illinois tarafından yazılmış tüm yazılar

Konferans

Share This:

GÜMRÜK ve DIŞ TİCARET

GÜMRÜK VE DIŞ TİCARET – Teori ve Uygulama – Başlıklı Kitabımız çok yakında okuyucularıyla buluşuyor.

Share This:

Didim Polis Moral Eğitim Kampı

Share This:

Didim Altınkum

Share This:

Didim

Share This:

Çevik Kuvvet Eğitimi

Ticaret Bakanlığı Gümrükler Muhafaza Genel Müdürlüğü Temel Kolluk Eğitimini (Çevik Kuvvet Eğitimi) Didim Polis Akademisi Eğitim Merkezinde başlattık. Bu vesileyle, gösterdikleri yakın işbirliği ve desteklerinden dolayı Emniyet Genel Müdürlüğümüzün Değerli Personeline teşekkür eder, Eğitim alan Gümrük Muhafaza Memurlarımıza başarılar dileriz…
Nejat ÇOĞAL
Gümrükler Muhafaza Genel Müdür Yardımcısı

Share This:

NARKOKİM EĞİTİM AÇILIŞI

Ticaret Bakanlığımız Gümrükler Muhafaza Genel Müdürlüğü ile Jandarma Genel Komutanlığı Jandarma Komando Özel Asayiş Komutanlığı’nın (JÖAK) birlikte yürütttüğü NARKOKİM Eğitiminin açılışını bir törenle gerçekleştirdik. Bu vesileyle, JÖAK Komutanı Sayın Jandarma Tuğgeneral Ali İhsan ERSOY’a ve Sayın Komutanlarımıza teşekkür eder, eğitime katılan tüm Gümrük Muhafaza Amir ve Memurlarımıza başarılar dilerim.
Nejat ÇOĞAL
Ticaret Bakanlığı
Gümrükler Muhafaza Genel Müdür Yardımcısı

Share This:

Türk-Amerikan İlişkileri Bağlamında Kıbrıs, S-400 ve Doğu Akdeniz

Türk-Amerikan İlişkileri Bağlamında Kıbrıs, S-400 ve Doğu Akdeniz – Nejat ÇOĞAL – Türk Ocakları

30.06.2019

ABD’nin, son günlerde Kıbrıs’ta yaşanan doğalgaz krizindeki rolü ile Türkiye’nin S-400 füze savunma sistemi alımına ilişkin olarak ortaya koyduğu tavır, bize 1964 tarihli Johnson Mektubu krizini hatırlatmaktadır. Zira, her iki bunalımda da ABD’nin benzer siyasi/diplomatik taktikler uyguladığına şahit olmaktayız. Öyle ki geçtiğimiz günlerde, ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan’ın, Türkiye’nin S-400 füze savunma sistemi alımına ilişkin olarak, Türk Millî Savunma Bakanı’na gönderdiği mektup, üslup ve zamanlama açısından Johnson Mektubu ile ciddi benzerlikler göstermektedir.

Bilindiği üzere, 1964 yılında Türkiye’nin Kıbrıs’a yönelik, bir nevi meşru müdafaa hakkını kullanması kapsamında değerlendirilebilecek bir askerî harekâtını ABD engellemişti. ABD bunu yaparken Türkiye’nin NATO üyeliğini bahane göstermişti. Haziran 1964’te Türkiye’nin Garanti ve İttifak Anlaşmalarından kaynaklanan hak ve yetkisine istinaden Kıbrıs’a yapacağı askerî harekâtın NATO üyeliğiyle bağdaşmayacağını ileri süren Washington, bugün aynı haksız gerekçeyle, Türkiye’nin hava savunma sisteminin güçlendirilmesine yönelik ciddi bir girişimini engellemeye çalışmaktadır.

1964 yılında, Kıbrıs’a müdahale etmesi hâlinde Rusya ile savaşa girecek olan Türkiye’nin NATO tarafından savunulmayacağı ve yalnız kalacağı tehdidini ileri süren ABD, bugün Rusya ile savunma işbirliğine gitmesi hâlinde Türkiye’yi F-35 savaş uçakları üretimi programından çıkarmakla ve parası ödenen uçakları teslim etmemekle tehdit etmektedir. Dün, Türkiye’nin dış politikasında dönüm noktası olan ve Türkiye’nin yönünü Batı’dan Sovyetler Birliği’ne çevirmesine yol açan Johnson Mektubu, bugün ise Türk-Amerikan ilişkilerinde kırılma noktası olarak kabul edilebilecek Shanahan Mektubu. Her ikisi de Türkiye’nin, başta ABD olmak üzere Batı ile olan ilişkilerinde hayal kırıklığı yaşamasına ve ciddi bir güven krizine yol açmıştır. Üstelik eş zamanlı olarak, ABD’nin Rum/Yunan tarafının haksız girişimlerine açık destek vermek suretiyle Doğu Akdeniz’deki krizi körüklemesi ve uluslararası camiada Türkiye’yi yalnızlaştırmaya yönelik gayretleri, ilişkilerdeki güven krizini daha da derinleştirmektedir.

Bilindiği gibi 1964 yılında, Rumlar, Türkleri Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti mekanizmasından tümüyle dışlamışlar ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tamamen Rumların kontrolü altına sokmuşlardı. 1964 yılında, Türkiye’nin Ada’ya bir askeri müdahale girişimi ABD tarafından engellenmişti. ABD Başkanı Johnson’ın Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı İnönü’ye yönelik tehditlerle dolu olan Mektubu, kamuoyunda büyük bir infial uyandırmıştı. Bu mektup, Türkiye-ABD ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuş, Türkiye’nin, başta Washington olmak üzere Batı Bloğuna olan güveni ciddi biçimde sarsıntıya uğramıştı. 

Ağır ve sert bir dille kaleme alınan Johnson Mektubu, Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı müdahaleyi ABD’nin onaylamadığını şu gerekçelerle bildiriyordu: “Yıllar boyunca Türkiye’yi desteklemiş olan ABD’nin fikri alınmadan, tek taraflı bir kararla karşı karşıya bırakılması doğru değildir. Türkiye 1960 Anlaşmaları uyarınca öteki garantör devletlerle görüşmeden Kıbrıs’a müdahale hakkına sahip bulunmamaktadır ve öteki garantör devletlerle danışma görüşmeleri yapmamıştır. Yapılacak bir müdahale 1960 Anlaşmalarında yasaklanan taksime yol açacaktır. Kıbrıs’a yapılacak bir müdahale Türk-Yunan savaşının başlaması demektir ve NATO müttefiklerinin aralarında savaşmalarına ABD izin veremez. NATO müttefiklerinin tam rıza ve onayı olmadan Türkiye’nin girişeceği hareket neticesinde ortaya çıkacak bir Sovyet müdahalesine karşı NATO müttefiklerinin Türkiye’yi savunmak zorunlulukları yoktur. BM barışı sağlamak için çaba gösterirken Türkiye’nin müdahale etmesine BM üyeleri sert tepki göstereceklerdir. Türkiye 1947 Anlaşmasının 14. Maddesi uyarınca ABD’den aldığı askeri yardımı veriliş amaçlarının dışında kullanamayacağına göre, Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede ABD’den aldığı askeri malzemeleri kullanmasına ABD onay vermeyecektir…”

Başbakan İnönü, kuşkusuz bu mektuba uygun bir üslupla cevap vermiştir. İnönü, ABD’nin bu tehditkâr mektubuna karşı cevabı özetle “…Yeni bir dünya düzeni kurulur, Türkiye de burada yerini alır…” şeklinde olmuştur. Bu olaydan sonra Türkiye esasen, Kıbrıs’ta anayasal düzenin yeniden sağlanması ve Kıbrıslı Türk Soydaşlarının meşru ve temel hak ve yetkilerinin korunması için Ada’ya yönelik muhtemel bir askeri müdahalenin hazırlıklarına da başlamış oldu. Nihayet, 10 yıl sonra, 20 Temmuz 1974 tarihinde Türkiye, kendi imkânlarıyla Kıbrıs’a başarılı bir askerî harekât düzenlemiş ve Kıbrıs Türk Barış Harekâtıyla Ada’da kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmıştır. Her ne kadar Kıbrıs Türk Barış Harekâtı nedeniyle 1975-1978 yılları arasında ABD Türkiye’ye yönelik silah ambargosu uygulamış olsa da Türk Milleti bildiği yoldan dönmemiş ve Kıbrıs üzerindeki uluslararası hak ve yükümlülüklerini yerine getirmeye devam etmiştir.

Kuşkusuz bugün de Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar tarafından, ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan’ın mektubuna hak ettiği üslupla cevap verilecek ve Türkiye, millî hava savunma sistemini güçlendirecek adımlardan vazgeçmeyecektir. Kaldı ki Türkiye Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alım işlemini tamamlamış ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da bu konuyu net bir şekilde dünya kamuoyuna açıklamıştır. Ayrıca Türkiye, ABD’ye S-400 ve F-35’ler konusuna ilişkin olarak NATO’nun da içinde olduğu ortak bir çalışma grubu kurulması önerisinde bulunmuştur. ABD, bu teklifi kabul eder veya etmez. Bilinen şudur ki ABD’nin Kıbrıs meselesinde Türkiye’yi uluslararası siyasette köşeye sıkıştırma gayretleri ve F-35 savaş uçakları projesinden Türkiye’yi dışlama tehditleri, Türkiye’nin millî savunmasını güçlendirmesine engel olamayacaktır.

ABD ve Batı, dünyanın en ileri teknolojiye sahip (5. nesil) uçakları (F-35) ile bu uçaklara karşı geliştirilmiş en ileri düzeydeki füze savunma sistemlerinin (S-400) aynı ülkenin ve özellikle de Türkiye’nin elinde bulunmasına kesinlikle karşı çıkmaktadır. Buna karşın, 1964 Johnson Mektubu, 1975 Silah Ambargosu, Suriye’de yaşanan olaylar, S-400 ve F-35 krizleri ile ABD’nin Doğu Akdeniz’deki doğalgaz krizine yaklaşımı birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’nin millî savunma sistemini süratle güçlendirmesinin ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır.  

Hatırlanacağı üzere, 1998 yılında, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne konuşlandırılmak istenen S-300 hava savunma sistemi, garantör ülke Türkiye’nin itirazları üzerine Girit’e konuşlandırılmıştı. NATO üyesi Yunanistan’ın, Türkiye’nin yanı başındaki bir adaya, hem de NATO müttefiki Türkiye’ye karşı Rus S-300 füzelerini yerleştirmesine ses çıkarmayan Batı, bugün aynı füze sistemlerinin Türkiye tarafından temin edilmesine karşı çıkması anlamsızdır, samimiyetten yoksundur.

Öte yandan, ABD tarafından, GKRY ile Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki haksız ve uluslararası hukuka aykırı doğalgaz arama ve sondajlama faaliyetlerine tam destek verilirken, Türkiye’nin haklı itirazları görmezden gelinerek, Kıbrıs Türk Halkının eşit siyasi ve ekonomik haklarının hiçe sayılması manidardır.  Türkiye, Kıbrıs’ta iki eşit halkın var olduğunu ve Doğu Akdeniz’e en uzun kıyısı bulunan Ülke olarak, bölgede deniz egemenlik haklarının bulunduğunu Dünya kamuoyuna her fırsatta açıklamaktadır. Ancak, GKRY’nin Ada’nın tek meşru hükûmeti olarak görülmesi ve Türkiye’nin egemenlik haklarının görmezden gelinmesi, Türkiye’yi bölgede sismik araştırmalar ve akabinde sondaj çalışmaları yapmak zorunda bırakmıştır.

Bilindiği üzere GKRY, sözde Münhasır Ekonomik Bölge ilan ettiği alanlarda, Amerikan ve İtalyan enerji devleriyle imzaladığı sözleşmeler uyarınca sondaj çalışmalarına devam etmektedir. GKRY’nin bu uluslararası hukuka aykırı girişimleri karşısında, Türkiye ve KKTC 2011 yılında imzalamış oldukları Kıta Sahanlığının Sınırlandırılması Anlaşması uyarınca, Bölgede önce sismik araştırma faaliyeti yürütmüş ve geldiğimiz noktada ise sondaj çalışmalarını sürdürmektedir. Bu kapsamda, hâlen Doğu Akdeniz’de faaliyet gösteren Fatih sondaj gemisine ilave olarak Türkiye geçtiğimiz günlerde Yavuz sondaj gemisini de bölgeye sevk etmiştir. Yavuz’un, Magosa Körfezi’nde, E parselinde sondaj çalışması yapması planlanmaktadır (1974 yılından beri kapalı olan Maraş Plajı, bu parselin kıyısında yer almaktadır.). Yavuz sondaj gemisi hâlen Doğu Akdeniz’e doğru sefer hâlinde olup GKRY ve Yunanistan’ı ciddi anlamda paniğe sevk etmiş görünmektedir. Öyle ki Yunanistan Başbakanı Çipras, Yunan basınına verdiği beyanatta “…Akdeniz ve Ege’de savaş riski var. Türkiye Meis açıklarında sondaj yaparsa silahlı kuvvetlerimiz kesin talimat aldı. Kıbrıs’ta Türk garantörlüğü son bulmalı…” şeklinde tehditvari bir açıklama yapmıştır. Hâlen Yavuz, Yunanistan’ın tehditlerine aldırış etmeden Akdeniz’deki yolculuğuna (Türk F-16’lar eşliğinde) devam etmektedir.

Öte yandan, Rum/Yunan tarafı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarını korumaya yönelik girişimlerine karşı yaptırım kararları aldırmak amacıyla başta ABD ve AB olmak üzere Batı’yı harekete geçirmeye çalışmaktadır. Özellikle son 10 yılda savunma sanayisinde ciddi atılımlar gerçekleştiren Türkiye gibi bir ülkeyi fiilen durdurabilmenin mümkün olamayacağını gören Yunanistan, uluslararası toplum nezdinde Türkiye’ye diplomatik baskı uygulamanın arayışı içindedir. Bu kapsamda, son günlerde, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki yasal faaliyetlerinin hukuka aykırı(!) olduğu yönünde AB ve ABD’li bazı diplomat ve siyasetçilerin açıklamalarına şahit olmaktayız. Hatta, bu konuda Türkiye’ye karşı birtakım yaptırım tehditleri de Batılı bazı diplomat ve siyasetçiler tarafından dile getirilmektedir.

Mesela ABD’nin Kıbrıs Büyükelçisi Judith Gail Garber, “ABD, Türkiye’nin Kıbrıs açıklarında sondaj çalışmalarında bulunma niyetinden derin endişe duymaktadır. ABD Hükûmeti söz konusu eylemlerden kaçınması yönünde Türkiye’ye çağrıda bulunacak.” şeklinde açıklama yapmıştır. Yine, ABD Temsilciler Meclisinde onaylanan 372 Sayılı Yasa’da F-35 iptali ile ilgili hükmün yanı sıra, Türkiye, Kıbrıs’ta işgalci(!) olarak tanımlanmıştır. ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi Başkanı Elito Engels “…Türkiye’nin S-400’leri elde etmesi hâlinde, iki yıl önceki bipartizan yasanın yani Rumlara silah ambargosunun kaldırılmasını öngören tasarının geçeceği ve Türkiye’ye yaptırımların başlatılacağı” şeklinde bir açıklaması olmuştur. Öte yandan, 18 Haziran 2019 tarihinde toplanan AB Zirvesinde, Türkiye’nin Kıbrıs açıklarında sondaj çalışmalarına başlaması hâlinde gerekli adımların atılması için AB Komisyonuna yetki verilmiştir. Zirve sonrasında, AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, “Türkiye’nin sözde Kıbrıs Münhasır Ekonomik Bölgesindeki faaliyetlerinden dolayı AB’nin Türkiye’ye karşı bir an önce sert önlemler alacağı” şeklinde açıklama yapmıştır. Fransa Cumhurbaşkanı Macron “Kıbrıs ile tam bir dayanışma içindeyiz ve bağımsızlıklarını destekliyoruz. Türkiye Kıbrıs münhasır ekonomik bölgesindeki yasadışı! faaliyetlerini mutlaka durdurmalı. AB bu konu hakkında zayıflık göstermeye niyetli değil.” şeklinde tehditte bulunmuştur.

Ayrıca, GKRY, Doğu Akdeniz’de sondaj faaliyeti yürüten Türk gemilerindeki personel için uluslararası tutuklama kararı çıkartmıştır. Yine, AB, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmaları ile ilgili olarak Türkiye ile gümrük birliği müzakerelerini dondurmayı öngören bir teklifi değerlendirmeye alacakmış. Yunanistan’ın önümüzdeki günlerde Girit açıklarında sondaj çalışmaları yapmak üzere Amerikan Exxon Mobil ile bir anlaşma imzalamayı planlıyormuş. Çipras, Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmalarının ikili problemlerden çok, bir Türkiye-AB problemi olduğunu iddia ediyormuş vs. Bu tehditkâr açıklamaların örneklerini çoğaltmamız mümkündür. Tüm bu açıklamalar, Kıbrıs Adası ve bilhassa Doğu Akdeniz üzerinde birtakım çıkar hesapları yapan çevrelerin, Türkiye’nin bölgedeki güçlü varlığından duydukları rahatsızlığın dile getirilmesinden ibarettir. Ancak, bu noktada şunu da ifade etmeliyiz ki Türkiye bu tehditlere pabuç bırakmayacaktır. Türkiye, uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve yetkilerini sonuna kadar muhafaza edecektir.

AB, ABD ve Rum/Yunan tarafının tüm bu haksız ve tehdit içerikli açıklamalarına, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından gereken cevap verilmektedir. Mesela, S-400 krizi ile ilgili olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye kendi güvenlik gereksinimlerini karşılama konusunu hiçbir ülke ile müzakere etmek, bu konuda izin almak, hele hele baskılara boyun eğmek durumunda değildir. S-400 meselesi doğrudan egemenlik haklarımızla ilgili bir konudur ve bundan geri adım atmayacağız.” şeklinde açıklama yapmıştır. Yine, Doğu Akdeniz’de yaşanan doğalgaz krizi ile ilgili olarak “Talimat vermiş birileri, tutuklatacaklarmış o gemilerdeki personeli. Avucunuzu yalarsınız. Neyi tutuklatıyorsunuz”; “Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin çıkarlarını yok sayan girişimlere müsaade edilmeyecektir.” sözleriyle cevap veren Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu açıklamalarıyla Türkiye’nin haklı yürüyüşünden hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğini ve bu konudaki kararlılığını tüm Dünyaya ilan etmiştir.

Netice itibarıyla, Türkiye’nin 1952 yılında NATO üyesi olmasıyla zirveye ulaşan Türk-Amerikan ilişkileri, 1964 yılına kadar tam müttefiklik çerçevesinde devam etmiş; Türkiye bu dönemde koyu bir Amerikan politikası izlemiştir. Ne var ki 1964 Johnson Mektubu ve 1975 Amerikan silah ambargosu ilişkilere indirilen ağır darbeler olmuştur. Kıbrıs meselesi 1964’ten itibaren Türk-Amerikan ilişkilerinde ana eksen olmuş ve ikili ilişkiler Kıbrıs’taki gelişmelere göre inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Tehditkâr bir dille kaleme alınan 5 Haziran 1964 tarihli Johnson Mektubu, Türkiye’nin Batı ve özellikle de NATO müttefiki ABD ile olan ilişkilerini gözden geçirmesine sebep olmuş, bu da Türkiye’nin Sovyet Rusya ilişkilerini yeniden şekillendirmesine imkân tanımıştır. Görüleceği üzere, bu dönemde, Türk-Amerikan ilişkileri adım adım Kıbrıs ipoteği altına girmeye başlamıştır.

Geldiğimiz noktada ise, Türk-Amerikan ilişkileri tıpkı Brüksel’in ”Ya AB, Ya Kıbrıs” dayatmasına benzer şekilde, Kıbrıs meselesi üzerinden şekillendirilmeye çalışılmakta ve bu konu, S-400 krizinin çözümünde, Türkiye’ye karşı bir baskı aracı olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. Son günlerde, gerek Brüksel ve gerekse Washington’un Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi köşeye sıkıştırma gayretlerinin S-400 füze savunma sistemi alımı ile yakın ilgisi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, Yunanistan iyi bilmektedir ki AB ve ABD’nin bu tehditkâr açıklamaları, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarını korumaktan alıkoyamayacaktır. Kuşkusuz Türkiye dik duruşunu koruyacak ve yoluna devam edecektir. Son yıllarda, milli savunma alanında ciddi atılımlar gerçekleştiren Türkiye, hava savunma sistemlerini de güçlendirmeye devam edecektir elbette. Bilinmelidir ki aynı anda hem Suriye’de hem Kıbrıs’ta ve hem de Ege’de harekât yapabilecek güce ve tecrübeye sahip olan Türkiye, egemenlik hak ve yetkilerini kullanmaktan asla vazgeçmeyecektir.

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/turk-amerikan-iliskileri-baglaminda-kibris-s-400-ve-dogu-akdeniz-9658

Share This:

Son Gelişmeler Işığında Kıbrıs’a Bakış

Son Gelişmeler Işığında Kıbrıs’a Bakış – Nejat ÇOĞAL – Türk Ocakları

Son günlerde Kıbrıs’ta çok önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tek taraflı doğalgaz arama ve sondaj çalışmaları, bölgede suları ısıtmakta ve gerginliğe yol açmaktadır. Son olarak, Yunanistan, İsrail ve GKRY’nin 20 Mart 2019 tarihinde Kudüs’te enerji işbirliği toplantısında bir araya gelmeleri manidardır. Bu buluşmaya ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun da katılması, Doğu Akdeniz’de yakın zamanda ciddi gelişmelerin olabileceğinin işaretlerini vermiştir.

Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yatakları üzerinde, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum halklarının eşit düzeyde hakları bulunmaktadır. Güney Kıbrıs’ın bu doğalgaz zenginliğine tek başına sahip çıkması uluslararası hukuka aykırıdır. 1959 Zürih ve Londra, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmalarına göre Ada’da iki ayrı halk vardır ve bu toplumlar Kıbrıs’ın eşit sahipleridir. Bu yasal çerçevenin dışında yürütülecek tüm tek yanlı faaliyetler hukuk dışıdır ve Doğu Akdeniz’de krize yol açmaktan başka bir yararı olmayacaktır.

Esasen, bölgede bugün yaşanan gerginliğin, diğer bir deyişle doğalgaz krizinin içyüzünü anlayabilmek için, meselenin köklerine inilmesinde yarar bulunmaktadır. Zira konu bugünün meselesi olmayıp şöyle bir elli yıllık geçmişi bulunmaktadır. Biz Türkiye olarak mesela, “Kıbrıs’ta adil ve kalıcı bir anlaşma sağlanmadan Doğu Akdeniz’de bulunacak doğalgazın gün yüzü görmesi mümkün değildir.” diyoruz. Ne var ki bölgedeki hidrokarbon yatakları özellikle Yunanistan, Güney Kıbrıs, İsrail, AB ve ABD’nin iştahını kabartmıştır. Bu ülkeler, bölgedeki doğalgazın bir an evvel Avrupa’ya taşınması için Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum halklarının acil bir çözüme ulaşmalarını istemektedirler.

Peki, Ada’da adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm nasıl sağlanacaktır? Elli yıldır Rum/Yunan tarafıyla bir çözüme ulaşılamamışken şimdi ne değişmiştir de, aylar içinde adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşma ümidi belirmiştir? Zira Ada’daki iki toplum arasındaki görüşmeler, 1968 yılından bu yana devam etmektedir. 1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeler”i, 1992 yılında Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi”, 2004 yılında“Annan Planı”, 2008 yılında “21 Mart Süreci”, elli yıldır devam eden görüşmelerin öne çıkan çözüm planlarıdır. Ne yazık ki bu çabaların hiçbiri uygulamaya girememiştir.

Bugüne nasıl gelindiğini ortaya koymadan Kıbrıs’ta ağır aksak yürütülmeye çalışılan çözüm müzakerelerini, bilhassa Doğu Akdeniz’deki doğalgaz krizini doğru değerlendirmemiz güçtür. Bu noktada şu soruların cevaplandırılması elzemdir:

1. Kıbrıs’ta çözülmeye çalışılan problem nedir?

2. Ada’da taraflar nasıl bir çözüm istemektedir?

3. Elli yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesi’nin şimdi, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür?

Kıbrıs, ülkemizin ve Kıbrıs Türklerinin güvenliği açısından vazgeçilmez öneme sahip, “millî bir dava”dır. Osmanlı Devleti’nin bakiyesi konumundaki diğer tüm Müslüman-Türk topluluklarında olduğu gibi, Kıbrıs Türk toplumu üzerinde de Türkiye’nin tarihî-kültürel sorumlulukları bulunmaktadır. Ayrıca, Ada’nın sahip olduğu jeostratejik konum da Türkiye için son derece önemlidir. Yani Ada’da bir tek Müslüman-Türk olmasa bile Türkiye’nin bir Kıbrıs Meselesi olmak zorundadır. Evet, Kıbrıs bugün bölünmüştür ancak bu bölünmenin sebebi Türkiye değil, bilakis Ada’yı Helenleştirmeye çalışan Yunanistan’dır.

Bugün Kıbrıs’ta yaşananları ve yukarıdaki soruların cevaplarını doğru analiz edebilmemiz için meselenin tarihî arka planı hakkında kısaca bilgi vermekte yarar bulunmaktadır.

Tarihî Arka Plan

Kıbrıs, 1571 yılında Osmanlı Devleti tarafından tekrar fethedilmiş ve böylece Ada’daki Venedik hâkimiyeti sona erdirilmiştir. Türklerin 50.000 şehit vererek ele geçirdiği Kıbrıs’ta Osmanlı İdaresi altında süren 307 yıllık bir barış ve huzur döneminin ardından, 1878 yılında Ada, hükümranlık hakkı Osmanlı Devleti’nde kalmak üzere, İngiltere’ye devredilmek zorunda kalınmıştır. 1914 yılında Kıbrıs’ı ilhak eden İngiltere, bu durumu, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Anlaşması’nın 20. Maddesi ile tescil ettirmiştir.1925 yılında İngiliz Kolonisi ilan edilen Kıbrıs’ta, 1954 yılına kadar süren bir dönemde, Yunanlıların da tahrikleriyle, Türk ve Rum toplumları arasında cepheleşmeler başlamıştır.

1954 yılında Yunanistan, self-determinasyon talebiyle Birleşmiş Milletlere başvurmuş fakat Türkiye’nin de karşı çıkmasıyla bu talep reddedilmiştir. Yunanistan’ın konuyu BM’ye taşıması kuşkusuz Türkiye için yararlı olmuştur. Zira Yunanistan’a karşı Türkiye de Kıbrıslı Türklerin de self-determinasyon hakkı olduğunu iddia etmiş böylece, Lozan’da kaybedilen bir vatan toprağı, merhum Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun yoğun diplomatik girişimleri sayesinde tekrar kazanılmıştır.

Bu kapsamda, 1959 yılında, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ilişkin Zürih ve Londra Anlaşmaları imzalanmıştır. Ayrıca Türkiye, İngiltere, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında imzalanan 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve güvenliği garanti altına alınmıştır. 16 Ağustos 1960 tarihli Anayasa ile kurulan Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Makarios, veto yetkisine sahip Cumhurbaşkanı Muavini de Dr. Fazıl Küçük olmuştur.

Böylece Kıbrıs’ta yaklaşık seksen yıl süren İngiliz sömürge yönetimi sona ermiş, Kıbrıslı Türk ve Rum toplumları bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Bu anlaşmalar, aynı zamanda Türkiye’ye Ada üzerinde hak tesis etmesi bakımından son derece önemlidir. 1963 yılında, Rumlar tarafından Türklere karşı alçakça saldırılar başlamış ve yüzlerce Türk öldürülmüş, evleri ve malları tahrip edilmiş ve binlerce Türk göç etmeye zorlanmıştır. Nihayet Rumlar, Türkleri Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti mekanizmasından tümüyle dışlamış ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tamamen Rumların kontrolü altına alarak bu Devlet’i gasp etmişlerdir.

Çalkantılı geçen bir dönemin ardından, 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunan Cuntası, Cumhurbaşkanı Makarios’u bir darbeyle devirmiş ve EOKA-B Çetesi Lideri Nikos Sampson’u Cumhurbaşkanı ilan etmiştir. Darbenin ardından Devlet’in adı Kıbrıs Helen Cumhuriyeti olarak değiştirilmiştir. Kıbrıs’ta gerçekleştirilen “Yunan Darbesi”nin hemen ardından, garantör ülke olarak Türkiye, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları’ndan kaynaklanan hak ve yetkilerini kullanarak Ada’da barış, huzur ve anayasal düzeni yeniden tesis etmek üzere, 20 Temmuz 1974 tarihinde, Kıbrıs’a askerî harekât düzenlemiştir. Kıbrıs Türk Barış Harekâtı sayesinde, katil Nikos Sampson Ada’dan kaçmış; Kıbrıs’ta kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmış ve nihayet Yunan Cuntası da devrilerek Yunanistan’a demokrasi gelmiştir.

13 Şubat 1975 tarihinde, Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edilmiştir. Siyasi eşitliğe sahip, iki toplumlu, iki kesimli federal bir çatı altında birleşme hedefinin gerçekleşme imkânının kalmadığını gören Kıbrıs Türk Toplumu, self-determinasyon hakkını kullanarak nihayet 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilan etmiş ve uluslararası toplum nezdinde, bağımsız bir devlet olarak kendisini temsil etmeye başlamıştır. KKTC’nin kuruluş bildirgesini, Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş bizzat okumuştur. 1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeler“i, 1992 yılında ise BM Genel Sekreteri Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi“, çözüm olarak Kıbrıs Türk ve Rum halklarının önüne konulmuş ancak her ikisi de Rumlar tarafından reddedilmiştir.

1990’lı yılların başında Rum-Yunan tarafı strateji değişikliğine gitmiştir. Buna göre Kıbrıs meselesi, Avrupa Birliği platformuna taşınacak ve bu vesileyle Rumlar lehine bir çözüm, Türk tarafına dayatılacaktır. İşte Rum-Yunan tarafının adım adım takip ettiği bu senaryonun en son aşaması olan Annan Planı, 24 Nisan 2004 tarihinde Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulmuş; Kıbrıslı Türkler, Plan’a %65 oranında “Evet” demesine rağmen, Rumlar %76 oy ile “Hayır” demiş; böylece Annan Planı da daha öncekiler gibi tarihin tozlu raflarına kaldırılmıştır.

Annan Planı’na “Hayır” diyen Rumlar, referandumdan bir hafta sonra AB üyesi yapılmış; Plan’a “Evet” diyen Kıbrıslı Türkler ise dışarıda bırakılmıştır. Rumların uluslararası anlaşmalara aykırı bir şekilde AB üyesi yapılması, Kıbrıs’ta çözümsüzlüğü daha da derinleştirmiştir. Bu tarihten itibaren Yunanistan, Kıbrıs meselesini, AB tam üyelik sürecinde Türkiye’nin önüne bir engel olarak koymak suretiyle siyasi şantajlarına devam etmiştir. Geldiğimiz noktada ise Türkiye, “Ya AB Ya Kıbrıs” veya “Türkiye’nin AB Yolu Kıbrıs’tan Geçer.” gibi tehditlerle köşeye sıkıştırılmaya çalışılmaktadır.

Rumların AB üyesi yapılmasından sonra, Kıbrıslı Türklere verilen sözler tutulmamış; yıkıcı izolasyonlar kaldırılmamış ve hatta Rumlar, AB üyesi olmanın verdiği rahatlıkla Kıbrıslı Türkler üzerindeki siyasi ve ekonomik baskılarını daha da artırmışlardır.

Kıbrıs’ta çözülmeye çalışılan mesele nedir?

1. Zürih ve Londra Anlaşmaları ile tesis edilen 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti’nin 1963 yılında Rumlar tarafından yıkılması ve Kıbrıslı Türklerin bu devlet mekanizmasından tamamen dışlanarak tedhiş ve katliamlara maruz bırakılmasıdır.

2. GKRY’nin, uluslararası camia tarafından Ada’nın tek meşru hükûmeti olarak kabul ediliyor olmasıdır.

3. Rumların haksız bir şekilde AB üyesi yapılmış olmasıdır.

4. Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini tanımaması ve Kıbrıs Türk halkını azınlık olarak görmesidir.

5. Rum-Yunan tarafının 1960’ta tesis edilen garanti sistemini inkâr etmesidir.

Kıbrıs’ta taraflar nasıl bir çözüm istiyor?

Kıbrıs’ta taraflar, birbirinden tamamen farklı çözümler istemektedir. Kuşkusuz bu farklılık, tarafların probleme farklı teşhisler koymalarından kaynaklanmaktadır. Türkiye ve Kıbrıs Türk halkının meseleye bakışı ve çözüm parametreleri oldukça basittir ve BM ile aynı doğrultudadır. Buna göre, Kıbrıs’ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, Ada’daki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisi devam edecektir”

Rumların çözüm beklentileri ise tamamen farklıdır. Kıbrıs Rum tarafı çözümü yeni bir ortaklıkta değil, Rumların egemenliğindeki sözde Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında görmektedir. GKRY’nin eski lideri Hristofyas “Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet hâline dönüşecek olan Kıbrıs Cumhuriyeti’dir.” demiştir. Yine, Eski Rum liderlerden Papadopulos “Ben halkımdan bir devlet teslim aldım. Onu topluma dönüştüremem.” demiştir. Ayrıca Rumlara göre Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlükten kalkacak; Ada’daki Türk askeri geri çekilecek; on binlerce yerleşik Türk, Türkiye’ye dönecektir.

Elli yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesi’nin şimdi, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür?

Kıbrıs Rum tarafının, Türkiye’nin kırmızı çizgilerini ihlal eden çözüm parametreleri değişmeyeceği için, Kıbrıs’ta yakın zamanda bir çözüm mümkün görünmemektedir.

Netice olarak Rum Lider Anastasiadis’in müzakerelerden beklentisi bellidir. Rum Lider, Türkiye’yi Ada’dan dışlayarak Kıbrıs Türklerini azınlık konumuna düşüren, tamamen Rum egemenliğine dayalı bir çözüme ulaşmak istemektedir. Kıbrıslı Türklerin 1963, 1964, 1967 ve 1974 yıllarında uğradığı katliamlar, Kıbrıs Türk halkının kolektif hafızasına âdeta kazınmış bulunmaktadır. Benzer olayların tekrarlanmamasını kim garanti edebilecektir? AB mi? Elbette hayır. Kıbrıslı Türk soydaşlarımızın güvenliğinin yegâne garantörü Anavatan Türkiye’dir. Ada’da kırkbeş yıldır barış ve huzurun güvencesi olan Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’dir. Bu nedenle KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın, kırkbeş yıldır Ada’da barış ve huzurun güvencesi olan Türkiye’nin hassasiyetleri çerçevesinde ve Ada’daki gerçekler temelinde, millî bir politika takip etmesi son derece önemlidir.

Şimdi Rum tarafında, Annan Planı ile kaçırıldığı düşünülen tarihî fırsatın, Türkiye’nin yoğun gündeminden de istifade ederek yeniden yakalanabileceği hesabı yapılmaktadır. Fakat ne AB’nin ne de küresel güçlerin baskısı, Kıbrıs’ta Rumlar lehine bir anlaşmayı mümkün kılacaktır. Anavatan Türkiye’nin kırmızı çizgilerini hiçbir güç ihlal edemeyecektir. Uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerine dayanan Türkiye’nin, Kıbrıs’ta bir oldu bittiye izin vermesi de mümkün değildir. Bilinmelidir ki Kıbrıs Adası’nın bir “Yunan Adası” olmasına asla müsaade edilmeyecektir.

Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan Kıbrıs’ın yegâne güvencesi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir. Bu meyanda Türkiye, Kıbrıs Türk halkı üzerindeki tarihî ve kültürel sorumluluğunun bilinciyle ve uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve yükümlülükleri çerçevesinde, sadece Kuzey Kıbrıs’ın değil, tüm Ada’nın garantörü olarak Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de barış ve huzura katkı sağlamaya devam edecektir.

Kıbrıs’ta umutların yeniden yeşerebilmesi için evvela Rumların Ada’nın gerçeklerine inanmış olmaları ve ikiyüzlü diplomasiyle dünya kamuoyunu aldatmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir. Türkiye’nin ise, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmesi, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemesi büyük önem arz etmektedir. Bu anlamda, GKRY’nin Doğu Akdeniz’deki tek yanlı doğalgaz arama çalışmaları uluslararası hukuka aykırıdır. Zira Kıbrıs Türk halkının Ada üzerinde, Rumlarla eşit siyasi ve ekonomik hakları vardır ve iki halkın ortak iradesi olmadan yürütülen tüm çalışmalar hukuka aykırı olacaktır.

Nihayet bilinmelidir ki Kıbrıs meselesi sonsuza dek masada kalamaz. Zira Kıbrıs Türk halkına uygulanan ağır izolasyonlar ve yıkıcı ambargolar insanlık dışıdır ve sürdürülebilir bir durum değildir. Rum-Yunan tarafının Kıbrıs Türk toplumuna yönelik bu haksız ve insafsız tutumları karşısında Anavatan Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin sabrı tükenmek üzeredir. Bu nedenle, makul bir süre içerisinde, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde -ki gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir- Rumların uluslararası kamuoyunu aldatma girişimlerine bir son verip mevcut statünün devamını, yani KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınmasını sağlamanın en doğru yol olacağını da tüm tarafların dikkatine sunmak isteriz.

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/son-gelismeler-isiginda-kibris-a-bakis-9481

Share This:

Rauf Denktaş’ın Anısına

Rauf Denktaş’ın Anısına – Nejat ÇOĞAL – Türk Ocakları

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin 1. Cumhurbaşkanı, Devlet Kurucusu, Millî Kahraman, Baş Mücahit ve Millî Kıbrıs Davası’nın yılmaz savunucu Merhum Rauf Denktaş’ı, vefatının 7. yıldönümünde rahmetle anıyoruz. 13 Ocak 2012 tarihinde vefat eden Rauf Denktaş, Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni kurduğu günde (13 Ocak 1975) vefat etmiştir. Ömrünü Kıbrıs Türklüğünün bağımsızlık mücadelesine adayan bu millî kahraman, Anavatan Türkiye’ye daima bağlı kalmış; halkı için verdiği mücadelede Türkiye’nin ve Türk milletinin menfaatlerine halel getirmemek için azami gayret sarf etmiştir. “Türkiye olmadan cennete bile girmem.” sözleriyle, Anavatan’a bağlılığını ifade eden Denktaş, İngiliz Koloni İdaresi altında yaşayan Kıbrıs Türk Toplumu’nu, kendi Devlet çatısı altında, kendi ülke topraklarında egemenliğini kullanan, bağımsız Kıbrıs Türk Halkı’na dönüştürmüştür.

Ömrünü Kıbrıs Davası’na adayan Rauf Denktaş, Dr. Fazıl Küçük’ün yanında mücadele vermek üzere savcılık görevinden istifa etmesinin ardından, 1957 yılında Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Başkanlığına seçilmiş ve aynı yıl, Rumların terör saldırılarına karşı Kıbrıs Türk Halkı’nı savunmak üzere Türk Mukavemet Teşkilatının kurulmasına katkı sağlamış; 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarının hazırlanmasında önemli rol oynamış; 1964 yılında Makarios tarafından “Ada’da İstenmeyen Adam” ilan edilerek Kıbrıs’a girişi yasaklanmış; 1967 yılında Rum Yönetimi tarafından tutuklanarak hapse atılmış; 1968 yılında Glafkos Klerides’le birlikte ilk toplumlararası görüşmeleri başlatmış; 1970 yılında Kıbrıs Türk Cemaat lideri seçilmiş; 1975 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kuruluşunu ilan etmiş ve ilk Devlet Başkanı seçilmiş; 1977’de Makarios’la Doruk Anlaşması’nı imzalamış; 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilan etmiş ve ilk Cumhurbaşkanı seçilmiş; 1980’li yıllarda BMGS Perez De Cuellar, 1990’lı yıllarda BMGS Butros Gali ve 2000’li yılların başlarında BMGS Kofi Annan aracılığında yapılan zorlu çözüm müzakerelerine katılmış ve nihayet dört dönem yürüttüğü KKTC Cumhurbaşkanlığı görevini, 2005 yılında yapılan seçimlere katılmayarak Mehmet Ali Talat’a devretmiştir.

Kıbrıs Davası ile ilgili onlarca kitabı yayımlanan Rauf Denktaş, hayatı boyunca Kıbrıs Türk Halkı’nın uluslararası toplumda onurlu ve saygın bir yer edinmesi için mücadele etmiştir. Anavatan Türkiye ilişkilerini büyük bir incelikle ve dengeli bir üslupla yürütmüş, Kıbrıs Türk Halkı’nın hızla demokrasiye geçişini sağlamış, uluslararası toplumda büyük bir saygınlık kazanmış ve hayatının sonuna kadar uyarma, aydınlatma ve yol gösterme görevini yerine getirmiştir. Nihayet kurucusu olduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni, Kıbrıs Türklüğüne emanet etmiştir.

Kuşkusuz, Kıbrıslı Türklerin koloniden bağımsız devlete ulaşması kolay olmamıştır. Kıbrıs Türk Halkı’nın bu bağımsızlık mücadelesinde büyük acılar çekilmiş; Rumların acımasız saldırılarından, uluslararası toplumun çifte standartlı tutumlarına kadar geniş bir yelpazede

mücadele verilmiştir. Bu mücadelede, Türk Milleti her zaman Kıbrıs Türk Halkının yanında olmuş, zaman zaman Türkiye’nin müdahale girişimleriyle Rum katliamlarının önüne geçilmiş ve nihayet 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile Ada’da kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmıştır. İşte bu zorlu mücadele yıllarında, Kıbrıs Türklüğüne Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş gibi önderler yol göstermiştir. Bu noktada, Merhum Rauf Denktaş’ın ömrünü adadığı, Kıbrıs Türk Halkı’nın bağımsızlık mücadelesinden kısaca bahsetmekte yarar bulunmaktadır:

Esasen, Kıbrıs Türklüğünün mücadelesi, bir varlık-yokluk yani ölüm-kalım mücadelesiydi. 1963-1974 yılları arasında, Rumların acımasızca yürüttüğü, Türkleri Ada’dan kovma ve etkisiz hâle getirme şeklinde özetleyebileceğimiz tedhiş politikası sonucunda, Kıbrıslı Türkler, Ada’nın %3’ü kadarlık bir kısmına sıkıştırılmış ve âdeta yok olma noktasına getirilmişti.

Rum mezalimi altında büyük acılar çeken, birlikte barış içinde yaşama arzularını müteaddit defalar ortaya koymalarına rağmen, komşuları Rumlardan olumlu karşılık bulamayan ve üstelik uluslararası toplumdan tecrit edilerek yaşam alanları daraltılan Kıbrıslı Türklerin yalnızlığı ve uğradığı haksız muameleler, Kıbrıslı Türklerin kolektif hafızasına, âdeta kazınmıştır. Ada’yı tümüyle “Helenleştirmek” için; İslamiyet’e imanla, Türk diline, gelenek ve göreneklerine inatla bağlı olan Kıbrıs Türklüğünü ortadan kaldırmak gerektiğine inanan “enosis” hayalperestlerinin acımasız terör saldırıları karşısında millî bilinci gelişen Kıbrıs Türkleri, Türkiye’nin de soydaşlarına sahip çıkmasıyla birlikte kültürel, sosyal ve siyasal kimliklerini muhafaza etmek anlamında ciddi bir direnç noktası yakalamışlardır. Kıbrıslı Türkler, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ile nihayet, 82 yıl süren İngiliz sömürge yönetiminden kurtulmuşlar ve Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisi altında, Rumlarla ortak bir devlet çatısı altında, egemenliklerini kullanmaya başlamışlardır.

Fakat çok geçmeden Kıbrıslı Türkler, ortak devlet mekanizmasından kovulmakla kalmamışlar; uğradıkları katliamlar ve sürgünlerle, yüzyıllar boyunca birlikte yaşadıkları Rumlar tarafından âdeta sırtlarından bıçaklanmışlardır. Yunanistan tarafından desteklenen Rum Millî Muhafız Ordusu ve EOKA-B terör örgütünün öncülüğünde gerçekleştirilen 1963–1964 katliamları, 1967 buhranı ve 1974 Rum terör saldırıları karşısında savunmasız kalan Kıbrıslı Türkler; çocuk, kadın denmeden acımasızca öldürülmüş; evlerinden ve köylerinden sürülmüş ve bir toplumun hafızasına, asla unutulmayacak kötü izler bırakılmıştır. Rumların komşuları olan Türklere yaşattıkları bu acı olaylar, Kıbrıs’ta iki toplumun artık birlikte bir arada yaşama şansını tamamen ortadan kaldırmış ve 1974 yılına gelindiğinde bu gerçeğe dayalı olarak, Kıbrıslı Türkler de kendi siyasi örgütlenmelerini önemli ölçüde tamamlamışlardır.

Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta “enosis”i gerçekleştirme ve kuşatma altına aldıkları Kıbrıslı Türkleri yok etme aşamasına geldikleri bir sırada, Türkiye’nin, Garanti Anlaşması’ndan kaynaklanan yetkisini kullanarak düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk Toplumunu, âdeta uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Kıbrıs Türk Toplumunu korumak ve Ada’da anayasal düzeni yeniden sağlamak amacıyla gerçekleştirilen Barış Harekâtı, aynı zamanda darbeci Sampson Hükûmeti’ni ve onun destekçisi Yunan Cuntası’nı devirmiş; böylece Yunanistan halkına da demokrasiyi hediye etmiştir. Zaten Rumların zorlamalarıyla birbirinden Kuzey ve Güney olarak fiilen ayrılmış bulunan her iki toplum, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ardından doğal olarak sınırlarını da belirginleştirmiştir. Kıbrıslı Türkler, zaten yoğun olarak yaşadıkları kuzey bölgelerinde, Türkiye’nin de garantörlüğü ve desteğiyle huzurlu ve güvenli bir ortamda yaşamaya başlamışlardır. Ada’nın fiilen ikiye bölünmesinin asıl nedeninin, esasen 1974

Barış Harekâtı değil, Rumların Türklere karşı uyguladıkları katliam ve sürgün politikaları olduğunu da burada belirtmemizde yarar bulunmaktadır.

Sonuç olarak Rumların, savunmasız Kıbrıslı Türkleri evlerine ve köylerine aylarca hapsedip onlara katliam uyguladıklarında ve nihayet evlerinden, topraklarından göçe zorladıklarında, soydaşlarının imdadına Türkiye yetişmiştir. Kıbrıs Türk Halkının Lideri Rauf Denktaş, Anavatan Türkiye’nin bu fedakâr tutumunu her zaman takdir etmiş; Türk askerinin Ada’ya yerleşmesi ve ilelebet burada kalması için de her türlü çabayı sarf etmiştir. Kıbrıslı Türklerin kendi egemenlikleri altında, barış ve huzur içinde yaşayabilmelerinin tek güvencesinin Türkiye olduğuna inanan ve bunu her fırsatta dile getiren Denktaş, vefatının ardından kendi eseri olan KKTC’yi de yine Türkiye’ye, Türk milletine emanet etmiştir. Evet, Türk Milleti, uğruna şehitler verdiği bu emaneti ilelebet muhafaza edecektir.

Bu vesileyle, Kıbrıs meselesinin millî bir davaya dönüşmesinde çok önemli katkıları olan büyük lider Dr. Fazıl Küçük ile örgütlenmenin ilk aşaması olan Federasyon’un ilk Başkanı Faiz Kaymak’ı da rahmetle anıyoruz.

KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, 2003 yılında, Kıbrıs Şehitliği’nde yaptığı bir konuşmada, Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisinin kaldırılması hâlinde yaşanacakları şöyle özetlemektedir: “…Anadolu dağlarına bakarak ağlayacağız, şehitlerimizi yine gizli gizli gömeceğiz. Kaçacak yer arayacağız, ama bulamayacağız.” Anavatan Türkiye’nin vazgeçilmez önemini bu şekilde ifade eden Merhum Rauf Denktaş, sadece Kıbrıslı Türklerin değil, tüm Türk Dünyasının kahramanı idi. Allah rahmet eylesin…

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/rauf-denktas-in-anisina-9229

Share This: