiye İlerleme Raporunun Kıbrıs bölümünde Rumların sözde münhasır ekonomik bölgelerinden bahsedilerek Türkiye’nin, Rumların haksız sondaj çalışmalarını engellediğinden şikâyet edilmiş ve bu paragraf 2013 Yılı ve daha sonraki Türkiye İlerleme Raporunda da tekrarlanmıştır.

AB Raporunda, uluslararası deniz hukuku sözleşmesinden bahsedilmektedir. Sözleşmeye göre, deniz yetki alanları sınırlandırmasının, devletlerin ilgili kıyı uzunluklarının orantısına göre adaların ana kıtaların önünü kapatmayacak şekilde ve ters yönde olup olmamaları dikkate alınarak yapılması gerekmektedir. Bu durumda Türkiye’nin Kıbrıs Adası’nın güneyinde hak ve menfaatleri ortaya çıkmaktadır. Bu kapsamda, Akdeniz’e en uzun kıyısı bulunan ülke olan Türkiye Mısır, Suriye ve KKTC’nin yanı sıra Libya, İsrail hatta Lübnan ile de kıyıdaş devlet olarak anlaşma imzalayabilecektir. İşte Türkiye, şu ana kadar KKTC ve Libya ile bu anlaşmaları imzalayarak deniz yetki alanlarını genişletmiş bulunmaktadır.

Türkiye’nin tüm haklı uyarılarına rağmen Rumlar, uluslararası hukuku çiğnemeye devam etmiş ve 2011 yılı sonlarında “Afrodit” adını verdikleri 12. Parsele ilk sondajı vurmak suretiyle binlerce metre derinliğe inmişlerdi. 1960 Anlaşmalarına aykırı olarak komşu ülkelerle ikili anlaşmalar yapan ve kendine göre güya “ MEB” tayin eden Rum Yönetimi, bu yetmezmiş gibi bir de Türkiye’ye meydan okumuştu.

Rumların bu cüretkâr adımları çok geçmeden karşılık bulmuş ve bu kapsamda,  21 Eylül 2011 tarihinde, New York’da, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, Türkiye ile KKTC arasında Kıta Sahanlığını Sınırlandırma Anlaşmasına (KSSA) imza atmışlardır. Sözkonusu Anlaşma, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) ve KKTC Cumhuriyet Meclisi’nde onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Türkiye, gecikmeksizin Koca Piri Reis’i Doğu Akdeniz’e sevk ederek, Doğu Akdeniz’de tek taraflı petrol/doğalgaz arama/araştırma çalışmaları başlatmıştır. Ardından da KKTC Hükümeti,  Rumlarla aynı bölgeleri yani Kıbrıs adası ve çevre sini 8 parsele ayırarak, Türk Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPOA) ruhsatlandırmıştır.

Doğu Akdeniz’de, Türkiye ve KKTC’yi yok sayarak yürütülen tüm MEB belirleme, belirlenen alanlarda doğalgaz arama ve sondajlama gibi uluslararası hukuka aykırı, haksız faaliyetlere karşı Türkiye’nin diplomatik ve barışçıl girişimleri devam etmiştir. Bu anlamda Türkiye, kendisini Akdeniz’de kuşatmaya, Kıbrıs adası ile bağını koparmaya ve bölgenin enerji kaynaklarını gasp etmeye yönelik hamlelere karşı, gerek proaktif hamlelerle ve gerekse uygun misillemelerle cevap vermekten kaçınmamış ve bu vesileyle Doğu Akdeniz’deki varlığını ve ekonomik faaliyetlerini artırmış bulunmaktadır.

Bu kapsamda Türkiye, GKRY’nin tek yanlı parseller oluşturarak münhasır ekonomik bölge ilan etmesine karşılık, adanın çakışma olmayan kuzey, doğu ve güney kısımlarında Rum tarafının fiili durum yaratma olasılığına karşı, proaktif bir hamleyle KKTC tarafından Türkiye Petrolleri’ne ruhsat sahaları verilmiştir. Bu stratejik adımın akabinde, 2013 yılında petrol ve doğalgaz araştırmalarında kullanılmak üzere satın alınan Barbaros Hayreddin Paşa isimli sismik araştırma gemisi bölgeye gönderilerek 2 ve 3 boyutlu sismik araştırmalara başlanılmış, ardından Fatih ve Yavuz sondaj gemileriyle KKTC’nin ruhsat verdiği A, B, C, D, E, F ve G olarak adlandırılan alanlarda sondaj çalışmaları başlatılmıştır. Türk Silahlı Kuvvetlerine ait savaş gemileri de bölgedeki çalışmalarında bu gemilere refakat etmektedir. Altıncı nesil üst düzey teknolojiye sahip ve 12 bin metre deniz sondaj derinliğine ulaşabilen Türkiye’nin ilk sondaj gemisi Fatih, Mayıs 2019 tarihinde Kıbrıs adasının batısında çalışmalarına başlamış olup, Yavuz isimli Sondaj Gemisi de 2019 yaz aylarında bölgeye sevk edilerek, KKTC’nin Magosa Körfezi’nde bulunan Karpaz-1 kuyusunda 3 bin 300 metre sondaj derinliğine ulaşmış bulunmaktadır.

Velhasıl, Doğu Akdeniz’de sular giderek ısınmaktadır. Doğu Akdeniz’in enerji jeopolitiğine odaklanan birtakım uzak güçler, bu vesileyle, Bölgenin yüzen üssü olarak değerlendirilebilecek Kıbrıs Adasının uluslararası statüsünü ihmal ederek, sadece GKRY ile temasa geçmekte ve Kıbrıs Türk Halkını ve KKTC’yi yok saymaktadırlar. Kıbrıs Türk Halkının egemenlik hakları görmezden gelinerek atılan bu adımlar da garantör ülke Türkiye tarafından yok sayılmakta ve gerek Türkiye’nin gerekse KKTC’nin egemenlik hak ve menfaatlerinin korunması için her türlü girişimde bulunulmaktadır. Bu anlamda Türkiye, fırkateyn, korvet, denizaltı, hücumbot, deniz karakol uçağı ve İHA’lardan oluşan Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarını Doğu Akdeniz’e sevk etmiş bulunmaktadır.  Bu kapsamda, Barbaros Hayrettin Paşa ve Oruç Reis isimli sismik araştırma gemileri ile Fatih ve Yavuz isimli sondaj gemilerimiz bölgede Türk Deniz Kuvvetlerinin refakatında güvenle görevlerini yürütmektedirler. GKRY ve İsrail adına araştırma/sondaj çalışmaları yapan yabancı bayraklı gemilerin Türk Deniz Yetki Sahasına izinsiz girmeleri nedeniyle, zaman zaman Türk askeri unsurları tarafından müdahale edilerek saha dışına çıkarılmaları sağlanmıştır.

 GKRY’nin uluslararası hukuka aykırı olarak tek yanlı attığı adımlarla bölgedeki siyasi tansiyonu yükseltmesi ise sadece kendisine zarar verecektir. Zira, Rumların bu tahrik edici yaklaşımlarını devam ettirmeleri halinde Doğu Akdeniz’de sıcak bir çatışma çıkması ihtimali mümkün görünmektedir. Tüm bu haksız girişimlere karşı Türkiye, meseleyi diplomatik usullerle ve uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde çözüme kavuşturmanın yollarını aramış ve aramaya da devam etmektedir. Ancak, Türkiye’nin gerektiğinde askeri ve ekonomik tedbirlere başvurmaktan çekinmeyeceğini de dünya kamuoyunun bilmesi gerekmektedir.

Görüleceği üzere, Doğu Akdeniz’in merkezinde yer alan ve dünya devletleri için jeopolitik bir çekim merkezi haline gelen Kıbrıs’ın önemi, yeni keşfedilen petrol ve doğalgaz yatakları nedeniyle daha da artmış bulunmaktadır. Bu nedenledir ki uluslararası oyuncular Kıbrıs üzerinde çeşitli senaryolar geliştirmektedirler. Her biri farklı amaçlar güden bu planların ortak paydası Kıbrıs Adası üzerinde mutlak hâkimiyet sağlamak ve bölgedeki enerji kaynaklarından pay almaktır. Bu bakımdan Türkiye’nin, güvenliği açısından hayati bir öneme haiz bulunan haklı Kıbrıs davasını yakından takip etmek, giderek ağırlaşan uluslararası baskılara göğüs germek ve nihayet Kıbrıs’ta barış ve huzurun garantörlüğü misyonunu ilelebet sürdürmek, Türkiye için vazgeçilmez bir mecburiyettir.

Türkiye, son dönemde attığı stratejik dış politika hamleleri ile gerek uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve menfaatlerini gerekse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Kıbrıs Türk Halkının siyasi ve ekonomik haklarını korumakta kararlı olduğunu göstermiştir. Türkiye-Libya sınırlandırma anlaşmasıyla Türk Milleti, Mavi Vatan’ını korumakta hiç tereddüt etmeyeceğini tüm dünyaya ilan etmiş oldu.

Bu noktada, Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi dışlamak suretiyle birtakım ittifaklar kurmaya çalışan İsrail, Mısır ve Lübnan’a da şunu hatırlatmak isteriz: Eğer kıyıdaş ülke olarak Türkiye ile ikili sınırlandırma anlaşmaları yapmaları halinde, GKRY tarafından gasp edilmiş yetki alanlarının bir kısmını geri kazanmaları mümkün bulunmaktadır. Velhasıl, Doğu Akdeniz’de kalıcı barış ve huzur,  GKRY/Yunanistan ve bölge dışı ülkelerle yapılan Türkiye’siz ittifaklarla değil, bilakis, bölgenin en güçlü ülkesi Türkiye ile birlikte hareket etmekle sağlanabilecektir.

Ğ. KIBRIS’TA KAPSAMLI ÇÖZÜM MÜZAKERELERİNİN ESASLARI

Kıbrıs’ta taraflar, birbirinden tamamen farklı parametreler üzerinde çözüm aramaktadırlar. İşte, müzakerelerin “her konuda anlaşma sağlanmadan, hiçbir konuda anlaşma sağlanmış sayılmayacağı” prensibini de dikkate aldığımızda, bu farklı yaklaşımların bir çözüme ulaşması ihtimalinin ne kadar zayıf olduğunu da maalesef görebilmekteyiz.

Mesela, Rum tarafı, başkan ve başkan yardımcısının tek liste halinde doğrudan halkoyuyla seçilmesini öngören başkanlık sistemini önerirken, Türk tarafı iki kesimlilik ve siyasi eşitlik ilkelerine aykırı olduğu gerekçesiyle bu öneriye şiddetle karşı çıkmaktadır. Türk tarafı, başkan ve başkan yardımcısının senatoda ayrı ayrı seçilmesini istemektedir. 2010 yılı başlarında, Türk tarafınca, başkan ve yardımcısı için çapraz oylama yapılması önerisi yapılmış, Rum tarafı bu öneriye sıcak bakmakla birlikte paketi bütün olarak reddetmiştir.

Ayrıca, Rum tarafı, güvenlik ve garantörlük sisteminin devam etmesini istememekte ve AB’nin garantörlüğünü yeterli görmektedir. Türk tarafı ise Türkiye’nin garantörlüğünü vazgeçilmez kabul etmektedir.

 Tük tarafı, mülkiyet konusunun takas ve tazminat yöntemiyle toplu olarak çözümünden yanayken, Rum tarafı bu konunun bireysel olarak ve iade yöntemiyle çözülmesinde ısrar etmektedir. Yine Türk tarafı toprak konusunun iki kesimlilik ilkesine göre ve iki ayrı halkın yoğun olarak yaşadığı bölgeler dikkate alınarak çözülmesini isterken, Rum tarafı göçmenlerin topraklarına geri dönmesini savunmaktadır.

Rumlar, Ada’daki tüm yerleşiklerin Türkiye’ye geri dönmesini isterken, Türk tarafı bunun belirli sayıda olmasını istemektedir.

Ayrıca, Türk tarafı müzakerelerde takvimlendirmeyi ve uluslararası toplumun sürece hakemlik yapmasını savunurken, Rum tarafı buna şiddetle karşı çıkmaktadır.

H. KIBRIS’TA ÇÖZÜMÜN ŞİFRELERİ

Kapsamlı çözüm müzakereleri kapsamında Kıbrıslı liderler görüşmelerini, zaman zaman kesintilere uğramakla birlikte, özellikle Türk tarafının olumlu gayretleri sayesinde yürütülmeye çalışılmaktadır. Ancak, sürecin kalıcı bir anlaşma ile sonuçlanması ihtimali de giderek zayıflamaktadır.

Peki, 52 yıldır çok sayıda girişime rağmen Rum/Yunan tarafıyla bir çözüme ulaşılamadığı halde şimdi Ada’da adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılması mümkün müdür?  

Bu sorunun cevabına ulaşabilmek için şu 5 sorunun cevabını aramamız gerekecektir: 

1- Kıbrıs’ta çözülmeye çalışılan problem nedir?

2- Ada’da taraflar nasıl bir çözüm istemektedir?

3- 52 yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesinin şimdi, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür?

4- Ada’nın gerçekleri nelerdir?

5- KKTC Cumhurbaşkanı (Mustafa Akıncı)’nın müzakerelerde dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir? 

Şimdi bu soruları kısaca cevaplamaya çalışalım:

Soru 1- Kıbrıs’ta çözülmeye çalışılan problem nedir?  

– Kıbrıs’ta problem; Zürih ve Londra Anlaşmaları ile tesis edilen 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti Devletinin 1963 yılında Rumlar tarafından yıkılması ve Kıbrıslı Türklerin bu devlet mekanizmasından tamamen dışlanarak, tedhiş ve katliamlara maruz bırakılmasıdır.

– Kıbrıs’ta problem, GKRY’nin, uluslararası camia tarafından Ada’nın tek meşru hükümeti olarak kabul ediliyor olmasıdır.

-Yine Kıbrıs’ta problem, Rumların haksız bir şekilde AB üyesi yapılmış olmasıdır.

-Kıbrıs’ta bir diğer problem, Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini tanımaması ve Kıbrıs Türk Halkını azınlık olarak görmesidir.

-Nihayet Kıbrıs’ta Problem, Rum/Yunan tarafının 1960’ta tesis edilen garanti sistemini inkâr etmesidir.  

Soru 2- Kıbrıs’ta taraflar nasıl bir çözüm istemektedirler?

Kıbrıs’ta taraflar, birbirinden tamamen farklı çözümler istemektedirler. Kuşkusuz bu farklılık, tarafların probleme farklı teşhisler koymalarından kaynaklanmaktadır.

Kıbrıs Türk Tarafı bugüne kadar, Kıbrıslı Liderler arasında yürütülen ve iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe sahip iki kurucu devletten müteşekkil bir federasyon modelini esas alan çözüm müzakerelerine tam destek vermiştir. Ne var ki Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerle siyasi eşitliğe razı olmamışlar, Kıbrıs Türklerini hep azınlık olarak görmek istemişlerdir.  Binaenaleyh, 1968 yılından beri devam eden çözüm görüşmeleri ve mutabık kalınan birçok BM çözüm planları Rumların uzlaşmaz tutumları yüzünden akamete uğramıştır. Türkiye ve KKTC, Rum/Yunan tarafının bu uzlaşmaz tavırlarından hiçbir sonuç alınamadığı ve alınamayacağı gerçeğinden hareketle Kıbrıs Meselesine dair çözüm parametrelerinde değişikliğe gitmeyi tercih etmiştir.

Esasen, son 10 yıldır gerek yayınlanmış kitap ve makalelerimizde gerekse panel ve konferanslarımızda müteaddit defalar dile getirdiğimiz bu politika değişikliğinin bugün kabul görmesiyle birlikte Kıbrıs Meselesinin yakın zamanda çözüme kavuşturulmasının mümkün olabileceğini düşünmekteyiz. Bu vesileyle, Türkiye ve Kıbrıs Türk Halkının meseleye bakışı ve yeni çözüm parametrelerini, Rum/Yunan tarafına ve bihassa milletlerarası camianın nazarı dikkatine sunmak isteriz. Buna göre, 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963’te silah zoruyla bozulmuş, 1974’te Yunan cuntasının darbesiyle de ortadan kalkmıştır. Kıbrıs’ta iki ayrı halk, iki ayrı egemen devlet vardır. Velhasıl,  “Kıbrıs’ta çözüm, Ada’daki gerçekler çerçevesinde, Egemen eşitlik temelinde iki devletli bir yapıyla, yani iki ayrı egemen devletin varlığını devam ettirmesi ile mümkün olabilecektir. Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi devam edecektir.”

Rumların çözüm beklentileri ise Türk Tarafından tamamen farklıdır. Kıbrıs Rum tarafı çözümün, yeni bir ortaklıkta veya egemen iki devlet temelinde değil, Rumların egemenliğindeki sözde Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında olmasını istemektedir.  GKRY eski Lideri Hristofyas ” Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet haline dönüşecek olan Kıbrıs cumhuriyetidir”  demiştir. Yine, Eski Rum Liderlerden Papadopulos “Ben halkımdan bir Devlet teslim aldım. Onu topluma dönüştüremem” demiştir. Ayrıca, Rumlara göre Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlükten kalkacak, Ada’daki Türk Askeri geri çekilecek, on binlerce yerleşik Türkiye’ye dönecektir.  

Soru 3- 52 yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesinin yakın zamanda çözülmesi mümkün müdür?

Bu noktada, Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm müzakerelerinin başarı şansını azaltan ana sebeplerden kısaca bahsetmemizde yarar bulunmaktadır; 

– Görüşmelerin başarı şansını azaltan en önemli faktör, Hristofyas’ın  “Biz sessiz ve özlü çalışırız” şeklinde özetlediği ikiyüzlü Rum/Yunan politikasıdır. Bu, son derece tehlikeli bir yaklaşımdır ve çok dikkatli olunması gereken bir konudur. Nitekim, 10 yıl GKRY Liderliği yapan Glafkos Klerides’in, “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık” ifadeleriyle itiraf ettiği Rum psikolojisi, bugün de geçerliğini korumaktadır. Kısaca, Rumların anlaşmaya niyetleri yoktur.

– Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm görüşmelerinin başarıyla sonuçlanmasını engelleyen bir diğer faktör ise görüşmelerin “her konuda anlaşma sağlanmadan, hiçbir konuda anlaşma sağlanmış sayılmayacağı” prensibiyle yürütülmesidir. Zira, Kıbrıs gibi karmaşık bir meselede tarafların her konuda uzlaşmaya varması mümkün bulunmamaktadır.

– Ayrıca, Rum tarafı, güvenlik ve garantörlük sisteminin devam etmesini istememekte veAB’nin garantörlüğünü yeterli görmektedir. Türk tarafı ise Türkiye’nin garantörlüğünü vazgeçilmez kabul etmektedir. Garantörlük Türkiye’nin kırmızı çizgisidir. Müzakere konusu dahi edilemez. 1959 Zürih ve Londra Anlaşmaları halen yürürlüktedir. Bugüne kadar da taraflardan hiçbirisi Anlaşmanın kaldırılmasına yönelik resmi bir başvuruda bulunmamıştır. Kaldı ki uluslararası hukuka göre taraflardan biri, tek başına Anlaşmayı feshedememektedir.

– Müzakerelerin önündeki bir diğer zorluk ise, Tük tarafı, mülkiyet konusunun takas ve tazminat yöntemiyle toplu olarak çözümünden yanayken, Rum tarafı bu konunun bireysel olarak ve iade yöntemiyle çözülmesinde ısrar etmektedir. Yine Türk tarafı, toprak konusunun iki kesimlilik ilkesine göre ve iki ayrı halkın yoğun olarak yaşadığı bölgeler dikkate alınarak çözülmesini isterken, Rum tarafı göçmenlerin topraklarına geri dönmesini savunmaktadır.

– Rumlar, Ada’daki tüm yerleşiklerin Türkiye’ye geri dönmesini isterken, Türk tarafı bunun belirli sayıda olmasını istemektedir.

– Ayrıca, Türk tarafı müzakerelerde takvimlendirmeyi ve uluslararası toplumun sürece hakemlik yapmasını savunurken, Rum tarafı buna şiddetle karşı çıkmaktadır.

– Rum/Yunan tarafı, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kişilik” gibi temel kavramlara, tamamen Rum egemenliğini çağrıştıran anlamlar yüklemektedir.

– Uluslararası toplum, GKRY’ni meşru ‘Kıbrıs Hükümeti’ olarak tanımaktadır. Ayrıca, Rum tarafı haksız bir şekilde AB üyesi yapılmıştır. Hem, meşru kıbrıs hükümeti olarak tanınan ve hem de AB üyesi olan Rumların, Kıbrıslı Türklerle uzlaşması mümkün değildir.

– Kıbrıs’taki çözüm müzakerelerinin önündeki bir diğer engel ise Güney Kıbrıs’ta yapılan Başkanlık seçimleridir. Zira Rumlar her seçim öncesinde zamana oynamakta ve yıllar süren oyalama taktiği uygulamaktadır. Genellikle Rum Liderler, seçim bahanesiyle masadan kaçmakta veya Türk tarafını masadan kaçırtmakta ve müzakere sürecini en az bir-birbuçuk yıl durdurmaktadırlar.

Tüm bu zorluklar, Ada’da yürütülen çözüm müzakerelerinin başarı şansını azaltan ciddi faktörlerdir.

Öte yandan, her iki toplum lideri nasıl bir anlaşmaya varırlarsa varsınlar, son sözü, Kıbrıs Türk Halkı söyleyecektir. Yani, varılacak bir anlaşma, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.  

Tüm bu farklı yaklaşımları bir arada değerlendirdiğimizde, 3. sorumuzun yani “50 yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesinin, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür? Sorusunun cevabını da vermiş olmaktayız. “Kıbrıs Rum tarafının çözüm parametreleri değişmediği sürece, Kıbrıs’ta yakın zamanda bir çözüm mümkün görünmemektedir.

Soru 4- Kıbrıs’ta Çözümün Şifreleri Nelerdir? 

Kıbrıslı liderlerin, gerek kendi toplumlarını ve gerekse uluslararası kamuoyunu oyalamaktan vazgeçip, öngörülebilir çözümler üzerinde çalışmaları daha uygun olacaktır. Biz Türk tarafı olarak Kıbrıs’ta çözümün “Ada’daki gerçekler” temelinde olması gerektiğini savunuyoruz. Peki nedir bu gerçekler? 

– 1960 Garanti ve ittifak Anlaşmaları halen yürürlüktedir. Dolayısıyla Türkiye’nin Ada üzerinde, uluslararası hukuktan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisi devam etmektedir. Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlük yetkisi devredilemez ve kaldırılamaz.

– Ada’da dini, dili ve kültürü tamamen birbirinden farklı iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen devlet vardır. 

– 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963 yılında ortaklık statüsünü kaybetmiş ve bu tarihten itibaren sadece Rumları temsil eden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi haline dönüşmüştür.

– Kıbrıslı Türkler, Adanın Kuzey kesiminde, kendi ülke sınırları içerisinde, bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) eliyle egemenliklerini kullanmaktadırlar.

– Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta enosis’i gerçekleştirme ve kuşatma altına aldıkları Kıbrıslı Türkleri yok etme aşamasına geldikleri bir sırada, Türkiye’nin, Garanti Anlaşmasından kaynaklanan yetkisini kullanarak 1974 Temmuz’unda düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk Toplumunu, adeta uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Bu bakımdan Türkiye, kesinlikle Ada’da ‘işgalci’ konumunda olmayıp, barış ve huzurun güvencesi olarak Ada’daki varlığını sürdürmektedir.

 – Bilakis Avrupa Birliği, uluslararası hukuka ve kuruluş prensiplerine aykırı olarak, GKRY’yi güya tüm Ada’yı temsilen! ve tek yanlı olarak tam üye yapmakla, Ada’da işgalci konumuna düşmüştür.

 – Adanın fiilen ikiye bölünmesinin asıl nedeni, esasen 1974 Barış Harekâtı değil, Rumların Türklere karşı uyguladıkları katliamlar ve sürgün politikalarıdır.

– Osmanlı Devleti’nin bakiyesi konumundaki diğer tüm Müslüman-Türk Topluluklarında olduğu gibi, Kıbrıs Türk Toplumu üzerinde de Türkiye’nin tarihi ve kültürel sorumlulukları bulunmaktadır. Ayrıca, Ada Türkiye’nin stratejik çıkarları açısından vazgeçilmez bir öneme sahiptir.

– Kıbrıs Türk Tarafı daima çözümden yana tavır takınmış, Ada’da, tamamen eşit iki toplumlu, iki kesimli bir Federasyon kurulması yönündeki BM çabalarını desteklemiş, fakat Rumlar her defasında bu çözüm formüllerini reddeden taraf olmuştur.

– Kıbrıslı Türkler, 24 Nisan 2004 tarihinde Annan Planı’na “evet” demesine rağmen, Kıbrıslı Rumların tek taraflı olarak, güya tüm Ada’yı temsilen AB üyesi yapılması, sadece çözümsüzlüğün daha da derinleşmesine katkıda bulunmuştur. AB’nin bu tavrı Garanti ve İttifak Anlaşmalarına da aykırılık teşkil etmiştir. Kıbrıs Türk Halkına AB tarafından verilen sözler tutulmamış, vaat edilen mali yardımlar yapılmamış, Doğrudan Ticaret Tüzüğü uygulanmamış ve Kıbrıslı Türkler üzerindeki yıkıcı izolasyonlar devam ettirilmiştir.

– Rumların, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık”, “tek uluslar arası kişilik” gibi kavramlara, Rum egemenliğine dayanan anlamlar yüklediğini dikkate almak gerekmektedir.

– AB’nin KKTC’yi, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin etkin kontrolü altında bulunmayan bölgeler’ olarak nitelemesi ve tüm izolasyonlara rağmen Kıbrıslı Türkleri de AB vatandaşı olarak görmesi doğru değildir. Kıbrıslı Türklerin dünya siyasi arenasında onurlu ve saygın bir yer edinmelerinin yegâne güvencesinin KKTC ve Türkiye olduğu gerçeğinin göz ardı edilmemesi bilhassa önem arz etmektedir.

– Kıbrıs’ta çözüm, Ada’daki gerçekler çerçevesinde, Egemen eşitlik temelinde iki devletli bir yapıyla, yani iki ayrı egemen devletin varlığını devam ettirmesi ile mümkün olabilecektir. Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi devam edecektir.

– Kıbrıslı Liderler tarafından ulaşılacak bir çözüm, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.

– Ada’da her iki halkın meşru ve temel hak ve çıkarlarını gözetecek adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamaması halinde, mevcut statünün devam etmesi ve KKTC’nin milletlerarası camia tarafından tanınmasına yönelik çabaların artırılması en uygun yol olacaktır.

Ada’nın bütün bu gerçekleri aslında, Kıbrıs’ta çözümün şifreleridir. İşte, Kıbrıs’ta umutların yeniden yeşerebilmesi için evvela Rumların bu şifreleri iyi kavramış olmaları ve ikiyüzlü diplomasiyle dünya kamuoyunu aldatmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir. Zira Rum/Yunan tarafı iyi bilmelidirler ki, Ada’da çözüm, Türk tarafının vereceği tavizlerle değil fakat Rumların göstereceği uzlaşmacı yaklaşımlarla mümkün olabilecektir. Türkiye’nin ise, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmesi, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemesi büyük önem arz etmektedir.  

Soru 5- KKTC Cumhurbaşkanı (Mustafa Akıncı)’nın müzakerelerde dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir?

– Kıbrıs Türk Halkının yakın geçmişte yaşadığı acı olayları daima hatırda tutmalıdır.

– Ada’daki kalıcı barış ve huzur ortamının yegâne teminatı Türkiye’dir.

– Ana Vatansız bir KKTC’nin var olması mümkün değildir.

– Ada üzerindeki “Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi” ile “Ada’daki Türk Askeri varlığı”,  “iki kesimlilik” ve “Kıbrıs Türk halkının kurucu eşit ortaklığı” kırmızı çizgilerimizdir. Müzakere edilemez.

– KKTC’deki yerleşiklerin temel hak ve özgürlükleri kısıtlanamaz.

– Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs Türklerinin meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulması mümkün değildir.

– Sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmamıştır, olmayacaktır.

– Enosis hayali çöpe atılmamıştır, atılmayacaktır.

– Anastasiadis’in bir Klerides’ten veya Hristofyas’tan hiçbir farkı yoktur.

– Kısaca, ihtiyatlı bir iyimserlik içerisinde müzakere yürütülmesi gerekmektedir. 

I. SONUÇ

Esasen, “Bizim istediğimiz olursa çözüm olur” şeklinde bir yaklaşımla müzakere yürüten Rumlarla bütünlüklü bir anlaşmaya varılması neredeyse imkânsız görünmektedir. Fakat, Rumlar eğer Kıbrıs Türk halkının eşit egemenliğini tanır ve Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğünü müzakere konusu yapmaktan vazgeçerlerse, Ada’da adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılması ihtimali her zaman var olacaktır. Ne var ki 1 Mayıs 2004 tarihine kadar meşru “Kıbrıs hükümeti” olarak milletlerarası camiada tanınıyor olmanın verdiği rahatlıkla hiçbir anlaşmaya yanaşmayan Rumlar, bu tarihten itibaren, AB üyesi olmanın da verdiği ekstra rahatlıkla, hem şımarık bir çocuk edasıyla uzlaşmaz tavırlarını pekiştirmişler ve hem de Türkiye’nin AB sürecini engelleme çabası içine girmişlerdir. GKRY’nin tek taraflı olarak ve Türkiye’den önce AB üyesi yapılması kuşkusuz yanlış olmuştur. Şimdi ise, Kıbrıs’ı birleştirme kisvesi altında Ada’nın bir bütün olarak yutulması gündemdedir. Ancak Türkiye, bu planın önündeki en büyük engel olarak görülmektedir. Nitekim özellikle Rum-Yunan tarafı ile AB temsilcilerinin “Türkiye’nin AB yolunun Kıbrıs’tan geçtiği” yönündeki beyanatları esasen, Türk Askerinin Ada’dan çekilmesi, Garanti ve İttifak Anlaşmalarının ortadan kaldırılarak, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki hak ve yükümlülüklerinin elinden alınması ve KKTC’nin yok sayılması temennisinden başka bir anlama gelmemektedir.  

Anastasiadis’in müzakerelerden beklentisi bellidir. Rum Lider, Türkiye’yi Ada’dan dışlayarak, Kıbrıs Türklerini azınlık konumuna düşüren, tamamen Rum egemenliğine dayalı bir çözüme ulaşmak istemektedir. Bu noktada Akıncı’nın çok dikkatli olması, Rumlar, Kıbrıslı Türklerle birlikte, eşit koşullarda bir arada yaşamayı kabul etmedikleri sürece Ada’da adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılmasının mümkün olmadığı gerçeğini iyi görmesi gerekmektedir. Aslında, geçmişte Rum mezalimi altında çok zor dönemler geçiren, evinden, köyünden sürgün edilen Kıbrıs Türk halkı artık Rumlarla birlikte yaşamak istememektedir.

Özellikle 1963, 1967 ve 1974’ta yaşananlar, Türklerin Rumlarla birlikte yaşama arzularını tamamen ortadan kaldırmıştır. Kıbrıs’ta 1963 kanlı Noel olaylarını yerinde yaşamış olan, İngiliz gazeteci-yazar Henry Scott Gibbsons’un da kitabında açıkladığı gibi, bir gecede 103 Türk köyü boşaltılmış, içinde canlı insanlar bulunduğu halde Türk evleri dozerlerle yıkılıp çiğnenmiş, köylerde dozerlerle açılan çukurlara kadın ve çocuklar doldurulup canlı canlı toprakla üstleri örtülmüş, Lefkoşa hastanesinde 23 yaralı Türk tahıl kırma makinelerine atılmıştır. Maalesef, örnekleri çoğaltmak mümkündür. Rumların Türkleri yok etmeye yönelik bu katliamları esasen tüm dünyanın gözü önünde gerçekleşmiş ve olaylara bizzat şahit olan yerli-yabancı çok sayıda gazeteci-yazar tarafından kayda alınmıştır. 

İşte, 1974 Barış Harekâtıyla birlikte barış ve huzur ortamına kavuşan Kıbrıslı Türkler, kesinlikle o acı dolu günlere geri dönmek istememektedirler. Benzer olayların tekrarlanmamasını kim garanti edebilir? AB mi? Elbette hayır. Kıbrıslı Türk soydaşlarımızın güvenliğinin yegâne garantörü Anavatan Türkiye’dir. Ada’da 46 yıldır barış ve huzurun güvencesi olan Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’dir. Gerçekler bu kadar ortada iken, Rumlardan veya Brüksel’den medet ummak nafile çabadır.

Nitekim, “Ada’da AB’nin garantisi bize yeter, Türkiye’nin garantörlüğüne ihtiyacımız yok” gibi söylemlerin, Türkiye’yi dışlamaya yönelik taktiklerin bir parçası olduğunu görmek gerekmektedir. Ayrıca, Kıbrıs’ın bir bütün olarak, Türkiye’siz bir AB’ye dâhil edilmesine razı olmak, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki haklarından vazgeçmek anlamına gelecektir. Zira Rum/Yunan tarafı, uluslararası toplumun baskısıyla varılacak bir çözüm çerçevesinde, Kıbrıs Türk tarafının kazanılmış haklarını, (iki toplumluluk, iki kesimlilik, Türkiye’nin garantörlüğü gibi) Türkiye’nin üye olmadığı bir AB içinde kolaylıkla aşındırabileceğini düşünmektedir. 

Başta AB olmak üzere uluslararası toplumun Kıbrıs Rum Yönetimini “meşru Kıbrıs Hükümeti” olarak tanımaya devam ettikleri sürece, Rumların çözüme yanaşmaları mümkün olmayacak ve uzlaşmaz tutumlarını devam ettireceklerdir. Kıbrıs meselesinin AB’nin kuruluş ilkelerine göre çözülemeyeceğinin de artık anlaşılması gerekmektedir. Esasen Brüksel, 1960’ta tesis edilen güvenlik ve garantiler sistemini yıkarak Ada’nın yeni garantörü olma hesapları yapmaktadır. AB tarafından Kıbrıs nedeniyle askıya alınan 8 müzakere faslının da derhal serbest bırakılması gerekmektedir. Ayrıca Kıbrıslı Rumlar, Avrupa Parlamentosu’ndaki Kıbrıslı Türklere tahsis edilmiş olan iki sandalyeyi işgal etmeye devam etmektedirler.  

 Kıbrıslı liderlerin, gerek kendi toplumlarını ve gerekse uluslararası kamuoyunu oyalamaktan vazgeçip, öngörülebilir çözümler üzerinde çalışmaları daha uygun olacaktır. Biz Türk tarafı olarak Kıbrıs’ta çözümün “Ada’daki gerçekler” temelinde olması gerektiğini savunuyoruz. Raporumuzda ayrıntılı olarak ele alınan Ada’nın bütün bu gerçekleri aslında, Kıbrıs’ta çözümün şifreleri gibidirler. İşte, Kıbrıs’ta umutların yeniden yeşerebilmesi için evvela Rumların bu şifreleri iyi kavramış olmaları ve ikiyüzlü diplomasiyle dünya kamuoyunu aldatmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir. Türkiye’nin ise, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmesi, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemesi büyük önem arz etmektedir.  

Kıbrıs’ta Liderler nasıl bir uzlaşmaya varırsa varsın, son sözü Kıbrıs Türk Halkı söyleyecektir. Kıbrıs Türk Halkının ise, kendi egemenliği altında onurlu ve saygın bir yaşam sürmesine engel olacak hiçbir çözüme evet demesi mümkün değildir. Netice itibariyle, Kıbrıs’ta tarih tekerrür etmektedir. Kısaca, ne AB’nin ve ne de küresel güçlerin baskısı, Kıbrıs’ta Rumlar lehine bir anlaşmayı mümkün kılamayacaktır. Anavatan Türkiye’nin kırmızı çizgilerini hiçbir güç ihlal edemeyecektir. Uluslararası Anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerine dayanan Türkiye’nin, Kıbrıs’ta bir oldu-bittiye izin vermesi de mümkün değildir.

Son zamanlarda Rum medyasında yayınlanan ve Güzelyurt ile Karpaz’ı Rum sınırları içinde gösteren haritaların da hiçbir değeri yoktur. Kıbrıs’ta çözüm, Rumlara toprak vererek değil, bilakis, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum Toplumlarının toprak bütünlüklerini koruyan ve tarafların siyasi eşitliğine dayanan yeni bir federal ortaklık devleti çatısı altında mümkün olabilecektir. 

Bilinmelidir ki Kıbrıs ve Kıbrıs Türk Halkının yegâne güvencesi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir. Bu meyanda Türkiye, Hulefa-i Raşidin’in mirası ve Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan Kıbrıs ve Kıbrıs Türk Halkı üzerindeki tarihi sorumluluğunun bilinciyle hem Ada’da ve hem de Doğu Akdeniz’de barış ve huzura katkı sağlamaya devam edecektir.

Umuyoruz ki, Kıbrıs Türk Halkı Annan Planında olduğu gibi bu defa da Rum-Yunan ikilisi ve AB tarafından aldatılmaz. Kıbrıs Türklerinin “sütten dili yanan, yoğurdu üfleyerek yer” misali, bu defa çok dikkatli olmaları gerekmektedir. Ada’da, dini, dili ve kültürü tamamen farklı iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen devlet vardır. Bunlar, Kıbrıs’ın gerçekleridir ve muhtemel bir çözüm bu gerçekler temeline oturtulmalıdır. Böylesi bir çözüm, Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerinin önünü açabileceği gibi Kıbrıslı her iki toplumun meşru ve temel hak ve çıkarlarına da hizmet edebilecektir. Aksi halde, Kıbrıs’ta çözümsüzlük derinleşecek ve esasen çözümsüzlük çözüm haline gelecektir.

Rumların, Kıbrıs Meselesinin sonsuza dek masada kalamayacağı ve Kıbrıs Türk Halkının egemenliğinden asla vazgeçmeyeceği gerçeğiyle yüzleşmekten başka çareleri kalmamıştır. Rumların görmesi gereken bir hakikat daha vardır ki o da Türk Milletinin Kıbrıslı soydaşlarının her zaman koruyucu şemsiyesi olmaya devam edeceği ve şehitlerin kanıyla sulanmış bu topraklarda adil, kapsamlı ve kalıcı bir barış ortamı sağlanıncaya kadar da uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yükümlülüklerini tereddüt etmeksizin yerine getireceğidir. Eğer Rum tarafı bu defa da çözüme engel olursa, Kıbrıs Türk Halkının dünya ile bütünleşmesi ve KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınması sürecinin önüne geçemeyecek ve böylece Ada’nın ikiye bölünmesindeki tarihi misyonunu da tamamlamış olacaktır. 

Türkiye, Kıbrıs’ın bir “Yunan Adası” olmasına asla müsaade etmeyecektir. Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan Kıbrıs’ın yegâne güvencesi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir. Bu meyanda Türkiye, Kıbrıs Türk halkı üzerindeki tarihi ve kültürel sorumluluğunun bilinciyle ve uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve yükümlülükleri çerçevesinde, sadece Kuzey Kıbrıs’ın değil, tüm Ada’nın garantörü olarak, Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de barış ve huzura katkı sağlamaya devam edecektir. Kıbrıs Türk tarafı, Ada’da çözümün şifrelerini (Ada’nın gerçekleri) tüm dünyaya ilan etmiştir. Kıbrıs’ta arzulanan barış ortamı ancak bu şifrelerin doğru anlaşılmasıyla mümkün olabilecektir. Ne yazık ki Rum/Yunan tarafı bu gerçekleri görmezden gelmektedir. Ancak, Kıbrıs meselesinin sonsuza dek masada kalamayacağını dikkate aldığımızda, makul bir süre içerisinde, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde ─ki gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir─ mevcut statünün devamını, yani egemen eşitlik temelinde iki devletli yapının devamının, bu kapsamda, KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınmasını sağlamanın en doğru yol olacağını da tüm tarafların dikkatine sunmak isteriz.

Kaynakça:

1. ÇOĞAL, Nejat, “Kıbrıs’ta Nafile Çözüm Arayışları; Talat-Hristofyas Süreci” (1. Baskı 2011; 2. Baskı 2014)  

2. ÇOĞAL, Nejat, “AB’nin Türkiye Paradoksu” (1. Baskı 2012).

3. ÇOĞAL, Nejat. Kıbrıs ve AB konularında yayınlanmış tüm makaleleri.

Share This:

TÜRKİYE-AB: GÜMRÜK BİRLİĞİ Mİ, TAM ÜYELİK Mİ?

NEJAT ÇOĞAL

AVRUPA BİRLİĞİ & KIBRIS ARAŞTIRMALARI: 2

ANKARA – Ağustos 2020

TÜRKİYE-AB: GÜMRÜK BİRLİĞİ Mİ, TAM ÜYELİK Mİ?

A. GİRİŞ

   “Türkiye’nin Avrupa’dan başka alternatifi olmadığı söyleniyor. Doğrudur, ama aynı şekilde Avrupa’nın da Türkiye’den başka alternatifi yok. Umarım Avrupalı dostlarımız bu gerçeği görmek için geç kalmaz.”   Recep Tayyip ERDOĞAN Başbakan Newsweek, 17.01.2011  

Türkiye’nin son zamanlarda gündeme getirdiği, tam 24 yıldır uygulana gelen Gümrük Birliği Anlaşmasının günün şartlarına uygun olarak yeniden gözden geçirilmesi taleplerinin Brüksel tarafından sıcak karşılanmaması, Türkiye-AB ilişkilerinde yeni gerginliklerin baş gösterebileceği izlenimini vermektedir. Tam üyeliğe giden yolun başlangıcı olarak kabul edilen ve geçici bir dönem olarak başlatılan bu sürecin uzayıp gitmesi, AB’nin gümrük birliği ile neyi hedeflediği konusundaki şüpheleri de beraberinde getirmektedir. Acaba Avrupa Birliği, Türkiye’yi ilelebet gümrük birliği aşamasında mı tutmak istemektedir, yoksa gerçekten de tam üyeliği mi hedeflemektedir? Yani yolun sonu gümrük birliği mi yoksa tam üyelik midir? Çalışmamızda özellikle bu sorunun cevabını aramaya çalışacağız.

Türkiye-AB tam üyelik katılım sürecinin adeta donma noktasına geldiği bir dönemde, ABD ile AB arasında Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması imzalanmasına yönelik müzakerelerin başlaması, Türkiye’nin Gümrük Birliği uygulamaları konusundaki endişelerini had safhaya çıkarmış bulunmaktadır. Zira Türkiye, kendisini doğrudan ilgilendirecek böyle bir anlaşmanın dışında bırakılmaktadır ki bu durum Ülkemizin dış ticaretine yeni bir darbe vurmak anlamına gelmektedir.

Esasen sorun, Türkiye’nin tam üye olmadan AB ile gümrük birliği ilişkisine girmesinden kaynaklanmaktadır. Tam üyeliğe giden yolun başlangıcı olarak kabul edilen ve geçici bir dönem olarak başlatılan bu sürecin gereğinden fazla uzamasıyla bu mesele maalesef daha da derinleşmiştir.

B. TÜRKİYE-AB GÜMRÜK BİRLİĞİNİN TARİHİ ARKA PLANI

Bilindiği üzere, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Dünyada globalleşme eğilimleri baş göstermiş, ülkelerarası ticaretin önündeki engellerin kaldırılarak serbestleştirilmesi ve ticaretin artırılması yönünde girişimler başlatılmıştır. Bu kapsamda, 1947 yılında Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) tesis edilmiş, 1951 yılında altı Batı Avrupa ülkesi Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu (AKÇT) kuran Paris Anlaşmasını imzalamış, 1957 yılında, yine altı (Altılar)[1] Batı Avrupa ülkesi tarafından Roma’da imzalanan Anlaşmalar ile Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kurulmuştur. Günümüzde ise, Avrupa Birliği adını alan Topluluk, 28 üyeli 500 milyon nüfuslu küresel bir güç olarak karşımızda durmaktadır.

Türkiye ise Avrupa’da meydana gelen değişikliklere karşı kayıtsız kalmamış, Avrupa’nın ekonomik bütünleşme sürecine dâhil olma iradesini, 31 Temmuz 1959 tarihinde AET’ye üyelik başvurusunda bulunmak suretiyle ortaya koymuştur. Topluluk ile Türkiye arasında cereyan eden müzakerelerin ardından, 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanıp 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren Ankara Anlaşması ile Türkiye-AET arasında ortak üyelik ilişkisi başlamıştır. Uzun dönemde, Türkiye’nin Topluluğa tam üye olmasının hedeflendiği Ankara Anlaşması, bu amaca ulaşmak için üç dönem öngörmüştür. Bunlar, Hazırlık Dönemi (1.12.1964-31.12.1972), Geçiş Dönemi (1.1.1973-31.12.1995) ve 1.1.1996 tarihinde yürürlüğe giren Gümrük Birliği ile başlayan ve halen devam eden Son Dönem’dir.

Hazırlık Döneminde Türkiye, geçiş dönemi ve son dönem boyunca kendisine düşecek yükümlülükleri üstlenebilmesi için, Topluluğun yardımı ile ekonomisini güçlendirecekti. 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol ile başlayan geçiş döneminde ise, Türkiye-AET arasında kurulacak bir gümrük birliğinin aşamalı olarak tesis edilmesi hedeflenmişti. Türkiye, 14 Nisan 1987’de Avrupa Toplulukları’na tam üye olmak için başvuruda bulunmuş, Avrupa Konseyi bu başvuruyu Aralık 1989 tarihinde reddetmişti.

1995 yılına gelindiğinde, 12 ve 22 yıllık sanayi malları listelerindeki tercihli indirimlerin oranı sırasıyla %95 ve %80’e, AB’nin Ortak gümrük Tarifesine uyum oranı ise 12 ve 22 yıllık listeler için %90 ve %85 düzeyine ulaşmıştı.

Türkiye-AB arasında cereyan eden zorlu müzakereler neticesinde, 6 Mart 1995 tarihli, 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı alınarak, Türkiye-AB Gümrük Birliği, 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren yürürlüğe girmişti. Alınan 1/95 sayılı OKK ile gümrük vergilerinin kaldırılması, malların serbest dolaşımı ve ticaretin hızlandırılması gibi kararlar alınmış olup, Türkiye bu kararlar sonrasında Topluluğun üçüncü ülkelere karşı uygulamış olduğu ticaret politikasına tabi olmayı kabul etmiştir.

Gümrük Birliği ile Türkiye, AB’ye karşı sanayi ürünleri ve işlenmiş tarım ürünlerinde (bazı hassas ürünlerde 5 yıllık geçiş dönemi öngörülmüştür) gümrük vergileri, eş etkili vergiler ile miktar kısıtlamalarını kaldırmıştır. Tarım ürünleri ve AKÇT ürünleri Gümrük Birliği kapsamı dışında bırakılarak, hassas ürünler hariç tüm sanayi ürünlerinde üçüncü ülkelere karşı AB’nin Ortak Gümrük Tarifesi uygulanmaya başlanmıştır. 1/95 sayılı OKK Gümrük Birliği düzeninin ne şekilde işleyeceğini ortaya koymak üzere AB’nin iç Pazar mevzuatına dayalı olarak hazırlanmıştır.

Türkiye-AB Gümrük Birliği, her ne kadar Türkiye’nin dış ticaretinde köklü bir değişikliğe yol açmamış ise de, gerek ticaretin mal ve ülke bazında çeşitlenmesi ve gerekse ülkeye yeni teknoloji ve sermaye girişinin hızlanması ve rekabetin geliştirilmesi açısından değerlendirildiğinde, tam üyelik yolunda atılmış çok yararlı bir adım olmuştur. Yine, Türk Ekonomisinin gerek Avrupa piyasası ve gerekse küresel piyasayla bütünleşmesine ve ticaretin artmasına katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz.

Ayrıca, gümrük birliği, Türkiye-AB ilişkilerinin daha da derinleşmesine katkıda bulunarak, malların serbest dolaşımı ve ticaret politikası; gümrük vergileri, miktar kısıtlamaları ve eş etkili önlemler ile vergi ve resimlerin kaldırılması; ortak gümrük tarifesi ve tercihli tarife politikaları; fikri sınai ve ticari hakların korunması alanlarında önemli adımlar atılmasında ve yasaların yakınlaştırılmasında itici bir güç olmayı başarmıştır. 2016-2019 döneminde, Türkiye’nin dış ticaretinde AB’nin ortalama payının %43 civarında olması, Türk ekonomisinin gelişmiş batı ekonomileri ile rekabet edebilir bir düzeye geldiğini göstermesi bakımından anlamlıdır.

   “.Türkiye’ye karşı sergilediği ikiyüzlü tavır Avrupa Birliği’nin sonunun da ilanı olmuştur.”   Recep Tayyip ERDOĞAN Cumhurbaşkanı   24.08.2020  

Ne var ki, tam üyelik yolunda atılan bu son adım, gereğinden fazla uzamış ve geçici bir dönem olacağı öngörülerek çıkılan bu yolun tam üyelik hedefine varıp varmayacağı konusundaki şüpheleri de beraberinde getirmiştir. Fakat, nihai hedefin tam üyelik olduğu unutulmamalıdır. Türkiye, AB tam üyelik sürecinde üzerine düşeni ziyadesiyle yerine getirmiştir. Bu kapsamda, hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve son dönem olan gümrük birliği sürecini başarıyla tamamlamış ve nihayet 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan tam üyelik müzakere sürecini de başarıyla devam ettirmektedir. Ne yazık ki 60 yıllık bu uzun ince yolda Türkiye’nin gösterdiği performansı görmezden gelen AB, “Avrupalı değilsiniz” veya “Kıbrıs’tan çekilmelisiniz” gibi gayri ciddi gerekçelerle süreci uzatmaya ve iki yüzlü yaklaşımlarla Türkiye gibi güçlü bir ülkeyi kapıda bekletmeye çalışmaktadır.

C. GÜMRÜK BİRLİĞİNİN TÜRKİYE’NİN DIŞ TİCARETİ ÜZERİNE ETKİLERİ

1.Türk Dış Ticaretinin Genel Yapısı

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bütünleşme hedefine yönelik ortaklık ilişkisinin önemli bir aşamasını oluşturan Gümrük Birliği, aynı zamanda, AB tarihinde ilk defa tam üye olmayan bir ülke ile gerçekleştirilmiş ticari bütünleşme olarak kayıtlara geçmiştir.

1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe konulan Gümrük Birliği, Türkiye’nin dış ticaretinde serbestleşme sürecine yeni bir ivme kazandırırken, AB ile ortaklık ilişkilerinde de Ankara Anlaşması uyarınca Son Döneme geçilmiştir. Türkiye ekonomisinin tamamını etkileyen önemli bir gelişme olan Gümrük Birliği ile birlikte, Türkiye ile AB arasında sanayi ürünleri ticaretinde gümrük vergileri, miktar kısıtlamaları ve eş etkili tedbirler kaldırılmış, Türkiye üçüncü ülkelere karşı Ortak Gümrük Tarifesi uygulamaya başlamıştır. Ancak, bu durumun istisnası olarak 2000 yılı sonuna kadar süren beş yıllık geçiş döneminde, otomobiller, ayakkabılar, deriden mamuller ve mobilyalar gibi kısıtlı sayıdaki hassas ürün için üçüncü ülkelere karşı Ortak Gümrük Tarifesi hadlerinden daha yüksek gümrük vergileri uygulanmıştır. 2001 yılıyla birlikte, tüm sanayi ürünleri itibarıyla Ortak Gümrük Tarifesi oranlarına; 1 Ocak 2008’de ise Gümrük Birliği kapsamındaki ürünler itibarıyla, AB’nin gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere uyguladığı otonom tarife tavizlerini kapsayan Genelleştirilmiş Tercihler Sistemi’ne uyum sağlanmıştır.

Gümrük Birliği ile birlikte, AB ülkelerinin Türkiye’nin dış ticaretindeki payında önemli bir değişme olmazken, Türkiye’nin ihracatının kompozisyonunda değişme gözlenmiştir. Özellikle, beyaz eşya, otomotiv sanayi gibi katma değeri yüksek ve istihdam sağlayıcı sektörler ağırlık kazanmış ve rekabet gücünde de olumlu gelişmeler yaşanmıştır.

Türkiye-AB Gümrük Birliğinin yürürlüğe girdiği 1996 yılından 2019 yılına kadar geçen süreyi kapsayan 23 yıllık dönemde Türkiye’nin dış ticareti Tüm Ülkeler, AB ve AB Dışı Ülkeler bakımından aşağıdaki tabloda özetlenmiştir. Buna göre, bahse konu dönemde, Türkiye’nin toplam dış ticaret hacmi 5 Trilyon 803 Milyar Dolar olmuştur.  Bu ticaretin 2 Trilyon 469 Milyar Doları AB ülkeleriyle, 3 trilyon 334 Milyar Doları ise AB Dışı diğer ülkelerle gerçekleştirilmiştir.

Türk Dış Ticaretinin Genel Yapısı

Toplam Dış Ticaret (1996-2019) (Milyar $)
 İhracatİthalatAçıkHacimHacim İçindeki Payıİhracat / ithalat
AB1.093,991.375,12-281,132.469,120,430,80
AB Dışı1.217,612.116,73-899,123.334,330,570,58
Genel2.311,603.491,85-1.180,255.803,451,000,66

2.  1996-2019 Dönemi Toplam Dış Ticaret Karşılaştırması

Tablo’dan da görüleceği üzere, 1996-2019 döneminde, Türkiye’nin AB ülkeleriyle olan dış ticaret açığı, AB dışı diğer ülkelerin toplamıyla olan dış ticaret açığından önemli ölçüde küçüktür. Ayrıca, aynı dönemde, genel ihracatımızın ithalatı karşılama oranı %66, AB Dışı tüm ülkelere yaptığımız ihracatın ithalatı karşılama oranı %58 iken,  AB’ye yapılan ihracatımızın ithalatı karşılama oranı %80 olmuştur. Yine bu dönemde, Türkiye’nin toplam dış ticaret hacminin %43’ünü AB, %57’sini ise AB Dışı Ülkelerin oluşturduğunu müşahede etmekteyiz. 2019 yılı itibariyle baktığımızda ise AB’nin toplam ihracatımız içindeki payının %42 olduğunu görmekteyiz.

Gümrük Birliği döneminde, Türkiye’nin genel ihracat ve ithalatının, AB’ye olan ihracat ve ithalatı ile paralel bir gelişme göstermiştir. Bu gelişmenin, AB’nin toplam dış ticaretimiz içinde %43 gibi yüksek bir paya sahip olmasından kaynaklandığını söylememiz mümkündür. Bu tespitler bize, AB ile olan dış ticaretimizin, diğer tüm ülkelerle yaptığımız dış ticarete kıyasla daha dengeli olduğunu göstermektedir.

Son 23 yıllık dönemde (Türkiye-AB Gümrük Birliği Dönemi) Türkiye’nin toplam 5 Trilyon 803 Milyar Dolar tutarındaki toplam dış ticaret hacminin 2 Triyon 311 Milyar Dolarlık kısmı ihracat, 3 Trilyon 491 Milyar Dolarlık kısmı ise ithalat kalemlerinden oluşmuştur. Bu dönemde, Türkiye’nin AB’ye toplam ihracatı 1 Trilyon 093 Milyar Dolar, AB’den ithalatı ise 1 Trilyon 375 Milyar Dolar olmuştur. Yine aynı dönemde, Türkiye’nin toplam -1 Trilyon 180 Milyar Dolar tutarındaki dış ticaret açığının -281 Milyar Doları AB ile, -899 Milyar Doları ise AB Dışı Ülkelerle gerçekleşmiştir.

Dış Ticaret Karşılaştırması (2019)
 İhracatİthalatHacimDenge (ihracat-İthalat)İhracat / İthalat
AB76,72767,913144,648,8141,13
AB Dışı104,107142,432246,539-38,3250,73
Genel180,834210,345391,179-29,5110,86
AB Payı0,420,320,37  

2019 yılında ise, Türkiye’nin toplam ihracatı 180,834 Milyar Dolar, toplam ithalatı ise 210,345 Milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir. 2019 yılında ihracatın ithalatı karşılama oranı %86 olmuştur. Aynı yıl, Dış Ticaret Dengesi ise -29,511 Milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir. 2019 yılında, bir önceki yıla kıyasla, dış ticaret açığının azaldığını görmekteyiz. 

2019 yılında Türkiye, AB’ye 76,727 Milyar Dolarlık ihracat, 67,913 Milyar Dolarlık ithalat yaparak 8,814 Milyar Dolar dış ticaret fazlası vermiş ve AB için ihracatın ithalatı karşılama oranı %113 olmuştur. 2019 yılında Türkiye, ihracatının %42’sini AB’ye yapmış, ithalatının ise %32’sini AB’den gerçekleştirmiştir. Aynı yıl, Türkiye’nin toplam 391,179 milyar Dolar toplam dış ticaret hacminden AB’nin aldığı payı 144,640 Milyar Dolar ile %37 olmuştur.

Gümrük Birliği sonrasında, AB ülkelerinin Türkiye’nin dış ticaretindeki payında önemli bir değişme olmazken, Türkiye’nin ihracatının kompozisyonunda değişme yaşandığı görülmektedir.

Analiz sonuçları da göstermiştir ki, Türkiye’nin toplam dış ticaretinin yaklaşık yarısını gerçekleştirdiği AB ülkeleri dikkate alındığında, Türkiye’nin Gümrük Birliği dâhilinde gerçekleştirdiği ihracatta tek bir ülkeye veya az sayıda birkaç ülkeye bağımlı olması durumu azalmaktadır. Bunlara ek olarak, ürün bazında ihracatta düşük teknoloji grubu mallardan orta üst teknoloji grubu mallara geçilirken, ithalatta orta üst teknoloji grubu malların ve sermaye girdisi fasılların payının azalmadığı saptanmıştır.

Türkiye’nin AB’den gerçekleştirdiği ithalatta yatırım ve ara mallarının ağırlıklı yer tutması, ithalatın Türk sanayisine yönelik girdi sağlayan sağlıklı yapısını ortaya koymaktadır. Yüksek teknolojiye dayanan yatırım mallarının ithalatı bu ürünlere bağlı üretimde de ileri teknoloji kullanımını zorunlu kılmakta, firmaları AR-GE’ye yönelten bir diğer etken olarak nihai aşamada üretimin kalitesinde belirleyici rol oynamaktadır.

Netice itibariyle, Türkiye-AB arasında gerçekleştirilen Gümrük Birliği’nin, her ne kadar cari işlemler dengesini olumsuz yönde etkilemiş ve rekabet şansı olmayan sektörlerde üretim ve istihdam kaybına yol açmış ise de bu süreçte ülkeye yabancı sermaye ve teknoloji girişinin hızlanması ve sanayinin rekabet gücünün artmasına katkıda bulunması nedeniyle, Türkiye’nin dış ticaretinde olumlu bir etkisinin olduğunu söylememiz mümkündür.

Ç. TÜRKİYE-AB TAM ÜYELİK MÜZAKERE SÜRECİNDE MEVCUT DURUM

Türkiye-AB Tam Üyelik müzakere Süreci kapsamında, Ekim 2005 tarihinden bugüne kadar, toplam 35 fasıldan 16’sı (Bilim ve Araştırma, İşletme ve Sanayi Politikası, İstatistik, Mali Kontrol, Trans-Avrupa Ağları, Tüketicinin ve Sağlığın Korunması, Fikri Mülkiyet Hukuku, Şirketler Hukuku, Bilgi Toplumu ve Medya, Sermayenin Serbest Dolaşımı, Vergilendirme, Çevre, Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı Politikası ve Bölgesel Politika, Yapısal Araçların Koordinasyonu, Ekonomik ve Parasal Politika ve Mali ve Bütçesel Hükümler ) müzakereye açılmıştır. Bu fasıllardan biri (Bilim ve Araştırma) geçici olarak kapatılmıştır. Son olarak, 30 Haziran 2016 tarihinde Mali ve bütçesel Hükümler faslı resmi olarak müzakereye açılmıştır.

 11 Aralık 2006 tarihinde Konsey (Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi) tarafından kabul edilen ve 14-15 Aralık 2006 tarihlerinde AB Zirvesinde onaylanan Türkiye’ye ilişkin kararlar hâlâ yürürlüktedir. Söz konusu karar, Türkiye’nin Ortaklık Anlaşmasına Ek Protokol’ü tamamen uyguladığı Komisyon tarafından teyit edilinceye kadar, Türkiye’nin GKRY’ne yönelik kısıtlamalarıyla bağlantılı sekiz fasılda müzakerelerin açılmamasını ve hiçbir faslın geçici olarak kapatılmamasını şart koşmaktadır (Türk Limanlarının Türkiye’nin resmen tanımadığı GKRY gemilerine açılması şartı).

Halen Kıbrıs nedeniyle veya tam üyeliği hedeflediği gerekçesiyle, toplam 35 faslın 18 tanesi askıya alınmış durumdadır. Açılan başlık sayısı ise 16’dır. Bu durumda Türkiye müzakereleri nasıl devam ettirebilecektir? Siz, hem tam üyelik hedefiyle müzakere başlatacaksınız, hem de tam üyeliği hedefliyor diye bazı fasıl başlıklarını veto edeceksiniz. Brüksel’in öncelikle bu çelişkili durumdan kendini kurtarması gerekmektedir. Kaldı ki 1959 yılında ortaklık ilişkisiyle başlayan, zamanla genişleyerek, gümrük birliği ile derinlik kazanan ve nihayet tam üyelik katılım süreciyle birlikte ekonomik boyutun ötesine geçip, siyasi ve toplumsal bir boyuta ulaşan Türkiye-AB ilişkilerinin sağlam bir hukuki zemine oturtulduğunun da unutulmaması gerekmektedir.

D. AVRUPA’DA YÜKSELEN YABANCI DÜŞMANLIĞI VE TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ

     ÜZERİNE ETKİLERİ

  “Eğer Türkiye’yi istemiyorsanız çıkın bunu açıklayın. Bizi oyalamayın…”   Recep Tayyip ERDOĞAN Başbakan İstanbul, 2010    

Türkiye-AB ilişkileri son yıllarda Kıbrıs, AP seçimleri ve Avrupa’da giderek yükselen yabancı ve Türk-Müslüman düşmanlığının gölgesinde kalmıştır. Mesela, Kıbrıs barış görüşmelerinde bir ilerleme sağlanamamış, Avrupa’da camilere ve Müslümanlara yönelik saldırılar artmış, ayrıca yeni bir müzakere faslı da açılamamıştır. Bu da göstermektedir ki AB Türkiye’yi oyalamaya devam etmektedir.

Nitekim, son yıllarda, Avrupa’da Türk-Müslüman düşmanlığının ve AB karşıtlığının hızla yayıldığını gösteren olaylara şahit olmaktayız. Eğer Brüksel, Avrupa’da hızla artan yabancı düşmanlığı ve AB karşıtlığı ile mücadele etmezse, yakın zamanda Birlik, temellerinden sarsılacaktır. Zira Fransa, Avusturya, Macaristan ve Almanya’da hızla artan işsizlik oranı ve yabancı düşmanlığı, giderek AB düşmanlığına dönüşmektedir. Mesela Fransa’da seçmenlerin sadece %39′unun ülkelerinin Avrupa Birliği üyeliğini destekliyor olmaları, AB siyasetçilerinin üzerinde durması gereken ciddi bir problem olarak karşılarında durmaktadır.

Kaldı ki Türk Halkının AB’ye bakış açısının giderek olumsuza döndüğünü de Brüksel’in görmesi gerekmektedir. Türk vatandaşlarının da AB üyeliğine olan desteğinin %40’ın altına indiğini burada belirtmekte yarar bulunmaktadır. AB’deki olumsuz gelişmelerin ekonomik, siyasi ve toplumsal yapısına zarar vermesini engellemek için Türkiye’nin de birtakım girişimlerde bulunması faydalı olacaktır. Peki, Türkiye’nin AB sürecinin önünün açılması ve ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açılabilmesi için neler yapılması gerekmektedir? Türkiye-AB arasında yaşanması muhtemel bir krizin engellenmesi için yapılması gerekenleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1. Tam üyelik için artık Türkiye’ye bir tarih verilmelidir.

2. Türk milletinin tarihi- kültürel dokusuna müdahale edilmemelidir.

 3. Türkiye’nin milli birlik  ve beraberliğine, milli ve manevi değerlerine saygı gösterilmelidir.

4. Aday ülke olarak Türkiye’ye karşı samimi davranılmalı ve çifte standartlı yaklaşımlardan 

vazgeçilmelidir.

5. Brüksel, Türkiye’nin AB Sürecini, taviz koparmak için bir fırsat olarak görmekten vazgeçmelidir.

6. Kıbrıs, Ege gibi haksız dayatmalardan vazgeçilmelidir.

7. Gümrük Birliği Anlaşması derhal revize edilmelidir.

8. Brüksel ve AB’nin lokomotif ülkeleri, AB karşıtlığı ve Avrupa’da tehlikeli bir şekilde gelişen islamofobi ye karşı acil tedbirler almalı, bunların AB’de tarih yazmalarına! izin vermemelidir.

Son olarak, Birlik çerçevesinde siyasi entegrasyona karşı çıkarak ulusal egemenliği savunan çevrelerle, yabancı düşmanlığı yapan ırkçı gruplar, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bir ittifak oluşturmak suretiyle gövde gösterisi yapmışlardır. Onları bir araya getiren en önemli faktör ise kuşkusuz AB’de yaşanan yüksek işsizlik ve artan suç oranlarıdır. Evet, birileri AB’de tarih yazacaklarını açıklamışlardı. Ne var ki bu birileri, AB’nin temel değerlerini görmezden gelen ırkçı, yabancı düşmanı ve AB karşıtı gruplardır. Eğer AB’li siyasetçiler ve aydınlar, İslamofobi illetinin bu tehlikeli gidişatına bir dur demezlerse, sadece Türkiye’nin AB üyelik süreci zarar görmeyecek, bilakis Brüksel’in varlığı temelinden sarsılacaktır. Kaldı ki yakın geçmişte Paris’te yaşanan saldırılar, Avrupa’nın ciddi bir terör tehdidi altında bulunduğunu açıkça göstermiştir.

Oysa Kıbrıs meselesi çözülmüş ve Türkiye AB üyesi yapılmış olsaydı, Avrupa’daki gerilimler bu safhada olmayacaktı. Müzakere Çerçeve Belgesinde sivil insiyatiflerin geliştirilmesi ve Türk Milleti ile AB vatandaşları arasında karşılıklı diyaloğun artırılması şartını getiren AB’nin kendi vatandaşları arasında Müslüman-Türk düşmanlığının hızla artması karşısında acizlik göstermesi, kabul edilmesi ve telafisi mümkün olmayan ciddi bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Avrupa’da yaşanan bu süreç, AB’nin, çok kültürlü ve çok dinli bir yapı olup olmadığının belirlenmesi bakımından da Brüksel için ciddi bir sınav olacaktır. Velhasıl, Şeytan’ın Kızı’nın (Marine Le Pen) başını çektiği ırkçı ve yabancı düşmanı grupların AB’de tarih yazmalarına izin verenleri, tarih asla affetmeyecektir.

Son yılların belki de en çok dikkat çeken tarafı, AP seçimlerinde yabancı düşmanı, AB karşıtı aşırı grupların başarı sağlamış olmalarıdır ki bu durum Türkiye’den çok Brüksel’in geleceği açısından tehlike arz etmektedir. Zira, savunduğu temel değerlerin yine kendi topraklarında ve hem de artarak ihlal ediliyor olması, esasen Brüksel’in varlığını da tehdit etmektedir.

Öte yandan, Türkiye-AB ilişkileri bir kez daha Kıbrıs’ın gölgesinde kalmıştır. Yunan/Rum tarafının Türkiye’nin katılım sürecini istismar etme girişimleri artarak devam etmiştir. Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarından tek taraflı olarak yararlanma hayaline kapılan Rumlar, uluslararası camianın baskısıyla oturdukları müzakere masasından kaçmayı başarmışlardır. Velhasıl, Yunan/Rum tarafının dayatmalarıyla Kıbrıs ipoteği altına alınan Türkiye-AB ilişkileri, Ada’da Rumlar lehine sonuçlanacak bir çözüme endekslenmiş bulunmaktadır. Türkiye’nin Ada üzerindeki uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisini kaldırıp yerine AB garantörlüğü getirmek isteyen Brüksel’in, Kıbrıs’ta taviz koparmadan Türkiye’nin AB sürecini ilerletmek istemediği açıktır. Ne var ki Kıbrıs’ta sağlanacak adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün Türkiye’nin birinci önceliği olduğu ve AB’nin şantajlarına boyun eğilmeyeceği de izahtan varestedir.

E. KIBRIS MI, AB Mİ?

 AB’nin Türkiye İlerleme Raporlarında Kıbrıs ile ilgili olarak yer alan olumsuz ifadeler esasen, meselenin ya Kıbrıs, ya AB dayatmasına doğru gittiğinin ilk işaretlerini vermiştir. Nitekim, Kıbrıs’ta çözümün AB’nin temel ilkelerine uygun olması, Türkiye’nin acilen yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiği gibi maksatlı ifadeler, Brüksel’in meseleye bakış açısını özetler gibidir.

Bu durum kuşkusuz, Ankara’daki diplomasi trafiğini hızlandırmış ve hükümetin bir yol haritası hazırlama hazırlıkları içerisine sokmuştur. Elbette, Türkiye’nin Kıbrıs konusunda planlamalar yapması ve geleceğe dair birtakım öngörülere uygun stratejiler üretmesi tabiidir. Zira, başta Rum/Yunan tarafı olmak üzere bazı AB ülkelerinin Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak için kapsamlı bir hazırlık içerisinde oldukları bilinmektedir.

Her AB Konseyi Zirvesi öncesinde Kıbrıs’taki gelişmelere paralel olarak Türkiye’nin müzakere sürecinin değerlendirileceği ve birtakım yaptırım kararları alınmasının söz konusu olabileceği gündeme getirilmektedir. Her ne kadar, İlerleme Raporlarında Türkiye’ye karşı bir müeyyide önerisinde bulunulmamış ise de başta Rum/Yunan tarafı olmak üzere birçok Avrupalı yetkilinin Türkiye’ye karşı tehditkâr açıklamalarda bulunması düşündürücüdür.

Öte yandan, Yunanistan Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas’ın ”Kıbrıs’ın ‘açık yara’ olarak kalmaya devam etmesi halinde Türkiye’nin Avrupa isteğinin ümitsiz olduğunu” söylemesi ise ayrı bir çelişki olarak karşımıza çıkmaktadır. Rum/Yunan tarafı bir yandan Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediklerini açıklarken, bir yandan da Türkiye ile ön koşullar gerçekleşmeden hiçbir diyaloga girmeyeceklerini söylemektedirler. Bunun aslında bir destek olup olmadığı hususu şaibelidir.

Rum/Yunan Stratejisi

Yunanistan’ın bahsettiği destek esasen bir aldatmacadan ibarettir. Rum/Yunan stratejisini kısaca şöyle açıklamamız mümkündür; Türkiye’yi AB kapısında bekletirken, Kıbrıs ve Ege’yi tümüyle Helen hâkimiyetine dâhil etmek. Bu gerçekleşmeden Türkiye’nin tam üye olmasını engellemek.  Bu stratejinin en önemli aracı olarak da Türkiye’nin AB sürecini kullanmak. Nitekim,GKRY Dışişleri Bakanı Markos Kipriyanu’nun “Türkiye’nin AB katılım süreci, Türkiye açısından Kıbrıs sorununun çözümüne en büyük teşviktir” şeklindeki açıklaması bu politikanın açık bir itirafıdır. Buna karşın, Kıbrıs meselesini Türkiye’nin AB tam üyelik katılım sürecinin önüne koyarak, ‘Ya AB ya Kıbrıs’ diye dayatanlara karşı Türkiye’nin vereceği cevap nettir: “Türkiye, sonsuza kadar Kıbrıs Türkünün yanında olacaktır”.

Tarihi ve kültürel birikiminin de farkında olarak komşularıyla iyi ilişkiler geliştiren, bölgesel kalkınmaya yönelik büyük yatırım anlaşmalarına öncülük eden ve tabii olarak bölgesel barışa katkı sağlama anlamında aktif ve çok yönlü bir dış politika stratejisi geliştiren Türkiye, başta Rumlar olmak üzere Avrupalıları endişeye sevk etmiş gibi görünmektedir. Öyle ki, bir eksen kayması yaşadığını iddia ettikleri Türkiye’nin AB üyeliğinden vazgeçmiş olabileceği ihtimali Avrupa’da ciddi bir şekilde tartışılmaktadır. Kuşkusuz Rumlar, AB kapısında bekletilen bir Türkiye’yi, bölgesel bir güç olarak alternatif politikalar üretebilen bir Türkiye’ye tercih edeceklerdir.

Bilinmelidir ki Türk Milleti Kıbrıs Davasından asla vazgeçmeyecektir. Ayrıca biliyoruz ki AB Türkiye’nin katılım sürecini tümüyle kesintiye uğratmayı göze alamayacaktır. Ancak ellerindeki bu kozu da en iyi şekilde kullanmaya çalışacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin, kendisine yönelik şantaj ve tehdit niteliğindeki açıklamaların tesirinde kalmadan kararlı tutumunu sürdürmesi ve muhtemel gelişmelere uygun stratejiler geliştirmesi kaçınılmazdır.

Bu kapsamda;  

– Kıbrıs konusunda hızlı ve etkili bir diplomasi faaliyeti başlatılmalı ve bu kapsamda Kıbrıslı Liderler arasında devam eden görüşmelerin hızlandırılması için özellikle BM ve ABD’nin etkin rol oynamaları teşvik edilmelidir.

– Kıbrıs’ta barış görüşmelerinin sonsuza dek sürmesi mümkün değildir. Bu anlamda, liderler arasında devam etmekte olan kapsamlı çözüm müzakerelerinden ya anlaşma yönünde bir sonuç çıkacak, ya da, Ada kalıcı bir bölünmeye giden yeni bir sürece girecektir.

– Ada’da çözüme katkı sağlamayanlar Türkiye Cumhuriyeti’ne liman ve havaalanlarını açması için baskıda bulunamazlar.

 – Türkiye, Ada’da adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm bulunması yönündeki çabaları desteklediğini her ortamda tekrarlamaktadır. Bu kapsamda, Türkiye’nin Aralık 2006 tarihli önerisi geçerliğini korumaktadır (Dışişleri Bakanlığımız, Mayıs 2005 ve Ocak 2006 tarihlerinde, Kıbrıs’taki tüm kısıtlamaların ilgili tüm taraflarca eşzamanlı olarak kaldırılması önerisinde bulunmuş fakat ne AB ve ne de Rumlar bunu kabul etmemişlerdir).

Türkiye’nin AB süreci devam etmektedir ve Rumlar bu durumdan azami ölçüde yararlanmaya çalışmaktadırlar. Ancak, bilinmelidir ki Kıbrıs Türkleri kendilerini yeniden göçmen durumuna düşürecek bir çözüme evet demeyeceklerdir. Yine, yapılan son anketlere göre Kıbrıs Türk Halkının yaklaşık %80’i tamamen ayrı iki bağımsız devlet istemektedir. Yani, Kıbrıs Türk Halkı kendi bağımsız Devletine sahip çıkmaktadır.

Ne var ki Rumlar çözümün kendi egemen devletlerinin çatısı altında gerçekleşeceğini her fırsatta ve her ortamda dile getirmektedir. Müzakere yürüten Rum Liderler KKTC’yi tanımamakta ve sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni” Ada’nın yegâne temsilcisi olarak görmektedir. 2008-2013 tarihleri arasında görev yapan Rum lider Hristofyas’ın “Değişmez tezimiz; Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamının güvence altına alınması gerektiğidir ve partenojenez (bakir doğum) denilen şeyi reddetmemizin nedeni budur, zaten Talat da bundan (partenojenez) vazgeçeceğini vaat etti.” şeklindeki açıklaması, Rumların çözümden ne anladığının en yalın ifadesidir. Bu koşullar altında, Kıbrıslı Türklerin meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak adil ve kapsamlı bir çözüme ulaşılması bir hayalden ibarettir.

Kıbrıslı Türkler, Adanın Kuzey kesiminde, kendi ülke sınırları içerisinde, kendi anayasal düzenleri altında bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vasıtasıyla egemenliklerini kullanmaktadırlar.Ada’da iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı devlet vardır.Kıbrıs Türk Halkı, acele bir çözüme ulaşmak uğruna, Rumların egemenliğindeki bir devletin çatısı altında azınlık konumuna düşürülmeyi asla kabul etmeyeceklerdir. Ayrıca, Türkiye, Kıbrıs’ta barış ve huzurun güvencesi olarak ve uluslararası anlaşmalara dayanarak Ada’daki garantörlük statüsünü devam ettirecektir. Türkiye Cumhuriyeti, KKTC’nin varlığının yegâne güvencesidir.

Kıbrıs Türklerinin en zor koşullarda verdiği özgürlük mücadelesinin bir meyvesi olarak tarih sahnesinde yerini alan KKTC, Kıbrıs Türk Halkının uluslararası camianın onurlu ve saygın bir üyesi olarak varlığını sürdürebilmesinin teminatıdır. Bugün, Kıbrıs’ta acil bir çözüme ulaşılması için yoğun bir çaba gösterilmektedir. Ancak bilinmelidir ki acele bir çözüme ulaşmak uğruna, Kıbrıslı Türklerin egemenliklerinden vazgeçeceğini beklemek beyhudedir ve Türkiye’nin “Ya AB, ya Kıbrıs” dayatmasına boyun eğmesi de mümkün değildir. Hülasa Kıbrıs’ta acil bir çözüm aranırken çözümden ne anlaşıldığının net bir şekilde ortaya konulmasının ve varılacak bir anlaşmanın her hâlükârda Kıbrıs Türk Halkının onayına sunulacağının unutulmaması gerekmektedir.

F. TÜRKİYE’NİN AB SÜRECİ VE KIBRIS

GKRY’nin tek taraflı olarak AB üyesi yapılmasıyla ortaya çıkan dengesizlik, Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerini yürüttüğü bir dönemde, talihsiz bir gelişme olarak karşımıza çıkmıştır. Oysa, önce Türkiye tam üye yapılmalı ardından da Kıbrıs bir bütün olarak AB’ye katılmalıydı. Ne yazık ki böyle yapılmamış ve 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları ve dolayısıyla da uluslararası hukuk çiğnenmiştir. AB üyeliğini Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmaya çalışan GKRY ve Yunanistan, bu sayede Kıbrıs’ta taviz koparmanın gayreti içerisindedirler. AB ise, 1 Mayıs 2004 tarihinde yaptığı yanlışı düzeltmek yerine, Güney Kıbrıs’ı resmen tanıması yönünde Türkiye’ye baskı yapmak suretiyle krizi daha da derinleştirmektedir. Güney Kıbrıslı Rumlara AB vatandaşlığının her türlü imkânlarını bahşederken, Kuzey Kıbrıslı Türklere birtakım izolasyonlarla baskı uygulanması ve yaşam alanlarının daraltılması, büyük bir çelişki olarak karşımızda durmaktadır.

Diğer taraftan, Yunanistan’ın “tüm genişlemeyi veto ederiz” şantajına boyun eğmek suretiyle, Kıbrıs Rum Kesimini haksız bir şekilde üye yapan Brüksel, geldiğimiz noktada Kıbrıs meselesinin çözümünü neredeyse imkânsız hale getirmiştir. Alman Başbakanı Angela Merkel’in “Rumları üye yapmakla büyük hata ettik” demesi de durumu kurtarmamaktadır. Başından beri Rumlar, AB üyesi olmanın verdiği rahatlıkla hareket etmekte ve Ada’da adil ve kalıcı bir barışa da yanaşmamaktadırlar. Üstelik Rumlar bugün, Türkiye’nin AB-Katılım sürecinin yavaşlaması ve hatta durma noktasına gelmesinin de yegâne sorumlusudurlar. İşte, Türkiye’yi “ya AB, ya Kıbrıs” dayatmasıyla karşı karşıya bırakan Brüksel’in karnesi bu kadar kötüdür.

 Yunanistan’ın, Kıbrıs meselesinin AB platformuna taşınarak bu kanaldan Rumlar lehine bir çözüme ulaşılması senaryosu, GKRY’nin 1990 yılında Avrupa Topluluklarına tam üyelik başvurusu ile start almıştı. Aslında Rumların AB süreci, tamamen yasadışı kazanımlar elde edebilme umuduyla başladı diyebiliriz. 1980’lerin sonunda Yunanistan Başbakanı Andreas Papandreou Kıbrıs Rum liderliğini, AB üyeliği için ikna etmeyi başarmış ve senaryo uygulamaya geçirilmişti. Bu şekilde, Rum/Yunan tarafı, Türkiye’nin ileride muhtemel AB tam üyelik başvurusundan ve tam üyelik sürecinden azami ölçüde yararlanılacaktı. Kısaca, Türkiye’nin Avrupa perspektifi istismar edilecekti. Nitekim 1995 yılında Yunanistan, Türkiye-AB Gümrük Birliği sürecinin başlatılabilmesi için GKRY ile müzakere tarihi verilmesini şart koşmuş ve bu şantajı karşılığında istediğini almıştı.

İşte bu beklentilerle başlatılan GKRY’nin AB üyelik süreci taraflar arasında ciddi tartışmalara kaynak teşkil etmiştir. Türkiye 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarına aykırı olacağı iddiasıyla bu başvuruya karşı çıkmıştır. Rumlar her defasında Yunanistan’ın da desteğiyle Türkiye’nin itirazlarını bertaraf etmeyi ve hatta adım adım ilerlemek suretiyle 2004 yılında AB’ye tam üye olmayı başarabilmişlerdir. Ne var ki Rum/Yunan tarafının bu başarısı bugün AB için ciddi bir hata, Türkiye için ise talihsiz bir gelişme olarak değerlendirilmektedir. Geldiğimiz noktada Rumların AB üyeliği, hem Türkiye-AB ilişkilerinin ve hem de Doğu Akdeniz’deki barış ve istikrar ortamının temellerine atılmış bir dinamit misali, birçok krizin başlıca sebebi olarak gündemi meşgul etmektedir.

Ne yazık ki AB’nin uluslararası anlaşmalara aykırı davranışları Rumlara da örnek teşkil etmektedir. Nitekim, GKRY Meclisinin “Kıbrıs’ta garantileri kabul etmediğine” dair 19 Şubat 2010 tarihinde oybirliğiyle aldığı karar, bu hukuk tanımazlığın son göstergesidir. Rum Meclisinin 1960 Garanti ve İttifak anlaşmalarını tanımadığını belirttiği bu bildiri kuşkusuz, hiçbir değer taşımayan, provakatif bir eylemden başka bir anlam ifade etmemektedir. Zira Rumlar da iyi bilmektedirler ki tek taraflı aldıkları bu kararla uluslararası bir anlaşmayı yürürlükten kaldırmaları mümkün değildir. Ne yazık ki Rumların bu tahrik edici ve haksız davranışları karşısında sessizliğini koruyan Brüksel, bir defa daha Rumlara prim vermiş olmaktadır. Hiç kuşku yok ki AB, 1960’ta tesis edilen güvenlik ve garantiler sistemini yıkarak Ada’nın yeni garantörü olma senaryoları üzerinde Rumlarla işbirliği içerisindedir.

Rumların iddia ettikleri gibi, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’, tüm Ada’yı değil, sadece Güney Kıbrıslı Rumları temsil etmektedir. 1963 yılında Türklerin devlet mekanizmalarından tamamen dışlanmaları nedeniyle 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıslı her iki toplumu temsil eden ortak Cumhuriyet olma niteliğini yitirmiştir ve Kıbrıslı Türkleri temsil etmemektedir. Kuzey Kıbrıs’ta Türklerin egemenliğinde bağımsız bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vardır ve Kıbrıs Türk Halkı dünya siyasi arenasında kendi devleti marifetiyle egemenliğini kullanmaktadır. Hristofyas’ın iddia ettiği gibi, Kıbrıs’ta çözüm, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin’ çatısı altında gerçekleşmeyecektir.

Kıbrıs’ta çözüm, BM’in yerleşik Kıbrıs parametreleri çerçevesinde, iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe sahip iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devleti ile, bu sağlanamadığı takdirde-ki gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir- mevcut statünün devamı yani iki ayrı egemen devletin varlığını devam ettirmesi ile mümkün olabilecektir.

   “…”Kimse bizden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Başkanı’nın muhatabı olmayı beklemesin. Hiçbir zaman biz orayı muhatap alarak masaya oturmayız… Şu anda ‘Kıbrıs’ diye bir devlet yoktur, ‘Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ ve ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ vardır… AB’yi Kıbrıs konusunda muhatap kabul etmiyoruz.”   Recep Tayyip ERDOĞAN Başbakan  KKTC, 20 Temmuz 2011  

Kıbrıslı Liderler arasında devam eden uzlaşma süreci Türkiye tarafından da desteklenmiş ve bu durum en yetkili ağızlardan dile getirilmiştir. Kuşkusuz, Liderlerin üzerinde mutabık kalacağı ve Kıbrıslı her iki Toplum tarafından da kabul görecek adil ve kalıcı bir çözüm, Türkiye’nin AB katılım sürecinde elini rahatlatacaktır.  Fakat “Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet haline dönüşecek olan Kıbrıs Cumhuriyetidir”  yaklaşımıyla hareket eden Rum Liderlerle kalıcı bir çözüme ulaşılması ihtimali son derece zayıftır. Annan Planı Referandumu sonrasında Kıbrıslı Türklere yapılan haksızlıklar maalesef halen aynı şekilde devam etmektedir.

Türkiye’nin “kırmızı çizgilerinden” taviz verilmesinin söz konusu olamayacağı dikkate alınarak, AB’nin Kıbrıs ile ilgili dayatmalarına karşı kararlı duruşun muhafaza edilmesi büyük önem arz etmektedir. Ayrıca, Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs’ta, iki tarafça da kabul edilebilir ve her iki tarafın meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulmasının mümkün olmadığının, Kıbrıslı her iki toplum tarafından da anlaşılması gerekmektedir. Nihayet, bölgesinde itibarı hızla yükselen, doğu-batı arasında bir enerji koridoru konumuna sahip Türkiye gibi güçlü bir ülkenin içinde yer almadığı bir Avrupa Birliği’nin küresel bir güç olamayacağı gerçeğinden hareketle, Türkiye-AB ilişkilerine, sırf ailenin şımarık çocuğunun haksız istekleri yerine gelsin diye zarar verilemeyeceği de gözlerden uzak tutulmamalıdır.  

Kıbrıs Rum Kesimini sorunlu bir şekilde bünyesine alan AB, bu yanlışının faturasını Türkiye’ye çıkarmaya çalışmaktadır ki bunun kabul edilmesi mümkün değildir. Zira, Türkiye’nin AB uğruna Kıbrıs’tan vazgeçmesi düşünülemez. AB’nin Kıbrıs meselesine Rumların perspektifinden bakmayı bırakarak Ada’da iki ayrı halk, iki ayrı devlet ve iki ayrı demokrasi olduğunu kabul etmesi halinde hem Ada’da kalıcı bir çözüme ulaşılması mümkün olabilecek ve hem de Kıbrıs, Türkiye-AB sürecinin önünde engel olmaktan çıkacaktır.

Ne garantörlük, ne Ada’daki Türk Barış Gücü, ne yerleşikler ve ne de toplumların siyasi eşitliği konusunda Türkiye’nin taviz vermesinin mümkün olmadığı hususu, Rum Liderler tarafından çok iyi bilinmektedir. Ayrıca, Rumların, Kıbrıs Türk Halkını bir azınlık statüsüne indirgemek suretiyle, işgalleri altındaki ‘Kıbrıs Cumhuriyetine’ eklemleme hayallerinin de gerçekleşmesi söz konusu olamayacaktır. Hepsinden önemlisi, iki toplumda da son derece zayıf olan birlikte yaşama arzusunun, temel belirleyici faktör olarak karşımıza çıkacağının gözlerden uzak tutuluyor olmasıdır.

Bilhassa 1960 ve 1970’li yıllarda Kıbrıslı Türklere karşı uyguladıkları baskı ve şiddet eylemleri ile Ada’yı yaşanılmaz hale getiren Rumlar, bu konudaki isteksizliklerini, Annan Planı’nı reddederek bir kez daha teyit etmiş oldular. Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu II. Hrisostomos’un, liderler arasında yürütülmekte olan doğrudan müzakerelerden olumlu bir sonuç çıkmayacağından emin olduğunu, müzakerelerde çıkmazın kesinleşmesi durumunda KKTC ile Güney Kıbrıs arasındaki sınır kapılarının ve barikatların kapatılmasının en uygun çözüm olacağını” beyan etmesi ise, Rumların bakış açılarını göstermesi bakımından dikkate değerdir. Kıbrıslı Türklerin ise yaklaşık %60’ının Rumlarla birlikte yaşamak istemedikleri, kamuoyu yoklamaları ile ortaya konulmuştur.

1977-1979 Doruk Anlaşmaları ve BM Güvenlik Konseyi kararlarını çarpıtarak, BMGK Daimi üyeleri ile ortak siyasi deklarasyonlar imzalayan Rum Liderler tedirgin olmuştur.  Zira iyi bilmektedirler ki Türkiye’nin Kıbrıs davasında eli güçlüdür ve zaman Türklerin lehine işlemektedir. Ayrıca Rumlar, Annan Planı’na hayır demeleri nedeniyle, uluslararası kamuoyunda, kendileri hakkında oluşan “uzlaşmaz taraf” imajından dolayı rahatsızlık hissetmektedir. Ortada, 37 yıllık, bağımsız bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vardır. Kuzey komşusu Kıbrıslı Türklerle, eşit şartlarda bir arada yaşamayı reddeden Rumlar, sonuçta mevcut statüyü kabul etmekten başka bir çare bulamayacaklardır. O halde Liderlerin, Kıbrıslı Türklerle Rumların birlikte bir arada yaşamalarının imkânsız olduğu gerçeğini kabul etmeleri ve bu temel üzerinde çözüm aramaları, son derece yararlı olacaktır.

Türkleri sindirebileceğini düşünen Rum tarafı, eğer bir çözüme ulaşılamazsa, Ada’nın geri dönüşü olmayan bir bölünmeye doğru sürükleneceği endişesine kapılmıştır. Amacı, Kıbrıslı Türkleri de Rum egemenliğine dâhil ederek, tüm Ada’yı kontrol altına almak ve bu cihetle AB, ABD ve bilhassa Fransa’nın çıkarlarına hizmet etmektir. Bir kısım Kıbrıslı Türk ise, bir an evvel, Rumlar gibi, AB vatandaşlığını kapmanın peşine düşmüştür. Kuşkusuz, aynı coğrafyada yaşayan Kıbrıslı Türklerin de, tüm izolâsyonlardan kurtularak, Rumlar gibi AB vatandaşı olmaları ve Kıbrıs Türk Halkının dünya ile entegre olması yararlı olacaktır. Fakat Kıbrıs Türklerinin, AB ile bütünleşmeye çalışırken, aynı zamanda millî onurunu, egemenliğini ve uluslararası saygınlığını da muhafaza etmesi gerektiği hususu, izahtan varestedir.

Kaldı ki, Türkiye’nin içinde yer almadığı bir Avrupa Birliği’ne Kıbrıslı Türkler dâhil edilseler bile, kısa zamanda bir azınlık durumuna düşürülmeleri kaçınılmaz olacaktır. Bu meyanda, K.K.T.C. Cumhurbaşkanlarının, 46 yıldır Ada’da barış ve huzurun güvencesi olan Türkiye’nin hassasiyetleri çerçevesinde, millî bir politika takip etmesi ve Türkiye’siz bir AB’ye dâhil olmanın, Kıbrıs Türklerine yarardan ziyade zarar getireceğini görmesi gerekir.

Öte yandan, Avrupa Birliği Kıbrıs meselesini Türkiye’nin AB katılım süreciyle ilişkilendirdiği sürece, Ada’da bir çözüme ulaşılması da mümkün görünmemektedir. Ayrıca, Güney Kıbrıs Rum Yönetimini Ada’nın tek meşru hükümeti olarak gören ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni yok sayan bir anlayışın Ada’da nasıl bir çözüm isteyebileceğini tahmin etmek de zor değildir. Avrupa Birliği eğer Kıbrıs’ta çözüme gerçekten inanıyorsa bunu açıklamalarıyla değil, eylemleriyle ortaya koymak durumundadır. Yani, Türkiye’nin Ada üzerindeki etkin ve fiili garantörlüğünü tartışma konusu yapmak yerine Kıbrıs Türk Halkının eşit egemenliğini tanımalı, uluslararası anlaşmalara saygı göstermeli ve nihayet Türkiye’nin AB sürecini Kıbrıs ile ilişkilendirmekten vazgeçmelidir.

  “…Merhum Menderes’in 31 Temmuz 1959 tarihinde Türkiye adına yaptığı ortaklık başvurusuyla başlayan süreç, inişlerle çıkışlarla bugünlere kadar geldi. Tam 60 yıldır Avrupa Birliğine tam üye olmanın mücadelesini veriyoruz. 60 sene içinde maruz kaldığımız onca çifte standarda rağmen asla vazgeçmedik, yolumuzdan geri dönmedik. Stratejik hedefimiz olan tam üyeliğe ulaşmak için elimizden gelen her türlü çabayı gösterdik, gösteriyoruz…”   Recep Tayyip ERDOĞAN Cumhurbaşkanı 9 Mayıs 2019    

Eğer, AB Ortadoğu’da aktif bir politika izlemek ve dünya siyaset sahnesinde etkili bir oyuncu olmak istiyorsa, bölgenin en istikrarlı ve nüfuzlu ülkesi Türkiye ile stratejik işbirliğine gitmek zorundadır. Avrupa’nın siyasi elitlerinin Türkiye’yi “stratejik ortak” olarak değerlendirmeleri yeterli değildir. Bunu eylemleri ile ortaya koymak ve gereğini yapmak durumundadırlar. Brüksel’in ve AB’nin lokomotif ülkelerinin, Ortadoğu’da Arap-İslam Dünyası ve Orta Asya’da Türkistan Halkları ile ilişkilerini geliştirebilmek ve enerjide Rusya’ya bağımlılıktan kurtulabilmek için Türkiye’den başka alternatifleri bulunmamaktadır. Avrupa Birliği ya Türkiye ile bütünleşerek küresel bir güç haline gelecek ya da Türkiye’ye sırtını dönerek ABD’nin gölgesinde, edilgen bir konumda yaşamaya devam edecektir. Bu anlamda Brüksel’in atacağı ilk adım, Türkiye-AB katılım sürecini Kıbrıs ipoteğinden kurtarmak olmalıdır. 

Bunun için mesela, Kıbrıs Türk Halkının egemenliğini tanıma, siyasi ve ekonomik ambargoları tümüyle kaldırma, Türkiye’nin Ada üzerindeki uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yükümlülüklerine saygı gösterme anlamında yeni adımlar atmalıdır.

Tüm bu gerçekleri göz ardı etmek suretiyle, her fırsatta Türkiye’nin tam üyeliğine karşı olduklarını vurgulayarak “imtiyazlı ortaklık” tan bahseden Almanya Başbakanı ile Fransa Cumhurbaşkanının Rumların uzlaşmaz tavırları karşısında sessizliklerini korumaları ve hatta bu tür davranışlara prim veriyor olmaları, Güney Kıbrıs’ın neden tek taraflı olarak Avrupa Birliğine dâhil edildiğini ziyadesiyle açıklamaktadır. Zira Fransız ve Alman Liderler konuyu Kıbrıs Rum İdaresine havale etmiş olmanın rahatlığı içerisinde hareket etmektedirler.

Ancak, 1959 yılında ortaklık ilişkisiyle başlayan, zamanla genişleyerek, gümrük birliği ile derinlik kazanan ve nihayet tam üyelik katılım süreciyle birlikte ekonomik boyutun ötesine geçip, siyasi ve toplumsal bir boyuta ulaşan Türkiye-AB ilişkilerinin sağlam bir hukuki zemine oturtulduğunun da unutulmaması gerekmektedir. Bu nedenle, çok boyutlu ve dinamik bir yapıya sahip bulunan Türkiye-AB ilişkilerinin “ya AB, ya Kıbrıs” dayatmasına indirgenmesi, Türkiye’ye karşı büyük bir haksızlık olacaktır.

G. GÜMRÜK BİRLİĞİ Mİ, TAM ÜYELİK Mİ?

Kuşkusuz Türkiye, Avrupa Topluluklarına doğrudan tam üyelik başvurusu yapabilirdi. Ancak, bunun yerine bir ortaklık ilişkisiyle Avrupa bütünleşme sürecine girmeyi tercih etmiş, AT üyesi ülkeler ile arasındaki ekonomik, sosyal ve siyasal farkı bu ortaklık sürecinde gidererek kapatmayı hedeflemiştir. Özellikle 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye resmen adaylık statüsü verilmesinin ardından, 2000’li yıllarda ülkemizde yaşanan demokratikleşme hareketleri ve sağlanan ekonomik istikrarla ve gümrük birliğinin de yardımıyla bu fark önemli ölçüde giderilmiş ve Türkiye Kopenhag kriterlerini büyük ölçüde karşılamayı başarabilmiştir.

Geldiğimiz noktada AB Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı, Türkiye ise, AB’nin 5’inci büyük pazarı ve 6’ncı en büyük ticaret ortağı olarak karşımızda durmaktadır. Ayrıca Türkiye, müktesebat uyum çalışmalarında da ileri bir aşamaya gelmiştir. Buna rağmen, “imtiyazlı ortaklık”, “Birliğin hazmetme kapasitesi” veya “ucu açık süreç” gibi ne olduğu belirsiz ve tam üyelik dışında çağrışımlar içeren söylemlerle Türkiye’nin tam üyelik sürecini, belirsizlikler içine sürüklemeye çalışmak büyük haksızlıktır ve son zamanlarda Türk Halkının AB üyeliği konusundaki heyecanının azalmasına yol açan en büyük etkendir.

  “…Hangi reformu yaparsak yapalım, hangi adımı atarsak atalım, hangi değerlerimizden taviz verirsek verelim, Batı bizi hiçbir zaman kendisi gibi görmedi. Bu gerçeği Avrupa Birliği tam üyelik sürecinde bizzat yaşamış bir kişiyim…” Recep Tayyip ERDOĞAN Cumhurbaşkanı 24.08.2020

Nihayet Avrupa’da, başta Türk-Müslüman düşmanlığı olmak üzere yabancı düşmanlığının artması ve ırkçı hareketlerin Avrupa siyasetinde etkili hale gelmesi de diğer olumsuz gelişme olmuştur. Mesela, Almanya’da bir yandan Başbakan Angela Merkel çok kültürlülüğe vurgu yaparken bir yandan da bu ülkede yaşayan Türkler ırkçı saldırılara maruz kalmaktadır.

 Avrupa’ya girmek için elli yıldır bekliyoruz. Artık net bir cevap bekliyoruz. Kimi liderler önce bir şey diyor, sonra da dediklerini düzeltip öyle bir şey demediklerini iddia ediyor. Komedilerden usandık. Ayrıcalıklı üyeliği asla kabul etmem. AB’ye tam üyelik istiyoruz. Tam üyelik dışında bir şey istemiyoruz”   Recep Tayyip ERDOĞAN Başbakan 2009    

Ayrıca, AB’ye karşı olan ve Brüksel’e güvenmeyen Avrupalıların sayısının ciddi anlamda artış göstermesi de AB’li siyasetçilerin önünde duran önemli bir sorundur.

İşte kısaca değindiğimiz bu gelişmeler göstermektedir ki son dönemde AB, siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan başarılı olamamıştır.

Şimdi biraz da AB’nin son dönemine Türkiye açısından bakalım: Mevcut koşullarda AB’nin ileride yeni üyeler kabul edecek durumda olamayabileceğini düşünen AB Komisyonu eski Başkanı Günther Verheugen, “Projenin geleceği konusunda endişeliyim. Bu yolculuğun daha nereye kadar devam etmesi gerektiği konusunda bir görüş yok…” demektedir. Burada mesajın kime verildiği izahtan varestedir. 2004 yılında hem ekonomik ve hem de siyasi açıdan hazır olmadıkları halde 10 yeni üyeyi, Birliğe alan Verheugen’in Türkiye söz konusu olunca kafası karışıyor. Üstelik Verheugen, zamanın Avrupa Komisyonu Genişlemeden Sorumlu üyesi sıfatıyla Türkiye’ye karşı uyguladığı çok yönlü baskılar ve şantajlarla, Kıbrıs Rum Kesimini tek taraflı ve uluslararası anlaşmalara aykırı bir şekilde AB üyesi yapmıştır.

 Öte yandan, AB’nin 2004-2014 dönemini başarılı gören dönemin Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’nun, göreve geldiğinde ilk icraatı, Türkiye ile daha önce eşi benzeri görülmemiş şartlarda müzakereleri başlatmak olmuştur. 2005 yılında Türkiye-AB müzakere Çerçeve Belgesi’ne, diğer adaylarla eşit olmayan şartlar koymuştur. Mesela, “ucu açık süreç”, “Birliğin hazmetme kapasitesi”, “GKRY ile ilişkilerini normalleştirmesi”, “Ege sorununu Yunanistan lehine çözmesi” ve “Türkiye’nin mümkün olan en güçlü bağlarla Avrupa yapılarına tam olarak demirlenmesi” gibi haksız şartlar ve belirsiz ifadelere yer verilmesi de Türk Milletinin gözünden kaçmamıştır.

Ayrıca, Brüksel’in, Türk vatandaşlarının Ankara Anlaşmasından kaynaklanan serbest dolaşım hakkını birtakım ek koşullara bağlaması da hakkaniyete sığmamaktadır. Nitekim, AB ile 18 Mart 2016’da imzalanan mülteci anlaşması çerçevesinde Türk vatandaşlarının vize serbestisi de gündeme getirilmiş ve “2016 Haziran sonuna kadar tüm kıstasların karşılanması şartıyla Türkiye lehine vize kolaylığı ve vize muafiyeti hususları değerlendirileceği ve sürecin hızlandırılacağı taahhüt edilmişti. Avrupa Birliği bu konuda Türkiye’ye 72 şart ileri sürmüş, geldiğimiz noktada bunlardan 66’sı çözülmüştür.[2] Ancak, AB henüz vize serbestisi konusunda somut bir adım atmış değildir. Bu da göstermektedir ki Brüksel, Türkiye’ye karşı oyalama taktiklerini ve çifte standartlı yaklaşımlarını sürdürecektir.

Türkiye ile aynı tarihte müzakerelere başlayan Hırvatistan’ın Türkiye’den önce tam üye yapılmış olması da AB’nin karnesindeki kırık notlardan bir tanesidir. Zira Hırvatistan’ı apar-topar Birliğe alan Brüksel, Türkiye’yi bir 50 yıl daha kapıda bekleteceğinin sinyallerini vermektedir. Ne var ki Türkiye kapıda beklemeyecek, yakın zamanda Brüksel’in bizatihi kendisi Ankara’nın kapısını çalacaktır.

Türkiye’nin, gerek gösterdiği üstün performans ve gerekse Müslüman-Türk kimliğine sahip genç ve dinamik nüfusuyla tam üye olması halinde Birliğin dengelerini sarsabilecek ölçekte bir ülke olması, AB’nin lokomotif ülkelerini tedirgin etmeye yetmektedir. Alman ve Fransız Liderlerin endişelerini de bu muhtemel güç dengesi değişimi ile açıklamak mümkündür. Bu durum ise, AB’de bazı ülkelerin Türkiye’yi tam üye olarak değil fakat bir 50 yıl daha sadece ekonomik entegrasyon aşamasında bekletme niyetinde olduğu yönündeki kanaatimizi güçlendirmektedir.

Ğ. TÜRKİYE-AB GÜMRÜK BİRLİĞİNİN GÜNCELLENMESİ İHTİYACI

Türkiye-AB arasındaki ticaret hacmi 2019 yılı itibariyle 144 Milyar Dolara ulaşmış; 2008 ile 2015 yılları arasında Türkiye’nin toplam doğrudan yabancı sermaye giriş portföyünde AB’nin ortalama payı yaklaşık %67,4 oranında gerçekleşmiştir.  Ne var ki Türkiye’nin AB ile ekonomik entegrasyonu ciddi anlamda ilerlemesine rağmen tam üyeliğe giden yolda son ve geçici bir dönem olması gereken gümrük birliği sürecinin uzayıp gitmesi Türkiye’yi rahatsız etmeye başlamıştır. Zira ilk dönemlerde elde edilen avantajlar süreç uzadıkça dezavantaja dönüşmeye başlamıştır.

Mesela, AB’nin üçüncü ülkelerle tek taraflı olarak yaptığı serbest ticaret anlaşmaları Türkiye’yi açık bir pazar haline getirmekte ve haksız rekabete yol açmaktadır. Avrupa Birliği, üçüncü ülkelerle yaptığı STA’lara, tam üye olmadığı gerekçesiyle Türkiye’yi dâhil etmemekte, bu durum ise 3. Ülkelerin AB’ye tanıdığı imtiyazlardan Türkiye’yi yoksun bırakmaktadır. Üstelik Türkiye, bu ülkelere karşı AB’nin ortak gümrük tarifesini de uygulamak zorunda bırakılmaktadır. Türkiye, AB’nin serbest ticaret anlaşması yaptığı ülkelere sanayide yüzde 4.2 gümrük vergisi uygularken, onlar Türkiye’ye yüzde 40-50 oranlarında vergi uygulamaktadırlar. Türkiye’nin, Brüksel’den gümrük birliği anlaşmasının gözden geçirilmesini talep etmesi bu anlamda yerinde bir girişimdir.

  “…Gümrük Birliği’nin güncellenmesi sadece Türkiye’nin değil, Birliğin de yararınadır. Yapılan etki analizi çalışmaları bunu net bir şekilde ortaya koymuştur. Menfaatlerimiz doğrultusunda Avrupa Birliği ile dış politika, ulaştırma, enerji, ekonomi, güvenlik, terörle mücadele alanlarında üst düzey diyaloğu sürdürmeli ve zirveleri düzenli hale getirmeliyiz. Türkiye’nin Helsinki’de resmen aday ilan edilişinin 20. yılında Helsinki ruhunu tekrar canlandıracak çalışmalara ağırlık vermeliyiz. Türkiye olarak yol haritamız ve pusulamız bellidir. Avrupa Birliği’ne tam üyelik müzakerelerinde ne baskılara boyun eğeceğiz ne de birilerinin bizi minder dışına atmasına müsaade edeceğiz…   Recep Tayyip ERDOĞAN Cumhurbaşkanı 09 Mayıs 2019  

Esasen, Gümrük Birliği’nin güncellenmesi için Türkiye ile AB arasında daha evvel bir mutabakat oluşmuştu. Ancak yeni tur müzakerelerin başlaması için Avrupa Komisyonu’na verilmesi gereken yetki, başta Almanya olmak üzere bazı üye ülkelerin Türkiye ile ilgili siyasi çekincelerinden dolayı, henüz Konsey tarafından onaylanmadı ve süreç beklemeye alındı. Üstelik, her iki tarafa da fayda sağlayacağı aşikâr olan söz konusu güncelleme için özellikle Almanya’nın birtakım koşullar ileri sürmesi abesle iştigaldir. Türkiye’nin duyduğu rahatsızlığı bildikleri halde gümrük birliğinin derinleştirilerek modernize edilmesi yönünde somut bir adım atmayan Brüksel’in bu yaklaşımı ise gayri samimi duruşunun da bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir.

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile oluşturduğu Gümrük Birliği ilişkisinin Türkiye açısından ekonomik, ticari, kurumsal, hukuksal ve finansal birçok alanda küçümsenmeyecek olumlu etki ve sonuçları olmuştur. Ancak, Tam üyelik yolunda geçici ve teknik bir süreç olarak öngörülen gümrük birliğinin daha fazla uzatılmadan tam üyelikle sonuçlandırılması gerekliliği de ayrı bir gerçektir. Zira, 01.01.1996 tarihinde başlayan ve Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği yolunda son aşama olan gümrük birliği sürecinin bu şekilde uzayıp gitmesi, Türkiye’yi ekonomik ve sosyal açıdan olumsuz etkilemektedir. Bu bakımdan, Türkiye-AB Gümrük Birliği Anlaşmasının genişletilerek ve derinleştirilerek derhal revize edilmesi ihtiyacı doğmuştur. Bu kapsamda; 

1. Gümrük Birliği Anlaşması kapsamında öncelikle, haksız rekabete yol açan, “Türk işadamlarına yönelik vize uygulaması ve taşıma araçlarına getirilen kotalar” gibi teknik engeller tümüyle ortadan kaldırılmalıdır.

2. Türk Vatandaşlarının Ankara Anlaşmasından kaynaklanan serbest dolaşım hakkının derhal ve koşulsuz olarak verilmesi gerekmektedir.

3. AB ile tercihli ticari ve ekonomik ilişkilerin tarım, kamu alımları, hizmetler ve e-ticaret gibi yeni alanlara genişletilmesi gerekmektedir.

4. AB’nin üçüncü ülkelerle tek taraflı olarak yaptığı serbest ticaret anlaşmaları Türkiye’yi açık bir pazar haline getirmekte ve haksız rekabete yol açmaktadır. Bu bakımdan, AB’nin üçüncü ülkelerle yaptığı serbest ticaret anlaşmalarına Türkiye’yi de dâhil etmesi veya Türkiye’nin de bu ülkelerle benzer anlaşmalar yapmasına imkân verilmesi gerekmektedir.

5. AB ile ABD arasında yürütülen Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) Anlaşması müzakerelerine Türkiye’nin de dâhil edilmesi ve ülkemizin koordineli bir şekilde bu anlaşmaya taraf olması gerekmektedir.

6. Türkiye’nin AB’ye tam üye olmaksızın GB’ne dâhil olan ilk ve tek ülke olması hasebiyle AB’nin tek taraflı iradeyle aldığı kararlara uyma taahhüt ve zorunluluğu, Ülkemizi zor durumda bırakmaktadır. Bu bağımlılık sadece AB’nin birlik içindeki anlaşmalarına sadakat şeklinde değil aynı zamanda birlik dışı üçüncü ülkelerle  dış ticaret ve gümrük konularında yaptığı ve yapacağı anlaşmalara da uyma zorunluluğu şeklinde ortaya çıkmaktadır.

AB’nin karar alma mekanizmalarının dışında bırakılarak, ekonomik açıdan edilgen bir konumda tutulmaya çalışılan Türkiye için yolun sonu gümrük birliği değil, tam üyeliktir. Türkiye-AB Gümrük Birliği, tam üyelik yolunda Ankara Anlaşmasıyla öngörülen teknik bir süreçtir. Türkiye bu aşamayı da diğerleri gibi başarıyla geçmiştir. Dolayısıyla bu geçici ve teknik sürecin daha fazla uzatılmadan üyelikle sonuçlanması için Avrupa Birliği de çabalarını yoğunlaştırmalı ve tam üyelik müzakerelerinin tıkanmasına yol açacak gelişmelere müsaade etmemelidir. Velhasıl, Brüksel, bu “uzun ince yolu” gümrük birliği ile sonlandırma hayalinden vazgeçmeli ve tam üyelik için artık Türkiye’ye bir tarih vermelidir.

7. Brüksel, Gümrük Birliği Anlaşmasını revize etmekten imtina ederse, Türkiye’nin Gümrük Birliğinden çıkması ve bunun yerine Türkiye ile AB arasında serbest ticaret anlaşması yapılması gündeme gelmelidir.

8. Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm sağlanıncaya kadar, 29 Temmuz 2015 Deklarasyonu uyarınca Türk limanlarının Rum gemilerine kapalı tutulması uygulamasına devam edilmelidir.

H. SONUÇ VE ÖNERİLER

Brüksel’in çifte standartlı yaklaşımları sayesinde Kıbrıs Meselesi içinden çıkılmaz hale sokulmuş, katılım müzakere süreci AB’nin birtakım siyasi dayatmaları nedeniyle çok yavaş ilerlemiş ve durma noktasına gelmiş, Gümrük Birliği süreci Türk ekonomisine zarar vermeye başlamış ve nihayet Türkiye-AB Katılım Süreci “Kıbrıs ipoteği” altına alınmıştır. Velhasıl, AB’nin son 15 yıllık karnesi zayıf çıkmıştır. Her ne kadar AB’li siyasetçiler kendilerini başarılı görseler de Brüksel, hem Türkiye’den ve hem de AB vatandaşlarından çürük not almış ve sınıfta kalmıştır.

  “Dönem, her alanda güçlerimizi birleştirme dönemidir. Ülkemizin tam üyeliği ekonomik, siyasi, güvenlik ve sosyal katkıların yanı sıra Avrupa Birliği’ne daha katılımcı ve kucaklayıcı bir vizyon kazandıracak ve AB’yi küresel bir aktör haline getirecektir. Türkiye olarak, müzakere sürecinde karşılaştığımız tüm zorluklara rağmen stratejik hedef gördüğümüz Avrupa Birliği’ne tam üyeliğe ulaşmakta kararlıyız…” Recep Tayyip ERDOĞAN Cumhurbaşkanı 09.03.2020

Enerjide dışa ve büyük oranda da Rusya’ya bağımlı olan AB’nin, dünya siyasi arenasında bir varlık gösteremiyor olması, Rusya’nın önce Gürcistan, ardından da Kırım ve Ukrayna’ya yönelik yayılmacı tutumları karşısında AB’nin çaresiz kalması, Brüksel’in belirsiz siyasi geleceğinin önemli bir göstergedir. Ayrıca GKRY’yi tek taraflı üye yaparak, Kıbrıs gibi siyasi ve karmaşık bir meseleyi daha da derinleştirmek suretiyle stratejik bir hata yapan Brüksel’in bu tavrı da AB vatandaşlarının gözünden kaçmayacaktır.

Yine, dünya siyasi arenasında etkili olabilmek için Lizbon Anlaşmasıyla ihdas edilen AB Konseyi Başkanlığı ve Dış Politika Yüksek Temsilciliği pozisyonlarından beklenen etkinin elde edilememesi de AB’nin siyasi geleceğini belirsiz kılmaktadır. Avrupa Birliği, esasen dünya siyasetinde yok hükmündedir. Ortak bir dış politikası ve ortak bir askeri gücü bulunmayan Brüksel’in küresel bir güç olması ve dünya siyasi arenasında söz sahibi olması beklenemez. Bu bağlamda, BREXIT, yani İngiltere’nin Avrupa Birliğinden ayrılma kararı da AB’nin akıbeti hakkında bir fikir vermektedir. Zira, Brexit’i orta vadede (İtalya) itexit, (Fransa) frexit ve (İrlanda) irexit’in izlemesi de ihtimal dâhilindedir.

Rumlarla işbirliğine giden AB’li siyasetçiler hep birlikte, Türkiye’siz, KKTC’siz bir Kıbrıs için propaganda yürütmektedirler. Ne var ki Rumların bu yeni planları da diğerleri gibi fiyaskoyla sonuçlanacaktır. Çünkü Kıbrıs’ta Çözüm “AB ilkelerine göre” değil, “Ada’daki gerçekler temelinde olacaktır.” Kıbrıs barış görüşmeleri “Her konuda anlaşma sağlanmadan, hiçbir konuda anlaşma sağlanmış olmayacağı” ilkesi temelinde yürüyecektir. Ayrıca Kıbrıs görüşmelerinde AB Komisyonu taraf değildir ve müzakerelere katılması da söz konusu olmayacaktır. Kıbrıs sorunu bir AB sorunu değildir, olmayacaktır. Nihayet Türkiye, “ya AB, ya Kıbrıs” dayatmasına asla boyun eğmeyecektir.

Birliğin karar alma mekanizmalarının dışında bırakılarak, ekonomik açıdan edilgen bir konumda tutulmaya çalışılan Türkiye için yolun sonu gümrük birliği değil, tam üyeliktir. Türkiye-AB Gümrük Birliği, tam üyelik yolunda Ankara Anlaşmasıyla öngörülen teknik bir süreçtir. Türkiye bu aşamayı da diğerleri gibi başarıyla geçmiştir. Dolayısıyla bu geçici ve teknik sürecin daha fazla uzatılmadan tam üyelikle sonuçlanması için Avrupa Birliği de çabalarını yoğunlaştırmalı ve üyelik müzakerelerinin tıkanmasına yol açacak gelişmelere müsaade etmemelidir.

  “…18 yıldır ülkede Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı yaptım ve Avrupa Birliği’yle olan görüşmelerin hep içinde oldum. Ama Avrupa Birliği liderlerinin hep tutarsızlıklarıyla karşı karşıya olduk, hiçbir zaman dürüst olmadılar, hiçbir zaman sözlerinin arkasında durmadılar. Ülkemizin tam üyeliği için hangi şartları önümüze getirdilerse tamam dedik, ne dedilerse yaptık, ne istedilerse taahhüt ettik, fakat sonuçta ortaya çıktı ki Avrupa Birliği’nin bizi tam üye yapmaya en başından beri niyeti yokmuş. O güne kadar önümüze getirilen her şey oyalama taktiğinden ibaretmiş. Bu süreçte Avrupa Birliği’nin bir değerler ve ilkeler bütünü değil, bir grup ülkenin saplantılarının esiri bir yapı olduğunu gördük, hâlâ da aynı saplantıyla bize yaklaşıyorlar.   Recep Tayyip ERDOĞAN Cumhurbaşkanı 24.08.2020  

Öte yandan, Brüksel’in, Türk vatandaşlarının Ankara Anlaşmasından kaynaklanan serbest dolaşım hakkını birtakım ek koşullara bağlaması da hakkaniyete sığmamaktadır. Nitekim, AB ile 18 Mart 2016’da imzalanan mülteci anlaşması çerçevesinde Türk vatandaşlarının vize serbestisi de gündeme getirilmiş ve “2016 Haziran sonuna kadar tüm kıstasların karşılanması şartıyla Türkiye lehine vize kolaylığı ve vize muafiyeti hususları değerlendirileceği ve sürecin hızlandırılacağı taahhüt edilmişti. Avrupa Birliği bu konuda Türkiye’ye 72 şart ileri sürmüş, geldiğimiz noktada bunlardan 66’sı çözülmüştür. Ancak, AB henüz vize serbestisi konusunda somut bir adım atmış değildir. Bu da göstermektedir ki Brüksel, Türkiye’ye karşı oyalama taktiklerini ve çifte standartlı yaklaşımlarını sürdürecektir.

Diğer taraftan, Avrupa Birliğinin Türkiye’ye karşı uyguladığı çelişkili politikalar, çifte standartlı yaklaşımlar ve birtakım oyalama taktikleri Türkiye’yi, “Gümrük Birliğinden çıkma” seçeneğini bile sorgulama noktasına getirmiştir. Bu meyanda, Brüksel’e teklifimiz şudur: Gelin Gümrük Birliğini revize edelim ve bu kapsamda Türk vatandaşlarının serbest dolaşım hakkını tanıyın, Türk ürünlerine kotaları kaldırın ve nihayet 3. Ülkelerle yaptığınız serbest ticaret anlaşmalarına Türkiye’yi de dâhil edin. Yok eğer buna yanaşmıyorsanız, o halde Gümrük Birliği feshedilsin. Türkiye ile de STA yapın.”

Eğer gümrük birliği sürecini Türkiye’nin AB yolunda varabileceği son aşama olarak betonlaştırmak hedefleniyorsa, o zaman Türkiye’nin duyduğu rahatsızlığın dikkate alınması gerekmektedir. Aksi halde,  gümrük birliğinden çıkıp AB ile STA imzalayalım” önerimizin ivedilikle değerlendirmeye alınması gerekmektedir. Her halükarda Brüksel’in, Avrupa Komisyonu’nun Enerjiden Sorumlu Eski Üyesi Alman Günther Oettinger’in şu tespitini dikkate almasında yarar bulunmaktadır: “Önümüzdeki 10 yıl içinde Alman ve Fransız Başbakanlar… gittikleri Ankara’da Türkiye’nin AB’ye üye olması için yalvaracaklar.”

Ortak üyelik başvurusundan itibaren 61 yıl ve tam üyelik başvurusundan itibaren ise 33 yıl geçmiş olmasına rağmen, Türkiye hâlâ AB kapısında bekletilen aday ülke konumundadır. Kuşkusuz, Türkiye bu uzun ince yolda üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmiştir. Bu kapsamda, Ankara Anlaşması ile öngörülen yükümlülüklerini yerine getirmiş, 1.1.1996 tarihi itibariyle AB ile gümrük birliğini uygulamaya geçirmiş ve siyasi, toplumsal ve ekonomik reformların ardından tam üyelik müzakere sürecini başlatabilmiştir. Yoğun tartışmaların ardından 2005 yılında başlatılan ve halen ağır aksak ilerlemekte olan tam üyelik müzakere sürecinde gösterdiği performansla Türkiye, Batıyla bütünleşme kararlılığını ortaya koymuş bulunmaktadır.

 Buna rağmen, AB’nin Türkiye’ye karşı uyguladığı çifte standartlar ve haksız uygulamalar nedeniyle son zamanlarda Türk Halkının AB heyecanı sönmüş ve katılım süreci kilitlenme noktasına gelmiştir. 

Mesela, Türkiye’nin önüne “imtiyazlı ortaklık”, “serbest dolaşımsız üyelik”, “ucu açık süreç”, “Birliğin hazmetme kapasitesi” gibi ne olduğu belirsiz kavramlar koyarak tam üyeliğe karşı alternatif formüller üretme çabasına giren AB’li yetkililer, tam üyeliği “Kıbrıs” koşuluna bağlamak suretiyle, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya çalışmaktadırlar. Bu durum, Türkiye-AB tam üyelik müzakere sürecinin bir yol kazasına uğrama ihtimalini de artırmaktadır.

  “…Şu gerçeğin artık herkes tarafından görüldüğüne inanıyorum; Avrupa Birliğinin Türkiye’ye olan ihtiyacı, Türkiye’nin Avrupa Birliğine olan ihtiyacından daha fazladır. Ülkemiz olmadan Avrupa Birliğinin kurucu değerlerini dinamitleyen İslam düşmanlığı, kültürel ırkçılık, ayrımcılık ve göçmen karşıtlığı gibi varoluşsal tehditlerle başarılı bir şekilde mücadele etmesi mümkün değildir. AB’ni içine kapatarak dar bir kalıba sokma girişimleri ancak bizim gibi asırlardır farklı inanç ve kültürleri bünyesinde barış içinde yaşatan ülkelerin katılımıyla boşa çıkarılabilir…”   Recep Tayyip ERDOĞAN Cumhurbaşkanı 09 Mayıs 2019    

Bölgesinin en güçlü ve istikrarlı ülkesi olan ve tarihi-kültürel birikimi ve jeopolitik konumu itibariyle küresel bir güç olma kapasitesine sahip bulunan Türkiye uzun süre AB kapısında bekletilebilecek bir ülke değildir ve tam üyelik dışında bir seçeneği de kabul etmeyecektir. Milli birlik ve beraberlik içerisinde, aktif, rasyonel ve çok yönlü dış politika stratejileri geliştirebilen bir Türkiye’nin farklı alternatifler üretme potansiyeline sahip olduğunun bilhassa bazı Avrupalı Liderler tarafından anlaşılması, bu açıdan önem arz etmektedir.

Son yıllarda gerçekleştirdiği, ekonomik,  siyasi, askeri ve toplumsal hamlelerle gerek bölgesinde ve gerekse dünya kamuoyunda bütün dikkatleri üzerine çeken, özgüvene sahip güçlü Türkiye imajıyla 21. Yüzyılın Lokomotif Ülkesi olabileceğini gösteren, savunma sanayiinde yüksek teknolojili yerli ve milli üretime geçen, enerjide yeni ve muazzam kaynaklar keşfetmeye başlayan ve enerji çeşitliliğini artıran, sağlık sektörüne yeni ve büyük yatırımlar yapan ve nihayet dünya siyasi arenasında proaktif ve çok yönlü diplomatik girişimler yürüterek başarılı dış politika stratejileri geliştirebilen Ülkemiz, küresel bir güç olmaya namzet bir Ülke olduğunu böylece ortaya koymuş bulunmaktadır. Dolayısıyla, AB ile tam üyelik katılım müzakereleri yürüten, 24 yıldır AB ile gümrük birliği içinde olan ve Birliğin en önemli ticaret ve yatırım ortaklarından biri olan Türkiye’nin ise Avrupa Birliği’nin gelecek vizyonunda vazgeçilmez öneme sahip bir Ülke olduğunu Avrupalı siyasetçilerin görmesi bilhassa kendileri için yararlı olacaktır.

Şurası da unutulmamalıdır ki Türkiye’nin 1959 tarihli AT ortak üyelik başvurusu bir stratejik adımdan ibaretti. Bugün, tam üyelik süreci de Türkiye için stratejik bir hedeftir. Eğer Brüksel daha fazla nazlanmaya devam ederse, Ankara’nın farklı stratejiler geliştirme potansiyeli her zaman mevcut bulunmaktadır.

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile oluşturduğu Gümrük Birliği ilişkisinin Türkiye açısından ekonomik, ticari, kurumsal, hukuksal ve finansal birçok alanda küçümsenmeyecek olumlu etki ve sonuçları olmuştur. Ancak, Tam üyelik yolunda geçici ve teknik bir süreç olarak öngörülen gümrük birliğinin daha fazla uzatılmadan tam üyelikle sonuçlandırılması gerekliliği de ayrı bir gerçektir. Zira, 01.01.1996 tarihinde başlayan ve Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği yolunda son aşama olan gümrük birliği sürecinin bu şekilde uzayıp gitmesi, Türkiye’yi ekonomik ve sosyal açıdan olumsuz etkilemektedir. Bu bakımdan, Türkiye-AB Gümrük Birliği Anlaşmasının genişletilerek ve derinleştirilerek derhal revize edilmesi ihtiyacı doğmuştur.

Nihayet, Türkiye-AB arasındaki ekonomik ilişkilerin dengeli ve istikrarlı bir şekilde sürdürülmesi, Türkiye-AB arasında yaşanması muhtemel bir krizin engellenmesi, Türkiye’nin AB tam üyelik sürecinin kaldığı yerden devam etmesi ve ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açılabilmesi için önerilerimizi aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz:

Önerilerimiz

1. Tam üyelik için artık Türkiye’ye bir tarih verilmelidir.

2- Brüksel, Türkiye’nin tam üyelik sürecinin önündeki siyasi engelleri derhal ortadan kaldırmalı ve bu “uzun ince yolu” gümrük birliği ile sonlandırma hayalinden vazgeçmelidir.

3. Türk milletinin tarihi- kültürel dokusuna müdahale edilmemelidir.

4. Türkiye’nin milli birlik  ve beraberliğine, milli ve manevi değerlerine saygı gösterilmelidir.

5. Aday ülke olarak Türkiye’ye karşı samimi davranılmalı ve çifte standartlı yaklaşımlardan 

vazgeçilmelidir.

6. Brüksel, Türkiye’nin AB Sürecini, taviz koparmak için bir fırsat olarak görmekten vazgeçmelidir.

Brüksel ve AB’nin lokomotif ülkeleri, AB karşıtlığı ve Avrupa’da tehlikeli bir şekilde gelişen islamofobi ye karşı acil tedbirler almalı, bunların AB’de tarih yazmalarına! izin vermemelidir.

7. Gümrük Birliği Anlaşması derhal revize edilmelidir. Brüksel’in atacağı böylesi bir adım, Türkiye ile Avrupa Birliği arasında yeniden pozitif bir gündem yaratılmasına da imkân sağlayacaktır.  

8. AB’nin üçüncü ülkelerle tek taraflı olarak yaptığı serbest ticaret anlaşmaları Türkiye’yi açık bir pazar haline getirmekte ve haksız rekabete yol açmaktadır. Bu bakımdan, AB’nin üçüncü ülkelerle yaptığı serbest ticaret anlaşmalarına Türkiye’yi de dâhil etmesi veya Türkiye’nin de bu ülkelerle benzer anlaşmalar yapmasına imkân verilmelidir.

9. AB ile ABD arasında yürütülen Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) Anlaşması müzakerelerine Türkiye’nin de dâhil edilmesi ve ülkemizin koordineli bir şekilde bu anlaşmaya taraf olması sağlanmalıdır.

10. Brüksel, Gümrük Birliği Anlaşmasını revize etmekten imtina ederse, Türkiye’nin Gümrük Birliğinden çıkması ve bunun yerine Türkiye ile AB arasında serbest ticaret anlaşması yapılması gündeme gelmelidir.

11. AB ile tercihli ticari ve ekonomik ilişkiler tarım, kamu alımları, hizmetler ve e-ticaret gibi yeni alanlara genişletilmelidir.

12- Türk Vatandaşlarının Ankara Anlaşmasından kaynaklanan serbest dolaşım hakkı, derhal ve koşulsuz olarak verilmelidir.

13- Gümrük Birliği Anlaşması kapsamında öncelikle, haksız rekabete yol açan, “Türk işadamlarına yönelik vize uygulaması ve taşıma araçlarına getirilen kotalar” gibi teknik engeller tümüyle ortadan kaldırılmalıdır.

14. Ada’da çözüme katkı sağlamayanlar Türkiye Cumhuriyeti’ne liman ve havaalanlarını açması için baskıda bulunamazlar. Bu meyanda, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm sağlanıncaya kadar, 29 Temmuz 2015 Deklarasyonu uyarınca Türk limanlarının Rum gemilerine kapalı tutulması uygulamasına devam edilmelidir.

15- Tam üyelik yolunda geçici ve teknik bir süreç olan gümrük birliğinin daha fazla uzatılmadan tam üyelikle sonuçlanması için Avrupa Birliği de çabalarını yoğunlaştırmalı ve tam üyelik müzakerelerinin tıkanmasına yol açacak gelişmelere müsaade etmemelidir.

16- Kıbrıs, Ege gibi haksız dayatmalardan vazgeçilmelidir. Türkiye’nin “ya AB, ya Kıbrıs” dayatmasına boyun eğmeyeceğini, AB ve Rum/Yunan tarafı iyi bilmelidir.

17- Kıbrıs konusunda hızlı ve etkili bir diplomasi faaliyeti başlatılmalı ve bu kapsamda Kıbrıslı Liderler arasında ağır aksak yürütülmeye çalışılan görüşmelerin hızlandırılması için özellikle BM ve ABD’nin etkin rol oynamaları sağlanmalıdır. (ABD Senatosu’nun, GKRY’ye karşı uyguladığı silah ambargosunun kaldırılmasına yönelik aldığı son karar, Doğu Akdeniz’de ve bilhassa Kıbrıs meselesinde ABD’nin tarafsız konumunu terk ederek Yunanistan/GKRY lehine bir duruş sergilemeye başladığını işaret etmektedir.)

18- Türkiye gibi güçlü bir ülkenin içinde yer almadığı bir Avrupa Birliği’nin küresel bir güç olamayacağı ve sırf ailenin şımarık çocuğunun haksız istekleri uğruna Türkiye-AB ilişkilerine zarar verilemeyeceğinden hareketle Brüksel, Rumlara müsamaha göstermekten vazgeçmelidir.

19- Kıbrıs’ta Türkiye’nin garantörlük hak ve yetkisi, Ada’daki Türk Barış Gücü ve Kıbrıs Türk Halkının siyasi eşitliği Türkiye’nin kırmızı çizgileri olup müzakere dahi edilemez. Türkiye’nin bu konularda taviz vermeyeceğini Brüksel bilmeli ve buna göre politika belirlemelidir.

20- Türkiye, Ada’da adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm bulunması yönündeki çabaları desteklediğini her ortamda tekrarlamaktadır. Bu kapsamda, Türkiye’nin 2006 tarihli önerisi geçerliğini korumaktadır (Dışişleri Bakanlığımız, Mayıs 2005 ve Ocak 2006 tarihlerinde, Kıbrıs’taki tüm kısıtlamaların ilgili tüm taraflarca eşzamanlı olarak kaldırılması önerisinde bulunmuş fakat ne AB ve ne de Rumlar bunu kabul etmemişlerdir).

21- Kıbrıs’ta çözüm müzakerelerinin sonsuza dek sürmesi mümkün değildir. Bu anlamda, liderler arasında devam etmekte olan kapsamlı çözüm müzakerelerinden ya anlaşma yönünde bir sonuç çıkacak, ya da, Ada, kalıcı bir bölünmeye giden yeni bir sürece girecektir. Bu bakımdan, Ada’da her iki halkın meşru ve temel hak ve çıkarlarını gözetecek adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamaması halinde, mevcut statünün devam etmesi ve KKTC’nin milletlerarası camia tarafından tanınmasına yönelik çabaların artırılması en uygun yol olacaktır.

22- Kıbrıs Türk Tarafı bugüne kadar, Kıbrıslı Liderler arasında yürütülen ve iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe sahip iki kurucu devletten müteşekkil bir federasyon modelini esas alan çözüm müzakerelerine tam destek vermiştir. Ne var ki Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerle siyasi eşitliğe razı olmamışlar, Kıbrıs Türklerini hep azınlık olarak görmek istemişlerdir.  Binaenaleyh, 1968 yılından beri devam eden çözüm görüşmeleri ve mutabık kalınan birçok BM çözüm planları Rumların uzlaşmaz tutumları yüzünden akamete uğramıştır. Türkiye ve KKTC, Rum/Yunan tarafının bu uzlaşmaz tavırlarından hiçbir sonuç alınamadığı ve alınamayacağı gerçeğinden hareketle Kıbrıs Meselesine dair çözüm parametrelerinde değişikliğe gitmeyi tercih etmiştir.

Esasen, son 10 yıldır gerek yayınlanmış kitap ve makalelerimizde gerekse panel ve konferanslarımızda müteaddit defalar dile getirdiğimiz bu politika değişikliğinin bugün kabul görmesiyle birlikte Kıbrıs Meselesinin yakın zamanda çözüme kavuşturulmasının mümkün olabileceğini düşünmekteyiz. Bu vesileyle, Türkiye ve Kıbrıs Türk Halkının meseleye bakışı ve yeni çözüm parametrelerini, Rum/Yunan tarafına ve bihassa milletlerarası camianın nazarı dikkatine sunmak isteriz. Buna göre, 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963’te silah zoruyla bozulmuş, 1974’te Yunan cuntasının darbesiyle de ortadan kalkmıştır. Kıbrıs’ta iki ayrı halk, iki ayrı egemen devlet vardır. Velhasıl,  “Kıbrıs’ta çözüm, Ada’daki gerçekler çerçevesinde, Egemen eşitlik temelinde iki devletli bir yapıyla, yani iki ayrı egemen devletin varlığını devam ettirmesi ile mümkün olabilecektir. Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi devam edecektir.”

Arz ederim.

Kaynakça:

1. ÇOĞAL, Nejat, “AB’nin Türkiye Paradoksu” (1. Baskı 2012).

2. ÇOĞAL, Nejat, “Kıbrıs’ta Nafile Çözüm Arayışları; Talat-Hristofyas Süreci” (1. Baskı 2011; 2. Baskı 2014).  

3. ÇOĞAL, Nejat. Kıbrıs ve AB konularında yayınlanmış tüm makaleleri.


[1] Fransa, Batı Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg.

[2] Türk Vatandaşlarına vize serbestisi sağlamak için AB’nin şart koştuğu 72 maddeden geriye kalan 6 kriter şunlardır:              1.Terörle mücadele mevzuatında değişiklik 2. Europol Anlaşması 3. Yolsuzluğa karşı GRECO tavsiyeleri 4. Üye ülkelerle adli iş birliği yapılması 5. Kişisel verilerin korunması 6. Geri Kabul Anlaşması’nın uygulanması. Bu konuda altı ayrı çalışma grubu oluşturulmuş durumda.

Share This:

Türk-Amerikan İlişkileri Bağlamında Kıbrıs, S-400 ve Doğu Akdeniz

Türk-Amerikan İlişkileri Bağlamında Kıbrıs, S-400 ve Doğu Akdeniz – Nejat ÇOĞAL – Türk Ocakları

30.06.2019

ABD’nin, son günlerde Kıbrıs’ta yaşanan doğalgaz krizindeki rolü ile Türkiye’nin S-400 füze savunma sistemi alımına ilişkin olarak ortaya koyduğu tavır, bize 1964 tarihli Johnson Mektubu krizini hatırlatmaktadır. Zira, her iki bunalımda da ABD’nin benzer siyasi/diplomatik taktikler uyguladığına şahit olmaktayız. Öyle ki geçtiğimiz günlerde, ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan’ın, Türkiye’nin S-400 füze savunma sistemi alımına ilişkin olarak, Türk Millî Savunma Bakanı’na gönderdiği mektup, üslup ve zamanlama açısından Johnson Mektubu ile ciddi benzerlikler göstermektedir.

Bilindiği üzere, 1964 yılında Türkiye’nin Kıbrıs’a yönelik, bir nevi meşru müdafaa hakkını kullanması kapsamında değerlendirilebilecek bir askerî harekâtını ABD engellemişti. ABD bunu yaparken Türkiye’nin NATO üyeliğini bahane göstermişti. Haziran 1964’te Türkiye’nin Garanti ve İttifak Anlaşmalarından kaynaklanan hak ve yetkisine istinaden Kıbrıs’a yapacağı askerî harekâtın NATO üyeliğiyle bağdaşmayacağını ileri süren Washington, bugün aynı haksız gerekçeyle, Türkiye’nin hava savunma sisteminin güçlendirilmesine yönelik ciddi bir girişimini engellemeye çalışmaktadır.

1964 yılında, Kıbrıs’a müdahale etmesi hâlinde Rusya ile savaşa girecek olan Türkiye’nin NATO tarafından savunulmayacağı ve yalnız kalacağı tehdidini ileri süren ABD, bugün Rusya ile savunma işbirliğine gitmesi hâlinde Türkiye’yi F-35 savaş uçakları üretimi programından çıkarmakla ve parası ödenen uçakları teslim etmemekle tehdit etmektedir. Dün, Türkiye’nin dış politikasında dönüm noktası olan ve Türkiye’nin yönünü Batı’dan Sovyetler Birliği’ne çevirmesine yol açan Johnson Mektubu, bugün ise Türk-Amerikan ilişkilerinde kırılma noktası olarak kabul edilebilecek Shanahan Mektubu. Her ikisi de Türkiye’nin, başta ABD olmak üzere Batı ile olan ilişkilerinde hayal kırıklığı yaşamasına ve ciddi bir güven krizine yol açmıştır. Üstelik eş zamanlı olarak, ABD’nin Rum/Yunan tarafının haksız girişimlerine açık destek vermek suretiyle Doğu Akdeniz’deki krizi körüklemesi ve uluslararası camiada Türkiye’yi yalnızlaştırmaya yönelik gayretleri, ilişkilerdeki güven krizini daha da derinleştirmektedir.

Bilindiği gibi 1964 yılında, Rumlar, Türkleri Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti mekanizmasından tümüyle dışlamışlar ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tamamen Rumların kontrolü altına sokmuşlardı. 1964 yılında, Türkiye’nin Ada’ya bir askeri müdahale girişimi ABD tarafından engellenmişti. ABD Başkanı Johnson’ın Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı İnönü’ye yönelik tehditlerle dolu olan Mektubu, kamuoyunda büyük bir infial uyandırmıştı. Bu mektup, Türkiye-ABD ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuş, Türkiye’nin, başta Washington olmak üzere Batı Bloğuna olan güveni ciddi biçimde sarsıntıya uğramıştı. 

Ağır ve sert bir dille kaleme alınan Johnson Mektubu, Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı müdahaleyi ABD’nin onaylamadığını şu gerekçelerle bildiriyordu: “Yıllar boyunca Türkiye’yi desteklemiş olan ABD’nin fikri alınmadan, tek taraflı bir kararla karşı karşıya bırakılması doğru değildir. Türkiye 1960 Anlaşmaları uyarınca öteki garantör devletlerle görüşmeden Kıbrıs’a müdahale hakkına sahip bulunmamaktadır ve öteki garantör devletlerle danışma görüşmeleri yapmamıştır. Yapılacak bir müdahale 1960 Anlaşmalarında yasaklanan taksime yol açacaktır. Kıbrıs’a yapılacak bir müdahale Türk-Yunan savaşının başlaması demektir ve NATO müttefiklerinin aralarında savaşmalarına ABD izin veremez. NATO müttefiklerinin tam rıza ve onayı olmadan Türkiye’nin girişeceği hareket neticesinde ortaya çıkacak bir Sovyet müdahalesine karşı NATO müttefiklerinin Türkiye’yi savunmak zorunlulukları yoktur. BM barışı sağlamak için çaba gösterirken Türkiye’nin müdahale etmesine BM üyeleri sert tepki göstereceklerdir. Türkiye 1947 Anlaşmasının 14. Maddesi uyarınca ABD’den aldığı askeri yardımı veriliş amaçlarının dışında kullanamayacağına göre, Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede ABD’den aldığı askeri malzemeleri kullanmasına ABD onay vermeyecektir…”

Başbakan İnönü, kuşkusuz bu mektuba uygun bir üslupla cevap vermiştir. İnönü, ABD’nin bu tehditkâr mektubuna karşı cevabı özetle “…Yeni bir dünya düzeni kurulur, Türkiye de burada yerini alır…” şeklinde olmuştur. Bu olaydan sonra Türkiye esasen, Kıbrıs’ta anayasal düzenin yeniden sağlanması ve Kıbrıslı Türk Soydaşlarının meşru ve temel hak ve yetkilerinin korunması için Ada’ya yönelik muhtemel bir askeri müdahalenin hazırlıklarına da başlamış oldu. Nihayet, 10 yıl sonra, 20 Temmuz 1974 tarihinde Türkiye, kendi imkânlarıyla Kıbrıs’a başarılı bir askerî harekât düzenlemiş ve Kıbrıs Türk Barış Harekâtıyla Ada’da kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmıştır. Her ne kadar Kıbrıs Türk Barış Harekâtı nedeniyle 1975-1978 yılları arasında ABD Türkiye’ye yönelik silah ambargosu uygulamış olsa da Türk Milleti bildiği yoldan dönmemiş ve Kıbrıs üzerindeki uluslararası hak ve yükümlülüklerini yerine getirmeye devam etmiştir.

Kuşkusuz bugün de Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar tarafından, ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan’ın mektubuna hak ettiği üslupla cevap verilecek ve Türkiye, millî hava savunma sistemini güçlendirecek adımlardan vazgeçmeyecektir. Kaldı ki Türkiye Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alım işlemini tamamlamış ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da bu konuyu net bir şekilde dünya kamuoyuna açıklamıştır. Ayrıca Türkiye, ABD’ye S-400 ve F-35’ler konusuna ilişkin olarak NATO’nun da içinde olduğu ortak bir çalışma grubu kurulması önerisinde bulunmuştur. ABD, bu teklifi kabul eder veya etmez. Bilinen şudur ki ABD’nin Kıbrıs meselesinde Türkiye’yi uluslararası siyasette köşeye sıkıştırma gayretleri ve F-35 savaş uçakları projesinden Türkiye’yi dışlama tehditleri, Türkiye’nin millî savunmasını güçlendirmesine engel olamayacaktır.

ABD ve Batı, dünyanın en ileri teknolojiye sahip (5. nesil) uçakları (F-35) ile bu uçaklara karşı geliştirilmiş en ileri düzeydeki füze savunma sistemlerinin (S-400) aynı ülkenin ve özellikle de Türkiye’nin elinde bulunmasına kesinlikle karşı çıkmaktadır. Buna karşın, 1964 Johnson Mektubu, 1975 Silah Ambargosu, Suriye’de yaşanan olaylar, S-400 ve F-35 krizleri ile ABD’nin Doğu Akdeniz’deki doğalgaz krizine yaklaşımı birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’nin millî savunma sistemini süratle güçlendirmesinin ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır.  

Hatırlanacağı üzere, 1998 yılında, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne konuşlandırılmak istenen S-300 hava savunma sistemi, garantör ülke Türkiye’nin itirazları üzerine Girit’e konuşlandırılmıştı. NATO üyesi Yunanistan’ın, Türkiye’nin yanı başındaki bir adaya, hem de NATO müttefiki Türkiye’ye karşı Rus S-300 füzelerini yerleştirmesine ses çıkarmayan Batı, bugün aynı füze sistemlerinin Türkiye tarafından temin edilmesine karşı çıkması anlamsızdır, samimiyetten yoksundur.

Öte yandan, ABD tarafından, GKRY ile Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki haksız ve uluslararası hukuka aykırı doğalgaz arama ve sondajlama faaliyetlerine tam destek verilirken, Türkiye’nin haklı itirazları görmezden gelinerek, Kıbrıs Türk Halkının eşit siyasi ve ekonomik haklarının hiçe sayılması manidardır.  Türkiye, Kıbrıs’ta iki eşit halkın var olduğunu ve Doğu Akdeniz’e en uzun kıyısı bulunan Ülke olarak, bölgede deniz egemenlik haklarının bulunduğunu Dünya kamuoyuna her fırsatta açıklamaktadır. Ancak, GKRY’nin Ada’nın tek meşru hükûmeti olarak görülmesi ve Türkiye’nin egemenlik haklarının görmezden gelinmesi, Türkiye’yi bölgede sismik araştırmalar ve akabinde sondaj çalışmaları yapmak zorunda bırakmıştır.

Bilindiği üzere GKRY, sözde Münhasır Ekonomik Bölge ilan ettiği alanlarda, Amerikan ve İtalyan enerji devleriyle imzaladığı sözleşmeler uyarınca sondaj çalışmalarına devam etmektedir. GKRY’nin bu uluslararası hukuka aykırı girişimleri karşısında, Türkiye ve KKTC 2011 yılında imzalamış oldukları Kıta Sahanlığının Sınırlandırılması Anlaşması uyarınca, Bölgede önce sismik araştırma faaliyeti yürütmüş ve geldiğimiz noktada ise sondaj çalışmalarını sürdürmektedir. Bu kapsamda, hâlen Doğu Akdeniz’de faaliyet gösteren Fatih sondaj gemisine ilave olarak Türkiye geçtiğimiz günlerde Yavuz sondaj gemisini de bölgeye sevk etmiştir. Yavuz’un, Magosa Körfezi’nde, E parselinde sondaj çalışması yapması planlanmaktadır (1974 yılından beri kapalı olan Maraş Plajı, bu parselin kıyısında yer almaktadır.). Yavuz sondaj gemisi hâlen Doğu Akdeniz’e doğru sefer hâlinde olup GKRY ve Yunanistan’ı ciddi anlamda paniğe sevk etmiş görünmektedir. Öyle ki Yunanistan Başbakanı Çipras, Yunan basınına verdiği beyanatta “…Akdeniz ve Ege’de savaş riski var. Türkiye Meis açıklarında sondaj yaparsa silahlı kuvvetlerimiz kesin talimat aldı. Kıbrıs’ta Türk garantörlüğü son bulmalı…” şeklinde tehditvari bir açıklama yapmıştır. Hâlen Yavuz, Yunanistan’ın tehditlerine aldırış etmeden Akdeniz’deki yolculuğuna (Türk F-16’lar eşliğinde) devam etmektedir.

Öte yandan, Rum/Yunan tarafı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarını korumaya yönelik girişimlerine karşı yaptırım kararları aldırmak amacıyla başta ABD ve AB olmak üzere Batı’yı harekete geçirmeye çalışmaktadır. Özellikle son 10 yılda savunma sanayisinde ciddi atılımlar gerçekleştiren Türkiye gibi bir ülkeyi fiilen durdurabilmenin mümkün olamayacağını gören Yunanistan, uluslararası toplum nezdinde Türkiye’ye diplomatik baskı uygulamanın arayışı içindedir. Bu kapsamda, son günlerde, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki yasal faaliyetlerinin hukuka aykırı(!) olduğu yönünde AB ve ABD’li bazı diplomat ve siyasetçilerin açıklamalarına şahit olmaktayız. Hatta, bu konuda Türkiye’ye karşı birtakım yaptırım tehditleri de Batılı bazı diplomat ve siyasetçiler tarafından dile getirilmektedir.

Mesela ABD’nin Kıbrıs Büyükelçisi Judith Gail Garber, “ABD, Türkiye’nin Kıbrıs açıklarında sondaj çalışmalarında bulunma niyetinden derin endişe duymaktadır. ABD Hükûmeti söz konusu eylemlerden kaçınması yönünde Türkiye’ye çağrıda bulunacak.” şeklinde açıklama yapmıştır. Yine, ABD Temsilciler Meclisinde onaylanan 372 Sayılı Yasa’da F-35 iptali ile ilgili hükmün yanı sıra, Türkiye, Kıbrıs’ta işgalci(!) olarak tanımlanmıştır. ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi Başkanı Elito Engels “…Türkiye’nin S-400’leri elde etmesi hâlinde, iki yıl önceki bipartizan yasanın yani Rumlara silah ambargosunun kaldırılmasını öngören tasarının geçeceği ve Türkiye’ye yaptırımların başlatılacağı” şeklinde bir açıklaması olmuştur. Öte yandan, 18 Haziran 2019 tarihinde toplanan AB Zirvesinde, Türkiye’nin Kıbrıs açıklarında sondaj çalışmalarına başlaması hâlinde gerekli adımların atılması için AB Komisyonuna yetki verilmiştir. Zirve sonrasında, AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, “Türkiye’nin sözde Kıbrıs Münhasır Ekonomik Bölgesindeki faaliyetlerinden dolayı AB’nin Türkiye’ye karşı bir an önce sert önlemler alacağı” şeklinde açıklama yapmıştır. Fransa Cumhurbaşkanı Macron “Kıbrıs ile tam bir dayanışma içindeyiz ve bağımsızlıklarını destekliyoruz. Türkiye Kıbrıs münhasır ekonomik bölgesindeki yasadışı! faaliyetlerini mutlaka durdurmalı. AB bu konu hakkında zayıflık göstermeye niyetli değil.” şeklinde tehditte bulunmuştur.

Ayrıca, GKRY, Doğu Akdeniz’de sondaj faaliyeti yürüten Türk gemilerindeki personel için uluslararası tutuklama kararı çıkartmıştır. Yine, AB, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmaları ile ilgili olarak Türkiye ile gümrük birliği müzakerelerini dondurmayı öngören bir teklifi değerlendirmeye alacakmış. Yunanistan’ın önümüzdeki günlerde Girit açıklarında sondaj çalışmaları yapmak üzere Amerikan Exxon Mobil ile bir anlaşma imzalamayı planlıyormuş. Çipras, Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmalarının ikili problemlerden çok, bir Türkiye-AB problemi olduğunu iddia ediyormuş vs. Bu tehditkâr açıklamaların örneklerini çoğaltmamız mümkündür. Tüm bu açıklamalar, Kıbrıs Adası ve bilhassa Doğu Akdeniz üzerinde birtakım çıkar hesapları yapan çevrelerin, Türkiye’nin bölgedeki güçlü varlığından duydukları rahatsızlığın dile getirilmesinden ibarettir. Ancak, bu noktada şunu da ifade etmeliyiz ki Türkiye bu tehditlere pabuç bırakmayacaktır. Türkiye, uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve yetkilerini sonuna kadar muhafaza edecektir.

AB, ABD ve Rum/Yunan tarafının tüm bu haksız ve tehdit içerikli açıklamalarına, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından gereken cevap verilmektedir. Mesela, S-400 krizi ile ilgili olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye kendi güvenlik gereksinimlerini karşılama konusunu hiçbir ülke ile müzakere etmek, bu konuda izin almak, hele hele baskılara boyun eğmek durumunda değildir. S-400 meselesi doğrudan egemenlik haklarımızla ilgili bir konudur ve bundan geri adım atmayacağız.” şeklinde açıklama yapmıştır. Yine, Doğu Akdeniz’de yaşanan doğalgaz krizi ile ilgili olarak “Talimat vermiş birileri, tutuklatacaklarmış o gemilerdeki personeli. Avucunuzu yalarsınız. Neyi tutuklatıyorsunuz”; “Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin çıkarlarını yok sayan girişimlere müsaade edilmeyecektir.” sözleriyle cevap veren Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu açıklamalarıyla Türkiye’nin haklı yürüyüşünden hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğini ve bu konudaki kararlılığını tüm Dünyaya ilan etmiştir.

Netice itibarıyla, Türkiye’nin 1952 yılında NATO üyesi olmasıyla zirveye ulaşan Türk-Amerikan ilişkileri, 1964 yılına kadar tam müttefiklik çerçevesinde devam etmiş; Türkiye bu dönemde koyu bir Amerikan politikası izlemiştir. Ne var ki 1964 Johnson Mektubu ve 1975 Amerikan silah ambargosu ilişkilere indirilen ağır darbeler olmuştur. Kıbrıs meselesi 1964’ten itibaren Türk-Amerikan ilişkilerinde ana eksen olmuş ve ikili ilişkiler Kıbrıs’taki gelişmelere göre inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Tehditkâr bir dille kaleme alınan 5 Haziran 1964 tarihli Johnson Mektubu, Türkiye’nin Batı ve özellikle de NATO müttefiki ABD ile olan ilişkilerini gözden geçirmesine sebep olmuş, bu da Türkiye’nin Sovyet Rusya ilişkilerini yeniden şekillendirmesine imkân tanımıştır. Görüleceği üzere, bu dönemde, Türk-Amerikan ilişkileri adım adım Kıbrıs ipoteği altına girmeye başlamıştır.

Geldiğimiz noktada ise, Türk-Amerikan ilişkileri tıpkı Brüksel’in ”Ya AB, Ya Kıbrıs” dayatmasına benzer şekilde, Kıbrıs meselesi üzerinden şekillendirilmeye çalışılmakta ve bu konu, S-400 krizinin çözümünde, Türkiye’ye karşı bir baskı aracı olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. Son günlerde, gerek Brüksel ve gerekse Washington’un Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi köşeye sıkıştırma gayretlerinin S-400 füze savunma sistemi alımı ile yakın ilgisi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, Yunanistan iyi bilmektedir ki AB ve ABD’nin bu tehditkâr açıklamaları, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarını korumaktan alıkoyamayacaktır. Kuşkusuz Türkiye dik duruşunu koruyacak ve yoluna devam edecektir. Son yıllarda, milli savunma alanında ciddi atılımlar gerçekleştiren Türkiye, hava savunma sistemlerini de güçlendirmeye devam edecektir elbette. Bilinmelidir ki aynı anda hem Suriye’de hem Kıbrıs’ta ve hem de Ege’de harekât yapabilecek güce ve tecrübeye sahip olan Türkiye, egemenlik hak ve yetkilerini kullanmaktan asla vazgeçmeyecektir.

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/turk-amerikan-iliskileri-baglaminda-kibris-s-400-ve-dogu-akdeniz-9658

Share This: