dersa tarafından yazılmış tüm yazılar

AB’NİN YENİ VİZYON BELGESİ: LİZBON ANLAŞMASI

 

Son günlerde, 13 Aralık 2007 tarihli Zirvede imzalanan ve 1 Ocak 2009 tarihi itibariyle yürürlüğe girmesi beklenen Lizbon Anlaşması, başta Fransa, Almanya, Danimarka, Avusturya ve Portekiz olmak üzere üye ülke parlamentolarınca peş peşe onaylanmaktadır. Dünya siyasetinde arzulanan seviyede ağırlığa bir türlü ulaşmayan AB, nihayet son şans olarak hazırlanan ve daha önceki başarısız AB Anayasası projesinin yerini alacak olan Lizbon Anlaşmasıyla yeni bir dönemin kapılarını aralama çabası içine girmiştir.

Büyük umutlarla hazırlanan AB Anayasasının, 2005 yılında Fransa ve Hollanda’da düzenlenen referandumlarda seçmenler tarafından reddedilmesi, AB’nin bunalımlı bir döneme girmesine neden olmuş, ancak 2007 Haziran zirvesinde, Dönem Başkanı Almanya Başbakanı Angela Merkel’in hazırlattığı Lizbon Anlaşması (Reform Anlaşması olarak da anılmaktadır) üzerinde mutabakata varılması üzerine, AB’nin geleceğine dair umutlar yeniden yeşermeye başlamıştır. Öyle ki, yeni AB Başkanı’nın kim olcağı konusundaki tartışmalar daha şimdiden başlamış gibi gözükmektedir. Bu meyanda, İngiltere eski Başbakanı Tony Blair, Almanya Başbakanı Angela Merkel, İrlanda Başbakanı Bertie Ahern, Danimarka Başbakanı A.Fogh Rasmussen ve Avusturya Eski Başbakanı Wolfang Schüssel, kulislerde ön plana çıkmış isimler olarak saymamız mümkündür.

AB’nin kurumsal yapısında önemli değişiklikler öngören ve küresel sorunlarla mücadelede daha etkili bir şekilde temsil edilebilmesine imkân verecek olan Lizbon Anlaşması’nın, 2008 yılı sonuna kadar tüm üye ülkelerce onaylanmasını müteakip, 1 Ocak 2009 tarihi itibariyle yürürlüğe girmesi beklenmektedir. 27 üye ülkenin, İrlanda hariç tamamının referanduma gitmek yerine sadece parlamento onayına başvuracak olmalarında, yakın geçmişteki başarısız anayasa denemesinin etkili olduğu kanaatindeyiz. Bu arada, 2001 yılında yapılan referandumda Nice Anlaşmasını reddeden İrlandalıların, bu defa nasıl bir tavır takınacaklarını da AB’li siyasetçiler merakla beklemektedirler.

Öte yandan, 29 Ekim 2004 tarihinde Roma’da imzalanan AB Anayasasına, yapılan görkemli bir törenle, aday ülke temsilcisi olarak Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ve Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah GÜL imza koymuşken, bu anayasanın yerini alacak olan Lizbon Anlaşmasında, aday ülke statüsü devam ettiği halde Türkiye’nin imzasına gerek görülmemesi, bir diğer dikkat çekici nokta olarak karşımıza çıkmaktadır.

Lizbon Anlaşması’nın en göze çarpan özelliği, halen uygulanmakta olan 6 aylık dönem başkanlığı yerine, 2.5 yıllığına seçilecek ve yılda 4 defa toplanacak olan Konseye başkanlık edecek bir “AB Başkanı” uygulamasına geçilecek olmasıdır. Bu yeni uygulama, belkide en çok KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ı rahatlatacak gibi görünmektedir. Öyle ki, geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye yaptığı bir ziyareti sırasında Talat, “Güney Kıbrıs Rum Kesiminin dönem başkanlığını devralacağı 2012 yılına kadar Kıbrıs meselesinde çözüme ulaşılamaz ise artık çözümün mümkün olamayacağını” ifade etmiştir. Lizbon Anlaşması’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte, Rum Kesiminin dönem başkanlığı söz konusu olamayacağı için, bundan sonra asıl olarak yapılması gereken, AB Başkanlığına kimin seçileceği üzerinde durulması gerektiğidir.

Reform Anlaşması AB’nin dönem başkanlığı uygulamasını ortadan kaldırarak Kıbrıs Rum Kesiminin elinden bu kozu alacaktır. Ne var ki, Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın, Kıbrıs meselesinin Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumunun aleyhine çözümlenmesi için ellerine geçen her fırsatı değerlendirmeye devam edecekleri kuşku götürmemektedir. Mesela, 21 Nisan’da yapılan Hükümetlerarası Konferansta (HAK) Hırvatistan’la iki ayrı başlıkta daha müzakereler başlatılırken, Türkiye için HAK toplantısının son anda iptal edilmesi güncel bir örnek olarak gösterilebilir. Her ne kadar, AB Dönem Başkanı Slovenya tarafından, bu iptal kararının teknik sebeplerden ileri geldiği bildirilse de, asıl sebeplerin başka olduğu ileri sürülmektedir. Bu sebeplerden birincisinin, Rum Yönetiminin daha önceden AB Daimi Temsilciler Komitesi COREPER’de Türkiye’ye karşı koyduğu vetosu, ikincisinin ise AB reformları konusunda bir duraklama içine girdiği düşünülen Türkiye’ye bir gözdağı vermek olduğu, AB’ye yakın çevreler tarafından iddia edilmektedir.

Bu noktada, AB Anayasa taslağının yeni bir sürümü olarak kabul edilen Lizbon Anlaşması’nın, mevcut uygulamaya ek olarak getirdiği başlıca yenilikleri şu şekilde sıralamamız yerinde olacaktır:

– Halen uygulanmakta olan 6 aylık dönem başkanlığı yerine, 2.5 yıllığına seçilecek ve yılda 4 defa toplanacak olan Konseye başkanlık edecek bir “AB Başkanı” uygulamasına geçilmekte;
– Aynı zamanda komisyon başkan yardımcılığı görevini de yürütecek bir“Dışişleri ve Güvenlik Politikası Birlik Yüksek Temsilcisi” görevlendirilmesi suretiyle, Dış politikada tek sesliliğin sağlanması amaçlanmakta;
– 2014 yılından itibaren Avrupa Komisyonu’nun üye sayısı sınırlandırılarak rotasyonla seçilmeleri yoluna gidilmekte;
– Bazı alanlarda üye ülkelerin ulusal veto hakları ellerinden alınmakta;
– Avrupa Parlamentosunun yetkileri artırılarak, komisyon başkanını seçme yetkisi verilmekte;
– Ortak marş, ortak bayrak gibi Devleti çağrıştıran unsurlar yeni anlaşmada yer almamakta;
– 2014-2017 yılları arasının geçiş dönemi olarak uygulanması suretiyle, oylamalarda çifte çoğunluk sistemi getirilerek kararların, AB nüfusunun %65’nin ve üye ülkelerin %55’inin desteğiyle alınması suretiyle, nüfusun oylamalarda belirleyici olması sağlanmaktadır. Ancak dış politika, bütçe ve vergi konularında üye ülkelerin oybirliği gerekli kılınmaktadır;
– Ayrıca, Anlaşmada genişleme ile ilgili somut düzenlemelerin olmaması da bir diğer dikkat çekici nokta olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu noktada, AB’yi içine düştüğü tıkanıklıktan kurtararak, gelecek vizyonunu şekillendirme ve yol gösterme anlamında büyük umutlar bağlanan Lizbon Anlaşmasının, aday ülke Türkiye’ye yansımalarının nasıl olacağı konusunun kısaca değerlendirilmesinde yarar bulunduğu düşüncesindeyiz:

Öncelikle, kurumsallaşma sürecini tamamlayarak, kendi iç sorunlarını çözüme kavuşturmuş bir AB’nin, genişleme konusunu gündeme alması kolaylaşacaktır. Bu açıdan bakıldığında, yeni yapılanmayı Türkiye bakımından olumlu bir gelişme olarak görmemiz mümkündür. Ancak, 1 Ocak 2009 itibariyle, 2.5 yıllığına seçilmesi ve AB’nin en güçlü siyasi temsilcisi olması beklenen AB Başkanı’nın kim olacağının ve genişleme konusundaki fikirlerinin mahiyetinin Türkiye için ne kadar önemli olduğunu da göz ardı etmememiz gerekmektedir.

Buna ilaveten, AB Komisyonunun, 2006 yılında, Gümrük Birliği Ek protokolünün Güney Kıbrıs Rum Kesimine de uygulanması için Türkiye’ye 2009 Aralık zirvesine kadar süre tanıdığı herkesin malumudur. Bu nedenle, 2009 yılı Türkiye açısından çok kritik bir yıl olacaktır. Bu durum dikkate alındığında, Türkiye’nin şimdiden, yukarıda isimlerini verdiğimiz muhtemel AB Başkanı adayları üzerinde gerekli değerlendirmeleri de yapmak suretiyle, alternatif politikalar üretmesinin vazgeçilmez olduğu ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan, Lizbon Anlaşmasında genişleme konusuna yer verilmemesinin, Türkiye açısından belirsiz bir ortamın mevcudiyetine işaret ettiğini söyleyebiliriz. İlave olarak, oylamalarda nitelikli çoğunluk sistemine geçilmek suretiyle nüfus, gerek Konsey ve gerekse Parlamento kararlarında belirleyici hale gelmektedir. Bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde, 71 milyon nüfusuyla tam üye olması halinde Türkiye’nin, AB karar sürecinde ne kadar etkili olacağı herhalde Avrupa kamuoyunun dikkatinden kaçmayacaktır. Bu durum, kuşkusuz, Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklık”, “Akdeniz Birliği” gibi tam üyelik dışında yollar öneren Fransa ve Almanya gibi ülkelerin, bu söylemlerini daha kuvvetli olarak dile getirmelerine fırsat verebilecek bir gelişme olacaktır.

Konuya Kıbrıs meselesi açısından bakıldığında, dönem başkanlığı kaldırılıp yerine AB Başkanlığı sistemi geleceğinden, Kıbrıs Rum Kesimi’nin 2012 yılındaki dönem başkanlığı endişesi de ortadan kalkacaktır. Ancak, Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın Türkiye’nin AB üyeliğini engelleme gayretlerinin kesintiye uğramadan devam edeceği şüphe götürmediğinden, hem Türkiye ve hem de KKTC’nin, Kıbrıs’ta adil ve kalıcı bir çözüm elde edilmesi yönündeki çalışmalarına ısrarla devam etmeleri büyük önem arz etmektedir.

Netice itibariyle, yıllarca süren kapsamlı bir çalışmanın ürünü olan ve büyük umutlar bağlanan AB Anayasasının, 2005 yılında Fransa ve Hollanda seçmenleri tarafından reddedilmesi üzerine büyük bir hayal kırıklığına uğrayan Avrupalılar, AB’nin geleceğini şekillendireceği ve önünü açacağı umuduyla hazırlanan ve aslında AB Anayasa taslağının kısa bir versiyonundan başka bir şey olmayan Lizbon Anlaşmasına dört elle sarılmış vaziyettedirler. Öyle ki, son günlerde, liderlerin, halkoyuna bile gitmeksizin, Anlaşmayı Parlamentolarında bir bir onaylama yarışına girdiklerini müşahede etmekteyiz.

AB’nin kurumsallaşması ve dünya siyasi arenasında küresel bir güç olarak temsil edilmesi gibi ana hedefleri ihtiva eden bu Vizyon Belgesinin akıbeti hakkında, bu aşamada kesin bir şey söylememiz mümkün olmamakla birlikte, 1 Ocak 2009 tarihinde yürürlüğe girme ihtimali yüksek olan bu Anlaşmanın çok yönlü bir değerlendirmeye tabi tutulması ve Türkiye-AB müzakere sürecine nasıl bir etkisi olabileceği üzerinde hassasiyetle durulması gerekmektedir. Zira, 2009 yılı, Türkiye-AB ilişkileri açısından zor bir yıl olacaktır. Kıbrıs Türk Toplumu üzerindeki izolasyonları kaldırmaya bile yanaşmaksızın, Ek Protokolün uygulanmasını müzakerelerin devamının ön şartı olarak önümüze koyan  AB’nin uyguladığı çifte standart herhalde dikkatlerden kaçmayacaktır. Dolayısıyla, üyelik müzakerelerine aynı tarihte başlamalarına rağmen, Hırvatistan ile müzakereleri 2009 yılında bitirmeyi hedefleyip, Türkiye’nin müzakere sürecini en az 10-15 yıl daha uzatmaya çalışan AB’nin, Türkiye hakkındaki gerçek niyetinin ne olduğunun iyi sorgulanması gerektiği yönündeki kanaatimizi hâlâ muhafaza etmekte olduğumuzun burada belirtilmesinde yarar bulunmaktadır.
Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=280

 

Share This:

ÇOK KUTUPLU DÜNYA PROJESİ: ŞANGAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ

 

1. GİRİŞ

16 Ağustos 2007 tarihinde Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te yapılan Şangay İşbirliği Örgütü zirve toplantısında, çok kutuplu yeni dünya düzenine vurgu yapılarak özellikle ABD karşıtı söylemler yinelendi. Halen, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan ve Özbekistan’dan oluşan altı üyeli Bölgesel İşbirliği Teşkilatı olan Şangay İşbirliği Örgütü (Shanghai Cooperation Organization – SCO)  Dünya nüfusunun dörtte birini teşkil etmektedir. Gözlemci statüsünde bulunan İran, Pakistan, Hindistan ve Moğolistan’ın da üye olmaları halinde dünya nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan küresel bir örgüt olması kaçınılmaz görünmektedir.

Örgütün özellikle ABD ve NATO karşıtı söylemleri dikkate alındığında, Batı karşıtı bir oluşum olma yolunda ilerlediğini söylememiz mümkündür. Her ne kadar Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşmasını (AKKA) askıya alan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2006 yılında Şanghay’da yapılan Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) zirvesinde, herhangi bir organizasyona “rakip ya da alternatif olmak“ gibi bir amaçlarının bulunmadığını dile getirmiş ise de geçtiğimiz Sonbahar’da Batıya meydan okuyarak, ülkesinin sınırlarındaki “çok açık şekilde yapılan güç gösterisine” kayıtsız kalamayacağını belirtmiş, “Rus nükleer güçlerinin her türlü saldırıya uygun karşılığı vermek için hazır olması gerekir” demiştir. Şüphesiz, altı üye ülkenin 2007 yılında “Barış Misyonu–2007” isimli ortak bir askeri tatbikat gerçekleştirmiş olmasını da göz önüne aldığımızda, esas itibariyle bölgesel güvenliğin sağlanması amacıyla kurulan ŞİÖ’nün, tek kutuplu Dünya düzenine meydan okumada önemli bir dayanak teşkil ettiğini söyleyebiliriz.

Yazımızda, her geçen yıl Dünya kamuoyunun gündeminde daha fazla yer almaya başlayan ve gelecekte Batı karşısında küresel bir güç odağı olması beklenen Şangay İşbirliği Örgütü’nün kuruluşu, gelişimi ve yapısı hakkında kısaca bilgi verildikten sonra, Örgütün Türkiye açısından bir değerlendirmesi yapılacaktır.

2. ŞANGAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ

A. KURULUŞU

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Orta Asya’da kurulan Cumhuriyetlerde bir boşluk yaşanmış, Rusya ve Çin de dâhil olmak üzere bu yeni Ülkelerde İslami ve etnik ayrılıkçı hareketler baş göstermiş, ABD’nin bölge ülkelerine demokrasi ihraç etme girişimleri kapsamında ayrılıkçı hareketleri otoriter yönetimlere karşı kışkırtması ve hatta bu Cumhuriyetlerin içişlerine karışmaya kadar ileriye gitmesi, Şangay İşbirliği Örgütü’nün kurulmasında etkili olmuştur. Kuşkusuz, bölgenin zengin doğal kaynaklara sahip olması ABD’nin bölgeye olan ilgisini artıran sebeplerin başında gelmektedir.

Orta Asya Cumhuriyretlerinin iç dinamikleriyle oynamaya çalışan ABD, bu ülkelerdeki otoriter rejimlerin oluşturduğu statükoyu bozmakta, çalkantılara sebep olmaktadır. Günümüzde ise ŞİÖ, ABD’nin demokrasi ihraç faaliyetlerine ve Orta Asya’daki askeri varlığına Rusya ve Çin’in tepkilerini dile getirdikleri bir platform haline gelmiştir.

26 Nisan 1996 tarihinde Şangay’da Çin, Rusya Federasyonu, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan Devlet Başkanlarının katılımıyla yapılan Zirve ile resmiyet kazanan ve Şangay Beşlisi olarak adlandırılan örgütün kuruluş amacı, diğer üye ülkelerin Çin ile olan sınır anlaşmazlıklarının giderilmesi ve sınır bölgelerinde güvenliğin sağlanması olmuştur. Hatta, Rusya’nın tarihten gelen çekişmeleri bir yana bırakıp Çin ile ortak bir platformda yer alması ve bu yolla Çin ile olan sınır sorunlarını çözme yoluna gitmesi de bu Örgütün kurulmasına bir sebep teşkil etmektedir.

Uranyum gibi nükleer enerji kaynakları ve altın gibi kıymetli madenler bakımından da zengin yataklara sahip olan bölgenin jeo-ekonomik özelliğinin sadece petrol ve doğal gazdan ibaret olmadığı görülmektedir. Dolayısıyla bölgenin bu özelliğini, burada oynanan “Büyük Oyun” için önemli bir unsur olarak değerlendirmek durumundayız.

Başlangıçta, bölgesel güvenliğin sağlanması amacıyla (terör ve sınır uyuşmazlıklarının çözümü) yola çıkan Şangay Beşlisi kısa bir süre sonra daha da ileri giderek ekonomik, siyasi ve askeri işbirliği alanlarını da kapsama almıştır.  2000 yılında Şangay Formu adını benimseyen Örgüt, 2001 yılında Özbekistan’ın da katılımıyla Şangay İşbirliği Örgütü adını alarak geniş bir işbirliği alanında yeni bir uluslararası örgüt olarak kurumsallaşmasını pekiştirmiştir. 11 Eylül’den sonra ABD’nin Afganistan’ı işgal etmesi ve Özbekistan ve Kırgızistan’da askeri üsler kurmasıyla beraber bölgede ağırlığını artırması, ŞİÖ’nün ABD ve NATO karşıtı söylemlerini her geçen gün daha da sert ve açık bir şekilde dillendirmesine sebep olmuş ve çok kutuplu yeni bir dünya düzeninin aktörlerinden biri olma hevesini tahrik etmiştir.

Öte yandan, Üye Ülkeler, Şangay İşbirliği Örgütü’nün üçüncü bir güce karşı gelişmediğini söyleseler de, Örgütün ABD’nin bölgedeki hegemonyasını kırma ve NATO’ya alternatif bir örgüt olma çabasında olduğu açıktır. Dolayısıyla ABD ve Avrupa’nın telaşları boşuna değildir. Rusya ile Çin’in başarılı askeri tatbikatları ABD’yi bölgeden uzaklaştırmak için işbirliğine hazır olduklarını göstermektedir.

B. ÖRGÜTÜN GELİŞİMİ

1- Şangay Beşlisi

Şangay Beşlisi ilk toplantısını 26 Nisan 1996 tarihinde Çin’in Şangay şehrinde Devlet Başkanları düzeyinde gerçekleştirmiştir. Bu toplantıda görüşülen ilk ve önemli konu bu ülkelerin sınır uyuşmazlıklarının çözümü ve sınır bölgelerinde güvenlik ortamının sağlanması olmuştur.

24 Nisan 1997 tarihinde Moskova’da yapılan ikinci zirve toplantısında ise, sınır bölgelerindeki askeri kuvvetlerin azaltılmasından, askeri konularda bilgi değişimine kadar birçok alanda güvenlik tedbirlerinin alınması kararlaştırılmıştır.

Beşlinin, 3 Temmuz 1998 tarihinde Kazakistan’ın Almatı şehrinde yapılan üçüncü zirve toplantısı ile Örgüt, sınır ve güvenlik meselelerini ele alan bir teşekkül olmaktan çıkmış ve ekonomik işbirliğini de içine alan geniş bir alanda faaliyet gösteren uluslar arası bir teşkilat haline dönüşmüştür. Bu zirvede taraflar, birbirlerinin iç işlerine karışmamaya, problemlerini barışçı yollarla çözmeye, etnik ayrımcılığa ve terörizme, uyuşturucu ve silah kaçakçılığına karşı birlikte mücadele etmeye, ekonomik ilişkilerini geliştirmeye karar vermişlerdir.

Şangay Beşlisi’nin, genel anlamda daha önce alınan kararların teyit edildiği dördüncü zirvesi 25 Ağustos 1999 tarihinde Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te yapılmıştır. Ayrıca, karşılıklı çıkarlar da dikkate alınarak ekonomik ve ticari alanda işbirliği alanlarının geliştirilmesi konusu bu toplantıda dile getirilmiştir.

Beşinci zirve Toplantısı ise 5 Temmuz 2000 tarihinde Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’de yapılmış ve Örgütün adı Şangay Formu olarak değiştirilmiştir. Bu toplantıda da, ekonomik, siyasi ve askeri alanlarda işbirliğinin geliştirilmesi kararı alınmış, buna ilaveten, ülkeler birbirlerinin hükümranlık haklarına saygılı olacağı, hiçbir surette birbirlerinin iç işlerine karışmayacaklarını teyit etmişlerdir. Bu çerçevede Çin’in Doğu Türkistan ve Rusya’nın Çeçenistan politikalarını desteklediklerini ifade etmişlerdir.

2- Şangay İşbirliği Örgütü (Shanghai Cooperation Organization – SCO)

15 Haziran 2001 tarihinde yapılan zirvede Şangay Formu, Özbekistan’ın da katılımı ile Şangay İşbirliği Örgütü’ne dönüştürülmüştür. Şangay’da yapılan bu toplantıya altı üye ülkenin Devlet başkanları imza koymuşlar, ortak sınırların güvenliği için 1996 yılında başlayan süreç, beş yıl sonra, geniş bir alanda işbirliğini amaçlayan yeni bir uluslar arası örgütün oluşmasına yol açmıştır. Ayrıca bu toplantıda imzalanan diğer bir belge olan “Terörizm, Ayrılıkçılık ve Ekstremizmle Mücadeleye İlişkin” Şangay Konversiyonu olmuştur. Buradaki terör ve ekstremizm kavramları Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ı tehdit eden “radikal İslamcı akımları”,  “ayrılıkçılık” ise Çin’den ayrılmak isteyen Doğu Türkistan ve Rusya Federasyonu içinde bağımsızlık mücadelesi veren Çeçenistan’ı ifade etmektedir. Bu konversiyon neticesinde ŞİÖ’nün ilk kurumsal organı olarak Bişkek’te “Anti-Terör Merkezi” kurulması kararlaştırılmıştır.

11 Eylül saldırılarının ardından, ABD’nin “uluslar arası terörizmle mücadele” ve “ demokrasi getirme” sloganlarıyla Afganistan’ı işgal etmesi, müteakiben bazı Orta Asya Ülkeleri ile askeri işbirliğini geliştirmesi ve nihayet bölge ülkelerinin iç işlerine karışmaya kadar ileri gitmesi Rusya, Çin ve Özbekistan başta olmak üzere bölgede ABD karşıtlığını dizginlemiş ve bu ülkelerin kendi aralarındaki işbirliği arayışını daha da kuvvetlendirmiştir. Bu kapsamda,  Üye ülkelerin toprakları ŞİÖ toprakları olarak ilan edilmiş ve ABD’den Orta Asya cumhuriyetlerinde bulunan üsleri kastedilerek “ŞİÖ topraklarındaki askerî üslerin boşaltılması” istenmiştir.

7 Haziran 2002’de St. Petersburg’da yapılan zirvede; Şanghay İşbirliği Örgütü’nün ana tüzük belgesi, bölgesel anti-terör merkezi kararı ve zirve deklarasyonu imzalanarak, kurumsallaşma yolunda önemli bir adım atılmıştır.

Hükümet Başkanları Kurulu, 23 Eylül 2003 tarihinde Pekin’de, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün 2004 yılı bütçesini onaylamışlardır. Ayrıca bu toplantıda, bölgesel ekonomik işbirliğinin derinleştirilmesi ve Örgütün daimi organlarının kurulması konuları görüşülmüş, üye ülkeler arasında çok taraflı ticari ve ekonomik işbirliği programı kabul edilmiş, bölgesel anti-terör biriminin yönetim kurulu oluşturulmuş ve ortak bir bildiri yayınlanmıştır.

17 Haziran 2004 tarihinde Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te yapılan Devlet Başkanları zirvesinin ana teması “somut eylem” ve “açıklık” olmuştur. Bu zirvede liderler, Örgütün gözlemci statüsü ve üye ülkeler arasındaki yasadışı uyuşturucu trafiği ile mücadele konularında anlaşmaları kabul etmişlerdir. Ayrıca, üyeler 15 Haziran’ı “ŞİÖ günü” olarak benimsemişler ve Taşkent Deklarasyonunu yayınlamışlardır. Zirvenin hemen arifesinde Örgütün bölgesel anti-terör birimi Taşkent’te faaliyete geçmiş ve BM, AB ve diğer bağımsız uluslararası örgütlerin temsilcileri burada yer almışlardır. Ayrıca, Afganistan ve Moğolistan Devlet Başkanları da zirveye katılmışlardır. Yine bu zirvede, Moğolistan’ın talebi kabul edilerek, bu ülke Örgütün ilk gözlemci üyesi olmuştur.

Örgütün 2005 yılı Devlet Başkanları zirvesi 5 Temmuz’da Astana’da yapılmıştır. Zirveye altı üye ülkenin devlet başkanları ile gözlemci ülke Moğolistan’ın Devlet Başkanı, İran Başbakan Yardımcısı, Pakistan Başbakanı, Hindistan Dışişleri Bakanı ile ŞİÖ Genel Sekreteri katılmış ve bir zirve bildirisi yayınlanmıştır.

BM Genel Sekreteri Kofi Annan’nın daveti üzerine, ŞİÖ Genel Sekreteri başkanlığında bir heyet 60. BM Genel Kurulu toplantısına gözlemci olarak katılmışlardır.

2005 zirvesinde liderler; ABD’nin Şangay İşbirliği Örgütü topraklarındaki (Orta Asya Ülkelerinden Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan) askeri üsleri boşaltması kararlaştırılmıştır. 11 Eylül 2001 eyleminden sonra ABD’nin terörizme karşı başlattığı mücadeleye destek veren Örgüt üyeleri bu desteklerini çekmişlerdir. Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu baskısından kurtulmak ve terörizme karşı ABD’nin desteğini almak isteyen Örgüt üyesi Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan 5 Temmuz 2005 Astana Zirvesi’nden sonra söylem değiştirmişlerdir. Zirvede en belirgin bir şekilde ABD üslerinin bulunduğu bu üç Orta Asya ülkesinin toprakları “Şangay İşbirliği Teşkilatı Toprakları” olarak nitelendirilmiştir. Zirvede bu şekilde bir ifadenin kullanılması Teşkilat içinde bütünleşmenin derinleştiğini ve birlik oluşturma bilincinin gittikçe yaygınlaştığını göstermektedir. Şangay İşbirliği Teşkilatı Toprakları ifadesi; Teşkilat üyesi ülkelerin topraklarının ABD’nin askeri güçlerinin bölgede etkisizleştirilmesine yönelik kullanıldığı değerlendirilmektedir. Zirvede ayrıca; İran, Pakistan ve Hindistan’ın gözlemci üye olarak Teşkilata üye olması benimsenmiştir.

Altıncı Devlet Başkanları Zirvesi 15 Haziran 2006 tarihinde Şangay’da gerçekleştirilmiş olup, toplantı sonrası ortak bir bildiri yayınlanmıştır. Pakistan, İran, Hindistan ve Moğolistan’ın gözlemci statüsünde katıldığı Zirvede liderler, finans ve ticaretten, doğalgaz alanında ortak projeler üretilmesine kadar geniş bir yelpazede işbirliğinin artırılması yönünde söylemler geliştirmişlerdir.

ŞİÖ nün 2007 zirvesi, 16 Ağustos tarihinde Kırgızistan’ın Başkenti Bişkek’te gerçekleştirilmiştir. BM’nin de genel sekreter yardımcısı düzeyinde temsil edildiği, ABD ye karşı işbirliğinin artırılması kararı alınan zirvede özellikle, Türkmenistan’ın örgüt içindeki rolünün güçlenmesi, İran’ın örgüte daha da yakınlaşması ve Moskova ve Pekin arasındaki diyalogun yumuşaması hususları ön plana çıkmıştır. Ortak Bildiride Liderler, “Orta Asya’da istikrar ve güvenlik sadece ve sadece bölgedeki ülkelerin girişimleriyle ve bölgesel iletişimle sağlanabilir” ifadesini kullanmışlardır. İran, Hindistan, Pakistan ve Moğolistan’ın gözlemci üye olarak katıldıkları zirveye Türkmenistan ve Afganistan Cumhurbaşkanları onur konuğu olarak katılmışlardır. Zirvede Liderler, İyi Komşuluk, Dostluk ve İşbirliği Anlaşması ve Ortak İletişim ve Uluslararası Bilgi Güvenliği Hareket Planı gibi bir dizi anlaşmaya da imza atmışlardır. Liderlerin, NATO’ya karşı gövde gösterisi olarak nitelendirilen “Barış Misyonu-2007” tatbikatını izlemek üzere Zirveyi sona erdirmeleri, dünya kamuoyunda endişelere yol açmıştır.

Netice itibariyle, 12 yıl önce aralarındaki sınır problemlerini çözmek üzere bir araya gelen beş Orta Asya Ülkesi, günümüzde Rusya ve Çin’in önderliğinde,  Şangay İşbirliği Örgütü adı altında, gözlemci üyelerle birlikte 3 milyara yakın bir nüfusu kapsayan, ABD’yi tedirgin edecek düzeyde bir küresel güç olma potansiyeli ile dünya gündemini meşgul eden bir hareket olarak karşımızda durmaktadır.

C- ÖRGÜTÜN KURUMSAL YAPISI

Şangay İşbirliği Örgütü’nün kurumsal yapısı şu organlardan oluşmaktadır: devlet başkanları konseyi, hükümet başkanları konseyi, dışişleri bakanları konseyi, milli koordinatörler konseyi, ŞİÖ genel sekreterliği, bölgesel anti-terör merkezi, daimi temsilciler, bakanlık veya kurum başkanları toplantısı, özel çalışma grupları, iş konseyi, interbank konsorsiyumu ve ŞİÖ forumu.

Örgütün en üst karar alma organı olan devlet başkanları konseyi, önemli konularda karar almak ve gerekli talimatları vermek üzere her yıl bir defa toplanmaktadır. Hükümet başkanları konseyi ise, aynı şekilde, örgütün stratejilerini tartışmak, bütçe, ekonomi ve diğer alanlardaki işbirliğine dair önemli sorunlara çözümler üretmek üzere yılda bir defa toplanmaktadır.

Diğer taraftan, örgüte üyelik üç aşamada gerçekleşebilmektedir. Bunlar: diyalog ortağı, gözlemci üye ve tam üye. 2002 yılında yapılan St. Petersburg Zirvesi’nin ardından örgütün genişleme tartışmaları gündeme gelmeye başlamış olup, üyelerin genişleme konusuna soğuk bakmalarına rağmen, halen gözlemci üye statüsünde bulunan Pakistan, Hindistan, İran ve Moğolistan’ın örgüte dahil edilme ihtimali en yüksek ülkeler olduğunu söyleyebiliriz.

3- TÜRKİYE- ŞANGAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının hemen ardından, 1992 yılında Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatının kurulması ve gelişmesinde öncü rol oynayan, ECO’ya Türk Cumhuriyetlerinin üyeliğini sağlayan, halen AB ile tam üyelik müzakerelerini yürüten Türkiye’nin, altı üyesinden 3 tanesi Orta Asya Türk Cumhuriyeti olan, dünya enerji kaynaklarının önemli bir bölümüne sahip Şangay İşbirliği Örgütü’ne tam üye veya gözlemci üye olup olmayacağı hususu gittikçe artan bir şekilde gündeme gelmektedir. Zira, her yıl yapılan zirve toplantılarıyla dünya gündemini meşgul eden ŞİÖ’ ye Türkiye’nin katılma isteğinin, zaman zaman siyasi otoritelerce de dile getirildiği bilinmektedir. Özellikle ECO’yu önemli bir bölgesel örgüt haline getirmek için çaba göstermesi gereken Türkiye’nin, bir taraftan da ŞİÖ içinde yer almaya çalışması anlaşılabilir bir tutum olacaktır.

Ayrıca, Kasım 2007’de  Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de yapılan 11. Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik, İşbirliği Kurultayı’nda, Türkiye tarafından gündeme getirilen ve ortak bildiride yer alan “Türk Birliği” projesinin ilk adımı olarak bir “Türkçe Konuşan Devletler Parlamentolararası Konsey” oluşturulması kararlaştırılmış, bu kapsamda TBMM Başkanı Köksal Toptan, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Azerbaycan meclis başkanları veya başkanvekilleri ile genel sekreterlerini Türkiye’ye davet etmiştir. Bir kısmı ŞİÖ üyesi de olan bu ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesi, aynı zamanda Türk dünyasının ekonomik, sosyal ve kültürel bütünleşmesine de katkıda bulunacaktır.

Türkiye çok yönlü stratejik ve politik ilişkiler geliştirmek, jeopolitik konumuna, siyasî, tarihî ve kültürel yapısına uygun özgün politikalar izlemek mecburiyetindedir. Ülkemizde, çevremizde ve dünyada yaşanan gelişmeler Türkiye’yi istese de istemese de başrollere yönelmeye çağırmaktadır.

Şüphesiz ABD, Çin ve Rusya’nın bölgede artan nüfuzlarına karşı Türkistan Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını koruyabilmeleri Türkiye açısından son derece önemlidir ve bu nedenle Türkiye’nin bölgede dengeleyici bir rol oynaması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Zira, Orta Asya Cumhuriyetleri, ŞİÖ içinde, Çin ve Rusya’yı birbirine karşı denge unsuru olarak kullanırken, diğer yandan ABD’yi de, Rusya ve Çin’in her ikisine karşı denge faktörü olarak kullanmak istemektedirler. Türkiye’nin de Doğu-Batı arasında benzer bir dengeleme politikası uygulaması gayet tabi ki mümkündür. Özellikle son günlerde, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin hasmane bir tutumla, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik yollarını kapatma yönündeki yoğun ve etkili çabalarını dikkate aldığımızda, Türkiye’nin alternatif işbirliği projelerine ne kadar ihtiyacı olduğu ortaya çıkmaktadır.
Türkiye, Orta Asya ve Hazar Denizi petrol ve doğalgaz kaynaklarının Dünyaya açılımını sağlayabilecek bir enerji koridoru konumundadır ve Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı ve Mavi Akım gibi, stratejik önemi büyük yeni projelerle bu statüsünü güçlendirmeye devam etmek durumundadır. Elbette, bölgede yer alan her ülke, giderek etkinliğini artıran ve yeni bir güç dengesi haline gelen Şangay İşbirliği Örgütü’nün, kendilerine sağlayabileceği birtakım faydaları hesap etmek suretiyle bu örgüte tam üye olmuşlar veya üyelik için sıraya girmişlerdir. Örneğin, bir yanda Rusya, Çin ile ilişkilerini normale dönüştürmek ve ABD’nin bölgedeki etkinliğini kırmak amacıyla ŞİÖ’nün kuruluşu ve gelişiminde belirleyici rol oynarken, öbür yanda nükleer silah geliştirmeye çalışan İran, uluslararası izolasyondan kurtulmak için Örgüte üye olmak istemektedir.

NATO üyesi olan ve AB ile tam üyelik müzakerelerini yürüten Türkiye, Batı ile olan bu ilişkilerine halel getirmeden Avrasya seçeneğini çok iyi değerlendirmek durumundadır. Zira, bu bölgede akraba toplulukları, dost ve kardeş Türk Cumhuriyetleri ve İslam ülkeleri bulunmaktadır. 1992 yılından itibaren karşılıklı ticaret hacmimizin hızla arttığı bu ülkelerin doğal kaynaklar bakımından sahip oldukları zenginlikleri dikkate aldığımızda, ekonomik ve siyasal alanda işbirliği potansiyelimizin ne kadar geniş olduğu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin Kafkaslarda etkinliğinin artırılması ve bölgesel bir güç merkezi haline gelmesi, aynı zamanda 21. yüzyılın lokomotif ülkelerinden birisi olmasının yolunu da açabilecektir.

Diğer taraftan, Şangay işbirliği Örgütü’nün temel hedefleri arasında terörizmle mücadele gelmektedir ve Örgüt islamî ve etnik ayrılıkçı terör faaliyetleriyle mücadele anlamında önemli adımlar atabilmiştir.  Orta Asya’da varlığını sürdüren bu tip terör faaliyetleriyle mücadelede yeterli düzeyde bilgi birikimi ve tecrübeye sahip olan Türkiye’nin, Örgüte büyük katkıları olabileceği gibi bu alanda ciddi işbirliği imkânları da söz konusu olabilecektir.

Ayrıca, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile ilişkilerini normal zemine oturtabilmesi için Türkistan coğrafyasındaki akraba topluluklarıyla kültürel bağlarını geliştirmesi büyük önem arz etmektedir. Zira, ortak tarihi ve kültürel bağlara sahip bu toplulukların birbirleriyle yakınlaşması ve müşterek bir payda etrafında toplanması herhalde zor olmayacaktır. Türkiye, toplumlar arasında kurulacak iyi ilişkilerin devletlerarası münasebetlere yapacağı olumlu yansımalardan da yararlanarak, hem Çin ve Rus halklarıyla ilişkilerini geliştirmede ve kendisinin bu halklara tanıtılmasında Türk Cumhuriyetlerini bir köprü olarak kullanabilecek ve hem de bu ülkelerle siyasi ilişkilerini güçlendirebilecektir. Böylece, jeopolitik konumu nedeniyle Türkiye’nin, hem Kafkaslarda etkinliğinin artırılması ve hem de Orta Asya ve Hazar Denizi doğal enerji kaynaklarının Batıya ulaştırılmasında yeni insiyatifler alması mümkün hale gelebilecektir. Enerjide önemli ölçüde dışa bağımlı bulunan Ülkemiz açısından Şangay İşbirliği Örgütü, bu stratejik hedefin gerçekleştirilebilmesi için kaçırılmaz bir fırsat olarak karşımızda durmaktadır. Nitekim Türkiye’nin doğalgaz ihtiyacının önemli bir kısmını karşılayan İran’ın, keyfi olarak ve sık sık doğalgaz kesintisine gitmesi gösteriyor ki, Ülkemizin doğal gaz kaynaklarını daha da çeşitlendirmesi ve BTC’ ye paralel, alternatif bir doğalgaz boru hattı üzerinde mevcut çalışmalarını hızlandırması gerekmektedir. Böylece, ŞİÖ ile iyi ilişkiler kurmuş bir Türkiye için, bu tür projeleri gerçekleştirmek daha kolay olacaktır.

Orta Asya’da, Çin ve Rusya’nın önderliğinde, terörle mücadeleden ortak enerji yatırım alanlarına kadar çok geniş bir yelpazede işbirliğini geliştiren ve hızla kurumsallaşmasını tamamlayan Şangay İşbirliği Örgütü ile ilişkilerin artırılması Türkiye’nin öncelikleri arasında yer almalıdır. Zira, jeopolitik konumu itibariyle Doğu-Batı arasında bir köprü niteliği taşıyan ve yönünü Batıya çevirmiş bulunan Türkiye’nin, ABD ve AB ile olan ilişkilerine zarar vermeden ve uygun bir zamanlama ile, geleceğin küresel güç odağı olma potansiyeline sahip böylesi bir Örgüte gözlemci veya tam üye olarak katılması, bölgede etkili bir denge politikası uygulamasına da yardımcı olacaktır. Ayrıca, Şangay İşbirliği Örgütü alanı içinde bulunan Kafkasya bölgesinin jeo-kültürel yapısı, Türkiye’nin bu coğrafyada çok kısa sürede etkinlik sağlayabilmesini mümkün kılabilecektir.
4- SONUÇ

Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan ve Özbekistan’dan oluşan altı üyeli Şangay İşbirliği Örgütü (Shanghai Cooperation Organization)  toplam 30 milyon kilometrekareyi aşan genişlikte bir coğrafyaya ve Dünyanın dörtte birini teşkil eden bir nüfusa sahip bulunmaktadır. Gözlemci üye statüsünde bulunan İran, Pakistan, Hindistan ve Moğolistan’ın da tam üye olmaları halinde, Dünya nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan küresel bir örgüt olması kaçınılmaz görünmektedir.

Başlangıçta, bölgesel güvenliğin sağlanması amacıyla (terör ve sınır uyuşmazlıklarının çözümü) yola çıkan Şangay Beşlisi kısa bir süre sonra daha da ileri giderek ekonomik, siyasi ve askeri işbirliği alanlarını da kapsama almıştır.  2000 yılında Şangay Formu adını benimseyen Örgüt, 2001 yılında Özbekistan’ın da katılımıyla Şangay İşbirliği Örgütü adını alarak geniş bir işbirliği alanında yeni bir uluslararası örgüt olarak kurumsallaşmasını pekiştirmiştir.  11 Eylül’den sonra ABD’nin Afganistan’ı işgal etmesi ve Özbekistan ve Kırgızistan’da askeri üsler kurmasıyla beraber bölgede ağırlığını artırması, ŞİÖ’nün ABD ve NATO karşıtı söylemlerini her geçen gün daha da sert ve açık bir şekilde dillendirmesine sebep olmuş ve çok kutuplu yeni bir dünya düzeninin aktörlerinden biri olma hevesini tahrik etmiştir.

Şüphesiz ABD, Çin ve Rusya’nın artan nüfuzlarına karşı Türkistan Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını koruyabilmeleri Türkiye açısından son derece önemlidir ve bu nedenle Türkiye’nin bölgede dengeleyici bir rol oynaması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Zira, Orta Asya Cumhuriyetleri, ŞİÖ içinde, Çin ve Rusya’yı birbirine karşı denge unsuru olarak kullanırken, diğer yandan ABD’ni de Rusya ve Çin’in her ikisine karşı denge unsuru olarak kullanmak istemektedirler. Türkiye’nin de Doğu-batı arasında benzer bir dengeleme politikası uygulaması gayet tabi ki mümkündür. Özellikle son günlerde, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin hasmane bir tutumla, Türkiye’nin AB’ne tam üyelik yollarını kapatma yönündeki yoğun ve etkili çabalarını dikkate aldığımızda, Türkiye’nin alternatif projelere ne kadar ihtiyacı olduğu ortaya çıkmaktadır.

Netice itibariyle, Orta Asya’da, Çin ve Rusya’nın önderliğinde, terörle mücadeleden ortak enerji yatırım alanlarına kadar çok geniş bir yelpazede işbirliğini geliştiren ve hızla kurumsallaşmasını tamamlayan Şangay İşbirliği Örgütü ile ilişkilerin artırılması Türkiye’nin öncelikleri arasında olmalıdır. Bölge halkları ile derin tarihi, dini ve kültürel bağlarımız bulunması nedeniyle bu ülkeler üzerinde siyasi ve kültürel anlamda etkinlik sağlamamız herhalde zor olmayacaktır. Orta Asya ve Hazar Denizi petrol ve doğalgaz kaynaklarının Dünyaya açılmasında bir enerji koridoru mevkisinde bulunan Ülkemiz, ŞİÖ ile ilişkilerini geliştirmek suretiyle hem bu stratejik konumunu güçlendirecek hem de enerji kaynaklarını çeşitlendirme fırsatını yakalayabilecektir. Ayrıca, jeopolitik konumu itibariyle Doğu-Batı arasında bir köprü niteliği taşıyan Türkiye’nin, ABD ve AB ile olan ilişkilerine zarar vermeden ve uygun bir zamanlama ile, geleceğin küresel güç odağı olma potansiyeline sahip böylesi bir Örgüte gözlemci veya tam üye olarak katılması, bölgede etkili bir denge politikası uygulamasına da yardımcı olacaktır.

Kaynakça

* Yüksek Lisans, University of Illinois, A.B.D.
1- ÇOMAK, Hasret, Prof.Dr., “Küresel Kutuplaşma Çerçevesinde Şangay İşbirliği Teşkilatı’nın Geleceği ve Bu Durumun Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri”,  http://www.harpak.tsk.mil.tr/duyurular/SEMPOZYUM_MART_2006/06_HASRET_COMAK.doc

2- DELİÖMEROĞLU, Yakup, “11 Eylül Öncesi ve Sonrasında Avrasya”, Türk Yurdu Dergisi, Ağustos 2005, Sayı:216

3- GÜRGÜR, Nuri, “Türkiye-Türk Dünyası ilişkilerinin Anlamı Üzerine”, Türk Yurdu Dergisi, Ağustos 2004, Sayı:204

4- KAMALOV, İlyas, “Şanghay Ekseni, NATO’yu Dengeleyebilir mi?”, Stratejik Analiz Dergisi, Sayı:69, Ocak’06.

5- KAVUNCU, Orhan, Prof. Dr., “Küresel Güçlerin Bölgemizdeki Hakimiyet Mücadelesi”, Türk Yurdu Dergisi, Ağustos 2005, Sayı:216

6- OĞAN, Gökçen, “Şanghay İşbirliği Örgütü’nde Gündem Çok Kutupluluk ve Genişleme”, Stratejik Analiz Dergisi, Sayı:88

7- SOMUNCUOĞLU, Anar, “Yeni Gelişmeler Işığında Orta Asya Güvenliği”, Türk Yurdu Dergisi, Ağustos 2005, Sayı:216

http://www.turkyurdu.com.tr/modules.php?name=Dergi&file=article&sid=1196

Share This:

KAFKASYADA RUSYA-GÜRCİSTAN GERGİNLİĞİ

 

 

Geçtiğimiz Şubat ayında bağımsızlığını ilan eden Kosova’nın, başta ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Türkiye olmak üzere batılı ülkeler tarafından vakit geçirilmeksizin tanınması, Balkanlarda ve Dünyada öngörülemeyen sonuçlar doğuracak bir emsal teşkil edebileceği ve ayrılıkçılığın yasallaşmasına yol açabileceği endişesiyle, Rusya lideri Putin’in sert tepkisini çekmişti. Putin, özellikle K.K.T.C. konusunda, AB’yi çifte standart uygulamakla suçlamıştı. Ancak, geldiğimiz noktada, ayrılıkçı Çeçen hareketini kışkırtacağı korkusuyla Kosova’nın bağımsızlığına şiddetle karşı çıkan Rusya’nın, Gürcistan’ın Abhazya ve Güney Osetya Özerk Bölgeleri söz konusu olduğunda, aynı çifte standardı kendisinin de sergileyebildiğini görebilmekteyiz. Öyle ki, olağanüstü hal ilan edilen Abhazya’da, şu günlerde her an bir sıcak çatışma çıkması ihtimali, üst düzey Gürcü yetkililer tarafından bizzat dile getirilmektedir.

Bununla birlikte, görev süresi boyunca sürekli Batıya meydan okuyan, “şahin” olarak nitelendirebileceğimiz Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, tam da bu kritik günlerin yaşandığı dönemde, 7 Mayıs günü, Başkanlık görevini Dmitriy Medvedev’e devretmiş bulunmaktadır. Rusya’nın başına, “daha fazla kişisel özgürlük ve ekonomik serbesti” üzerine yoğunlaşacağını açıklayan ılımlı bir liderin geçmiş olması, bölgede tansiyonun düşmesine katkı sağlayacak bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Göreve gelir gelmez Putin’i Başbakanlığa atayan Medvedev’in, emanetçi olup olmadığı ise zaman içinde anlaşılabilecektir.

NATO şemsiyesi altında Avrupa kulübünün bir üyesi olmayı hedefleyen Gürcistan’ın Devlet Başkanı Mikheil Saakaşvili, 2-4 Nisan’da Bükreş’te yapılan NATO Zirvesinde umduğunu bulamamış ve büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı. Hatırlanacağı üzere, NATO Zirvesinde ABD’nin hesapları tutmamış, Rusya ile ilişkilerinin bozulmasından çekinen Fransa ve Almanya’nın engellemeleri sonucunda, Gürcistan ve Ukrayna’nın Üyelik Eylem Planı’na katılım çağrıları yapılamamış ve böylece, bu ülkelerin resmi adaylık statüsü kazanmaları bir başka bahara kalmıştı. Ancak Rusya, Bükreş’te kazandığı bu zaferin bir karşılığı olarak, Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlıklarını tanıma tehdidini şimdilik geri çekmiş gibi görünse de, bölgede gerginliği artırıcı faaliyetlerinden vazgeçmiş değildir.

Soğuk savaş sonrasında, büyük bir boşluğa düşen Rusya, bir yandan iç siyasi ve ekonomik sorunlarla boğuşurken diğer yandan NATO ve dolayısıyla ABD tarafından kuşatılma tehdidiyle karşı karşıya kalmıştır. NATO’nun, doğuya doğru genişleme stratejisi kapsamında, Rusya’nın arka bahçesi olan Güney Kafkasya’ya kadar sızma teşebbüsleri, bu ülke ile Gürcistan arasında bir sıcak çatışmaya varabilecek gelişmelere zemin hazırlamıştır. Neticede, Orta Asya Coğrafyasında oynanan büyük oyunun küresel aktörü olmaya çalışan Rusya, önüne çıkan engelleri bir bir aşmak için gereken her yolu denemeye kararlı görünmektedir.

1994 yılında fiilen bağımsızlığını ilan eden, ancak bugüne kadar hiçbir ülke tarafından tanınmamış bulunan Abhazya ve Güney Osetya’da, Rusya Federasyonu barış gücü adı altında asker bulundurmaktadır. Geçtiğimiz günlerde, Abhazya bölgesinde üç keşif uçağının düşürülmesi ve Kremlin’in, söz konusu bölgelerde bulundurduğu asker sayısını 5 Mayıs itibariyle takviye etmesi, Tiflis’i ziyadesiyle huzursuz etmiş gibi görünmektedir. Her ne kadar, Rusya, Abhazya’nın Tkvarçal bölgesinde yeni açılan kontrol noktasına, güvenlik gerekçeleriyle asker takviyesi yaptığını ve söz konusu insansız keşif uçaklarını kendisinin düşürmediğini iddia etse de, Gürcistan bu gelişmeleri, kendisine karşı yapılmış güç gösterileri olarak değerlendirmekte ve NATO’yu da yanına alarak bu ülkeyi topraklarından uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Öyle ki, son gelişmeler karşısında ABD, “Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne saygı göstermesi ve bölgede provakosyanlara son vermesi” yönünde, Moskova’yı uyarma noktasına gelmiş durumdadır.

NATO ve AB’ye üye olmak suretiyle hem bölgesel güvenliğini garanti altına alma ve hem de ekonomisini kalkındırma hayalleri kuran Gürcistan,  bir yandan Batı ile yakın ilişkiler geliştirirken, bir yandan da, Güney Kafkasya’nın kontrolünü elinden bırakmak istemeyen Rusya’nın düşmanlığını kazanmaktadır. Tiflis’in NATO ile yakın temasını kendisine meydan okuma olarak değerlendiren Rusya ise, buna, ayrılıkçı Abhazya ve Güney Osetya Özerk Cumhuriyetlerini desteklemek suretiyle cevap vermektedir.

Enerji üretim ve dağıtım potansiyelini dış politikada bir silah olarak kullanmaya çalışan Rusya, dünyanın en zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip Kafkasya ve Orta Asya üzerinde hâkimiyet kurma çabası içerisindedir.  Ayrıca, Orta Asya ile Avrupa arasında bir köprü niteliğini haiz Kafkasya’nın ve dolayısıyla bölgede stratejik bir konuma sahip Gürcistan’ın kontrol altında tutulması, Rusya Federasyonu için vazgeçilmez öncelikler arasındadır. Petrol ihtiyacının %15’ni, doğalgaz tüketiminin %25’ni karşıladığı Avrupa’nın, enerji bakımından kendisine olan bağımlılığını iyi değerlendiren Rusya, doğu-batı enerji dağıtım güzergâhını kendi ülkesinden geçirme ve bu vesileyle enerji arzında tekel oluşturma politikasının hayata geçirilmesi yolunda sağlam adımlarla ilerlemektedir. Doğalgaz başta olmak üzere enerji tüketimi hızla artış gösteren AB’nin, 2020 yılında, enerji ihtiyacının yaklaşık %75’ini ithal etmek zorunda kalacağı hususu dikkate alındığında, Rusya’nın çabalarının boşuna olmadığı ortaya çıkmaktadır.

Bölgedeki gelişmeler şüphesiz, Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Türkiye ile Rusya arasında bir tampon bölge işlevi gören, Kafkasya’nın 4.7 milyon nüfuslu kilit ülkesi Gürcistan’ın istikrara kavuşması, bölgesel güvenlik açasından da önem arz etmektedir. Kafkasya coğrafyasında etkinlik mücadelesi veren Türkiye için Gürcistan, Türkistan’a açılan bir kapı olması nedeniyle de stratejik bir değer taşımaktadır.

Hazar ve Orta Asya petrol ve doğalgazının Avrupa’ya ulaştırılmasında bir enerji koridoru konumuna gelmek isteyen Türkiye, bu stratejik hedefine ulaşma yolunda en büyük rakibinin Rusya olduğunun idrakindedir. Kafkasya’nın kritik bir noktasında bulunan, yönünü Batıya çevirmiş bir Gürcistan, Türkiye için kaçırılmayacak bir fırsat olarak karşımızda durmaktadır. Aynı şekilde, Rusya ile ilişkileri bozulan Gürcistan da, Batı dünyası ile iyi ilişkiler kurma anlamında Türkiye’nin dostluğundan büyük faydalar sağlayabileceğinin farkındadır. Nitekim her iki ülke de, bu fırsatı değerlendirmek anlamında ciddi adımlar atabilmiş ve 1992 yılından itibaren karşılıklı ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkilerini geliştirmişlerdir. Bu kapsamda, Azerbaycan petrollerini Gürcistan üzerinden Türkiye’nin Akdeniz kıyılarına ulaştıran, yüzyılın projesi olarak da anılan Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı gibi dev bir proje başarıyla tamamlanarak 2006 yılında hizmete açılabilmiştir.

Ayrıca, AB’nin, enerjide Rusya’ya olan bağımlılığını azaltma ve artan gaz ihtiyacını çeşitli kaynaklardan ve güvenli bir şekilde karşılama gayesiyle geliştirdiği NABUCCO doğalgaz boru hattı projesiyle Türkiye, enerji koridoru konumunu daha da güçlendirme fırsatını elde edebilecektir. Ancak bilinmelidir ki, Rusya da, enerji arzı konusunda insiyatifi elinden bırakmak niyetinde değildir ve bu amaçla değişik projeler üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir. Mesela, Türkmenistan ve Kazakistan ile yaptığı enerji anlaşmalarının hemen ardından, Karadeniz’in altından geçmesi öngörülen Güney Akım Projesini geliştirmek suretiyle Rusya, NABUCCO’ya ciddi bir alternatif oluşturmuş gibi görünmektedir. Ancak, her ne kadar, Türkiye-Rusya arasında, enerji dağıtım güzergâhı ve Güney Kafkasya’nın hâkimiyeti konusunda bir rekabet sözkonusu olsa da, bu durumun iki ülkenin siyasi ve ekonomik ilişkilerini menfi yönde etkilemesine izin verilmemesi ve Rusya ile enerji alanında muhtemel işbirliği fırsatlarının iyi değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyiz.

Sonuç olarak, son zamanlarda Rusya’nın, NATO ile işbirliğine giden Gürcistan’ı yanına çekebilmek ve Güney Kafkasya’da kontrolü eline geçirmek için, bu ülkedeki ayrılıkçı Abhazya ve Güney Osetya Özerk Bölgelerini koz olarak kullanmaktan ve dolayısıyla Kafkasya’da bir çatışma ortamına sebebiyet vermekten çekinmediğini müşahede etmekteyiz. Ancak, bölgede ortaya çıkabilecek bir çatışma ortamının kimseye faydası olmayacağı da kesindir. Umuyoruz ki, Rusya’nın yeni lideri Medvedev, bölge sorunlarına karşı daha uzlaşmacı bir tavır takınacaktır. Bu durumda, Türkiye’nin, sınır komşusu Gürcistan’da istikrarın sağlanması için insiyatif alması pekâlâ söz konusu olabilir. Ayrıca, Rusya ile yürütülecek dengeli bir politika ile birlikte, Gürcistan’ın siyasi birlik ve tam egemenlik hakkına saygı gösterilmesi, bu ülkenin NATO üyeliğinin desteklenmesi ve birlikte yeni enerji işbirliği projeleri geliştirilmesi halinde, Türkiye’nin bölgede etkinliğinin artırılması mümkün hâle gelebilecektir.

Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=281

Share This:

FRANSA’NIN TÜRKİYE’Yİ ENGELLEME ÇABALARI

Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini engellemeyi kendisine vazife addeden Fransa, Anayasasında yapacağı değişikle, AB nüfusunun % 5 inden fazla nüfusa sahip ülkelerin AB üyeliğinin otomatik olarak referanduma sunulmasını zorunlu hale getirerek, bu yolda son hamlesini yapmaya hazırlanmaktadır. Bilindiği gibi, kamuoyu baskıları karşısında, Fransa eski Cumhurbaşkanı Jacques Chirac tarafından 2005 yılında Anayasaya konan ve Hırvatistan’dan sonra AB’ye üye olacak ülkeler için otomatik olarak referandum yapılmasını öngören düzenleme, bu defa, Avrupa kamuoyunun tepkileri üzerine “Türkiye hariç” tutulacak şekilde kaldırılmaya çalışılmaktadır. Öyle ki, Fransız Parlamentosu, şu günlerde tüm mesaisini, yapılacak anayasa değişikliği üzerinde yoğunlaştırmış gibi görünmektedir. Bu kapsamda, bir yandan AB’ye yeni üye olacak ülkeler için referandum zorunluluğu kaldırılmaya çalışılırken, bir yandan da Türkiye’nin bu düzenlemeden nasıl “istisna” edilebileceğine dair çok çarpıcı formüller üretildiğini müşahede etmekteyiz.

Fransa’nın Türkiye’ye karşı geliştirdiği yeni formüle geçmeden evvel, son dönemde yürüttüğü Türkiye aleyhtarı faaliyetlerine, kısaca bir göz atmakta yarar bulunmaktadır.

AB’nin 2007 Aralık Zirvesi sonuç bildirgesinde Türkiye’ye yönelik “katılım” ve “üyelik” ifadelerinin yer almamasını ısrarla isteyen Fransa, bu çabasında başarılı olmuş ve böylece Türkiye’ye karşı ayrımcılığa ve ırkçılığa varacak tavırlarına bir yenisini daha eklemişti.

Çok geçmeden, geçtiğimiz Mart ayında, Türkiye’nin AB üyeliğine bir alternatif olarak düşündüğü Akdeniz Birliği Projesi konusunda Almanya Başbakanı Angela Merkel’i ikna etmeyi başaran Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin, Türkiye’nin tam üyeliğine mâni olma yolunda bir adım daha ileri gittiğini müşahede etmiştik. Büyük umutlarla hazırlanan AB Anayasasının 2005 yılında yapılan referandumda Fransız seçmeni tarafından reddedilmesi üzerine Avrupalılara büyük bir hayal kırıklığı yaşatan Fransa, bu defa, AB’nin geleceğini şekillendirmesi beklenen ve aynı Anayasanın kısa bir versiyonundan başka bir şey olmayan Lizbon Anlaşması’nı halkoyuna sunmaya gerek görmemiş ve Parlamento onayını yeterli bulmuştur. Avrupa’nın sorunlu üyesi olmamak adına halkının görüşünü dikkate almayan Fransız Yönetiminin, Türkiye söz konusu olduğunda halkoyuna gitmeye çalışmasının, bir yandan kendi halkına olan güvensizliğini, öte yandan ise Türkiye’ye kaşı olan hasmane tutumunu işaret ettiği kanaatindeyiz.

“Avrupalı” olmadığı iddiasıyla, “bütün kriterleri yerine getirse bile, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkacağını” açıkça ifade etmekten çekinmeyen Sarkozy’nin, Fransa’nın AB dönem başkanlığına ve özellikle de Fransız Milli Bayramına rast gelen 13-14 Temmuz’da yapılacak “Akdeniz İçin Birlik” Zirvesiyle bu projeyi uygulamaya geçirmeyi planladığını bilmekteyiz. Tabii olarak Türkiye, söz konusu Zirveye katılımı için yapılan davete, henüz resmi bir cevap vermiş değildir.

Gerek Fransa’nın AB işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Jean Pierre Jouyet’in Ankara temaslarının ve gerekse İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband’ın, “Akdeniz İçin Birlik, AB’nin Türkiye’yi dâhil edecek şekilde genişleme sürecine kesinlikle bir alternatif değildir” şeklindeki en son beyanatının, Türkiye’nin endişelerini bertaraf etmeye kâfi gelmediği görülmektedir. Elbette, Türkiye’nin Akdeniz İçin Birlik Zirvesine katılıp katılmaması hususu, Fransız ve AB yöneticilerinin Türkiye’nin şüphelerini ortadan kaldıracak somut adımlar atmalarıyla netlik kazanabilecektir. Ancak, Fransa’nın son zamanlarda hız kazanan Türkiye’yi dışlama gayretleri, bu konudaki beklentileri ne yazık ki gölgelemektedir.

Tüm bu gelişmelere rağmen Fransa, son günlerde, Ankara’ya gönderdiği üst düzey yetkililer vasıtasıyla Türkiye ile olan ilişkilerini geliştirme arayışları içine girmiş bulunmaktadır. Bu meyanda, Dışişleri Bakanı Bernard Koucher, Akdeniz İçin Birlik Proje Koordinatörü Alain Leroy, AB işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Jean Pierre Jouyet ve Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Fransa-Türkiye ilişkileri konusunda özel olarak görevlendirdiği, iktidardaki Halk Hareketi İçin Birlik Partisi(UMP) Milletvekili Pierre Lellouche, Ankara’da bir dizi temaslarda bulunarak, Türk Kamuoyuna ısrarla, Akdeniz Birliği’nin tam üyeliğe alternatif teşkil etmeyeceği ve Temmuz’da başlayacak dönem başkanlıkları sırasında Türkiye ile yeni müzakere başlıklarını açabileceklerine dair mesajlar vermeye çalışmışlardır.

Bu kapsamda, 6 Mayıs 2008 tarihinde Ankara’da yapılan Türkiye-AB Troykası Dışişleri Bakanları Toplantısında Fransız Bakan Jouyet, benzer söylemleri tekrar etmiş, Fransa’nın 1 Temmuz’da başlayacak AB Dönem Başkanlığı’nın objektif ve dengeli olacağı mesajını vermek suretiyle Türkiye’yi gelecek dönem ile ilgili olarak rahatlatmaya çalışmıştır. Ne var ki, bir yandan Ankara’da bu olumlu mesajları verirken, bir yandan da Brüksel’de tam tersi bir istikamette yol almaya çalışan Fransa’nın içine düştüğü bu çelişkili durum, Türk Kamuoyunun dikkatinden kaçmamaktadır.

Keza, Sarkozy’e göre daha ılımlı olduğu iddia edilen Devlet Bakanı Jouyet’in bu sıcak mesajlarının hemen ardından, 14 Mayıs 2008 tarihinde Brüksel’de yapılan ve 27 üye ülke ve 3 aday ülkenin katıldığı Avrupa Birliği Ekonomi ve Maliye Bakanları Konseyi (ECOFIN) toplantısında Fransa, Türkiye-AB arasında yeni bir krize sebebiyet vermekten geri kalmamıştır. Bu defa Fransa, diğer aday ülkeler olan Hırvatistan ve Makedonya için herhangi bir itirazda bulunmazken, Türkiye ile ilgili belgelerden “katılım” (accession) ifadesinin çıkartılmasını ısrarla talep etmiş ve bu isteğinin diğer üye ülkelerce kabul görmesi üzerine, Devlet Bakanı Mehmet Şimşek ortak bildiriye imza atmaktan imtina ederek, “böyle bir belgeyi tanımadığını” açıklamak durumunda kalmıştır. Buna rağmen AB, geri adım atmayarak, Türkiye-AB ortak bildirisi yerine, AB başkanlık bildirisi yayınlama yoluna tevessül etmiştir. Fransa’nın Türkiye’ye yönelik bu haksız tavrı karşısında, Türkiye’yi destekleyen diğer AB üyelerinin gösterdikleri teslimiyetçi anlayışa özellikle dikkat edilmesi gerektiği kanaatindeyiz.

Nihayet Fransa, yapmayı planladığı kapsamlı anayasa değişikliği paketiyle, Türkiye’nin AB üyeliğini engelleyebilecek uygun bir formül bulmuş gibi görünmektedir. Fransız Ulusal Meclisi’nin Hukuk İşleri Komisyonu, Beşinci Cumhuriyet Kurumlarında Modernleşme adını verdikleri Anayasa değişikliği tasarısıyla, “AB’nin toplam nüfusunun % 5 inden fazla nüfusa sahip ülkelerin AB üyeliği için referandumun otomatik olarak yapılmasını zorunlu kılacak” tarzda bir düzenleme yapılması konusunda karara varmış bulunmaktadır. Fransız parlamenterler de pekâlâ bilmektedirler ki, Yaklaşık 495 milyon olan AB nüfusunun yüzde beşine tekabül eden 24.7 milyondan daha fazla nüfusa sahip tek aday ülke Türkiye’dir. İktidardaki Halk Hareketi İçin Birlik Partisi(UMP) Milletvekillerinin baskısı neticesinde harcanan yoğun mesailerin ardından keşfedilen bu yeni formül ile Paris, AB’nin genişleme sürecinin, “Türkiye hariç” olmak üzere devam etmesinin önünü açabilmeyi hedeflemektedir. Zira, önümüzdeki günlerde Parlamentoda görüşülerek onaylanması beklenen bu anayasa değişikliği ile, pratikte, diğer aday ülkeler Hırvatistan ve Makedonya için parlamento onayı yeterli olabilecek iken, Türkiye için referanduma gidilmesi zorunlu hale getirilecektir.

Başlangıçta, AB’nin genişleme politikalarına zarar verdiği için, yeni üyeliklerin referanduma sunulması tamamen zorunlu olmaktan çıkarılmak suretiyle, parlamento onayı veya halkoylaması arasında Cumhurbaşkanının tercih yapması usulü benimsenmişti. Ancak, bu düzenlemenin Türkiye’nin önünü açacağı endişesine kapılan UMP Milletvekilleri, vakit geçirmeksizin “yüzde beş” formülünü geliştirmiş oldular. Tabii tüm bu senaryoların, yabancı düşmanlığının tırmanışa geçtiği Fransa’da, halkın yaklaşık %70’inin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğu yönündeki kamuoyu yoklamalarına dayandığını da burada belirtmemiz gerekmektedir.

Netice itibariyle, Fransa’nın Türkiye’yi AB Kulübünün dışında bırakma gayretlerinin, ne yazık ki hızlanarak devam ettiğini görmekteyiz. Yaşanan bu gerginlikleri “konjonktürel bir durum” olarak görüp, geçiştirmeye çalışmak ise sorunun çözümüne yardımcı olmayacaktır. Bir yandan Ankara’da olumlu mesajlar verirken, diğer yandan Brüksel’de ve kendi ülkesinde Türkiye’ye karşı hasmane bir tutum sergileyen Fransa, Türk Milleti nazarında güvenirliğini hızla yitirmektedir. Benzer şekilde, AB’nin özellikle Türkiye’yi destekleyen üyelerinin, Fransa’nın Türkiye’ye yönelik bu haksız politikaları karşısında tavizkâr bir tutum sergilemeleri ise esef verici bir durum olarak değerlendirilmektedir. Türkiye ile aynı zamanda başlayan müzakereleri Hırvatistan için 2009 yılında bitirmeyi planlayan Avrupa Birliği’nin,  “ucu açık bir süreç” veya “imtiyazlı ortaklık” gibi belirsiz ifadelerle Türkiye’yi oyalamaya çalışması ise bir diğer çelişki olarak karşımızda durmaktadır.

Eğer Avrupa Ülkeleri, Türkiye’nin 50 yıllık AB macerasını bir 50 yıl daha uzatmak niyetinde iseler, Türkiye’nin AB kapısında daha fazla beklemeye tahammülünün olmadığını ve esasen bunun AB’nin menfaatlerine de hizmet etmeyeceğini hesaplamaları gerekecektir. Sonuçta, bölgesel bir güç merkezi olma yolunda önemli mesafeler alan Türkiye’nin, milli birlik ve beraberliğini koruduğu müddetçe, alternatif projeler üretebilme ve 21. yüzyılın lokomotif ülkesi olma potansiyeline sahip bulunduğunun bilhassa bilinmesi gerektiği kanaatindeyiz.

Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=282

 

Share This:

KIBRIS’TA YENİ BİR DÖNEMEÇ: 23 MAYIS GÖRÜŞMESİ

 

 

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Liderlerinin, son günlerde, sanki 21 Mart buluşması hiç yapılmamış gibi, karşılıklı olarak birbirlerini suçlayıcı tavır içine girmeleri, “Kıbrıs’ta umutlar sönüyor mu?” sorusunu akla getirmişti. Neyse ki Liderler, sağduyulu davranarak, büyük umutlarla başlayan yeni uzlaşma sürecinin tersine gittiğini görmüş ve durumu yeniden değerlendirmek üzere, 23 Mayıs 2008 tarihinde bir araya gelerek gergin havanın yumuşatılmasını başarabilmişlerdir. BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Taye-Brook Zerihoun’un ara bölgedeki ikametgâhında yapılan görüşme, yaklaşık 3 saat sürmüş, toplantı sonrasında Talat ve Hristofyas, Kıbrıs sorununun çözümü konusundaki kararlılıklarını dünya kamuoyuna açıklamak suretiyle, bir nevi umut tazelemişlerdir.

21 Mart görüşmesi çerçevesinde kurulan ve 21 Nisan’da fiilen çalışmaya başlayan altı çalışma grubu ve yedi teknik komitenin faaliyetlerinin değerlendirildiği 23 Mayıs Zirvesinde Liderler, Haziran ayının ikinci yarısında tekrar bir araya gelmeyi kararlaştırmış, toplantı sonrasında, Yeşilırmak Kapısının geçişlere açılması ve sivil ve askeri güven artırıcı önlemlerin tekrar gözden geçirilmesi konularında anlaşmaya varmışlardır. Ancak, Haziran’da kapsamlı görüşmelere başlanılması konusunda Talat ve Hristofyas’ın uzlaşma sağlayamadıkları görülmüştür.

23 Mayıs görüşmesi uzlaşma sürecinin devam edeceğini işaret etmektedir. Fakat, bu buluşmanın en dikkat çekici yanı, kuşkusuz,  Kıbrıs’ın yeni statüsü konusunda kendisine yöneltilen bir soru üzerine Hristofyas’ın verdiği ““Bu konuda, Kıbrıs Birleşik Federal Cumhuriyeti (United Federal Republic of Cyprus) olması yönünde ortak bir pozisyonumuz var” şeklindeki cevabıdır. Ortak açıklama ile de teyit edilen bu görüş ile, siyasi eşitliğe dayalı, iki toplumlu, iki bölgeli, Türk ve Rum Kurucu Devletlerinin oluşturacağı Federal bir Ortaklık Devletinin kurulması konusunda bir uzlaşmaya varıldığı ortaya çıkmaktadır.

2004 yılında Annan Planı’nı reddeden ve bugüne kadar, 1960 yılında kurulan ve başarısız olan Kıbrıs Cumhuriyeti tezini ileri süren Rum tarafının, Kıbrıslı Türklerle siyasi eşitliğe dayalı bir ortaklık devletini kabul etmesi, Kıbrıs sorununun çözüm sürecinde son derece önemli bir gelişmedir. Türkiye ve K.K.T.C.nin “adil ve kalıcı çözüm” fikrine çok yakın olan bu yaklaşım, Türk Kamuoyu tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Ancak, Hristofyas’ın bu uzlaşmacı tavrını “tavizkar bir tutum” olarak değerlendiren, başta eski Rum Lider Papadopulos olmak üzere Güney Kıbrıslı “şahinlerin”, bu süreci baltalamak için ellerinden gelen gayreti sarf ettiklerini de gözden uzak tutmamak gerekmektedir.

Belki de Hristofyas, üzerinde hissettiği bu baskılar nedeniyle, Haziran sonunda başlaması öngörülen doğrudan müzakereleri, çalışma grupları ve teknik komitelerin çalışmalarını yeterli bulmadığı gerekçesiyle erteleme düşüncesindedir. Nitekim K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, barış görüşmelerinin ne zaman başlayacağı konusunda yöneltilen bir soru üzerine “Bu konuda farklı görüşlerimiz olduğunu biliyorsunuz. Bu konuya ilişkin görüşlerimiz devam ediyor.” demek suretiyle, endişelerini ortaya koymuştur. Ancak, dünya kamuoyu tarafından da pek sıcak karşılanmayan bu erteleme fikrinin, Kıbrıs’ın, kendilerinin istemediği şekilde bir bölünmeye doğru gittiğini gören Rum Toplumu tarafından da pek kabul görmeyeceğini düşünmekteyiz. Hristofyas’ın zaman kazanmaya yönelik bu tutumunun, Rumların, uzlaşma sürecini tıkayan taraf olma vasıflarını ön plana çıkarma ihtimalini de, Rum Kamuoyunun değerlendireceği kanaatindeyiz.
Öte yandan, 23 Mayıs’ta yapılan görüşme sonrasında BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Taye-Brook Zerihoun’un yaptığı ortak açıklama, gerek Türkiye ve gerekse AB tarafından destek görmüştür. Bu kapsamda, Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Brüksel’de, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu toplantısında Kıbrıs ile ilgili yaptığı açıklamada,”Talat ve Hristofyas’ın son yaptığı açıklamayı verdiğimiz desteği daha önce açıkladık. BM müktesebatı çerçevesinde iki tarafın siyasi eşitliliği ve iki kesimlilik temelinde müzakerelerin sürdürülmesi önemli. Bu süreci destekliyoruz.” demiştir. Ayrıca, Kıbrıs’taki Avrupa Komisyonu Temsilciliği Başkanı Androulla Kaminara, Komisyonun,  tarafların istemesi halinde, BM şemsiyesi altında, sürece destek vermeye istekli ve hazır olduğunu belirtmek suretiyle, görüşmeleri olumlu karşıladıklarını ifade etmiştir. Ne var ki, bir yanda Kıbrıs Türklerinin yaşam alanlarını daraltan izolasyonlar, diğer tarafta Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Fransa ve Yunanistan’ın, Güney Kıbrıs ve uluslararası sularda, 2-6 Haziran tarihleri arasında yapmayı planladığı “Argonaftis”  isimli ortak askeri tatbikat gibi kışkırtıcı faaliyetler, AB’nin bu olumlu yaklaşımıyla açıkça çelişki halindedir.

Kuşkusuz, Fransa ve Yunanistan’ın bu girişimleri, Doğu Akdeniz’de hâkimiyet sağlamak amacıyla, Güney Kıbrıs Rum Yönetimini kullanma gayretlerinden başka bir şey değildir. Zira, Rum Ordusunun Yunanlı Generaller tarafından yönetildiği bilinmektedir. Akdeniz Birliği Projesinin mimarı olan Fransa’nın bölgede ortak askeri tatbikat düzenlemesi de boşuna değildir. Türkiye ise Doğu Akdeniz’e geniş kıyıları olan bir ülkedir ve bu anlamda bölgenin kimin kontrolünde olacağı hususu tabii olarak ilgi alanına girmektedir. Bölgede jeostratejik bir öneme sahip bulunan Kıbrıs Adası ise, Türkiye’nin Güney Kıyılarının hemen karşısında, (Anamur Burnu’na 65 km mesafede) tabiri caizse burnunun dibinde yer almakta. Ada’nın Türkiye’ye bakan kuzey kesimi ise Türkiye’nin garantörlüğü altında bulunan K.K.T.C. nin egemenliği altında bulunmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’nin gerek güney kıyılarını güven altına alma ve gerekse Kıbrıs’ta huzur ve barışın devamını sağlama bakımından Doğu Akdeniz’de hâkimiyeti elinde bulundurması bir zarurettir. İşte bu nedenlerle, Kıbrıs Türkiye’nin milli bir davasıdır ve bu meselenin Türkiye’nin milli menfaatlerine halel getirmeyecek bir şekilde çözüme kavuşturulması gerekmektedir.

Bu kapsamda, Rum Kesiminin, Kuzey Kıbrıs’taki yerleşikler ve Adadaki Türk Askeri varlığı konusundaki rahatsızlıkları karşısında, K.K.T.C. nin üst düzeydeki temsilcileri tarafından yapılan açıklamalar, Türkiye’nin çözüm sürecindeki vazgeçilmez statüsünün açıkça ifade edilmesi bakımından değer taşımaktadır. Buna göre,  K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın, Türk askerinin Adadaki varlığının, Kıbrıslı Türkler için son derece önemli olduğu,  K.K.T.C. Başbakanı Ferdi Sabit Soyer’in ise Türkiye’nin garantörlüğünün tartışma konusu bile olamayacağı, 1960 Garanti ve İttifak anlaşmalarına karşı çıkılmasının anlamsız ve temelsiz olduğu, şeklindeki beyanatlarıyla, Türkiye’nin desteği olmadan Ada’da “adil ve kalıcı bir çözüme” ulaşılmasının mümkün olamayacağı gerçeği, aynı zamanda tüm dünyaya ilan edilmiş olmaktadır.

Netice itibariyle, 21 Mart 2008 tarihli Talat-Hristofyas Zirvesi ile Kıbrıs’ta başlayan olumlu süreç, zaman zaman tehlikeye girse de, Liderlerin sağduyulu yaklaşımları sayesinde yeniden rotasına girmiş gibi görünmektedir. 23 Mayıs görüşmesinde, siyasi eşitliğe dayalı, iki toplumlu, iki bölgeli, Türk ve Rum kurucu devletlerinin oluşturduğu, federal bir hükümet üzerinde mutabakata varılması, Kıbrıs Türk Toplumu ve Türkiye açısından son derece mühim bir gelişmedir. Zira, siyasi eşitlik, iki kesimlilik, ortaklık devleti gibi Türk tezinin esasını teşkil eden kavramlar, bugüne kadar Rumların asla kabul etmedikleri ifadelerdi. Bu bakımdan, Hristofyas’ın, Kıbrıs Rum Kesiminin “şahinleri” tarafından şiddetle eleştirilmesi sürpriz olmamıştır. Öte yandan, Haziran sonunda başlatılması öngörülen barış görüşmelerinin Hristofyas tarafından ertelenmeye çalışılmasının ne anlama geldiği konusunda, Türk tarafının kapsamlı bir değerlendirmede bulunmasının zaruri olduğu düşüncesindeyiz.

AB tarafından olumlu karşılanan ve Türkiye’nin de destek verdiği bu görüşmelerin, belki Cumhurbaşkanı Talat’ın öngördüğü gibi 2008 yılı sonuna kadar bir çözümle sonuçlanması mümkün olmayabilecektir. Ancak, Rumların, her geçen gün Türk tezine daha da yaklaştığını dikkate aldığımızda, sürecin devamının Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumu açısından yararlı olacağı ve bu nedenle desteklenmesi gerektiği kanaatindeyiz. Garantörlük Anlaşmaları kapsamında Ada’da bulunan Türk Askerinin, barış ve huzurun teminatı olduğu gerçeğinden hareketle, Birleşmiş Milletler çerçevesinde kapsamlı, adil ve kalıcı bir çözüm sağlamaya yönelik her türlü girişim, tabii olarak Türkiye’nin de desteğini alabilecektir. Sonuçta, Ek Protokolün 2009 yılı sonuna kadar uygulanmaması halinde AB’nin, Türkiye ile müzakereleri tümüyle durdurma kararı alabileceğini göz önüne aldığımızda, Kıbrıs meselesinin çözümünün, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği açısından da ne kadar mühim bir mevzu olduğu ortaya çıkmaktadır.

Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=283

 

Share This:

KIBRIS’TA MEMORANDUM KRİZİ

 

Esasen, en azından Haziran sonunda yapılacak Talat-Hristofyas görüşmesine kadar, Kıbrıs ile ilgili yeni bir yazı yazmayı düşünmüyorduk. Fakat, Londra’da, İngiltere Başbakanı Gordon Brown ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas’ın, 21 Mart ve 23 Mayıs görüşmeleri çerçevesinde gelişen uzlaşma sürecini adeta hiçe sayan bir memoranduma, sürpriz bir şekilde imza atmış olmaları, bizi, bu yazıyı yazmaya zorlamış bulunmaktadır. Rum Lider Hristofyas, İngiltere’nin Kıbrıslı Rumlara, “K.K.T.C.yi tanımayacağı ve Ada’da bölünmeye ya da ayrı bir siyasi oluşumun gelişmesine destek vermeyeceği’ne dair söz verdiği” bu mutabakat muhtırasını imzalamakla, maalesef ciddi bir güvenirlik sorununun ortaya çıkmasına sebebiyet vermiş bulunmaktadır.

Kıbrıs’ta tarafların eşitliği ilkesine aykırı bir şekilde kaleme alınan ve halen devam eden uzlaşma sürecine ciddi hasarlar verebilecek unsurları bünyesinde ihtiva eden söz konusu memorandum, gerek Türkiye ve gerekse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tarafından sert tepkiyle karşılanmıştır.

İlk açıklamayı yapan K.K.T.C. Cumhurbaşkanlığı, söz konusu memorandumu sert bir şekilde eleştirmiş ve “Kuzey Kıbrıs`ta hiçbir geçerliliğe veya etkiye sahip değildir” denilmiştir. Açıklamada ayrıca, “Kıbrıs Rum tarafının, son zamanlardaki çabaları ile, Kıbrıs sorununun çözümünü başka yerde aradığını göstermiş olduğu, ne yazık ki, İngiltere’nin de, Kıbrıs Rum tarafı ile bozulan ilişkilerini düzeltmek uğruna, Kıbrıs Rum tarafının bu çabasına destek verdiği; Kıbrıs sorununa taraflardan birinin bulunmadığı bir ortamda şekil verme çabasına alet olduğu” ifadelerine yer verilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı da, İngiltere ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (G.K.R.Y.) arasında ortak mutabakat muhtırası imzalanmasına tepki göstermiş, yapılan açıklamada özellikle, Kıbrıs’ta iki liderin görüşme süreci içinde bulundukları bir dönemde imzalanan Mutabakat Muhtırasının yapıcılıktan uzak unsurlar içerdiği belirtilerek, Kıbrıs sorununa kalıcı ve adil bir çözüm bulunması çabalarına gölge düşürüldüğü vurgulanmıştır. Açıklamada ayrıca, “Söz konusu mutabakatın Rum tarafı lehine seçici bir anlayışla iktibas edilmesi ve yeni unsurlar eklenmesi, görüşme sürecinin desteklendiği beyanlarıyla çelişmektedir.” ifadesi kullanılmıştır.

Görüldüğü üzere, Kıbrıs Türk ve Rum Toplumu liderlerinin yeni bir uzlaşma sürecini devam ettirdikleri bir sırada, İngiltere’yi haksız bir şekilde sürecin içine dâhil etme girişimleri, Rumların samimiyeti konusundaki kuşkuları daha da artırmış bulunmaktadır.

Daha önceki yazılarımızda, 21 Mart görüşmesinin, her ne kadar büyük umutlara yol açan yeni bir barış döneminin başlayacağına dair bir hava estirmiş olsa da, Talat-Hristofyas dostluğunun tek başına bu sürecin garantisi olamayacağını söylemiştik. Aradan geçen zaman içerisinde, liderlerin karşılıklı birbirlerini suçlamaya varan tutumları bizleri umutsuzluğa sevk etmiş ve fakat 23 Mayıs liderler görüşmesi ile umutlar tekrar yeşermişti. Hatta Hristofyas, 23 Mayıs görüşmesinde, uzlaşma adına bir adım ileri giderek iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe dayalı iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devletini kabul ettiğine dair mesajlar vermişti. Ne var ki, çok geçmeden, 5 Haziran 2008 tarihinde, Kıbrıs’ın garantör devletlerinden birisi olan İngiltere’nin Başbakanı Gordon Brown ile G.K.R.Y. Lideri Dimitris Hristofyas’ın imzaladığı memorandum ile süreç, büyük bir hasar görmüş gibi gözükmektedir.

Peki, nedir bu Türkiye ve K.K.T.C.nin sert tepkilerine yol açan İngiliz-Rum Memorandumu?

İkili ilişkileri geliştirmeye yönelik olarak, İngiliz ve Rum Liderler tarafından Londra’da imzalanan mutabakat muhtırasına göre, garantör devlet olan İngiltere, “K.K.T.C.yi tanımayacağı, Ada’da bölünmeye ya da ayrı bir siyasi oluşumun gelişmesine destek vermeyeceği, Kıbrıs’ta ayrı bir devlet ve siyasi otoriteyi kabul etmeyeceğine” dair Kıbrıslı Rumlara söz vermektedir.  Ayrıca, memorandumda, İngiltere’nin, BM’nin Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin mevcut 541 ve 550 sayılı kararlarının arkasında olduğu hususu da belirtilmiştir. Şüphesiz, burada kastedilen ayrı bir devlet veya siyasi oluşum Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olmaktadır. Esasen Kıbrıs Rum Yönetimi ile İngiltere, Kıbrıs’ta, Kıbrıs Rum Yönetiminden gayrı bir devlet veya siyasi oluşum istemediklerini söylemeye çalışmaktadırlar.

Görüldüğü üzere Hristofyas, bu son tutumuyla aslında iki ayrı noktada çelişkiye düşmektedir. Birincisi, bir yandan Kıbrıs meselesinin ancak Ada’da yaşayan Kıbrıs Türk ve Rum Toplumlarının kendi aralarında, kendi hür iradeleri ile yapacakları görüşmelerle bir çözüme kavuşabileceği iddiasıyla özellikle Türkiye’yi sürecin dışında bırakmaya çabalarken, bir yandan İngiltere’yi, kendi tarafına çekme amacına yönelik olarak, sürecin bir parçası haline getirmeye gayret göstermesidir. Hristofyas’ın içine düştüğü İkinci çelişki ise, Başkan seçilmesiyle birlikte, kendi insiyatifi ile başlayan yeni uzlaşma sürecinin temel kriteri olan, “tarafların eşitliği” prensibine tamamen aykırı bir tutum sergilemeye başlamış olmasıdır.

Hatırlayalım; 23 Mayıs’ta, K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile G.K.R.Y. Lideri Dimitris Hristofyas arasında yapılan görüşmede Hristofyas, Bu konuda, Kıbrıs Birleşik Federal Cumhuriyeti (United Federal Republic of Cyprus) olması yönünde ortak bir pozisyonumuz var” demek suretiyle, iki toplumlu, iki bölgeli, Türk ve Rum Kurucu Devletlerinin oluşturacağı Federal bir Ortaklık Devletinin kurulması konusunda bir mutabakata varıldığı mesajını vermişti. Ancak, İngiltere Başbakanı ile yaptığı ikili anlaşmada, yeni bir devlet veya siyasi oluşuma karşı olduklarını belirtmek suretiyle, gerçekte, çözümden kastettiği şeyin, iki toplumun siyasi eşitliği değil, “Kıbrıs Cumhuriyeti” tezi çerçevesinde, G.K.R.Y. egemenliğinde bir Kıbrıs olduğu anlaşılmış bulunmaktadır. Bu noktada, Papadopulos ve ekibinin Hristofyas üzerindeki baskısının etkili olduğunu da söylememiz mümkündür.

Ancak, daha önce, aynı İngiltere Başbakanının, Türkiye Başbakanı ile izolasyonların kaldırılmasına ve Annan planına atıf yapan bir deklarasyon imzaladığını da Hristofyas’ın hatırlamasında yarar bulunmaktadır. Ekim 2007 tarihinde Başbakan Recep Tayip Erdoğan ile İngiltere Başbakanı Gordon Brown tarafından imzalanan stratejik işbirliği belgesi, “K.K.T.C.nin düzeyini yükselttiği” gerekçesiyle Kıbrıslı Rumlar tarafından büyük tepki görmüştü. Hatta, bu memoranduma karşı, Kıbrıs Rum Kesiminden bir üst düzey yetkilinin “İngilizlerin bu hareketinden sonra Londra’yla aramızda bir cephe açıldığını düşünüyoruz. Bu gelişmeler altında İngiliz Üsleri konusuna yeniden bakmaya mecburuz. İngiltere’yle ilişkilerimizde mütekabiliyet olup olmadığını denetlemeliyiz. Önümüzdeki günlerde hükümet bu yönde bir düzeltme yapacak.” şeklinde tepki verdiği de bilinmektedir.

Ancak, her ne kadar biz şimdi hatırlatıyor olsak da, Hristofyas’ın aslında bu anlaşmayı hiç unutmadığı ortaya çıkmaktadır. Zira, aradan çok fazla bir zaman geçmeden Kıbrıslı Rumlar rövanşı almış ve tabii ki İngiltere de, Rumlarla ilişkilerini düzeltmiş ve kendince Ada’daki üslerini garantilemiş gibi gözükmektedir.
Netice itibariyle, 5 Haziran 2008 tarihinde, İngiltere Başbakanı ile G.K.R.Y. Lideri arasında imzalanan memorandum, bize açıkça şunu göstermektedir ki, Türk Kamuoyu, Hristofyas’ın Ada’da bir çözüm isteyip istemediği konusunda şüphe duymakta ziyadesiyle haklıdır. Hristofyas, Kıbrıs Türk ve Rum Toplumlarının siyasi eşitliğine ve Ada’da Rumların dışında bir devlete ve siyasi oluşuma karşı olduğunu ortaya koymak suretiyle, 21 Mart ve 23 Mayıs mutabakatlarıyla çelişir bir tutum içine girmiş bulunmaktadır. Rum Liderin bu son girişimi, Ada’da adil ve kalıcı bir çözüm bulma arayışlarına gölge düşürdüğü gibi, bir güvenirlik sorununu da beraberinde getirmiştir. Bu şartlar altında, Haziran sonunda, kapsamlı barış görüşmelerine nasıl başlanabileceği de merak konusudur.

Öte yandan, yeni uzlaşma sürecini desteklediğini açıklayan İngiltere’nin, Kıbrıs Türk Toplumunu dışlayarak, bütün Kıbrıs adına sadece Rum Kesimini muhatap alması ise süreci baltalayacak derecede tutarsız bir davranıştır ve Türk Milleti tarafından mutlaka değerlendirilecektir kanaatindeyiz.

Bir yandan Doğu Akdeniz’de Fransa ve Yunanistan ile bir ortak askeri tatbikat düzenleyip, diğer yandan Londra’da güya bütün Kıbrıs adına bir muhtıraya imza atan Hristofyas, bu şekilde Kıbrıs Türk Toplumunu köşeye sıkıştırabileceğini düşünmektedir. Görünürde, Kıbrıs meselesinin, iki toplum liderinin kendi aralarında yapacakları görüşmelerle çözülmesi gerektiği imajını veren Hristofyas’ın, gerçekte çözümü başka mecralara sürüklemeye çalıştığını görmekteyiz. Eğer, Rumlar, Türkiye’nin, AB üyeliği uğruna Kıbrıs’ta taviz vereceği veya dayatmalara boyun eğeceği hayaline kapılmışlarsa, hüsrana uğramaları kaçınılmaz olacaktır.

Yaşanan bu gelişmeler, Türkiye’nin garantörlüğünün asla tartışma konusu olamayacağı, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtıyla birlikte Ada’ya kalıcı huzur ve barışı getiren Türk askeri varlığının ise Kıbrıs Türk Toplumunun yegâne güvencesi olduğu ve Türkiye’nin bu misyonunu devam ettirme kararlılığından asla vazgeçmeyeceği gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermiş bulunmaktadır. Elbette, İngilizlerle tek taraflı olarak imzalanan bu mutabakat muhtırasının, Türk Toplumu için hiçbir değeri ve etkisi olmayacaktır. Hristofyas görmek istemese de, Ada’da var olan K.K.T.C., Kıbrıs Türklerinin bağımsız Devleti ve siyasi bir oluşumudur. Ve ayrıca bilinmelidir ki, Kıbrıs, Türkiye’nin millî davasıdır. Bu nedenle, Ada’da, ya Kıbrıs Türk Toplumunun siyasi eşitliğine dayalı adil ve kalıcı bir çözüm ivedilikle sağlanacaktır ya da bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilelebet yaşatılacaktır.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=284

Share This:

AB’DE İRLANDA BUNALIMI

Avrupa Birliği, bir yandan 2005 yılında Fransa ve Hollanda seçmeni tarafından reddedilen AB Anayasasının yol açtığı şoku atlatmaya çalışırken, bu defa büyük umutlar bağladığı Lizbon Anlaşmasının (Reform Anlaşması) İrlanda halkı tarafından reddedilmesi üzerine yeni bir bunalımın içine doğru sürüklenmektedir. AB Anayasasının kısa bir versiyonu olan ve AB’nin geleceğini şekillendirmesi bakımından son derece önemli sayılan Lizbon Anlaşması, 13 Haziran 2008 tarihinde yapılan referandum ile İrlanda seçmeninin %53.4 “Hayır” oyu ile reddedilerek, yeni bir krizin kapıları aralanmış bulunmaktadır. Böylece, yaklaşık 600 bin İrlanda seçmeninin, yaklaşık 500 milyon Avrupalının geleceğini abluka altına almış gibi bir durum ortaya çıkmış bulunmaktadır.

2001 yılında yapılan referandum ile Nice Anlaşmasına hayır diyerek krize yol açan İrlanda, bu defa,  bugüne kadar 18 AB üyesinin onay sürecini tamamlamış bulunduğu Reform Anlaşmasını reddetmek suretiyle, AB’nin geleceğini şekillendirme çabalarına ağır bir darbe indirmiş oldu. 27 Üye ülke içinde sadece İrlanda’nın referanduma sunduğu Anlaşma, herhangi bir üyenin onaylamaması halinde yürürlüğe giremiyor. Her ne kadar, İrlanda seçmeninden gelen “hayır” oyu, diğer ülkelerin Anlaşmayı onaylamalarına engel teşkil etmese de, AB’yi sancılı bir dönemin içine doğru sürüklediğini söylememiz mümkündür. Zira, AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso başta olmak üzere, bazı üye ülke liderleri, “Hayır” la sonuçlanan referanduma ilk tepkilerini, “geri kalan üye ülkelerin onay sürecini devam ettirmeleri” çağrısında bulunmak suretiyle göstermişlerdir.

AB Anayasasının 2005 yılında Fransa ve Hollanda seçmeni tarafından reddedilmesi üzerine, bu defa, İrlanda hariç diğer bütün üye ülkeler, Lizbon Anlaşmasını halkoyuna götürmek yerine, parlamentolarında onaylama yolunu seçmişlerdi. Çünkü geçmiş tecrübeler, yeni AB projelerinin halktan yeterli desteği göremediğini ortaya koymuştu. Lakin bu defa, İrlanda Hükümeti Anayasası gereği olarak halkoyuna gitmiş ve belki de Reform Anlaşmasını halka iyi tanıtamayarak, bu olumsuz sonuca katkı sağlamış gibi görünmektedir. 1973 yılında AB’ye üye olan 4 milyon nüfuslu İrlanda, günümüzde 40.000 Doların üzerinde kişi başına geliri ile, bir yandan AB’nin kaynaklarından en çok yararlanan ülke konumunda iken, diğer yandan, AB içerisinde en çok krize yol açan ülke statüsünü de devam ettirmektedir.

AB’nin kurumsal yapısında önemli değişiklikler öngören ve küresel sorunlarla mücadelede daha etkili bir şekilde temsil edilebilmesine imkân verecek olan Lizbon Anlaşması’nın, 2008 yılı sonuna kadar tüm üye ülkelerce onaylanmasını müteakip, 1 Ocak 2009 tarihi itibariyle yürürlüğe girmesi beklenmekteydi. Anlaşma, halen uygulanmakta olan 6 aylık dönem başkanlığı yerine, 2,5 yıllığına seçilecek ve yılda 4 defa toplanacak olan Konseye başkanlık edecek bir “AB Başkanı” uygulamasını getirmekte, aynı zamanda komisyon başkan yardımcılığı görevini de yürütecek bir“Dışişleri ve Güvenlik Politikası Birlik Yüksek Temsilcisi” görevlendirilmesi suretiyle, dış politikada tek sesliliğin sağlanmasını hedeflemekteydi. Öte yandan, Türkiye’nin, üye olabilmesi halinde, 71 milyonluk nüfusuyla, çifte çoğunluk sistemine dayanan karar alma sürecinde, kritik bir konum elde etmesi mümkün olabilecekti.

Peki, AB cephesinde bundan sonra neler olabilir?

Öncelikle, İrlanda’nın kapılarını araladığı yeni kriz, ilk olarak 19-20 Haziran’da Brüksel’de yapılacak AB liderler Zirvesinde değerlendirmeye alınacak ve AB’nin yeni bir bunalım ortamına girmesini önleyecek çözüm yolları üretilmeye çalışılacaktır. Şüphesiz, henüz Lizbon Anlaşmasının onay sürecini tamamlamayan ülkelerin, ivedilikle onay prosedürünü tamamlamaları istenecektir. Bu meyanda, kalan 8 ülkenin, hızla onay sürecini tamamlamaları beklenmektedir. Nitekim, Avrupa Parlamentosu (AP) Başkanı Hans Gert Pöttering de AB’nin daha önce de benzer krizler yaşadığını hatırlatarak, “2009 Avrupa seçimleri öncesinde bir çözüm bulunabileceğini umuyorum” diyerek, çözüme dair umutlu olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır.

AB’nin, bu kriz karşısında bir B planı olup olmadığı ise bilinmemektedir. Kaldı ki, Reform Anlaşmasının kendisi bizatihi, 2005 yılında benzer şekilde reddedilen AB Anayasasının yol açtığı bunalımın B planı olarak vücuda getirilmişti. Her ne kadar, İrlanda, Anlaşmanın yeniden müzakere edilerek birtakım düzeltmeler yapılmasını istese de, bu öneri AB otoriteleri tarafından pek kabul görmemektedir. Bu durumda, 2002 yılında Nice Anlaşmasının onay sürecinde yaşandığı gibi, ikinci bir referanduma gidilmesi ihtimali yüksek gibi görünmektedir. Ancak, İrlanda seçmeninin bu defa da Referandumda ”hayır”  oyu kullanma ihtimali, herhalde AB’lilerin hiç de yabana atamayacakları bir vakıa olarak karşılarında durmaktadır.

Eğer, 26 üye ülke, onay sürecini 2009 yılından önce tamamlamaları halinde, İrlanda üzerinde ciddi bir baskı uygulanarak, Anlaşmayı kabule zorlanabilir veya İrlanda’nın yer almadığı bir platformda Lizbon Anlaşması uygulamaya geçirilebilir.

Öte yandan, AB’nin geleceğe dönük büyük umutlar bağladığı değişim projelerinin, son yıllarda ve farklı üye ülke seçmenleri tarafından reddedilmesi, halka rağmen, sadece hükümet veya parlamento onayları ile yola devam edilemeyeceği ve Avrupa Kamuoyunun, AB’nin geleceğe dönük planları konusunda ciddi şüphelerinin bulunduğu gerçeğini de gözler önüne sermiştir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, halkın iradesine dayanan, demokratik karar alma yöntemleri ekseninde yeni bir meşruluk tartışmasının gündeme geleceğini söylememiz mümkündür.

AB için öngörülebilecek en kötü senaryo ise, Lizbon anlaşmasının tümü ile rafa kaldırılmak zorunda kalınmasıdır. Bu durumda AB, 2005 yılındaki Anayasa krizinin yol açtığı bunalımdan belki de daha ağır bir kriz sürecine girecektir. Nitekim AB, siyasi ve kurumsal yapısını güçlendirme ve geleceğini şekillendirme anlamında, Lizbon Anlaşmasına büyük umutlar bağlamış bulunmaktadır.

Bu noktada, AB’nin içine sürüklendiği bu yeni krizin Türkiye’yi nasıl etkileyebileceği konusu üzerinde de biraz durmamızda yarar bulunduğu kanaatindeyiz:

AB’nin içine düştüğü bu yeni kriz ortamının, Türkiye-AB ilişkilerinde ciddi bir değişikliğe yol açmayacağı kanaatindeyiz. Kendi içinde derin bir bunalım yaşayan AB, buna ilaveten bir de Türkiye ile yeni bir krizi göze alamayacaktır. Bu defa, 2005 Anayasa bunalımında olduğu gibi, AB tekrar kendi içine kapanabilir ve dış dünya ile ilişkilerinde ciddi bir adım atmaya çekinebilir.

Diğer taraftan, 1 Temmuz’dan itibaren AB Dönem Başkanlığını devralacak olan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin de tüm planları alt üst olmuş gibi gözükmektedir. Bilindiği gibi Sarkozy, AB dönem başkanlığına aşırı derecede önem vermekte, gerek Türkiye’nin AB üyeliğini engelleme ve “imtiyazlı ortaklık” eksenine kaydırma ve gerekse Fransa’nın millî çıkarlarını maksimize etme anlamında birtakım planlar hazırlamış durumdadır. 6 aylık dönem başkanlığı için 190 milyon Euro tutarında dev bir bütçe ayıran Sarkozy, herhalde önemli projeleri hayata geçirmeyi düşünmektedir. Ne var ki, İrlanda’nın başlattığı referandum krizi, Sarkozy’nin de rotasını değiştireceğine kesin gözüyle bakılmaktadır. AB’yi içine düştüğü bunalımdan kurtarmak için yoğun mesai harcamak zorunda kalacak olan Dönem Başkanı Fransa’nın, bir yandan da Türkiye’nin tam üyeliğini sık sık gündeme getirme ve Türkiye ile yeni kriz kapılarını aralama fırsatını elde edebilmesinin artık düşük bir ihtimal olduğunu düşünmekteyiz.

Ancak, her ne kadar, AB içinde yaşanan bir kriz ortamının, Türkiye-AB ilişkilerinde olumlu yansımaları beklense de, bunalımın aşılamaması halinde ilişkilerin orta ve uzun vadede olumsuz etkilenebileceği gerçeğini de göz ardı etmememiz gerekmektedir. Zira, AB’nin yapısal sorunlarını çözmeden, yeni bir genişleme dalgasını harekete geçirmeyeceğini düşünmekteyiz.  Avrupa Parlamentosu Anayasa Komisyonu Başkanı Jo Leinen’in, kriz ile ilgili olarak yaptığı “Lizbon anlaşmasına hayır demek genişlemeye hayır demektir” şeklindeki yorumu da bu tezimizi destekler mahiyettedir.

Netice itibariyle,  İrlanda halkının 13 Haziran’da yapılan referandum ile Lizbon Anlaşmasını reddetmesi, AB’yi derinden sarsmış bulunmaktadır. Zira, AB liderleri, AB’nin kurumsallaşması ve dünya siyasi arenasında küresel bir güç olarak temsil edilmesi gibi ana hedefleri ihtiva eden bu Vizyon Belgesine büyük umutlar bağlamışlardı. Hatta, yeni AB Başkanı’nın kim olacağı konusundaki tartışmalarla birlikte, muhtemel adayların kulis çalışmaları da başlamış bulunmaktadır.

AB başkentleri, bir kez daha, üye bir ülkenin demokratik yollardan aldığı bir karar karşısında ne yapacağını bilemez bir duruma düşmüş vaziyettedirler.  Öyle ki, Sarkozy ve Merkel, yaptıkları ortak açıklamada, “İrlandalıların demokratik tercihini gereken saygıyı göstererek not ettik, ancak bu bizi azamisiyle üzdü” demek suretiyle yaşadıkları çelişkiyi ortaya koymuşlardır. Bu durum, esasen, AB’nin kendi halkları ile arasındaki mesafenin ne kadar açılmış olduğunun da bir göstergesidir. Zira, diğer üye ülkelerde de referanduma gidilmiş olması halinde, benzer bir sonucun alınamayacağına dair kimsenin garanti veremeyeceğini düşünmekteyiz .

AB’nin içine düştüğü bu yeni kriz ortamının, Türkiye tarafından çok kapsamlı bir şekilde değerlendirmeye tabi tutulması gerekmektedir. Kendi içinde problemler yaşayan AB, Türkiye ile yeni bir krizi herhalde göze alamayacaktır. Buna paralel olarak, dönem başkanı olacak Sarkozy’nin, bir yandan krizi aşmaya çalışırken, bir yandan da Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili yeni krizlere yelken açması, biraz zor görünmektedir. Bununla birlikte, Lizbon Anlaşması, genişlemenin önünü açabilecek ve üye olması halinde Türkiye’yi, AB’nin karar alma sürecinde güçlü bir konuma kavuşturabilecektir. Ayrıca, uygulamaya sokacağı “AB Başkanı” sistemiyle, Rumların 2012 yılındaki AB dönem başkanlığı sırasını ortadan kaldırarak, Kıbrıs Meselesinde Türk tarafının ciddi bir endişesini de bertaraf edebilecektir. Bu meyanda, Türkiye’nin, her iki senaryo üzerinde de hassasiyetle durması ve uygun stratejiler üretmesi son derece yararlı olacaktır.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=285

Share This:

İRAN NÜKLEERDEN VAZGEÇMİYOR

 

AB Ortak Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Javier Solana’nın Tahran Yönetimine 14 Haziran 2008 tarihinde bizzat sunduğu “teşvik paketi”nin İran tarafından anında reddedilmesi üzerine, İran ile AB arasındaki ilişkilerde gergin bir döneme girilmiş oldu. BM Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEA) Başkanı Muhammed El Baradey’in 21 Haziran’da sürpriz bir şekilde yaptığı “İran’a askeri bir saldırı olursa istifa ederim” beyanatı ise, ABD’nin İran’a olası bir saldırı ihtimalinin ne kadar yakın olduğunun da bir göstergesidir kanaatindeyiz.

BM Güvenlik Konseyi’nin 5 Daimi Üyesi olan ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin ile birlikte Almanya’nın oluşturduğu “5+1” ülkeleri dışişleri bakanları ve AB Ortak Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Javier Solana tarafından imzalanan ve Solana’nın bizzat kendisi tarafından, Tahran’da, İran Dışişleri Bakanı Manuçehr Muttaki’ye verilen öneri paketinde yer alan uranyum zenginleştirme işleminin durdurulması teklifi, İran tarafından “kırmızı çizgi” olarak nitelendirilerek anında reddedilmiş bulunmaktadır. Uranyum zenginleştirme çalışmalarının durdurulması talebinin daha önce Tahran yönetimince defalarca reddedildiği ve nükleer hakkı tanımayan hiçbir önerinin kabul edilmeyeceğinin açıklandığını dikkate aldığımızda, Tahran Yönetiminden “en kısa sürede cevap beklediğini” ifade eden Solana’nın, aldığı bu yanıt fazla şaşırtıcı olmamalıdır. Öyle ki, geçen ay BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ile Almanya ve bazı uluslararası kuruluşlara, dünya meselelerinin çözümüne ilişkin bir öneri paketi sunan İran’a henüz resmi bir cevap verilmemiş olmasının da, İran’ın bu kesin tavrı üzerinde etkili olduğu değerlendirilmektedir.

ABD, AB ve BM’nin aylardır üzerinde çalıştığı paket, esasen, 2006 yılında önerilen ve Tahran Yönetiminin reddettiği teşvik paketinin revize edilmiş yeni bir versiyonundan başka bir şey değildir. Uranyum zenginleştirmeyi askıya alması durumunda İran’a ekonomik ve teknolojik yardım öneren teklif paketinde, başta nükleer teknoloji olmak üzere, uçak sanayi, enerji, yüksek teknoloji ve tarımda ticari işbirliğini kapsayan teklifler bulunmaktaydı.

İran’ın dünyanın en eski medeniyetlerinden olduğu vurgulanarak, İran halkının kültür ve tarihleriyle gurur duymalarının doğal olduğunun belirtildiği teklif paketinde, uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurması halinde İran’a, “barışçı amaçlarla nükleer enerji üreten ülke” muamelesi yapılarak, bu kapsamda teknolojik yardımda bulunulacağı vaat edilmekteydi. Fakat, İran’ın Dünya Ticaret Örgütüne kabul edilmesi, ihracat kısıtlamalarının kaldırılması gibi bir dizi ekonomik öneriyi de kapsayan bu teşvik paketi, karşılıksız bir teklif olmaktan öteye gidememiştir. Zira, İran Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Gulam Hüseyin İlham, “uranyum zenginleştirmenin askıya alınması konusunun gündemde olmadığını, bu nedenle teşvik paketini incelemeyeceklerini” ifade etmek suretiyle, teklifin üzerinde tartışmaya bile gerek görmedikleri mesajını dünya kamuoyuna ilan etmiştir.

Buna karşın, “cömert bir teklif” olarak nitelendirdiği önerinin Tahran tarafından hemen reddedilmesinden dolayı “hayalkırıklığı” yaşadığını ifade eden ABD Başkanı George W. Bush, “İran yönetiminin bu öneriyi reddetme kararının, halkının gelecekte de tecrit edilmesini istediğini ortaya koyduğunu” belirtmiş ve bu tavrı Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarafından da destek bulmuştur. İran’ın “dünyanın baş terörizm sponsoru olduğu ve Basra’dan Beyrut’a tüm Ortadoğu’nun istikrarını ve özellikle İsrail halkının varlığını tehdit ettiğini” ileri süren ABD, bu gelişme karşısında, herhalde kendisini askeri bir operasyona bir adım daha yaklaşmış gibi hissetmektedir. Zira, BM Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEA) Başkanı Muhammed El Baradey’in, muhtemel bir askeri operasyondan duyduğu endişeleri dile getirmesi ve New York Times gazetesinde yayınlanan, İsrail’in İran’a saldırı provası yaptığı şeklindeki haberler bu tezimizi destekler mahiyettedir.

Bölgesel bir güç olma mücadelesi veren İran, terörizmi destekleme, Orta Doğu barış sürecini engelleme, insan hakları ihlalleri ve nükleer çalışmaları nedeniyle uluslar arası izolasyonlara maruz kalmakta ve özellikle ABD tarafından tecrit edilmektedir. İçine düştüğü bu yalnızlıktan kurtulmak isteyen İran, mesela Şangay İşbirliği Örgütü ile yakın ilişkiye girmekte ve böylece Rusya ve Çin’in desteğini almaya gayret göstermektedir. Benzer şekilde, AB ile ilişkilerini geliştirmek suretiyle, yine ABD’nin kendisine yönelik tehditlerini bertaraf etmek ve üzerindeki uluslar arası baskıyı zayıflatmak niyetindedir.

Hızla artan enerji ihtiyacına paralel olarak enerji kaynaklarını çeşitlendirmek ve enerji yollarını güven altına almak isteyen AB ise, bir yandan doğu sınırlarındaki ülkelerle daha yakın ve daha derin işbirliğine gidilmesi temeline dayanan “doğu boyutu” projesini hayata geçirmeye çalışırken, bir yandan da nükleer silah üretme çalışmalarına son vermiş bir İran ile nükleer müzakereleri başlatmak suretiyle ilişkilerini geliştirme arayışı içerisindedir. Nitekim AB, İran’a yaptığı son teklifinde, Tahran yönetimine, “nükleer faaliyetlerine son vermesi karşılığında, Orta Asya’daki doğal kaynakların Avrupa’ya, ağırlıklı olarak İran üzerinden ihraç edilmesi” fikrine destek verdiği mesajını iletmiştir. Ne var ki, 2005 yılında Cumhurbaşkanı seçilen Mahmut Ahmedinejat’ın, izlediği sert ve saldırgan dış politikanın gereği olarak, nükleer çalışmalarından asla vazgeçmeyeceğini kesin bir şekilde ve defalarca ilan etmesi, ilişkilerin düzelme şansını neredeyse ortadan kaldırmış gib görünmektedir.

İran’ın bu jet yanıtına AB’nin tepkisi ise çok gecikmemiştir. Nitekim, AB üyesi ülkelerin dışişleri bakanları, 23 Haziran 2008 tarihinde, Lüksemburg’da, İran’a yeni yaptırımlar uygulanması konusunda anlaşmaya varmış bulunmaktadırlar. Buna göre, İran’ın en büyük bankasının AB deki şubeleri kapatılacak, uranyum zenginleştirme çalışmalarına katılan bilim adamlarının AB’ye girişleri yasaklanacak ve banka hesapları dondurulacaktır. Öte yandan, aynı gün, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy İsrail’de yaptığı bir konuşmada “İsrail’i yoketmeye çalışan herkes karşısında Fransa’yı bulacaktır” demek suretiyle, bir yandan İsrail’e göz kırparken bir yandan da İran’a karşı politikalarında sertleşeceği mesajını vermektedir. Tüm bu gelişmelere rağmen, AB’nin, İran ile diyalog kapılarını açık tutmaya devam edeceğini de burada belirtmek isteriz.

Her ne kadar, nükleer çalışmaları nedeniyle AB ve ABD İran’a karşı ortak bir tavır almakta iseler de, aslında AB, jepolitik bir öneme sahip İran’ın ABD’nin hegemonyasına girmesine razı değildir. Irak’ın işgali ile başlayan bölgesel hâkimiyet mücadelesinin bu aşamasında AB, insiyatifi tamamen ABD’ye bırakmak istememekte ve bu kapsamda İran’a bir askeri operasyon yapılmasından ziyade, sorunun müzakereler yoluyla ve BM kararları çerçevesinde çözülmesinden yana tavır koymaktadır. Bu anlamda, ağırlıklı olarak AB görüşüne yakın olan son teşvik paketinin İran tarafından reddedilmesi, esasen ABD’nin elini güçlendirmiş gibi görünmektedir.

Öte yandan, Tahran yönetiminin nükleer silah elde etme arayışını sürdürmesi nedeniyle Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan’ın da nükleer silahlanma yarışına katılabileceği endişesini taşıyan ABD, sık sık Türkiye’yi de “kurallara uyması” konusunda uyarmaktan geri kalmamaktadır. Aralarında 529 km uzunluğunda bir sınır bulunan Türkiye ile İran arasında, son yıllarda ticari ilişkiler artış göstermiş ve iki ülke arasındaki ticaret hacmi 7 milyar dolara ulaşmıştır. Türkiye ve İran jeopolitik konumları itibariyle bölgenin en önemli iki komşu ülkesi durumundadırlar ve bu ülkeler arasında, rejim farklılığına rağmen geliştirilecek çok boyutlu ilişkiler her iki tarafın da yararına olabilecektir. Nitekim, bölgesel güç olma mücadelesi veren bu iki komşu ülke birbirlerini, ülkelerinin Orta Asya’ya ve Batıya açılan birer kapısı gibi görmektedirler.

Tam da bu gelişmelerin arifesinde, 2 Haziran 2008 tarihinde, Türkiye ile ABD, 26 Temmuz 2000 tarihinde Ankara’da imzalanan Nükleer Enerjinin Barışçıl Kullanımına İlişkin İşbirliği Anlaşması”nı uygulamaya geçirmiş bulunmaktadırlar. Bu suretle, Türk ve Amerikan sanayi sektörleri arasında, karşılıklı teknoloji, materyal, reaktör, nükleer araştırma ve nükleer güç üretimiyle ilgili unsurların paylaşımı imkânı elde edilmiştir. Her ne kadar, bu gelişme, ABD’nin İran’a karşı tutumuyla doğrudan ilgisi yok gibi görünse de, bölgede ne Türkiye’nin ve ne de İran’ın hâkim güç olmasını istemeyen ABD’nin, NATO üyesi müttefiki Türkiye’yi İran’a karşı denge faktörü olarak kullanma planlarının bir parçası olarak değerlendirilmektedir.

Bu meyanda ABD, BM Güvenlik Konseyi’nin İran’a karşı aldığı  kararlarda öngörülen yaptırım politikalarını tam olarak uygulaması gerektiği yönünde, Türkiye’yi uyarmaktan da geri kalmamaktadır. Bölgede herhangi bir hegemon gücün varlığını istemeyen ABD, bu tutumuyla, Türkiye-İran ilişkilerinin gelişmesinden duyduğu rahatsızlığı ortaya koymaktadır. Türkiye’nin, nükleer silahlara sahip bir İran olasılığına karşı kendisiyle aynı kaygıyı taşımasını bekleyen ABD, herhalde Türkiye’nin, İran’ın nükleer çalışmalarına karşı sergilediği sessiz tavrını işaret etmektedir.

Netice itibariyle, nükleer silaha sahip bir İran’ın Orta Asya, Kafkasya ve Orta Doğu bölgesinde ciddi bir güvenlik problemini gündeme getirebileceği gibi bazı Arap ülkelerini de nükleer silah üretme yoluna sevkedebileceği düşünülmektedir. Ayrıca, ABD ve İsrail’in İran’a yönelik muhtemel bir askeri saldırısının, bölgedeki dengeleri iyice bozması ve ortaya çıkacak belirsizlik ortamından en çok Türkiye’nin zarar görmesi ihtimali mevcuttur. İran’ı müzakere masasına çekme amacını taşıyan son teşvik paketinin de İran tarafından reddedilmesi karşısında, zaten kendi içinde krizler yaşayan AB’nin, bu dönemde, İran konusunda dikkate değer bir adım atması da beklenmemektedir.

Bu nedenle, gerek  bölgesel güvenlik ve istikrarın teminat altına alınması suretiyle barış ortamının sağlanması ve gerekse İran’a karşı muhtemel bir askeri operasyonun önlenmesi bakımından Türkiye’nin, İran’ın nükleer silah politikasına karşı sessizliğini bozması gerekmektedir. Bilinmelidir ki, ne İran’ın nükleer silah edinmesi ve ne de ABD’nin bu ülkeye askeri saldırıda bulunması bölge ülkelerinin yararına olmayacaktır. Bu kapsamda, Türkiye’nin, İran ile ilişkilerine halel getirmeden, bu ülkenin barışçıl amaçlı nükleer enerji üretimi çerçevesi dışına çıkmasını engellemeye yönelik çabalarda aktif bir rol üstlenmesi faydalı olacaktır kanatindeyiz.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=286

 

Share This:

KIBRIS’TA TAVİZ Mİ VERİLİYOR?

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (G.K.R.Y.) Lideri Dimitris Hristofyas, 21 Mart mutabakatı çerçevesinde üçüncü  zirvelerini 1 Temmuz’da gerçekleştirmiş bulunmaktadırlar. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Kıbrıs’taki Özel Temsilcisi ve Birleşmiş Milletler Misyon Şefi Taye-Brook Zerihoun’un ara bölgede bulunan resmi konutunda yapılan görüşme, Hristofyas’ın Haziran başlarında Londra’da imzaladığı Kıbrıs memorandumu ve toplantı arifesinde Türkiye aleyhine sarf ettiği sözlerin gölgesinde gerçekleştirilmiştir. Görüşmenin ardından yapılan ortak açıklama da göstermektedir ki, Hristofyas’ın bu uzlaşmaz yaklaşımı Toplantıya damgasını vurmuş ve Rumlar Talat’tan önemli bir tavizi daha koparmış bulunmaktadırlar.

Toplantının hemen ardından, Zerihoun tarafından okunan ortak açıklamada yer alan  “İki lider tek egemenlik ve vatandaşlık konusunda görüştüler ve bu konular üzerinde prensipte anlaşmaya vardılar. Bu konuların uygulanmasının detaylarını, kapsamlı müzakereler çerçevesinde görüşme konusunda uzlaşıya vardılar.”  ifadesi,  Türk tarafının çok tehlikeli bir durumla karşı karşıya olduğunu işaret etmektedir kanaatindeyiz.  Zira, Hristofyas’ın “tek egemenlik” ten kastının, K.K.T.C. veya kurulacak yeni bir “ortaklık devleti”nden ziyade, Rum egemenliğine dayanan bir “Kıbrıs Cumhuriyeti” olduğunu tahmin etmek, herhalde zor olmayacaktır. Bu nedenle, Talat’ın, Hristofyas’ın gerçek niyetini bildiği halde “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” konusunun müzakereye açılmasını kabul etmesi, Rumlara verilmiş tehlikeli bir taviz olarak değerlendirilmelidir.

Ortak bildiride ayrıca, Liderlerin aynı zamanda, çalışma grupları ve teknik komitelerin çalışmalarını son bir kez gözden geçirmek üzere, 25 Temmuz 2008’de yeniden bir araya gelme kararı da aldıkları ifade edilmiştir. Bu da göstermektedir ki, Hristofyas, oyalama taktiğini başarılı bir şekilde uygulamaya devam etmektedir. Nitekim, 21 Haziran’da yapılması öngörülen bu Zirve, Hristofyas’ın yurtdışı gezisi gibi sudan bahanelerle 1 Temmuz’a ertelenmişti. Yine, 21 Mart mutabakatında öngörülmesine rağmen, bu tarihten itibaren en geç 3 ay içinde kapsamlı görüşmelere başlanılamamış ve doğrudan müzakerelerin ne zaman başlayacağı konusunda da herhangi bir tarih belirlenememiştir.

Bilindiği üzere, Hristofyas’ın, Papadopulos’un ardından G.K.R.Y. Liderliğine seçilmesi ile birlikte, Ada’da, olumlu bir hava esmiş, Liderlerin 21 Mart’ta yaptığı görüşme ile, taraflar arasında çözüme dair umutlar  yeşermeye başlamış, hatta Kıbrıs’ta bir “fırsat penceresi” açıldığı yönünde açıklamalarda bulunulmuştu. Bu toplantıda Liderler, BM’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde 3 ay sonra kapsamlı müzakerelere başlanması ve en kısa sürede soruna çözüm bulunması  konusunda anlaştıklarını ilan etmişlerdi. Zirvede ayrıca, Lokmacı Kapısının geçişlere açılması kararlaştırılmış, kısa bir süre sonra söz konusu kapı törenle açılmış ve müteakiben de  8 Temmuz Anlaşmasında öngörülen 6 adet çalışma grubu ile teknik komiteler, 21 Nisan itibariyle çalışmaya başlamışlardı. Ancak çok geçmeden, Rum tarafının Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumuna karşı  müteaddit defalar ve açık bir şekilde  hasmane beyanatlar vermeye başlaması üzerine ortam gerginleşmiş, tam da “Kıbrıs’ta umutlar sönüyor mu?” sorusu akla gelmişken, 23 Mayıs liderler buluşması ile bu olumsuz hava giderilerek, sürecin devam edeceği ve Haziran sonunda tekrar bir araya gelineceği kararı alınmıştı.

21 Haziran’da yapılması öngörüldüğü halde, 1 Temmuz’a ertelenen üçüncü zirve toplantısı arifesinde, G.K.R.Y. Lideri Hristofyas, ileri sürdüğü yeni tezler ve Türkiye’nin Ada’daki konumu ve K.K.T.C. ile ilişkileri konusundaki mesnetsiz iddialarını tekrar gündeme getirmek suretiyle, Türk tarafını köşeye sıkıştırma ve uzlaşmaz taraf konumuna sokma gayretlerini yinelemiştir. Bu kapsamda, Avusturya’da yayımlanan “Kurier” gazetesine yaptığı açıklamada  Hristofyas “Talat ile Türk ‘işgaline’ ve ana vatana bağımlılığa karşı mücadele ettikleri, iki toplumun ve kültürlerinin güvenliğini arzuladıkları” ifadesini kullanmıştır. Burada asıl üzerinde durulması gereken noktanın, Rum Lider’in bu küstahça iddialarına karşı K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Talat’ın şu ana kadar herhangi bir yalanlama ya da düzeltmede bulunmamış olmasıdır. Ancak iyi bilinmelidir ki, Talat’ın bu tavrı hem Kıbrıs Türk Toplumu ve hem de Türk Milleti tarafından mutlaka değerlendirmeye tabi tutulacaktır.

Diğer taraftan, Kıbrıs Türk tarafını Türkiye’ye bağımlı olmakla suçlayan ve Ada’da çözümün ancak tarafların kendi iradeleri ile ve aralarında yapacakları görüşmelerle çözülebileceğini iddia eden Hristofyas, gerçekte tam tersi istikamette yol almaya deva etmektedir. 23 Mayıs görüşmesinin hemen ardından, 5 Haziran’da Londra’da, İngiltere’nin Kıbrıslı Rumlara, “K.K.T.C.yi tanımayacağı ve Ada’da bölünmeye ya da ayrı bir siyasi oluşumun gelişmesine destek vermeyeceği’ne dair söz verdiği” bir mutabakat muhtırasını imzalayan Rum Lider, maalesef ciddi bir güvenirlik sorununun da ortaya çıkmasına sebebiyet vermiş bulunmaktadır. Ayrıca, Kıbrıs meselesini AB platformuna taşıyan ve AB’nin Kıbrıs’ta daha aktif rol oynaması gerektiğini iddia eden Hristofyas, Türkiye’siz ama AB’li ve İngiltere’li bir çözüme ulaşmanın peşindedir. Aynı şekilde, Kıbrıs konusunda sessizliğini koruyan Yunanistan’ın, esasen gemiyi AB gibi sağlam bir limana demirlemiş olmanın rahatlığı içerisinde olduğunu görmekteyiz.

Hristofyas, birtakım oyalama taktikleri ile çözüm sürecini uzatmak niyetindedir. Nitekim, Talat’ın 2008 sonu itibariyle kapsamlı bir çözüme ulaşılması hedefine karşılık olarak Hristofyas, “Kendisi için 2008 yılının sonu diye bir takvimin olmadığını” ifade etmek suretiyle cevap vermektedir. Rum Liderin bu tavrının arkasında, meseleyi 2009 yılında AB’ye çözdürme hayallerinin yattığını düşünmekteyiz. Bilindiği gibi, AB, Türkiye’ye, 2008 yılı Aralık Zirvesi’ne kadar Gümrük Birliği Ek Protokolünü G.K.R.Y. bakımından da uygulaması için süre vermiş, aksi halde müzakere sürecinin tümüyle askıya alınacağını kararlaştırmıştı. Hristofyas, bu sayede, bahse konu protokol nedeniyle zaten 8 başlıkta müzakereleri askıya alınmış olan Türkiye üzerinde baskı oluşturmak istemekte ve 2009’dan önce varılacak erken bir çözümü menfaatlerine uygun görmemektedir. Ne var ki, Rumlar, adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde, Ada’nın geri dönüşü olmayan bir bölünmeye doğru sürükleneceği endişesini de derinden hissetmektedirler.

Öte yandan, Kıbrıs Türk Toplumu, 2004 yılında, birçok eksikliklerine rağmen Annan planını kabul ederek uzlaşma iradesini açıkça ortaya koymasına rağmen, Hristofyas’ın her defasında, Türkleri, uzlaşmayı baltalayan taraf olarak gösterme gayretleri, güven bunalımını derinleştiren bir diğer faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. AB’nin, Türk tarafının bu uzlaşma iradesini görmezden gelip, sadece Rum Kesimi’ni tam üyeliğe kabul etmiş olması ve Kıbrıs Türklerine karşı uygulanan izolasyonları devam ettirmesi de ayrı bir çifte standart göstergesidir.

Sonuçta, 1 Temmuz’da gerçekleştirilen üçüncü Talat-Hristofyas görüşmesinin tam bir fiyaskoyla sonuçlandığını düşünmekteyiz. Öyle ki, Rum Lider, bir yandan oyalama taktiğiyle süreci kendisi için en uygun olacak bir tarihe kadar uzatma  gayretlerinde başarılı olurken, bir yandan da neyi kastettiği pekâlâ bilinen “tek egemenlik” tezinin müzakere edilmesi konusunda Talat’ı ikna etmiş bulunmaktadır. Böylece, Hristofyas, Türk tarafının “kırmızı çizgilerinden”  birisini aşabileceği hayaline kapılmış durumdadır. Ayrıca, Hristofyas’ın, Talat adına ve üstelik de Türkiye aleyhine sarf ettiği sözlerine karşı, Talat’ın şu ana kadar herhangi bir yalanlama veya düzeltmede bulunmamış olması da düşündürücü bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kıbrıs’ta  çözüme ulaşılması konusunda liderlerin başarısız olmaları halinde, Ada’nın mevcut bölünmüş statüsü kalıcı bir hâl alacak ve K.K.T.C.nin, Kosova örneğinde olduğu gibi, uluslar arası camia tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınması gündeme gelebilecektir. Böyle bir ihtimalden büyük rahatsızlık duyan Rumların ise süreci uzatma gayretlerinin varacağı nokta konusunda nasıl bir beklenti içinde oldukları merak konusudur. Bu nedenle, Kıbrıs meselesinde Türkiye ve K.K.T.C.nin elinin güçlü olduğu ve Talat’ın tavizkâr bir tutum içine girmesi için hiç bir sebebin bulunmadığı bilhassa göz önünde bulundurulmalıdır. Garantör Devlet olarak Türkiye, AB üyelik müzakerelerinin askıya alınması pahasına Kıbrıs’ta geri adım atmaktan imtina ederken, Talat’ın çözüm için acele etmesi ve gerek K.K.T.C.nin ve gerekse Türkiye’nin mevcut statülerinin müzakere masasına yatırılması teklifine olumlu yaklaşması, Kıbrıs millî davasına ciddi zararlar verebilecek talihsiz bir gelişme olarak değerlendirilmektedir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=287

Share This:

SARKOZY’NİN KÜRESEL HAYALİ: AKDENİZ İÇİN BİRLİK

 

Aylardır yoğun bir mesai sarf eden Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, nihayet AB üyesi ülkelerle Akdeniz’e kıyısı bulunan ülkelerden oluşan ve yaklaşık 760 milyon nüfusu temsil eden, Türkiye dahil toplam 43 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarını 13 Temmuz’da Paris’te bir araya getirmeyi başarmış bulunmaktadır. Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Koucher’in “Akdeniz’de yeni bir diyalog rüzgarı esiyor” sözleriyle tanımladığı ve Sarkozy’nin gövde gösterisine dönüşen Zirve ile birlikte, Akdeniz İçin Birlik’in temelleri atılmış oldu. İlk aşamada Akdeniz’in temizlenmesi, kara ve deniz ulaşımı, sivil savunma, alternatif enerji, yükseköğretim ve ortak Avrupa-Akdeniz Üniversitesi kurulması ve orta ve küçük ölçekli şirketlere yönelik kalkınma planından oluşan toplam altı projenin benimsendiği Birliğin ilk dönem eşbaşkanlığını Fransa ve Mısır’ın yapması kararlaştırıldı.

Suriye, İsrail ve Filistin liderlerinin de katıldığı Akdeniz İçin Birlik Zirvesine Türkiye son ana kadar katılıp katılmama konusunda kararsız kalmıştı. Ancak, gerek Sarkozy’nin Japonya’da yapılan G-8 Zirvesi sırasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı telefonla arayıp Zirveye davet etmesi ve Akdeniz İçin Birlik projesinin Türkiye’nin AB üyeliğine alternatif teşkil etmeyeceğine dair güvence vermesi ve gerekse AB’ye üyelik için otomatik referandum koşuluna 3/5 istisnası getiren teklifin Fransız ulusal Meclisinde kabul edilmesi üzerine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından Paris’e gitme kararı alınmıştır.

Nitekim, AB üyeliğinin onaylanması konusunda, Türkiye’ye karşı getirilen %5 formülünün Fransız Senatosu tarafından reddedilmesinin ardından, Ulusal Meclis’te kabul edilen yeni uzlaşma formülünün, Türkiye’nin Paris’te yapılacak Zirveye katılım kararı üzerinde etkili olduğunu düşünmekteyiz. Söz konusu Anayasa değişikliği teklifine göre, otomatik referandum genel kural olmakla birlikte, Parlamentonun beşte üçünün talebi üzerine Cumhurbaşkanı  AB’ye üyelik sözleşmesini yeniden oylanmak üzere Meclis ve Senato’nun birleşik oturumuna götürülebilecek ve buradan beşte üç oy alınması halinde yeni AB üyeliği onaylanmış sayılacaktır. Türkiye’yi doğrudan hedef almayan ve %5 formülünün aksine Parlamento onayını mümkün kılan bu yeni formülün, tam da 13 Temmuz Zirvesinden hemen önce Fransız Ulusal Meclisinde kabul edilmiş olması düşündürücüdür. Ancak, bu gelişmenin, esas itibariyle Türkiye’yi Paris zirvesine çekme amacına yönelik bir manevra olup olmadığını anlamak için biraz beklememiz gerekecektir.

Fransa’nın yoğun diplomatik girişimleri karşısında son ana kadar taviz vermekten kaçınan Türkiye’nin, bu sayede sağladığı bir diğer olumlu gelişme ise, Zirve Sonuç Bildirisinde istediği ifadelere yer verilmiş olmasıdır. Buna göre, Bildirinin 13. maddesinde, “Akdeniz İçin Birlik’in, AB’nin genişleme politikasından, müzakere ve ön üyelik sürecinden bağımsız olacağı”  hususu not edilmiş ve ayrıca Hırvatistan ve Türkiye ile ilgili olarak “AB ile tam üyelik müzakerelerine katılan ülkeler” ifadesi bildiride yer almıştır. Türkiye’nin endişelerini büyük ölçüde gideren bu gelişmeye rağmen, Sarkozy’nin, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı yürüttüğü amansız mücadele göz önüne alınarak, ihtiyatın elden bırakılmaması  gerektiği kanaatindeyiz.

Cumhurbaşkanlığı kampanyası sırasında ortaya attığı Akdeniz Birliği projesini, Elysee Sarayı’na çıktıktan sonra Fransız dış politikasının önceliklerinden birisi haline getiren Nicolas Sarkozy, eski sömürgeleri olan Kuzey Afrika ülkeleri üzerinde hâkimiyetini yeniden kazanmayı ve Fransa’yı Akdeniz ve Ortadoğu’da söz sahibi kilit bir ülke haline getirmek suretiyle bölgedeki jeopolitik konumunu güçlendirmeyi hedeflemektedir.
Ancak, Mayıs ayından itibaren Avrupa Komisyonu’nun inisiyatifi ele alması ve projeyi yeniden değerlendirmek suretiyle orijinal Fransız ekseninden uzaklaştırarak bir AB projesi haline getirmesi üzerine, birçok AB ve Akdeniz ülkesinin endişeleri de giderilmiş oldu. Bu kapsamda, Proje’nin adı “Akdeniz Birliği”nden “Akdeniz İçin Birlik” e dönüştürülmüş ve Barselona sürecinin bir devamı olarak gelişmesi öngörülmüştür.
AB’den bağımsız olarak faaliyet gösteremeyecek olan Birliğin, biri AB üyesi ülkelerden, diğeri ise geriye kalan Akdeniz ülkelerinden seçilecek olan iki eşbaşkanı ve iki direktörü olacaktır. AB adına eşbaşkanlığı, AB dönem başkanı olan ülke yürütecek, Lizbon Anlaşmasının onaylanması halinde ise AB Konseyi Başkanı bu görevi üslenecektir. 2009 yılına kadar AB adına eşbaşkan  olacak Fransa’nın ortağı ise beklendiği gibi Mısır olacaktır. Akdeniz İçin  Birlik üyesi ülkelerin liderleri, her iki yılda bir düzenlenecek zirvede bir araya gelerek hedefleri masaya yatıracaklar, üye ülkelerin Dışişleri Bakanları ise  yılda bir kez toplanacaklardır. Öte yandan, Birliğin merkezi olacak ülke konusunda Fransa, Kuzey Afrika ülkelerinden birisini önerirken, Avrupa Komisyonu, Sekreterya’nın Brüksel’de olmasını istemektedir. Akdeniz Birliği’nin 2013 yılına kadar bütçesi 16 milyar Euro olarak öngörülmekte ve Birliğe özel yatırımcıların da mali destek sunması beklenmektedir.
Görüldüğü üzere, Fransa tarafından Paris eksenli olarak ortaya atılan Akdeniz Birliği projesi, Avrupa komisyonu tarafından bir AB projesine dönüştürülmüş ve Sarkozy’nin kişisel çıkar hesapları önemli ölçüde bozulmuştur.
Ne var ki, proje, Fransız çerçevesinden önemli ölçüde uzaklaştırılmış ve AB eksenine oturtulmuş olsa da, başarılı olup olamayacağına dair kuşkular hâlâ geçerliliğini sürdürmektedir. Birinci engel, Türkiye’nin, Sarkozy’nin gerçek niyeti üzerinde duyduğu haklı şüphelerdir. Zira, Avrupa Birliği ile katılım müzakerelerini yürüten Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklık” öneren ve “bütün kriterleri yerine getirse bile, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkacağını” söyleyerek, Türkiye’nin tam üyeliğine karşı açıkça faaliyet yürüten Sarkozy’nin, Akdeniz Birliği projesini Türkiye’nin tam üyeliğine alternatif bir proje olarak geliştirdiğine dair tereddütler tamamen giderilmiş değildir. Son aylarda, Türkiye’ye gönderdiği üst düzey temsilcileri marifetiyle Türkiye’de ikna turları atan Paris, Akdeniz’in kilit konumundaki güçlü ülkesi Türkiye’yi sürece dahil edebilmek için yoğun çaba sarf etmiştir.  Keza, Fransızlar pekâlâ bilmektedir ki, Türkiye’siz bir Akdeniz Projesinin başarıya ulaşması mümkün değildir.

Sarkozy son anda yaptığı manevralarla Türkiye’nin, 13 Temmuz’da Paris’te yapılan Zirveye katılmasını sağlamayı başarmıştır, ancak Türkiye’nin Proje ile ilgili endişeleri tamamen giderilmiş değildir ve bu durum “Barselona Süreci:Akdeniz İçin Birlik” projesinin geleceği açısından ciddi bir belirsizlik alameti olarak karşımızda durmaktadır.

Projenin uygulanabilirlik kabiliyetini zayıflatan bir diğer husus ise, Ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel anlamda aralarında “derin farklılıklar” ve çatışmalar bulunan İsrail, Filistin, Lübnan gibi Ortadoğu ülkeleri, otoriter rejimlerle idare edilen Kuzey Afrika Ülkeleri ile AB üyesi ülkelerin nasıl bir araya getirilip ortak bir paydada buluşturulacağı konusunda duyulan endişelerdir. Mesela, Libya Lideri Kaddafi’nin, “Bizler hem Arap Birliği hem de Afrika Birliği’ne mensup ülkeleriz, bu birliği bozacak hiçbir girişimi kabul etmeyeceğiz” diyerek Akdeniz Birliği projesine karşı tavır alması ve bu nedenle  Zirveyi katılmayacağını açıklaması, ayrıca, Fas Kralı’ı Muhammed ile Ürdün Kralı 2. Abdullah’ın son anda Zirveye katılmayacağını bildirmesi, Birliğin gelecekte sancılı dönemler yaşayabileceğini işaret eden olaylara bir örnek olarak gösterilebilecektir.

Akdeniz’in kuzey ve güney yakası arasında özellikle son 15 yıl içinde önemli bir şekilde artış gösteren gelişmişlik farkı halen dünyada görülebilecek en yüksek noktaya ulaşmış durumdadır ve Akdeniz’in bilhassa kuzey kıyılarında yer alan ülkelerin istikrarını tehdit edebilecek düzeydedir. Ayrıca, Akdeniz Bölgesi dünyanın iklim değişikliğinden ve özellikle de kuraklıktan en ciddi şekilde etkilenecek bölgesidir. Bu nedenle, Sarkozy’nin kişisel hesaplarını bir tarafa bırakacak olursak, çevre, içme suyu, göç, enerji, ulaştırma ve sürdürülebilir kalkınma alanlarında sağlanacak yakın işbirliği ortamı, özellikle Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerine barış, refah ve istikrar getirme çabalarına önemli katkılar sağlayabilecektir. Ayrıca 13 Temmuz Zirvesinde, Akdeniz’in ve Ortadoğu’nun nükleer, kimyasal, biyolojik tüm silahlardan tamamen arındırılması konusunda alınan ilke kararı, her ne kadar pratik bir anlam ifade etmese de umutları beslemesi açısından önem arz etmektedir.

Netice itibariyle, arka bahçesi olarak gördüğü Doğu komşuları ve Akdeniz ülkeleri ile yakın ilişkiler geliştirmek amacıyla Doğu Boyutu ve Akdeniz Birliği gibi projelere destek veren Avrupa Birliği, bu şekilde, kendisine bir güvenlik çemberi oluşturmaya çalışmaktadır. Avrupa Birliği, başlangıçta, Sarkozy’nin, Fransa’nın milli çıkarlarını maksimize etmek üzere ortaya attığı Akdeniz Birliği projesini bir AB projesine dönüştürmek suretiyle belki de bir taşla iki kuş vurmayı hedeflemektedir. Zira, üye yapmayı düşünmediği bu komşu ülkeleri “en güçlü bağlarla Avrupa yapılarına tam olarak demirlemek” niyetinde olan AB, bu sayede hem kendisine bir güvenlik halkası tesis etme ve hem de bu ülkelerin üyeliğine alternatifler oluşturma hayaline kapılmış vaziyettedir. Ayrıca, Akdeniz İçin Birlik Projesinin, esasen Fransa’yı  Akdeniz’in hakimiyet merkezi haline getirme ve bu ülkeyi Orta Doğuya açma gibi, Sarkozy’nin stratejik hedeflerine alet edilmeye çalışıldığı gerçeği de göz ardı edilmemelidir.

Projenin, AB üyeliğine alternatif oluşturmadığına dair alınan güvenceler, Türkiye’nin Paris’teki zirveye katılmasını sağlamıştır. Bu önemli bir gelişmedir. Çünkü, bir zamanlar Türk Gölü olan Akdeniz’in en büyük ülkelerinden birisi olan Türkiye’nin, bölgede oluşturulacak bir projenin dışında kalmasının,  ne kendisine ve ne de diğer Akdeniz ülkelerine bir fayda getirmeyeceği bilinmektedir. Türkiye’nin Akdeniz’de, Fransa’ya göre daha avantajlı bir konumda olduğu gerçeği de gözden uzak tutulmamalıdır. Türkiye elbette bölgede huzur, barış ve istikrarı en çok isteyen ülkelerden birisidir ve bu nedenle Akdeniz İçin Birlik oluşumunda aktif rol oynamak durumundadır. Ancak bu yapılırken, bir yandan AB’nin Türkiye’yi oyalama taktiklerine karşı müteyakkız olunmalı, bir yandan da Birliğin, Fransa’nın küresel hırslarına alet edilmesine fırsat verilmemelidir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=288

Share This: