Aylık arşivler: Nisan 2015

TARİHÎ TÜRK-İSLÂM YÜRÜYÜŞÜ

Share This:

50 Dakika

Share This:

NEJAT ÇOĞAL

Share This:

Nejat ÇOĞAL TRT AVAZ Dünya Bülteninde…

dbülteni15

 

NEJAT ÇOĞAL, TRT AVAZ’DA CANLI OLARAK YAYINLANAN “DÜNYA BÜLTENİ” PROGRAMINDA GÖKÇEN OĞAN’A KONUK OLDU…

 

 

Share This:

Tarihî Türk-İslam Yürüyüşü

turkyurdu

 

Nejat ÇOĞAL – Türk Yurdu Dergisi – Nisan 2015 – Yıl 104 – Sayı 332

Tarihî Türk-İslam Yürüyüşü

Tarih, Türkleri İslam ruhundan ayırarak Türk kimliğini parçalamayı ve böylece hem Müslümanlığı ve hem de Türkleri zayıflatmayı gaye edinen çok sayıda girişimlere sahne olmuştur. Ne var ki, İslami inanç ve ahlak sistemi ile yoğrulmuş Türk- İslam milliyetçiliği, ayrılmaz bir bütündür ve insanlık tarihini şekillendiren Türkleri ruhundan ayırmak, yani İslamsızlaştırmak hiçbir şekilde mümkün olamamıştır. Nitekim Fransız şair Lamartine’nin: “Türk’ün (Müslüman’ın) fazileti; ilahi iradeye dâimâ boyun eğmesindedir. … Her şeyi tabiattan çıkardıktan sonra, Allah’a döndürür. Dâimâ, Allah, onun fikrinde ve zikrindedir. Kısır bir fikir şeklinde değil, âdetâ elle tutulabilecek, açık, belli biçimde ve amelî bir hakikattir.” şeklindeki sözleri de Türkün Müslümanlığının Batılılar tarafından itirafından başka bir anlam ifade etmemektedir.
Türklerle Arapların 8. yüzyılda gerçekleşen tarihî buluşması, İslam’ın geleceği için bir dönüm noktası olmuştur. Öyle ki, aynı anda doğuya doğru ilerleyen Araplarla, batı yönünde hareket eden Türkler, ters istikamette esen iki sert rüzgârın birbirleri ile karşılaşması misali çarpışmışlar ve bu çarpışma neticesinde İslamiyet Türklere bir din ve uygarlık, Türkler de bu dine güçlü ordularını vermişlerdir.
Binlerce yıllık medeniyet tarihine sahip olan Türkler, kendi inanç ve yaşayışlarına zaten çok yakın olan Müslümanlığı kitleler hâlinde kabul etmelerinin ardından, asırlar boyunca İslamiyet’in en güçlü savunucusu olmuşlar, onbirinci yüzyılda başlayıp yüzyıllarca süren Hristiyan haçlı saldırılarına karşı da göğüslerini siper etmekten geri kalmayarak, kurdukları Türk- İslam medeniyetini günümüze kadar taşımayı başarmışlardır. Bu yüzdendir ki, İslam âleminde, Türk milletine “Seyf-ül İslam” adı verilmiştir.

Bir yandan İslam’ın kılıcı ve kalkanı olarak önemli hizmetler veren Türkler, bir yandan da tarih boyunca kurdukları imparatorluklarda, egemenlikleri altına aldıkları halklara din ve vicdan özgürlüğü tanıyarak, bunların birlikte, barış içinde yaşamalarını temin etmiş ve evrensel barışa büyük katkılar sağlamışlardır. Binlerce yıllık tarihi boyunca dünyada adaleti hâkim kılmak arzusuyla hareket eden Türkler, bir nevi bütün insanlığın sorumluluğunu üzerinde taşımıştır. Nitekim, Osmanlı Devleti’nin “Nizam-ı Âlem” davası, üç kıta üzerindeki farklı dinlere mensup kavim ve sınıflar arasında hukuki ve içtimai adaleti sağlayarak bir düzen içinde yaşamalarını gaye edinmiştir.
Tarih sayfalarını, İslam adına verdikleri hizmetler ve kahramanlıklarla dolduran Türklerin, aynı zamanda Müslümanlığın yayılmasına da en büyük katkıyı sağlayan, İslam’a en güzel eserleri bırakan ve İslam uygarlığını zirveye çıkaran bir milletin mensubu oldukları unutulmamalıdır. Öyle ki, bilhassa Selçuklular döneminde kendi kültürlerini İslam dünyasıyla buluşturan Türkler, nihayet İslam medeniyetini Türk- İslam medeniyetine dönüştürmüş ve böylece İslam dünyası ve medeniyetine, merhum Prof. Dr. Osman Turan’ın ifadesiyle yeni bir aşı ve hayatiyet kazandırmıştır.
Türkler, Müslüman olmaları sayesinde birliğe kavuşmuş ve eriyip yok olmaktan kurtulmuşlardır. Bugün yeryüzünde Müslüman olmayan Türk olmadığı gibi, Müslüman olduktan sonra millî şuurunu kaybedip tarihte yok olan bir Türk Topluluğu da olmamıştır. Diğer taraftan, İslam âlemi de Türklerin katılımıyla taze bir kan ve can bulmuş, Türkler İslam’ı kendileri için bir millî din hâline getirerek, bütün benlik ve samimiyetleriyle bu dine sarılmışlardır. Merhum Prof. Dr. Erol Güngör’ün ifadesiyle İslam, âdeta Türk milletinin yolunu aydınlatan bir ışık olmuş, Türk milleti bu ışığı takip ettikçe hep yükselmiştir.

Zira İslamiyet’i kabul etmelerinden itibaren Türkler, Müslüman kimliklerini hep ön plana çıkarmışlar ve hep bu isimle anılmışlardır. Nitekim, bir Türk- İslam devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun hükümdarları kendilerini aynı zamanda İslam’ın mücahidi ve İslam toplumlarının temsilcisi olarak görmüşlerdir. İşte bu yüzdendir ki, günümüzde Türkiye’yi Avrupa Birliği dışında bırakma gayretleri, esasen, Avrupalıların, Türkleri daima Müslüman olarak algılamış olmalarından mütevellit bir tavırdan başka bir şey değildir.
Kısaca bir kültür ve kimlik duyarlılığı olarak nitelendirebileceğimiz milliyetçilik düşüncesi, tarih boyunca Türklerin en ziyade hassasiyetlerinin başında yer almıştır. Zira 1.300 yıl önce, Göktürk alfabesiyle Orhun Kitabelerine kazınan Türk kültürü ve kimliği, Yusuf Has Hacib’in 1069 tarihli, Türk-İslam edebiyatının ilk yazılı eseri sayılan Kutadgu Bilig adlı eserinde, İslami düşünce ve bakış açısıyla yeniden vücud bulmuştur.

Anadolu topraklarını Müslüman Türk’e yurt yapan Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan, 26 Ağustos 1071’de, Malazgirt Meydanı’nda ordusuyla birlikte kıldığı cuma namazını müteakip, askerlerine dönerek “Ey mücahitler! Düşman ne kadar çok görünürse görünsün! Biz onlardan daha güçlüyüz. Çünkü biz Allah’a inanıyoruz…” dedikten sonra, atından inip toprak üzerinde secde ederek şöyle dua etmiştir; “Ya Rabbi! Sana tevekkül ettim. Hazreti Peygamberimiz aşkına bize yardım et! Fikrimizle fiilimiz bir değilse bizi helak et!”. Böylece, Alp Arslan’ın imanlı ordusu, sayıca kendisinden kat kat fazla olan Bizans ordusunu Malazgirt Meydanı’nda hezimete uğratarak, Türk-İslam tarihinin en büyük zaferlerinden birisini kayda geçirmeyi başarmıştır.
Osmanlı Devleti’nin ikinci Padişahı Orhan Gazi, Oğul’a Nasihat’ında, “Unutma ki, dünya saltanatı geçicidir. Lakin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamberimiz aleyhisselamın şefaatine mazhariyet için, bu fırsatı iyi değerlendir!..” demiştir. Bu düşünce tarzı, Türk kültürü ve İslam kültürü ile yoğrulmuş Osmanlı Devleti’nin, altı asır boyunca nasıl barış ve birlikte yaşama felsefesiyle hüküm sürebildiği sorusuna verilebilecek en açık cevaptır.
Cihan Padişahı Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’un fethini, sadece stratejik önemi sebebiyle değil, ama daha ziyade, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in (S.A.V.) “İstanbul elbet fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.” hadis-i şerifine mazhar olmak ve onun övgülerini kazanmak için gerçekleştirmiştir. İşte bu, çağ açıp, çağ kapatan Müslüman-Türk kumandan, İstanbul’u fethederken, onu bir Türk-İslam şehrine dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda, yüzyıllarca İslam toplumları arasına fitne sokan, Müslümanlara karşı Hristiyan haçlı seferleri tertipleyen ve İslam topraklarının genişlemesine engel teşkil eden bir şer yuvasını, Doğu Roma İmparatorluğu’nu da ortadan kaldırmıştır.
Şair Namık Kemal Yalçın Kaya’nın da ifade ettiği gibi;

Aranmakta Peygamber müjdesine bir emir, bir namzed

Kostantiniyyeyi İstanbul yapacak bir fatih; Sultan İkinci Mehmed.

Sıvadı kolları Osmanoğlu cihangir, çekerek besmeleyi

Ebedi fethin hazırlığına girişti, eserken seher yeli.

Döktü şahi topları, çelikten iman ordusu; ne güzel er

Böyle buyurmuştu Rasul; ve göklerde saf saf melekler.

İstanbul, dünyanın en güzel şehri, bizim İstanbul,

Büyük fethin timsali, kıyamete kadar Türk İstanbul.

Esasen Osmanlı, İslamiyet’in insanlığa vaat ettiği ideal barış ve istikrarı, himayesi altındaki topluluklar arasında hiçbir etnik, dinî ve kültürel ayırım gözetmeksizin yedi iklim ve üç kıtada asırlar boyunca gerçekleştirmeyi başarmıştır. Zira, İslamiyet’te hiçbir ırka, sınıfa, aileye veya kişiye imtiyaz tanınmamış olup, sadece İslâma hizmet eden ve İslâmı yücelten takva sahibi kimseler üstünlük elde edebileceklerdir. İşte Osmanlı bu bilinçle hareket ederek bir dünya devleti inşa etmeyi başarabilmiştir.

Öte yandan, Çanakkale’de göğsünü siper ederek düşmana geçit vermeyen Mehmetçiğin meşalesi de kuşkusuz iman aşkı ve vatan sevgisiydi. Şanlı Türk tarihini taçlandıran en büyük zaferlerden birisi olan Çanakkale Destanı, iman ve kardeşlik ruhunun şahlanışından başka bir şey değildi. Bir yandan Kur’an okuyup biryandan düşmanla savaşan Türk Askerinin, 3 dakika içinde öleceğini bildiği halde hiç tereddüt etmeden cepheye atılmasını sağlayan bu ruh, din, vatan, bayrak uğruna şehadetin, ulaşılabilecek en yüce makam olduğunu birkez daha ortaya koymuştur. Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Çanakkale şehitlerini ne güzel tarif etmiştir;

Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;

Yine, büyük Türk Şairi Ziya Gökalp, bundan yüzyıl önce, Balkan Savaşları sırasında Vatanın ve Milletin içine düştüğü durumu gösteren Asker Duası’nda şöyle demektedir;

Sancağım tevhid, bayrağım hilâl,

Birisi yeşil, ötekisi al,

İslâm’a acı, düşmandan öc al,

İslâm’ı âbâd eyle Yârabbi!

Düşmanı berbâd eyle Yârabbi!

Bu noktada, Türklerin tarih boyunca İslâm’a hizmetleri konusunda Kurtuluş Savaşı ve bu savaşın İslâm’a kazandırdıkları üzerinde de durulmalıdır.

Millî ve manevi bilincini aynen muhafaza eden Türkler, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün önderliğinde ve vatan, millet, bayrak sevgisi ile yoğrulmuş bir imanla İstiklâl Mücadelesini kazanıp Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmak suretiyle, Millî onurunu muhafaza etmiş ve bu cennet vatan topraklarında kurdukları bin yıllık Türk-İslâm medeniyetini sonsuza kadar yaşatma kararlılığını bir kez daha ortaya koymuşlardır. Nitekim Yahya Kemal, Kurtuluş Mücadelesini şu şekilde dile getirmiştir;

Şu kopan fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi,

Senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi.

Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın

Galip et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.

Mehmet Akif Ersoy da, İstiklal Marşı’nda, Türk Milletinin Hakk’a, bayrağa, bağımsızlığa, dinine ve vatanına olan bağlılığını en açık bir şekilde dile getirmiştir:

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,

Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

Günümüzde çarpıtılan şekliyle ırkçılığı değil, kültürü esas alan Türk Milliyetçiliği, binlerce yıllık tarihi, siyasi ve kültürel bir birikime dayanmaktadır. Türk Milletinin tarihin derinliklerinden süzülerek günümüze ulaşan maddi-manevi, kültürel-ahlaki değerlerini koruyarak gelecek kuşaklara aktarmak, bir Türk Milliyetçisinin asli vazifesi olmalıdır. Türk Ocakları Genel Başkanı Prof. Dr. Mehmet Öz’ün ifadesiyle, bizim millet, millî devlet anlayışımız tarihimize, milletimize bir bütün olarak sahip çıkmaya dayanır. İçi boş, tarihî ve kültürel muhtevası Türklüğün tarihî birikimini inkâr eden bir anlayış da tarihî ve kültürel realitelere aykırı olarak Türklüğü bir etnisiteye indirgeyen, milliyetçiliği kavmiyetçilik ve ırkçılık olarak görerek reddeden beynelmilelci yaklaşımlar da yanlıştır. İslam medeniyetinin tarihî gelişimini ve Türk-İslam medeniyeti gerçeğini ıskalayan, 20. yüzyılın nev-zuhur ve ithal İslamcılığı ne Türklüğe ne İslam âlemine ne de insaniyete kapsayıcı bir medeniyet tasavvuru sunabilir.

Ortak bir dile ve ortak bir tarihe sahip insanların milli kimlik ve kültür şuuruyla kendini ifade etmesi olarak tanımlayabileceğimiz bu milliyetçilik anlayışı mesela, Fransız düşmanlığından beslenen Alman milliyetçiliğinden tamamen farklı olarak, diğer milletlerin varlığına saygı duyan, cihanşümul bir karakteristiği haizdir. Türk-İslâm Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’nın da Avrupalı elçilere söylediği gibi, Türk fetihleri aslında, Hristiyan dünyasının amansız saldırıları karşısında verilen bir nefsi müdafaa, bir varlık-yokluk mücadelesi sebebiyle gelişmiştir. Kuşkusuz Türkler, tarih boyunca hem batı medeniyetinin sömürgecilik faaliyetleri karşısındaki en ciddi direnek noktası olmayı başarmışlar ve hem de hakimiyetleri altındaki halklara adaletle hükmetmişlerdir.

Türk Milliyetçiliği sevgiyi, kardeşliği ve hoşgörüyü esas alan kucaklayıcı ve birleştirici bir anlayışa sahiptir. Nitekim, bundan doksan yıl önce, Türkçülerin amacının, çağdaş bir İslam Türklüğü olduğunu söyleyen Ziya Gökalp, Türklerin, milli ülkülerini güçlendirmek için dindaşları ve yurttaşları olan hiçbir kavme karşı “millî kin” aşılamaya yeltenmediklerini, çağdaşlaşmak için, Müslüman olmayan kavimler hakkında, içinde bulunulan uygarlık yüzyılının gerektirdiği saygılı tutumu koruyacaklarını özellikle vurgulamıştır.

Nitekim, Yüce dînimiz İslama göre insanlar, Cenab-ı Hak tarafından, kabilelere ve milletlere bölünmüştür. Dolayısıyla, Müslümanların Arablar veya Türkler gibi milletler halinde bölünmeleri, insanların birbirlerini tanımaları gayesiyledir. Ancak, bu milletler arasında üstünlüğün sadece güzel ahlâk ve takvâ sahibi olmakla mümkün olabileceği de Kur’ân’da belirtilmiştir. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’in Hucurât Sûresi’nin 13. Ayetinde Yüce Allah “Ey insanlar ! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.” demektedir. Buna göre, Türkler, Allah’ın insanlar arasından oluşturduğu milletlerden bir tanesidir ve üstünlüğü soydan değil, İslâm adına verdiği hizmetler ve yaptığı iyi işlerden kaynaklanmaktadır.

Büyük Türk Hükümdârı Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethedip İslâm Halifeliğini Abbasilerden teslim alırken, Cuma namazında okunan hutbede kendisi için “Hâkim-i Haremeyni’ş-Şerîfeyn” (Mekke ve Medine’nin Hâkimi) diye bahsedilmesine itiraz etmiş ve Peygamber’e saygısından dolayı kıpkırmızı kesilen Koca Pâdişah, ayağa kalkarak, “Hayır, Hâdim-i Haremeyni’ş-Şerîfeyn” (Mekke ve Medine’nin Hizmetkârı) diye haykırmıştır. İşte Türkler bu anlayışla, 400 yıl boyunca İslâm Halifesi sıfatıyla, İslâmda birlik ve beraberliği temsil etmişlerdir.

Derin bir mütevazılıkla İslâma verdiği ve vereceği hizmetler sayesinde Türk Milleti, tarih boyunca hep küllerinden yeniden doğmayı başarabilmiştir. Bunun son örneği, emperyalist Batılı güçlerin bitmek bilmez Haçlı saldırıları karşısında yorgun ve bitkin düşen Türk Milletinin, Gazi Mustafa Kemal önderliğinde verdiği İstiklâl Mücadelesi neticesinde, tarih sahnesinde “Türkiye Cumhuriyeti” adıyla yeni bir sayfa açmış olmasıdır.

Netice itibariyle, adalet, hoşgörü, millî birlik ve beraberlik anlayışı içerisinde ve diğer dünya milletleri ile birlikte barış içinde yaşamayı esas kabul eden Müslüman Türk Milleti, tarihte olduğu gibi bugün de İslam’a hizmet etmeye ve onunla birlikte yükselmeye devam edecektir. Bunu da, ancak, millî değerlerine ve tarihine sahip çıkmak suretiyle gerçekleştirebileceğinin idrakindedir. Zira, yurt, bayrak, millî egemenlik ve milli kültür gibi değerlerine sahip çıkamayan milletlerin, mukaddesatını muhafaza etmeleri de mümkün bulunmamaktadır. Tarih boyunca Türkler, hep Hakk’ın rızasını kazanma, yeryüzünde adaleti hakim kılma ve milletine hizmet etme anlayışı içerisinde, sevinçte ve tasada birlik şuuruyla hareket etmişlerdir. Bu sayededir ki Türkleri İslamsızlaştırma ve tarih sahnesinden silme çabaları nafile sonuç vermiştir.

Unutulmamalıdır ki Türkler, ancak millî birlik ve beraberlik duygusuyla ve derin bir iman aşkıyla Malazgirt’de, Kosova’da, İstanbul’un fethinde, Çanakkale’de, Sakarya’da başarıya ulaşabilmişlerdir. Bu nedenle, birbirleri ile buluşmalarından itibaren hızla gelişen ve tarihin gördüğü en yüksek uygarlık seviyesine ulaşan Türk-İslâm Medeniyetinin zengin kültürel mirasını daha ilerilere taşımak, Çanakkale ruhunu rehber edinmiş Türk Milletinin yegâne vazifesi olmaya devam edecektir.

Nejat ÇOĞAL –  Türk Yurdu Dergisi – Nisan 2015 – Yıl 104 – Sayı 332

Share This:

Nejat ÇOĞAL İstihbarat Eğitimi Açılışına Katıldı…

Sn. Nejat ÇOĞAL’ın açılış konuşmasıyla başlayan ve kaçakçılıkla mücadelede etkinliği artırmak amacıyla hazırlanan Suç İstihbaratı Eğitimi;

Sayın Bakanımız Nurettin CANİKLİ’nin, Gümrükler Muhafaza Genel Müdürlüğünde bir İstihbarat Birimi oluşturulması, yönetimin merkezden olması ve seçilecek istihbarat personelinin eğitime tabi tutulması suretiyle Gümrük Muhafaza Teşkilatının istihbarat kapasitesinin geliştirilmesine yönelik talimatları doğrultusunda; öncelikle yeniden yapılandırılan Gümrükler Muhafaza Genel Müdürlüğü bünyesinde bir İstihbarat Dairesi Başkanlığı kuruldu. İstihbarat elemanı olarak görev yapabilecek Gümrük Muhafaza Amir ve Memurlarının seçimi ve Suç İstihbaratı Eğitimine alınması için ilgili kurumlarla müşterek çalışmalar yapılarak, 19.01.2015 tarihi itibariyle, Bakanlığımız Eğitim Dairesi Başkanlığında eğitime başlanılmıştır.

Genel Müdürlüğümüz İstihbarat Dairesi Başkanı Nejat ÇOĞAL yaptığı açılış konuşmasında; teşkilatın tarihçesinden, görevin öneminden, özverili çalışmalardan ve gerçekleştirilen eğitimin gerekliliğinden bahsederek, “Son yıllarda, gerek personel ve gerekse teknik kapasitesini güçlendirmek suretiyle kaçakçılıkla mücadelede ciddi başarılar elde etmiş bulunan Genel Müdürlüğümüz, 640 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin verdiği yetkiler çerçevesinde istihbarat kapasitesini de güçlendirerek, milli ekonomiyi, kamu güvenliğini ve toplum sağlığını tehdit eden kaçakçılık faaliyetlerini tümüyle ortadan kaldırmayı hedeflemektedir” dedi.

Share This:

Hala Sultan ve Kıbrıs

 

 Hala Sultan ve Kıbrıs

Nejat ÇOĞAL

Öncelikle, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğumunun 1443. Yıldönümünün bütün İslam Âlemi için hayırlara vesile olmasını dileriz. Kutlu Doğum Haftasının idrak edildiği şu günlerde, konuyu yine Kıbrıs’a getireceğiz ve bu vesileyle Kıbrıs’ın Müslümanlar için önemi üzerine kısa bir değerlendirmede bulunacağız.

“Bir gün Peygamberimiz, süt teyzesi olan büyük İslam kadını Ümmü Haramı (r.a.) ziyaret eder ve biraz sonra “öğle uykusuna” dalar. Az sonra uyanır ve tebessüm eder. Ümmü Haram (r.a.) buna bir anlam veremez ve “Ya Resûllallah, annem babam size fedâ olsun. Niçin gülüyorsunuz?” diye sorar. Peygamberimiz de “Ey Ümmü Haram, ümmetimden bir kısmının gemilere binip kâfirlerle savaşa gittiğini gördüm.” diye cevap verir. Ümmü Haram heyecanlanır ve onlardan biri olmayı arzu eder. “YâResûllallah, duâ etseniz de ben de onlardan biri olsam” diye ricada bulunur. Resûlallah (a.s.m.) onu kırmaz ve “Yâ Rabbi, bunu da onlardan eyle!” diye duada bulunur.

Aradan yıllar geçer ve büyük İslam Halifesi Hz. Osman’ın talimatıyla, Suriye ve Mısır’dan hareket eden İslam orduları uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Kıbrıs adasına ulaşır. O sırada 86 yaşında olan Hz. Ümmü Haram, Müslümanların ilk deniz seferine çıkan bu orduya iştirak eder. Nihayet, Hicretin 28. yılında, ilk deniz muharebesini gerçekleştiren İslam Ordusu Kıbrıs’ı fethederek büyük bir zafer kazanır.İslam Ordusunun Şam’a dönüşü sırasında, şehitliğe nâil olmamanın üzüntüsünü yaşayan Ümmü Haram’ın (r.a.) atı birdenbire huysuzlanır ve bu mübarek insan, çok özlediği şehadet mertebesine kavuşur.

Kıbrıs, uzun yıllar Müslümanların idaresinde kalır. Bir ara tekrar Hristiyanların eline geçer. 1571 yılında Osmanlılar tarafından tekrar fethedilerek yine Müslümanların eline geçer. Osmanlılar, Ümmü Haram’ın (r.a.) kabrini tamir edip Türbe yaparlar ve “Hala Sultan” ismini koyarlar. İşte Kıbrıs fethinin sembolü Ümmü Haram’ın Türbesi Larnaka yakınlarında bulunan Uz Gölü kıyısında bulunmaktadır.”(1)

80.000 şehit verilerek Müslümanlar tarafından 2. defa fethedilen Kıbrıs, 300 yıl Osmanlı İdaresi altında kaldı. Osmanlı Devleti’nin hoşgörülü yönetimi altında,  birlikte barış içinde yaşayan Türkler ve Rumlar, İngiltere’nin Ada’ya el koymasıyla birbirine düşman iki Halk haline geldiler. 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında bağımsız bir yönetime kavuşan Kıbrıslı Türkler ve Rumların bu birlikteliği çok uzun sürmedi. 1963 yılında Türklerin Devlet kademelerinden kovulmalarıyla birlikte Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti meşruluğunu yitirdi ve Türklere yönelik acımasız saldırılar başladı. Kıbrıslı Türkler 10 yıl süreyle, 400 yıl birlikte yaşadıkları Rumların saldırılarına maruz kaldılar ve Ada’nın %3’lük bir kısmına adeta hapsedildiler. Anavatan Türkiye bu zulümlere kayıtsız kalmadı ve nihayet 1974 yılı Temmuz’unda Türk Silahlı Kuvvetlerinin gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekâtıyla Kıbrıslı Türkler kendi yönetimleri altında barış ve huzur ortamı içinde yaşamaya başladılar.

İşte, Rumların ‘Megali İdea’  kapsamında Enosis hayallerine konu olan, birtakım Kıbrıslı Türklerin de AB üyeliği uğruna vazgeçmeye hazır oldukları Kıbrıs, Müslümanlar tarafından ilki 14 asır önce olmak üzere 3 defa fethedilmiş ve on binlerce şehit kanıyla sulanmıştır.

Kuşkusuz, Kıbrıs Adasının Müslümanların ilk deniz seferinin hedefi olması boşuna değildir. Zira Adanın tarihten günümüze kadar, ekonomik, siyasi ve jeostratejik bakımdan gerek bölgesel ve gerekse küresel boyuttaki önemi hiç azalmamıştır. Ada’ya en yakın Ülke olan Türkiye’nin jeopolitik konumu, Kıbrıs üzerindeki tarihi ve kültürel bağları, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkileri, Ada’daki barış ve huzura sağladığı katkıları birlikte değerlendirildiğinde bu husus günümüzde daha da büyük bir önem arz etmektedir.

Nitekim Mustafa Kemal Atatürk, 1937 yılında Kıbrıs ile ilgili olarak “Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu Ada bizim için önemlidir.”  demiştir. Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ise “Stratejik Derinlik” isimli kitabında Kıbrıs’la ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır: ““Orada (Kıbrıs’ta) tek bir Müslüman Türk olmamış olsa bile Türkiye’nin bir Kıbrıs meselesi olmak zorundadır. Hiç bir ülke kendi hayat alanının kalbinde yer alan böyle bir adaya kayıtsız kalamaz.”(2)

Doğu Akdeniz’in merkezinde yer alan Kıbrıs, dünya devletleri için jeopolitik bir çekim merkezidir. Bu nedenledir ki uluslararası oyuncular Kıbrıs üzerinde farklı senaryolar geliştirmektedirler. Her biri farklı amaçlar güden bu planların ortak paydası Kıbrıs Adası üzerinde mutlak hâkimiyet sağlamaktır. Bu bakımdan Türkiye’nin, güvenliği açısından hayati bir öneme haiz bulunan haklı Kıbrıs davasını yakından takip etmek, uluslararası baskılara göğüs germek ve nihayet Kıbrıs’ta barış ve huzurun garantörlüğü misyonunu ilelebet sürdürmek vazgeçilmez bir mecburiyettir.

Netice itibariyle, Bundan 14 Asır önce Müslümanların ilk deniz seferiyle fethedilen ve Peygamberimizin süt teyzesi olan büyük İslam Kadını Ümmü Haram’ın (r.a.) şehadetiyle şereflenen Kıbrıs Adasının bir “Yunan Adası” olmasına asla müsaade edilemez. “Hulefa-i Raşidin’in mirası ve Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan Kıbrıs ve Kıbrıs Türk Halkının yegâne güvencesi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir. Bu meyanda Türkiye, KıbrısTürk Halkı üzerindeki tarihi sorumluluğunun bilinciyle ve uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve yükümlülükleri çerçevesinde, hem Ada’da ve hem de Doğu Akdeniz’de barış ve huzura katkı sağlamaya devam edecektir. Kabri devamlı ziyaret edilen ve yüzyıllardır oradan feyiz ve bereket saçan “Hala Sultan” ise ilelebet Ada’nın bekçisi olarak kalacaktır. Allah ondan razı olsun.

———————————–

(1) İsmail MUTLU, “Dört Halife Devri”, Yeni Asya Gazetesi Neşriyatı, İstanbul, 1991, sf. 214-218.

(2) Prof. Dr. Ahmet DAVUTOĞLU, “Stratejik Derinlik-Türkiye’nin Uluslararası Konumu-”, Küre Yayınları, 28. Basım, Nisan 2009, sf. 179.

http://turkyurdu.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=683:hala-sultan-ve-kibris&catid=191:subat-2014-cilt-34-say-318&Itemid=195

Share This:

Çanakkale Şehitlerine

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı’
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedi serhaddi;
‘O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme’ dedi.
Asım’ın nesli…diyordum ya…nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın…Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber

Share This:

Nejat ÇOĞAL, “50 DAKİKA” Programında…

ARAŞTIRMACI – YAZAR NEJAT ÇOĞAL,

TRT AVAZ’DA

10 ARALIK 2014 TARİHİNDE CANLI OLARAK YAYINLANAN

“50 DAKİKA” PROGRAMINDA GÖKÇEN OĞAN’IN KONUĞU OLDU.

PROGRAMDA KIBRIS KONU

ARAŞTIRMACI – YAZAR NEJAT ÇOĞAL,

TRT AVAZ’DA

10 ARALIK 2014 TARİHİNDE CANLI OLARAK YAYINLANAN

“50 DAKİKA” PROGRAMINDA GÖKÇEN OĞAN’IN KONUĞU OLDU.

PROGRAMDA KIBRIS KONUŞULDU…

Share This:

AB’nin Türkiye Paradoksu

NEJAT ÇOĞAL’IN  “AB’NİN TÜRKİYE PARADOKSU” İSİMLİ 2. KİTABI,

SAGE YAYINLARI’NDAN ÇIKMIŞTIR.   

AB’nin Türkiye Paradoksu

Nejat Çoğal

Yayınevi:

Sage Yayıncılık

Barkod:9786054384433

Ebat: 15 x 24

Sayfa Sayısı: 395 sayfa

Baskı Sayısı: 1.Baskı

Baskı Yılı: 2012

AB’NİN TÜRKİYE PARADOKSU

Türkiye’nin Yunanistan’ın hemen ardından AET’ye ortak üyelik başvurusu yapmasını, “Yunanistan kendini boş bir havuza atsa dahi, tereddüt etmeden atlayacaksınız” diyerek açıklayan dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü ZORLU’nun esasen bu politikasında ne kadar haklı olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Nitekim, 1981 yılında Yunanistan ile birlikte AT’ye üye olabilme fırsatını kaçıran Türkiye’nin Avrupa ile bütünleşme süreci, 1990 yılında Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin tam üyelik başvurusuyla zor bir döneme, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin 2004 yılında, uluslar arası anlaşmalara aykırı bir şekilde AB üyesi yapılmasıyla da Kıbrıs ipoteği altına alınmıştır. Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı olan ve bunu iç siyasi malzeme konusu yapan Sarkozy ve Merkel gibi bazı AB’li liderler, Kıbrıs’ı bahane ederek Türkiye’nin katılım sürecini sabote etmeye çalışmaktadırlar. Ayrıca AB’nin 50 yıllık ortağı olan Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklık” gibi, tam üyelik dışında ve ne olduğu belirsiz öneriler sunan bu liderler, tam anlamıyla samimiyetsizlik örneği göstermektedirler. Öyle görünüyor ki AB’nin bazı elitleri Gümrük Birliği sürecini, Türkiye’nin AB yolunda varabileceği son aşama olarak betonlaştırmayı hayal etmektedirler. Ne var ki, bölgesinin en güçlü ve istikrarlı ülkesi olan ve tarihi-kültürel birikimi ve jeopolitik konumu itibariyle küresel bir güç olma kapasitesine sahip bulunan Türkiye, uzun süre AB kapısında bekletilebilecek bir ülke değildir ve tam üyelik dışında bir seçeneği de kabul etmeyecektir.  Kitabımızda, öncelikle gümrük birliği aşaması teorik olarak ele alınacak, ardından Türkiye-AB Gümrük Birliği süreci analiz edilecektir. Gümrük Birliği’nin dış ticaretimiz üzerine etkileri kısaca irdelendikten sonra, Kıbrıs’ın Türkiye’nin tam üyelik sürecine olan etkisi ve nihayet AB’nin Türkiye’yi tam üye olarak mı yoksa, gümrük birliği aşamasında edilgen bir konumda mı görmek istediği hususu değerlendirmeye tâbi tutulacaktır. Tüm okurlar için yararlı olması dileğiyle…

http://www.idefix.com/kitap/abnin-turkiye-paradoksu-nejat-cogal/tanim.asp?sid=MKNMRTBH1B2TQWHFS4JG

http://www.prefix.com.tr/firma.asp?fid=8426

Brüksel, 50 yıllık ortağı, 16 yıllık gümrük birliği partneri ve 7 yıldır tam üyelik müzakereleri yürüttüğü Türkiye‘ye karşı takındığı gayri samimi davranışlarının esasen kendi çıkarlarına zarar verdiğini anladığında, çok geç kalmış olacaktır…”

Share This: