illinois tarafından yazılmış tüm yazılar

GÜNEY KIBRIS’IN AB ÜYELİĞİNİN HUKUKİ DEĞERLENDİRMESİ

Nejat ÇOĞAL *

Avrupa Birliği, Türkiye’nin tam üyelik katılım sürecini Kıbrıs ipoteği altına almış bulunmaktadır. Brüksel, Güney Kıbrıs’ı tek taraflı olarak bünyesine alarak, Kıbrıs Meselesini içinden çıkılmaz hâle getirmiştir. Geldiğimiz noktada ise, haksız bir şekilde üye yaptığı Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni (GKRY) resmen ve fiilen tanıması için Türkiye’ye ağır baskılar uygulamaktadır. Avrupa Birliği’nin, 2004 yılında, uluslararası anlaşmalar hilafına Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni Birliğe dâhil ederken göz ardı ettiği “Birliğin Kurucu İlkelerini”, Türkiye söz konusu olunca gündeme getirmesi ise manidardır. Zira, Güney Kıbrıs’ın güya tüm Ada’yı temsilen AB üyesi yapılmasıyla hem uluslar arası anlaşmalar (Zürih ve Londra Anlaşmaları) ve hem de AB’nin “komşularıyla problemli olan (sınır sorunları olan) ülkelerin AB’ye üye olamayacağı” kuralı çiğnenmiştir. Ne var ki Kıbrıs’ta çözüm “AB’nin kurucu ilkelerine” göre değil, “Ada’nın gerçekleri temelinde ve uluslar arası hukuka uygun bir şekilde” gerçekleşecektir. Brüksel’in 2004’te yapılan yanlışı düzeltmek yerine, bu yanlışa dayanarak Türkiye’nin AB sürecini engellemeye çalışması, tam anlamıyla bir çifte standarttır.

Kıbrıs meselesinin AB platformuna taşınarak bu kanaldan Rumlar lehine bir çözüme ulaşılması senaryosu, GKRY’nin 1990 yılında Avrupa Topluluklarına tam üyelik başvurusu ile start almıştı. Aslında Rumların AB süreci, tamamen yasadışı kazanımlar elde edebilme umuduyla başladı diyebiliriz. 1980’lerin sonunda Yunanistan Başbakanı Andreas Papandreou Kıbrıs Rum liderliğini, AB üyeliği için ikna etmeyi başarmış ve senaryo uygulamaya geçirilmişti. Bu şekilde, Rum/Yunan tarafı, Türkiye’nin ileride muhtemel AB tam üyelik başvurusundan ve tam üyelik sürecinden azami ölçüde yararlanılacaktı. Kısaca, Türkiye’nin Avrupa perspektifi istismar edilecekti. Nitekim, 2005 yılında Yunanistan, Türkiye-AB Gümrük Birliği sürecinin başlatılabilmesi için GKRY ile müzakere tarihi verilmesini şart koşmuş ve bu şantajı karşılığında istediğini almıştı.

 

İşte bu beklentilerle başlatılan GKRY’nin AB üyelik süreci taraflar arasında ciddi tartışmalara kaynak teşkil etmiştir. Türkiye 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarına aykırı olacağı iddiasıyla bu başvuruya karşı çıkmıştır. Rumlar her defasında Yunanistan’ın da desteğiyle Türkiye’nin itirazlarını bertaraf etmeyi ve hatta adım adım ilerlemek suretiyle 2004 yılında AB’ye tam üye olmayı başarabilmişlerdir. Ne var ki Rum/Yunan tarafının bu başarısı bugün AB için ciddi bir hata, Türkiye için ise talihsiz bir gelişme olarak değerlendirilmektedir. Geldiğimiz noktada Rumların AB üyeliği, hem Türkiye-AB ilişkilerinin ve hem de Doğu Akdeniz’deki barış ve istikrar ortamının temellerine atılmış bir dinamit misali, birçok krizin başlıca sebebi olarak gündemi meşgul etmektedir.

 

.                                                      .                    

* Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, İstihbarat Daire Başkanı. Araştırmacı-Yazar.

 

 

 

 

 

2004 yılında, Kıbrıs Türk Halkının Annan Planına “evet”, Kıbrıslı Rumların “hayır” demesine rağmen, üstelik de Birliğin prensiplerini çiğnemek uğruna, Kıbrıs Rum Kesimi’nin tüm Ada’yı temsilen AB üyesi yapılması büyük bir hata olmuştur. Yunanistan’ın 2004 yılındaki genişleme dalgasını veto etme şantajına boyun eğen (boyun eğmiş gibi görünen) Brüksel, uluslar arası anlaşmaları da çiğnemekten geri kalmamıştır. Rumların haksız bir şekilde AB üyesi yapılması esasen Ada’da devam etmekte olan kapsamlı çözüm sürecini de baltalamış bulunmaktadır. AB üyesi olmanın ve uluslar arası camiada meşru Kıbrıs hükümeti olarak tanınıyor olmanın verdiği rahatlıkla hareket eden Rumların adil ve kapsamlı bir çözüme yanaşmalarını beklemek nafiledir.

 

Kuşkusuz Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Rumlarla yapılacak kabul edilebilir bir ortak çözüm çerçevesinde AB üyeliğini desteklemişlerdir. Fakat, Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türklerle bir anlaşmaya varmadan AB üyeliğine kabul edilmesi, esasen Kıbrıslı Türklere, Türkiye ile birleşmekten başka bir alternatif bırakmamıştır.[i] 

 

Peki, GKRY’nin AB üyeliği yasal mıdır? Rumların AB üyeliği 1959 Londra ve Zürih Anlaşmalarına, 1960 Garanti Anlaşması’na ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına aykırı değil midir? Hatta, AB’nin temel prensipleri ihlal edilmemiş midir? AB’nin bu üyelikten ne gibi bir çıkarı olmuş ya da bu üyelik AB’ye nelere mal olmuştur? Bu bölümde bu konuları irdelemeye çalışacağız. Bu bölümün hazırlanmasında, milletlerarası camiada geniş kabul gören, tanınmış uluslar arası hukukçu Professor Maurice H. Mendelson’un görüşlerinden de yararlandığımızı belirtmekte fayda bulunmaktadır.[ii]

 

1990 yılında GKRY, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adıyla AB’ye üye olmak için başvurdu. 1993 yılında, Avrupa Komisyonu, bu başvuru hakkında olumlu görüş belirten bir rapor yayınladı. Bu dönemde AB Komisyonu, Kıbrıs Rum otoritelerinin tüm Ada veya tüm Ada nüfusu adına konuşmaya yetkisi olmadığı yönündeki KKTC’nin itirazını da reddetti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de KKTC’nin, Ada’da ayrı bir devlet oluşturulduğu yönündeki başvurusunu reddetmiş ve Avrupa Birliği, BMGK’nin bu görüşünü takip etme ihtiyacını duymuştur.

 

1925’ten 1960 yılına kadar Kıbrıs, İngiliz Kolonisi olarak kalmıştır. 1959 yılında, Türk ve Yunan hükümetleri bir araya gelerek, Kıbrıs’taki iki toplumun liderlerinin de onayını almak suretiyle bağımsız bir Kıbrıs hükümetinin ana prensipleri üzerinde anlaşmaya varmışlardır. İki toplumun karşılıklı şüpheleri ve özellikle de nüfusu az olan Kıbrıs Türk Toplumunun güvenlik endişelerini gidermek bakımından çok sayıda güvenlik tedbirleri anayasaya yerleştirildi. Bunlar anayasanın değiştirilemez maddeleriydi ve dışişleri konusunda alınacak birçok kararlarda olduğu gibi belli konularda her iki topluma da veto hakkı veriyordu.

 

Uluslar arası alanda Kıbrıs’ın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte üç temel anlaşma üzerinde mutabakata varıldı; İttifak Anlaşması, Kuruluş Anlaşması ve Garanti Anlaşması. İttifak anlaşması ortak savunma ve Ada’da konuşlanacak Türk ve Yunan Askeri konusunu düzenlemekteydi. Kuruluş Anlaşması esas olarak Ada’daki İngiliz egemen üslerinin elde tutulmasıyla ilgiliydi. Bizim konumuzu ilgilendiren anahtar Anlaşma, Garanti Anlaşması’dır.

 

Garanti Anlaşması; “Kıbrıs Cumhuriyeti bir taraf ve Yunanistan, Türkiye ve İngiltere diğer taraf” ifadesiyle başlamaktadır.

 

MADDE 1. Kıbrıs Cumhuriyeti, kendi bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini devam ettirmeyi ve anayasaya saygıyı güven altına almayı üstlenir. (taahhüt eder)


Kıbrıs Cumhuriyeti, ayrıca tümüyle veya bir bölümüyle herhangi bir devlet ile hiçbir şekilde siyasi veya ekonomik bütünleşmeye girmeyeceğini taahhüt eder. (sorumluluğunu yüklenir)


Kıbrıs Cumhuriyeti, bu maksatla adanın gerek birleşmesini, gerekse taksimini doğuracak doğrudan doğruya (direkt olarak) veya dolaylı olarak gerçekleştirmeye yardımcı ve teşvik edici tüm hareketleri yasaklar.

 

MADDE 2. Yunanistan, İngiltere ve Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1’nci maddede belirtilen taahhütlerini kaydederek, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasanın temel maddeleri ile oluşan durumu (state of affairs) tanırlar ve garanti ederler.


Yunanistan, İngiltere ve Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin diğer herhangi bir devlet ile gerek birleşmesini. gerekse Ada’nın taksimini doğrudan doğruya, veya dolaylı olarak gerçekleştirmeye yardım ve teşvik edici bir amacı olan tüm hareketleri kendi yetki ve ilgileri oranında önlemeyi üstlenirler. “

Burada belirtilmesi gereken ilk husus Garanti Anlaşması’nın hâlâ yürürlükte olduğudur. Bazı akademik yorumcular Anlaşmanın geçerliliğini sorgulamaktadırlar. Ancak, taraflardan hiçbirisi böyle bir pozisyona girmemiştir. Yani taraflardan hiçbirisi Anlaşmanın geçersiz olduğunu ya da sona erdiğini iddia etmemiştir. Yine taraflardan hiçbirisi, bazıları öyle bir eğilim içinde olsalar bile Anlaşmayı sona erdirecek diplomatik (resmi) bir adım atmamıştır. BMGK de böyle bir pozisyon içine girmemiştir. Tüm bunlar göstermektedir ki Garanti Anlaşması hâlâ yürürlüktedir.

 

Hukuki olarak hâlâ geçerli olan 1960 düzenlemeleri, bir başka deyişle Garanti ve İttifak Anlaşmaları, Kıbrıslı Türkler için Lozan Anlaşması statüsündedir. 1963-1974 tarihleri arasında Ada’da yaşanan acı olaylar dikkate alındığında, Kıbrıs Türk Halkı, kendisi açısından tek güvenilir garantinin Türkiye’nin etkin güvencesi olduğuna inanmaktadır. Aslında Garanti Anlaşmasında öngörülen garanti, sadece üçüncü devletlere karşı değil, öncelikle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kendisine karşı öngörülmüştür. Çünkü yıkılmak için bir devlet kurmak istenmemiştir. Bu yüzden Garanti Anlaşmaları, kural olarak muayyen bir süre için değil, sürekli geçerli olmak üzere akdedilmiştir. Dolayısıyla Garanti Anlaşmalarının karakteri, tamamen “süreklidir” ve tabiatı gereği “çekilme veya fesih” imkânı yoktur. Ayrıca, Kurucu Anlaşmalarla Garanti Anlaşması’nın birbirinden bağımsız olarak mütalaa edilmesi mümkün değildir. Yani, 1960’ta Ada’da kurulan sistem ya bütünüyle uygulanacak ya da bütünüyle geçersiz kılınacaktır. GKRY’nin bugün Kurucu Anlaşmaların geçerliliğini koruduğunu iddia etmesi, Ada’nın tümü üzerinde hak iddia etme gayretlerinin bir sonucudur. Ancak Kurucu Anlaşmalar 1963’ten itibaren Rumlar tarafından ihlâl edilmiş, bu da 1960 yılında kurulan devletin sonunu getirmiştir. Buna karşın 1960 tarihli anlaşmaların ihlâli paralelinde ortaya çıkan gelişmeler, 1960’ta kurulan devletin yıkıldığını ve onun yerine iki yeni devletin doğduğunu ortaya çıkarmıştır.[iii]

 

Öte yandan, orijinal Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının, Ada’da vukuu bulan birçok yıkıcı olaylara rağmen hâlâ yürürlükte olup olmadığı hususu bir başka tartışma konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Kıbrıs Rum tarafı, fiili statünün bir gereği olarak Anayasanın sadece bazı bölümlerinin uygulanabilir olduğunu ve bazı bölümlerinin uygulanmasının ise imkânsız olduğunu iddia etmektedir. Ne var ki bu görüş birçok soruyu da beraberinde getirmektedir ve bu bakımdan kabulü imkânsız görünmektedir. Zira 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası değiştirilemez maddeleriyle bir bütündür ve kısmen uygulanma imkânı da bulunmamaktadır.

 

Kaldı ki bu Anayasa normal-ulusal bir anayasa niteliği taşımamaktadır. Yani bu anayasa, uluslar arası hukuk çerçevesinde ve bazı dış devletlerin müdahalesiyle hazırlanmış olağanüstü bir anayasadır. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti hem ulusal ve hem de uluslar arası uzlaşmanın bir neticesidir. Garanti Anlaşmasıyla ve dolayısıyla Anayasa’nın temel maddeleriyle hem Kıbrıs ve hem de Garantör Devletler Ada’da oluşturulan fiili statüyü muhafaza etmeyi taahhüt etmişlerdir.

 

Nitekim, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın 50. Maddesinin 1. Fıkrası şöyledir;

 

Cumhur Başkanı ve Cumhur Başkan Muavini, Temsilciler Meclisinin aşağıdaki konular ile ilgili herhangi bir kanun veya kararına veya onun herhangi bir kısmına karşı kesin veto hakkına, ayrı ayrı veya müştereken, sahiptirler:-

 

(a) Yunanistan Krallığının ve Türkiye Cumhuriyetinin ikisinin birden katıldığı milletlerarası teşekküller ve ittifak anlaşmalarına Cumhuriyetin katılması müstesna olmak üzere, dışişleri;

 

…”

 

Kısaca, Ada’daki her iki Toplum da Kıbrıs’ın uluslar arası örgüt üyeliğine karşı ayrı ayrı veto hakkına sahiptir. Taraflar bu veto hakkını ancak Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte taraf ya da üye olmadıkları uluslar arası örgütlere üyelik için kullanabileceklerdir. AB de işte böyle örgütlerden bir tanesidir. Anayasa’nın 50. Maddesinin 1. Fıkrası (a) bendi ve Garanti Anlaşması’nın 1. Ve 2. Maddesi açık hükümler içermektedir. Garanti Anlaşması’nın 1. Maddesinin 2. ve 3. Paragraflarını bu noktada tekrar hatırlamakta yarar bulunmaktadır;

 

Kıbrıs Cumhuriyeti, ayrıca tümüyle veya bir bölümüyle herhangi bir devlet ile hiçbir şekilde siyasi veya ekonomik bütünleşmeye girmeyeceğini taahhüt eder. (sorumluluğunu yüklenir)

 

Kıbrıs Cumhuriyeti, bu maksatla adanın gerek birleşmesini, gerekse taksimini doğuracak doğrudan doğruya (direkt olarak) veya dolaylı olarak gerçekleştirmeye yardımcı ve teşvik edici tüm hareketleri yasaklar.

 

Görüldüğü üzere, Kıbrıs’ın başka herhangi bir devletle doğrudan veya dolaylı birleşmesini hedef alan faaliyetlerde bulunması da Garanti Anlaşması ile yasaklanmış olup bu yasak garantör güçlerin taahhüdü altına alınmıştır. Bu da göstermektedir ki yasağı getirenler enosis’i yani Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi tehlikesini göz ardı etmemişlerdir. Bununla birlikte, Anlaşmanın “Yunanistan’la birleşmeden” değil “herhangi bir devletle(devletlerle) birleşmeden” bahsettiğini, bu anlamda Kıbrıs’ın Türkiye ile birleşmesinin de yasaklanmış olduğu hususu burada belirtilmelidir.

 

Rum tarafını destekleyen birleşik görüşe göre AB üyeliği, Yunanistan ile enosis’i teşkil etmek anlamına gelmemektedir. Ancak burada dikkate alınması gereken husus şudur ki Garanti Anlaşması sadece enosis’i yasaklamamaktadır. Bu yasak çok daha geniş bir çerçevede ele alınmak durumundadır. Tekrar hatırlatmak gerekirse, Garanti Anlaşması, Kıbrıs’ın dolaylı ya da direkt, ekonomik ya da siyasi, kısmen ya da tamamen başka herhangi bir devletle birleşmesini veya bu birleşmeyi amaçlayan faaliyetlerde bulunulmasını yasaklamaktadır. Yani, yasaklama sadece Türkiye ve Yunanistan’la sınırlı değildir. Mesela, Kıbrıs’ın Malta ile birleşmesi de Garanti Anlaşmasıyla yasaklanmış bulunmaktadır. Ayrıca, Anlaşmada yer alan “any state” ifadesi çoğul bir anlam içermekte yani birden fazla devleti kastetmektedir. Buradan çıkan sonuç şudur ki herhangi bir devletle birleşme yasağı, birden fazla devletle birleşme yasağını da içerir ki Avrupa Birliği birden fazla devletin oluşturduğu bir birliktir.

 

Bir an için Anlaşmadaki “state” ifadesinin tekil bir anlam ifade ettiğini düşünsek bile -ki burada bu devlet Yunanistan olacaktır- durum yine de değişmeyecektir. Zira Anlaşma sadece Yunanistan’la tam bir siyasal birleşmeyi yani enosis’i yasaklamamaktadır. Yasak aynı zamanda ekonomik de olsa Yunanistan’la kısmi birleşmeyi de kapsamaktadır. Böylesi bir birleşme dahi Yunanistan’la direkt ya da dolaylı, kısmi ya da tamamen ekonomik ya da siyasi birleşmek anlamına gelecektir ki bu da Anlaşmayla yasaklanmıştır. Kıbrıslı Rumların AB üyeliği ile birlikte, GKRY-Yunanistan arasındaki bağ daha da kuvvetlenmiştir. Elbette Yunanistan’ın Fransa’yla veya İngiltere’yle de bağları bulunmaktadır. Fakat gerçekçi olmak durumundayız. Zira Kıbrıs Rum nüfusunun Yunanistan’la dil, din, tarih, kültür ve siyasi duyarlılık bakımından çok yakın bir ilişkisi mevcuttur.

 

GKRY Lideri Glafkos Klerides’in (3 Haziran 1997 tarihli Rum basınına yansıyan) “Cumhuriyet’in AB üyeliği, hedefi doğrultusunda atılmış tamamen kozmetik bir adımdır. şeklindeki açıklaması, Rumların gerçek niyetini göstermesi bakımından anlamlıdır. Yine, Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis’in, Rumların AB’ye katılım sözleşmesinin imzalanmasının hemen ardından 18 Nisan’da Kıbrıs Rum Kesimi’ni ziyaretinde, “Enosis’i başardık” demesi, Rum/Yunan tarafının AB üyeliğinden ne beklediklerini açıkça ortaya koymuştur.

 

Diğer taraftan, AB diğer uluslar arası örgütlerden farklılık arz etmektedir. Mesela, Uluslararası Telekomünikasyon Birliği, gücü sadece telekomünikasyon alanıyla sınırlı uluslararası bir örgüttür. Fakat AB için durum başkadır. Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) nun Avrupa Topluluğuna (AT) ve nihayet Avrupa Birliği’ne dönüşmesi kuşkusuz tesadüfî değildir. Avrupa Birliği ismi bir ticari birliği, bir parasal birliği ifade etmektedir ki bunun siyasi birliğe dönüşmesi için çok gerekli adımlar zaten atılmış bulunmaktadır. AB Anayasası, Avrupa vatandaşlığı ve ortak savunma ve dış politika uygulamaları, siyasi birliği doğru atılmış çok ileri adımlardır. Kaldı ki AB, uluslarüstü (supranasyonel) bir yapıya sahip bulunmaktadır ve ulus devletler egemenlik haklarının bir kısmını Brüksel’e devretmiş durumdadırlar. Bu durumda, Kıbrıs’ın, kısmen dahi olsa bir devletler topluluğunun parçası olmadığını söylemek, herhalde abesle iştigal olacaktır.

 

Kaldı ki Garanti Anlaşması sadece başka devletlerle tam bir politik bütünleşmeyi değil, aynı zamanda kısmen dahi olsa ekonomik birleşmeyi ve bu amaca yönelik faaliyetleri de yasaklamış bulunmaktadır. İşte AB üyeliği, aynı zamanda ekonomik bir birleşmeyi de beraberinde getirmektedir.

 

GKRY’nin AB üyeliğinin yasal olduğunu iddia eden karşı görüşün ileri sürdüğü bir argüman da 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin BM üyesi olması ve Yunanistan’ın da aynı zamanda BM üyesi olması ve dolayısıyla bu durumun AB üyeliğiyle aynı olduğunun ileri sürülmesidir. Ancak bu noktada şu husus dikkatlerden kaçmaktadır; bu konu 1960 Anlaşmaları hazırlanırken değerlendirilmiş ve Kıbrıs’ın uluslar arası örgütlere üye olabileceği hususu kabul edilmiştir. Bu durumda şu iki ana parametrenin özellikle ihmal edildiğini söyleyebiliriz; birincisi BM, uluslar arası Telekomünikasyon Birliği ve Dünya Sağlık Örgütü gibi organizasyonların gevşek birlikler olduğudur. AB gevşek bir organizasyon değildir. İkincisi, Kıbrıs’ın uluslar arası organizasyonlara üyeliğine ancak Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın temel maddelerinde düzenlenen iki şarttan bir tanesi karşılanırsa izin verilebilir. Birinci şart Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte uluslar arası örgütün üyesi olmasıdır. Bu şartlar BM, Dünya Sağlık Örgütü ve UTB için sağlanmıştır. Bunlar için bir problem yoktur. Ancak bir diğer şart vardır ki o da GKRY’nin AB üyeliğini yasadışı kılmaktadır. Bu da, Kıbrıs’ın, Türkiye’nin üye olmadığı AB’ye katılma kararına karşı, Kıbrıs Türk Toplumunun yasal veto hakkına sahip olmasıdır. İşte GKRY’nin AB üyeliği sırasında Kıbrıslı Türklerin bu vetosu da dikkate alınmamıştır.

 

Öte yandan, Anayasa ve Kuruluş Anlaşması hükümlerine göre Kıbrıs garantör ülkelere, “en çok kayrılmış ülke” (most favoured nation” muamelesi yapmak zorundadır. Bu noktada GKRY’nin tüm Adayı ve dolayısıyla Kıbrıslı Türkleri değil sadece Kıbrıslı Rumları temsil ettiğini bir kez daha hatırlatmakta yarar bulunmaktadır. Farzedelim ki birleşmiş bir Kıbrıs Devleti AB üyesi oldu. Bu durumda dahi, Kıbrıs’ın Birlik üyesi olmayan Türkiye’ye en çok kayrılan ülke muamelesi yapması nasıl mümkün olabilirdi? Yani, Kıbrıs’ın Türkiye’den önce AB üyesi yapılması esasen Türkiye’nin uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan bir hakkını da ortadan kaldırmaktadır ki bu da Kıbrıs’ın AB ile kısmi birleşmesini (GKRY’nin AB üyeliği) yasadışı kılan bir diğer faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Konuya biraz da AB prensipleri açısından bakalım. AB Kıbrıslı Rumları tek taraflı olarak üye yapmakla büyük hata yapmıştır ve bu hatalarını Merkel gibi bazı AB Liderleri ve siyasetçileri de daha sonra itiraf etmişlerdir. AB Kıbrıslı Rumları haksız bir şekilde üye yaparken bir yandan uluslar arası anlaşmaları yok saymış ve bir yandan da genişleme konusundaki en önemli prensibini yani “komşularıyla problemli olan (sınır sorunları olan) ülkelerin AB’ye üye olamayacağı” kuralını çiğnemiştir.

 

GKRY’nin 1990 tarihli tam üyelik başvurusunun ardından, 1993 yılında, AB Komisyonu, başvuru ile ilgili bir rapor yayınlamış ve bu raporda tümüyle Rumların perspektifi esas alınmıştır. Raporu kaleme alan Serge Abou, rapordan sadece bir ay önce AB Bakanlar Konseyi tarafından kabul edilen Kopenhag Kriterlerini dikkate almamıştır. Abou’nun fikirleri büyük ölçüde Kıbrıs Rum Hükümeti’nin görüşlerini yansıtıyordu ve Kıbrıs’ta siyasi istikrar olması gerektiği kuralını yok sayıyordu. Eğer Kıbrıs Rum Kesimi Kıbrıs Türk Kesimi ile yapılacak bir anlaşma üzerine Ada’da istikrar sağlayamıyorsa, bu, Kıbrıs’ın politik olarak istikrarsız olduğu anlamına gelmektedir. Eğer, Kıbrıslı Rumlar nüfuzları altında olduğunu iddia ettikleri topraklarda hükümet edemiyorlarsa, politik vaziyet istikrarsız demektir.[iv] 

 

Ayrıca AB, 2004 yılında Ada’da yapılan referandumda Annan Planı’na “evet” demeleri halinde Kıbrıslı Türklerin de Rumlarla birlikte AB üyesi yapılacaklarına dair söz vermiş ve fakat bu sözünde durmamıştır. Üstelik Plana “hayır” diyen Rumlar üye yapılırken, Kıbrıslı Türkler dışarıda bırakılmıştır. Kuşkusuz AB bu çifte standartlı tutumuyla Kıbrıs Meselesini içinden çıkılmaz hale getirmiş ve aynı zamanda büyük bir probleme de taraf olmuştur.

 

Kıbrıs Rum Kesimi’nin, güya tüm Ada’yı temsilen ve ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adıyla, meşru Kıbrıs Hükümetiymiş gibi AB’ye alınması, Brüksel’in bir diğer yasadışı adımı olarak tarihe geçmiştir. Bu noktada Ada’nın tarihi gerçeklerinden kısaca bahsetmekte yara bulunmaktadır: 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti 1963 yılında Rumlar tarafından yıkılmış ve Kıbrıslı Türkler bu devletin tüm mekanizmalarından kovulmuşlardır. Böylece, Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti iki toplumlu, fonksiyonel federatif devlet niteliğini kaybetmiştir. Bu tarihten itibaren Kıbrıs Rum Devleti, tüm Ada’yı değil, sadece Kıbrıslı Rumları temsil etmektedir. Halen Ada’da iki ayrı halk ve iki ayrı devlet bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ifadesiyle, “GKRY yarım bir devlettir”. Bu gerçek, BM çözüm planlarında ve bazı kararlarında da teyit edilmiştir.

 

Garantör devletler tarafından 30 Temmuz 1974 tarihinde kabul edilen Cenevre Deklarasyonu’nda şu iki husus teyit edilmiştir;[v]

 

  1. Anayasal Hükümet artık mevcut değildir,
  2. Kıbrıs’ta iki ayrı özerk yönetim vardır; biri Kıbrıs Türk, diğeri Kıbrıs Rum. Garanti ve İttifak Anlaşmaları BM tarafından tescil edilmiş uluslar arası anlaşmalardır. Yıllarca Kıbrıslı Türkler Ada’nın azınlık unsuru gibi değerlendirilmiştir. Ancak bu varsayım tamamen yanlıştır. Zira Kıbrıslı Türkler Rumlarla eşit haklara sahip olup bu hakları uluslar arası anlaşmalarla garanti altına alınmıştır. İngiliz Parlamentosu 1956 ve 1958 de olmak üzere iki defa, Kıbrıslı Türklerin self-determinasyon haklarının varlığını teyit etmiştir. Öyleyse, eğer Kıbrıslı Rumlar Yunanistan’la birleşmeye karar verebiliyorlarsa, neden Kıbrıslı Rumların Türkiye ile aynı şeyi yapma hakları inkâr edilmektedir?[vi]Kıbrıs Türk Halkı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) vasıtasıyla, kendi topraklarında egemenliğini kullanmaktadır. Ada’da her iki halk, eşit siyasi haklara sahiptir. KKTC toprakları, AB’nin iddia ettiği gibi sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin etkin kontrolü altında olmayan toprakları değildir. Bu topraklar, Kıbrıs Türk Halkının öz vatanıdır. AB’nin bu gerçekleri görmezden gelerek, Kıbrıslı Rumları tüm Ada’yı temsilen üye yapmaları tarihi bir hata olmuştur ve Kıbrıslı Türkler için bir anlam ifade etmemektedir.  Netice olarak, Kıbrıslı Rumların “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla AB’ye üye yapılması, yasa dışı bir hareket olmuştur. Buna göre;
  1. Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerin veto hakkını görmezden gelerek, “1959 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Temel Yapısı’na Dair Zürih ve Londra Anlaşmaları”nın 8. Maddesi ile “1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın” 50. Maddesinin 1. Fıkrasını ihlal etmişlerdir.
  2. Kıbrıslı Rumlar, Avrupa Birliği ile ve dolayısıyla Yunanistan’ın da dâhil olduğu 27 AB ülkesiyle birleşmek suretiyle, 1960 Garanti Anlaşması’nın 1. ve 2. maddeleri hilafına hareket etmiştir.
  3. AB üyesi olan Garantör Ülkeler İngiltere ve Yunanistan, GKRY’nin tek taraflı AB üyeliğini veto etmeyerek (ya da izin vererek), Garanti Anlaşması’nın 2. Maddesini ihlal etmişlerdir.
  4. Kıbrıslı Rumların AB üyeliği aynı zamanda, BM Güvenlik Konseyi’nin 649 (1990) sayılı Kararına da aykırılık teşkil etmiştir. Söz konusu Karar, mevcut durumu daha da kötüleştirecek adımlardan kaçınmaları için her iki tarafa da çağrıda bulunmaktadır.[vii] Garanti Anlaşması halen yürürlüktedir ve bu Anlaşmanın 2. Maddesine göre, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın temel maddeleriyle oluşturulan düzeni korumayı garanti emişlerdir. Garantör Devletler ayrıca, Kıbrıs’ın başka herhangi bir devletle doğrudan ya da dolaylı olarak, kısmen veya tamamen, ekonomik veya siyasi birleşmesini veya bu birleşmeyi amaçlayan girişimleri yasaklamışlardır. Bu yasağı uygulamak bizatihi garantör devletlerin ödevidir. Ne yazık ki AB üyesi olan İngiltere ve Yunanistan, GKRY’nin tek taraflı AB üyeliğini veto etme yetkisi varken bu yetkilerini kullanmamışlar ve böylece uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmemişlerdir. Altına imza attıkları anlaşmayı ihlal eden bu ülkelerin, tarih önünde sorumlulukları bulunmaktadır.

[i] Michael STEPHEN, “The Cyprus Question”, Northgate Puplications, london, 2011, sf. 133.

 

[ii] Professor Maurice H. MENDELSON, “Why Cyprus Entry Into The European Union Would Be Illegal”, Proceedings of a panel discussion held at the Turkish Embassy in London, 8 November 2001. The Turkish Embassy, London, 2002.

 

[iii] Soyalp TAMÇELİK, “Kıbrıs’ta Güvenlik Stratejileri ve Kriz Yönetimi”, ODTÜ Yayıncılık, Ekim 2009, Sf. 149-151.

 

[iv] Christopher BREWIN, “Why Cyprus Entry Into The European Union Would Be Illegal”, Proceedings of a panel discussion held at the Turkish Embassy in London, 8 November 2001. The Turkish Embassy, London, 2002. Sf.12-14.

 

[v] Michael STEPHEN, a.g.e. sf. 51.

 

[vi] Ergün OLGUN, “Why Cyprus Entry Into The European Union Would Be Illegal”, Proceedings of a panel discussion held at the Turkish Embassy in London, 8 November 2001. The Turkish Embassy, London, 2002. Sf.40.

 

[vii] Michael STEPHEN, a.g.e. sf. 132.

 

Share This:

Kıbrıs’ta Hayat Devam Ediyor

 

Turk Yurdu Dergisi

Ağustos 2017 – Yıl 106 – Sayı 360

Nejat ÇOĞAL

 

        Geçtiğimiz haziran ayı sonlarında, İsviçre’nin Crans Montana kasabasında yaklaşık bir hafta devam eden Kıbrıs konferansı başarısızlıkla sonuçlandı. Böylece, 50 yıldır sürdürülen ve Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum Halklarının eşitliğine dayalı, federatif ortak bir devlet çatısı altında birleşmeyi hedefleyen çok sayıdaki başarısız çözüm girişimleri dizisine bir yenisi daha eklenmiş oldu. Kasım 2016’da İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasında, Ocak 2017’de Yine İsviçre’nin Cenevre kentinde Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum taraflarıyla BM, AB ve Garantör Ülkeler bir araya gelmiş, her ikisinde de Yunan/Rum tarafının masadan kaçması nedeniyle Kıbrıs müzakereleri sonuçsuz kalmıştı. Bu defa taraflar İsviçre’nin Crans Montana kasabasında yeni bir 5’li Konferans icra etmişler ancak herhangi bir anlaşma sağlanmadan konferans dağılmıştır.
        Biz tarafları daha önce defalarca yazılarımız aracılığıyla uyarmaya çalıştık. Mont Pelerin, Cenevre, Crans Montana veya Lefkoşa bahane. Olanların tek açıklam…
https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=2982
Yazının devamını okumak için üye olun, abone üye için tıklayınız.

Share This:

Güney Kıbrıs’ta 2. Anastasiadis Dönemi

Nejat ÇOĞAL

18.02.2018

Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nde 4 Şubat 2018 tarihinde 2. turu yapılan başkanlık seçimlerini GKRY Lideri Nikos Anastasiadis kazandı. Katılım oranının %73 olduğu seçimlerin2. turunda oyların %56’sını alan muhafazakârların adayı, Muhafazakâr Demokratik Seferberlik Partisi’nin lideri Nikos Anastasiadis, yeniden Kıbrıslı Rumların lideri seçildi ve Güney Kıbrıs’ta 2. Anastasiadis dönemi başlamış oldu. Komünist Emekçi Halkın İlerici Partisi (AKEL) tarafından desteklenen, Solcuların adayı Dr. Stavros Malas ise 2. turda oyların %44’ünü alarak kaybetti.

Anastasiadis, seçimleri kazanır kazanmaz, ayağının tozuyla yaptığı zafer konuşmasında “Önceliğim, Kıbrıslı Türklerin hassasiyetlerine gözümü kapamadan, ülkemizin işgali konusunu ele almak olacak.” şeklinde açıklama yaptı. Göreve gelir gelmez, sözde işgalden bahsederek uzlaşmaz tutumunu devam ettireceğinin ilk sinyallerini veren Rum Lider, bu 2. Başkanlık döneminde nasıl bir tavır sergileyeceğinin de ilk işaretlerini vermiş oldu.

Esasen, Rum lider Anastasiadis bizi bugüne kadar hiç yanıltmadı. 16.02.2017 tarihinde Kıbrıs’ta yapılan görüşmelerde masadan kaçtı. Ani bir tavırla kapıyı çarpıp gitti. 2017 Haziran ayı sonlarında, İsviçre’nin Crans Montana kasabasında yaklaşık bir hafta devam eden Kıbrıs Konferansı, yine Anastasiadis’in uzlaşmaz tutumu nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandı. Böylece, 50 yıldır sürdürülen ve Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum halklarının eşitliğine dayalı, federatif ortak bir devlet çatısı altında birleşmeyi hedefleyen çok sayıdaki başarısız çözüm girişimleri dizisine bir yenisi daha eklenmiş oldu.

Geldiğimiz noktada ise, GKRY Liderinin, seçimlerden hemen sonra İtalyan enerji şirketi ENI’nin doğalgaz arama faaliyetlerini Doğu Akdeniz’detek yanlı olarak ilan ettiği, sözde “Münhasır Ekonomik Bölge”ye kaydırma girişimi, yeni bir krizin kapısını aralamış oldu. Uluslararası anlaşmalara aykırı bir şekilde, tek taraflı doğalgaz arama teşebbüsleriyleDoğu Akdeniz’de tansiyonu yükselterek hukuk tanımaz tutumunu devam ettiren Anastasiadis için bu olay,ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır.

Rum Lider böylece, Ada’da devam etmekte olan ve Güney’deki başkanlık seçimleri nedeniyle yaklaşık sekiz ay önce masadan kaçması nedeniyle akamete uğramış bulunan çözüm müzakerelerini, bundan sonraki süreçte de nasıl bloke edeceğini tüm dünyaya ilan etmiş oldu. Yani Anastasiadis, Kıbrıslı liderler arasında, önümüzdeki birkaç ay içerisinde tekrar kurulması muhtemel olan çözüm müzakere masasına, Türkiye’nin kırmızıçizgileri olan “garantörlük” ve “Ada’daki Türk Barış Kuvvetlerinin varlığı” konusunu masaya getirmeyi planlamaktadır. Oysa Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan “garantörlük hak ve yetkisi” ile “Ada üzerindeki Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerinin varlığı” ve “Kıbrıs Türk halkının siyasi eşitliği” müzakere dahi edilemez. Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafının bu konudaki hassasiyetini iyi bilen Rum/Yunan tarafı, müzakere masasını dağıtmak veya zamana oynamak gayesiyle Türkiye’nin kırmızıçizgilerinetekrar saldırmayı deneyecektir.

Kısaca, Güney Kıbrıs’ta değişen bir şey yok. Klasik Rum/Yunan politikaları, aynı şekilde devam edecek maalesef. Gelin şimdi hep birlikte, Güney Kıbrıs’ta 2. döneminibaşlatan Rum Lider Anastasiadis’i tanımaya çalışalım:

Uzlaşmaz tutumunu gelenek hâline getiren Rum Lider Anastasiadis, yakın geçmişte de benzeri siyasi krizlere imza atmıştı. 2013 yılı başında Başkan seçilen Nikos Anastasiadis,tam bir yıl süreyle KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmadı. Üstelik göreve gelir gelmez “Türkiye doğalgaza karışmasın, kapalı Maraş’ı bize iade etsin, o zaman AB’deki  vetomuzu kaldırmayı düşünürüz.” şeklinde açıklama yaparak uzlaşmaz tutumunu tüm dünyaya ilan etti.Anastasiadis, daha Rumlar AB’ye girmeden önce ne diyordu? “Kıbrıs-AB birleşmesini başarmak suretiyle, aynı zamanda Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesini de başarmış olacağız.” Yani, dolaylı ENOSİS…

Tam bir yıl süreyle müzakere masasından kaçan Anastasiadis, AB, ABD ve BM’nin başını çektiği uluslararası toplumun yoğun baskıları neticesinde KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile masaya oturmayı kabul etmişti. KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile birlikte 11 Şubat 2014 tarihinde bir “Ortak Açıklama”ya imza atan Rum Lider Anastasiadis, kısa bir süre sonra bu imzasını da inkâr etmişti. Yapılacak çözüm müzakerelerinin genel çerçevesini belirleyen ve Kıbrıslı Türklerle eşit statüde olacakları, iki toplumlu, iki kesimli federal bir ortak devleti öngören bu Mutabakat Zaptı, daha sonra Anastasiadis’in başına bela olmuştur.

Öyle ki 11 Şubat 2014’te attığı imzadan pişmanlık duyan Anastasiadis, 25 Temmuz 2014 tarihli “Liderler Görüşmesi”nde diplomatik bir skandala da imza atmıştır. Müzakere masasında kontrolünü kaybederek “Bugüne kadar kabul edilenler beni ilgilendirmez, sadece benim kabul edeceğim konular görüşülmeli, benim istediğim olacak.” diye bağırmış; gözlüğünü fırlatmış; sigara yakmış; masayı yumruklamış ve heyetini masada bırakıp gitmiştir. Böylece, daha önce Talat-Hristofyas ikilisinin anlaşmaya vardıkları konuları “yok saydığını” itiraf eden Rum Lider, içine düştüğü derin çelişkiyi de herkese göstermiş oldu. Zira 11 Şubat 2014’te KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile birlikte altına imza atıp tüm dünyaya ilan ettikleri ortak çözüm çerçevesinin, aynı zamanda Mehmet Ali Talat ile Dimitris Hristofyas’ın uzlaşmaya vardığı konular olduğunu çok iyi bilmekteydi.

25 Temmuz 2014 tarihinde yumrukladığı müzakere masasını terk edeceğinin ilk sinyalini de vermiş olan Anastasiadis, çok geçmeden, 9 Ekim 2014’te yapılması planlanan görüşmeden bir gün önce, yeni AB Komisyonu Başkanı Juncker’i de arkasına alarak ve Kıbrıs’ın sözde Münhasır Ekonomik Bölgesine Türkiye’nin savaş gemileri göndermesinibahane ederek barış görüşmelerine katılmayacağını açıklamıştır. Bu tarih itibarıylamasadan kaçan Anastasiadis’in geri dönmesi ise tam sekiz ay sürmüş ve nihayet Mayıs 2015’te KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ile görüşme masasına oturabilmiştir.

Ne var ki bu müzakereler de fazla sürmemiştir. Nitekim Rum lider,kısa bir süre sonra İstanbul’da yeni bir siyasi krize kapı aralamıştır. Rum Lider, KKTC Cumhurbaşkanı ile hem de İstanbul’da aynı masada yemek yemeyi kendine yedirememiş ve apar topar İstanbul’u terk etmiştir. Ardından da birkaç gün sonra Ada’da yapılacak olan ve önceden planlanmış bulunan Liderler buluşmasına katılmayacağını tek taraflı olarak açıklamıştır.

Nihayet, 16.02.2017 tarihinde Kıbrıs’ta yapılan görüşmelerde, Rum Lider bir kez daha masadan kaçmış v e ani bir tavırla kapıyı çarpıp gitmiştir. 2017 Haziran ayı sonlarında, İsviçre’nin Crans Montana kasabasında yaklaşık bir hafta devam eden Beşli Kıbrıs Konferansı da yine Anastasiadis’in uzlaşmaz tutumu nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanmıştı. O tarihten bu yana Kıbrıs’ta çözüm müzakereleri askıya alınmış olupmüzakere sürecinin akıbeti meçhul görünmektedir.

Esasen Anastasiadis, yol açtığı tüm bu diplomatik krizlerle iç politikaya yönelik mesajlar vermiştir. Zira geçtiğimiz günlerde Güney’de Başkanlık seçimleri yapılmış ve Anastasiadis ikincikez seçimleri kazanmıştır. Bütün Rum Liderler, seçim öncesinde mütemadiyen aynı tavrı sergilemektedirler. Yani, Kıbrıslı Türklerle eşit statüde olacakları bir çözümü reddetmek, müzakere masasını sudan bahanelerle terk etmek, Türk tarafını uzlaşmazlıkla suçlamak, Ada’nın güya tek meşru hükûmetiymiş gibi davranmak, Türkiye’nin AB katılım sürecini bir koz olarak kullanmaya çalışmak, Türkiye’yi uluslararası platformlarda köşeye sıkıştırmak gibi klasik Rum taktiklerine başvurmuşlardır.

Oysa Akıncı ve Anastasiadis, 2016’yı “çözüm yılı” olarak ilan etmişlerdi. Olmadı, 2017’ye kaldı. Maalesef, 2017 yılında da herhangi bir çözüm mümkün olamamıştır. Peki, bu şartlarda veya bu bakış açısıyla çözüm mümkün müdür? Elbette Hayır. Anastasiadis, seçim bahanesiyle masadan kaçmış ve müzakere süreci yaklaşık bir yıl durmuştur. Zaten, Rumların tuzu kurudur. Çözüm için niye acele etsinler ki? Onlar, uluslararası camianın Kıbrıs’ta tanıdığı tek meşru hükûmettir. GKRY AB üyesidir. Buna karşın KKTC, AB üyesi değildir ve Kıbrıs Türk halkı, izolasyonlar altında ezilmekte ve dünyadan âdeta tecrit edilmektedir. İşte bu yüzden Kıbrıslı Türkler çözüm için ne kadar acele ederse Rumlar da o derece oyalama taktiklerine başvuracaklardır.

Önümüzdeki günlerde Ada’da,toplumlararası uzlaşmaya yönelik müzakere masası yeniden kurulacaktır. Rumlar ise uluslararası kamuoyunun baskılarına dayanamayacak, biraz nazlanacak, birkaç kabulü imkânsız ön şart ileri sürecek ama nihayet masaya oturmak zorunda kalacaktır.

Kuşkusuz Kıbrıs Türk tarafı olarak müzakere masasında olmalıyız. Kaldı ki Ada’da gerçekten çözüm isteyen taraf Türk tarafıdır. Ancak masada kalmak uğruna da Kıbrıs Rum tarafının haksız ve insafsız isteklerine boyun eğilemez. Evet, Rum tarafının çözüme ihtiyacı yoktur. Onlar sadece zamana oynamaktadırlar. Çözümsüzlüğü körükleyip suçu Türk tarafına yüklemek gibi klasik bir Rum/Yunan taktiği vardır. Bu noktada çok dikkatli olunması gerekmektedir. Rum tarafının çözümden anladığı şey, Kıbrıslı Türklerin azınlık olduğu, Rum egemenliğindeki bir Kıbrıs Devleti’dir. Bu senaryonun bir sonraki aşaması ise Ada’nın Yunanistan’a ilhakı yani “enosis”tir. Rum/Yunan tarafı, bunun dışında hiçbir çözüme “Evet.” demeyecektir. Hep zamana oynayacak ve Türkleri de suçlu ilan edeceklerdir.

Netice itibarıyla Kıbrıs’ta 2. Anastasiadis Dönemi, Kıbrıs Türk tarafı açısından bir öncekinden daha zor ve yıpratıcı olacaktır. Rum Liderin göreve gelir gelmez işgalden bahsetmesi ise bundan sonraki süreçte Rumların tavrının ne kadar olumsuz olacağını göstermektedir. Bu, aynı zamanda eski Rum Lider Hristofyas’ın “Biz sessiz ve özlü çalışırız.” şeklinde özetlediği ikiyüzlü Rum/Yunan politikasında hiçbir değişiklik olmadığının da açık bir göstergesidir. Zira Rumların anlaşmaya niyetleri yoktur. Onlar Ada’da tek taraflı bir çözümün arayışı içerisindedirler. Yani, Kıbrıs Rum tarafının çözüm parametreleri değişmeyeceği için, Kıbrıs’ta yakın zamanda bir çözüm mümkün görünmemektedir. Bu nedenle, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, Türkiye’nin kırmızıçizgilerine yönelik muhtemel Rum/Yunan saldırılarını bertaraf ederekmuhatabının psikolojisini doğru okumalıdır. Nihayet, ihtiyatlı bir iyimserlikten öte çok dikkatli bir şekilde müzakere yürütülerek Rum/Yunan tarafının siyasi/diplomatik manevralarına misliyle karşılık verilmelidir.

Zeytin Dalı Harekâtı ile Afrin’de destan yazan Türk Silahlı Kuvvetleri, gerektiğinde, garantör ülke sıfatıylayeni bir Kıbrıs Barış Harekâtı’nı da gerçekleştirme kudretine sahiptir. Türkiye, aynı anda hem Suriye’de hem Kıbrıs’ta ve hem de Ege’de harekât yapabilecek güce ve tecrübeye sahip bir ülkedir. Tüm dünya ve özellikle de Rum/Yunan tarafı iyi bilmelidir ki Türk Milleti için Afrin ne ise Kıbrıs ve Egede odur.

Ayrıca, Türkiye’nin Kıbrıs’ta “enosis”e asla müsaade etmeyeceğinin de bilinmesi gerekir. Türkmilleti, savaşarak kazandığı bu vatan topraklarının bir karışını bile Rumlara vermeyecektir. Şehitlerin kanıyla sulanmış bu vatan toprakları masada kaybedilemez. Ne var ki Kıbrıs meselesinin sonsuza dek masada kalması da mümkün değildir. Bundan dolayı makul bir süre içerisinde, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde-ki gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir- mevcut statünün devamını, yani KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınmasını sağlamanın en doğru yol olacağını da tüm tarafların dikkatine sunmak isteriz.

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/guney-kibris-ta-2-anastasiadis-donemi-8550

 

Share This:

Vefatının 6. Sene-i Devriyesinde Rauf Denktaş

15.01.2018

Millî Kahraman, Baş Mücahit, KKTC’nin 1. Cumhurbaşkanı, Devlet Kurucusu ve Kıbrıs Millî Davasının yılmaz savunucusu Merhum Rauf Denktaş’ı 6. ölüm yıldönümünde rahmetle anıyoruz. Ömrünü Kıbrıs Türklüğünün bağımsızlık mücadelesine adayan bu millî kahraman, daima Anavatan Türkiye’ye bağlı kalmış, halkı için verdiği mücadelede Türkiye’nin ve Türk milletinin menfaatlerine halel gelmemesi için azami gayret sarf etmiştir. “Türkiye olmadan cennete bile girmem.” sözleriyle, Anavatan’a bağlılığını ifade eden Denktaş, İngiliz Koloni İdaresi altında yaşayan Kıbrıs Türk Toplumunu, kendi Devlet çatısı altında, kendi ülke topraklarında egemenliğini kullanan, bağımsız Kıbrıs Türk Halkına dönüştürmüştür.

Ömrünü Kıbrıs Davasına feda eden Rauf Denktaş, Dr. Fazıl Küçük’ün yanında mücadele vermek üzere Savcılık görevinden istifa etmesinin ardından 1957 yılında Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Başkanlığına seçilmiş ve aynı yıl, Rumların terör saldırılarına karşı Kıbrıs Türk Halkını savunmak üzere Türk Mukavemet Teşkilatının kurulmasına katkı sağlamış, 1959 Zürih ve Londra Anlaşmaları’nın hazırlanmasında önemli rol oynamış, 1964 yılında Makarios tarafından “Ada’da İstenmeyen Adam” ilan edilerek Kıbrıs’a girişi yasaklanmış, 1967 yılında Rum Yönetimi tarafından tutuklanarak hapse atılmış, 1968 yılında Glafkos Klerides’le birlikte ilk toplumlararası görüşmeleri başlatmış, 1970 yılında Kıbrıs Türk Cemaat lideri seçilmiş, 1975 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kuruluşunu ilan etmiş ve ilk Devlet Başkanı seçilmiş, 1977’de Makarios’la Doruk Anlaşması’na imza atmış, 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilan etmiş ve ilk Cumhurbaşkanı seçilmiş, 1980’li yıllarda BMGS Perez De Cuellar, 1990’lı yıllarda BMGS Butros Gali ve 2000’li yılların başlarında BMGS Kofi Annan aracılığında yapılan zorlu çözüm müzakerelerine katılmış ve nihayet 4 dönemdir yürüttüğü KKTC Cumhurbaşkanlığı görevini, 2005 yılında yapılan seçimlere katılmayarak Mehmet Ali Talat’a devretmiştir.

Kıbrıs Davasıyla ilgili onlarca kitabı yayımlanan Rauf Denktaş, hayatı boyunca Kıbrıs Türk Halkının uluslararası toplumda onurlu ve saygın bir yer edinmesi için mücadele vermiştir. Anavatan Türkiye ile ilişkilerini büyük bir incelikle ve dengeli bir üslupla yürütmüş, Kıbrıs Türk Halkının hızla demokrasiye geçişini sağlamış, uluslararası toplumda büyük bir saygınlık kazanmış ve hayatının sonuna kadar uyarma, aydınlatma ve yol gösterme görevini yerine getirmiştir. Nihayet kurucusu olduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni Kıbrıs Türk Halkına emanet etmiştir.

Kuşkusuz, Kıbrıslı Türklerin, koloniden bağımsız devlete ulaşması kolay olmamıştır. Kıbrıs Türk Halkının bu bağımsızlık mücadelesinde büyük acılar çekilmiş; Rumların acımasız saldırılarından, uluslararası toplumun çifte standartlı tutumlarına kadar geniş bir yelpazede mücadele verilmiştir. Bu mücadelede, Türk Milleti her zaman Kıbrıs Türk Halkının yanında olmuş, zaman zaman Türkiye’nin müdahale girişimleriyle Rum katliamlarının önüne geçilmiş ve nihayet 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile Ada’da kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmıştır. İşte bu zorlu mücadele yıllarında Kıbrıslı Türklere Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş gibi önderler yol göstermiştir. Bu noktada, Merhum Rauf Denktaş’ın ömrünü adadığı, Kıbrıs Türk Halkının bağımsızlık mücadelesinden kısaca bahsetmekte yarar bulunmaktadır:

Esasen, Kıbrıslı Türklerin mücadelesi bir varlık-yokluk yani ölüm-kalım mücadelesi idi. 1963-1974 yılları arasında, Rumların acımasızca yürüttüğü, Türkleri Ada’dan kovma ve etkisiz hâle getirme şeklinde özetleyebileceğimiz tedhiş politikası sonucunda, Kıbrıslı Türkler, Ada’nın %3’ü kadarlık bir kısmına sıkıştırılmış ve âdeta yok olma noktasına getirilmişti.

Rum mezalimi altında büyük acılar çeken, birlikte barış içinde yaşama arzularını müteaddit defalar ortaya koymalarına rağmen, komşuları Rumlardan olumlu karşılık bulamayan ve üstelik uluslararası toplumdan tecrit edilerek yaşam alanları daraltılan Kıbrıslı Türklerin yalnızlığı ve uğradıkları haksız muameleler, Kıbrıslı Türklerin kolektif hafızasına, âdeta kazınmıştır. Ada’yı tümüyle Helenleştirmek için, İslamiyet’e imanla, Türk diline, gelenek ve göreneklerine ise inatla bağlı olan Kıbrıs Türk Toplumunu ortadan kaldırmak gerektiğine inanan “enosis” hayalperestlerinin acımasız terör saldırıları karşısında milli bilinci gelişen Kıbrıs Türkleri, Türkiye’nin de soydaşlarına sahip çıkmasıyla kültürel, sosyal ve siyasal kimliklerini muhafaza etmek anlamında ciddi bir direnç noktası yakalamışlardır. Kıbrıslı Türkler, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ile nihayet, 82 yıl süren İngiliz sömürge yönetiminden kurtulmuşlar ve Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi altında, Rumlarla ortak bir devlet çatısı altında, egemenliklerini kullanmaya başlamışlardı.

Fakat çok geçmeden Kıbrıslı Türkler, ortak devlet mekanizmasından kovulmakla kalmamışlar; uğradıkları katliamlar ve sürgünlerle, yüzyıllar boyunca birlikte yaşadıkları Rumlar tarafından âdeta sırtlarından bıçaklanmışlardır. Yunanistan tarafından desteklenen Rum Millî Muhafız Ordusu ve EOKA-B terör örgütünün öncülüğünde gerçekleştirilen 1963–1964 katliamları, 1967 buhranı ve 1974 Rum terör saldırıları karşısında savunmasız Kıbrıslı Türkler, çocuk, kadın denmeden acımasızca öldürülmüş; evlerinden ve köylerinden sürülmüş ve bir toplumun hafızasına, asla unutulmayacak kötü izler bırakılmıştır. Rumların komşuları olan Türklere yaşattıkları bu acı olaylar, Kıbrıs’ta iki toplumun artık bir arada yaşama ihtimalini tamamen ortadan kaldırmış ve 1974 yılına gelindiğinde bu gerçeğe dayalı olarak, Kıbrıslı Türkler de kendi siyasal örgütlenmelerini önemli ölçüde tamamlamışlardı.

Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta “enosis”i gerçekleştirme ve kuşatma altına aldıkları Kıbrıslı Türkleri yok etme aşamasına geldikleri bir sırada, Türkiye’nin, Garanti Anlaşması’ndan kaynaklanan yetkisini kullanarak düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk Toplumunu, âdeta uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Kıbrıs Türk Toplumunu korumak ve Ada’da anayasa düzenini yeniden sağlamak amacıyla gerçekleştirilen Barış Harekâtı, aynı zamanda darbeci Sampson Hükûmeti’ni ve onun destekçisi Yunan Cuntası’nı devirmiş, böylece Yunanistan halkına da demokrasiyi hediye etmiştir. Zaten Rumların zorlamalarıyla birbirinden Kuzey ve Güney olarak fiilen ayrılmış bulunan her iki toplum, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ardından doğal olarak sınırlarını da belirginleştirmişlerdir. Kıbrıslı Türkler, zaten yoğun olarak yaşadıkları kuzey bölgelerinde, Türkiye’nin de garantörlüğü ve desteğiyle huzurlu ve güvenli bir ortamda yaşamaya başlamışlardır. Ada’nın fiilen ikiye bölünmesinin asıl nedeninin, esasen 1974 Barış Harekâtı değil, Rumların Türklere karşı uyguladıkları katliamlar ve sürgün politikaları olduğunu da burada belirtmemizde yarar bulunmaktadır.

Netice olarak, Rumların, savunmasız Kıbrıslı Türkleri evlerine ve köylerine aylarca hapsedip onlara katliam uyguladıklarında ve nihayet evlerinden, topraklarından göçe zorlandıklarında, soydaşlarının imdadına Türkiye yetişmiştir. Kıbrıs Türk Halkının Lideri Rauf Denktaş, Anavatan Türkiye’nin bu fedakâr tutumunu her zaman takdir etmiş; Türk askerinin Ada’ya yerleşmesi ve ilelebet burada kalması için de her türlü çabayı sarf etmiştir. Kıbrıslı Türklerin kendi egemenlikleri altında, barış ve huzur içinde yaşayabilmelerinin tek güvencesinin Türkiye olduğuna inanan ve bunu her fırsatta dile getiren Denktaş, vefatının ardından kendi eseri olan KKTC’yi de yine Türkiye’ye, Türk milletine emanet etmiştir. Evet, Türk milleti, uğruna şehitler verdiği bu emaneti ilelebet muhafaza edecektir.

Bu vesileyle, Kıbrıs meselesinin millî bir davaya dönüşmesinde çok önemli katkıları olan büyük lider Dr. Fazıl Küçük ile örgütlenmenin ilk aşaması olan Federasyon’un ilk Başkanı Faiz Kaymak’ı da rahmetle anıyoruz.

KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, 2003 yılında, Kıbrıs Şehitliği’nde yaptığı bir konuşmada, Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisinin kaldırılması hâlinde yaşanacakları şöyle özetlemektedir: “… Anadolu dağlarına bakarak ağlayacağız, şehitlerimizi yine gizli gizli gömeceğiz. Kaçacak yer arayacağız, ama bulamayacağız.” Denktaş, sadece Kıbrıslı Türklerin değil, tüm Türk dünyasının kahramanı idi. Allah rahmet eylesin…

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/vefatinin-6-sene-i-devriyesinde-rauf-denktas-8478

 

Share This:

Crans Montana’da Kıbrıs Şovu

Nejat ÇOĞAL

07.07.2017

Şu günlerde, İsviçre’nin Crans Montana kasabasında, Kıbrıs’ın kaderi üzerinde çok yoğun görüşmeler devam etmektedir. Kasım 2016’da İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasında, Ocak 2017’de Yine İsviçre’nin Cenevre kentinde Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum taraflarıyla BM, AB ve Garantör Ülkeler bir araya gelmiş, her ikisinde de Yunan/Rum tarafının masadan kaçması nedeniyle Kıbrıs müzakereleri sonuçsuz kalmıştı. Şimdi ise taraflar İsviçre’nin Crans Montana kasabasında yeni bir Konferans icra ediyorlar. 50 yıldır devam eden ve bir türlü sonuçlanamayan Kıbrıs müzakerelerinin, İsviçre’nin turizm sektörüne katkı sağlamaktan öte bir yararının olmadığını üzülerek gözlemlemekteyiz.

Biz tarafları daha önce defalarca yazılarımız aracılığıyla uyarmaya çalıştık. Mont Pelerin, Cenevre, Crans Montana veya Lefkoşa bahane. Olanların tek açıklaması var: Kıbrıs’ta tarih tekerrür ediyor. Yani bize aynı filmi tekrar tekrar izletiyorlar. Zira, Kıbrıs Rum tarafının Kıbrıs’ta çözüme ihtiyacı yoktur. Kıbrıs Rum tarafının çözümü ile Kıbrıs Türk tarafının çözümü birbirinden tamamen farklıdır. En azından, son 400 yıl içinde Ada’da kendiliğinden vuku bulmuş temel gerçekler vardır. Kıbrıs’ın 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarından kaynaklanan uluslararası bir statüsü vardır. Mesela, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları vardır. BM’in temel parametreleri vardır. Bu ve benzeri gerçekler temelinde varılacak bir anlaşma ancak Ada’da adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm olabilir. Kıbrıs Türk tarafının çözüm anlayışı da işte tam bu gerçeklere dayanmaktadır. Kıbrıs Rum tarafı, müzakerelerde Ada’nın bu gerçeklerini görmezden gelerek, üstelik de Kıbrıs Türk tarafının kırmızı çizgilerini ihlal eden, kabulü imkânsız önerilerle masaya gelmesi, Klasik Rum/Yunan siyasetinin tabii karakteridir.

Bu noktada şu önemli hususu da tüm taraflara ve özellikle de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’e hatırlatmak isteriz. Kıbrıs sorununa çözüm görüşmelerinde ortak kabul görmüş birtakım temel parametreler vardır. Bunlardan bir tanesi de “BM’in Kıbrıs görüşmelerinde sadece iyi niyet misyonu olduğudur. Yani, tarafların uzlaşmasını sağlayacak ortamın hazırlanması ve görüşmelerin önünün açılması yönünde gayret sarf etmek. Görüşmelere hakemlik yapmak…” BM Genel Sekreteri bir Kıbrıs Özel Temsilcisi vasıtasıyla bu misyonunu yerine getirir, gerektiğinde de bizzat Liderlerle görüşmek suretiyle arabuluculuk görevini ifa eder. Müzakere masasına sorunun esasına dair öneri getiremez. Müzakerelere çerçeve çizemez. Tarafların iradelerini etkileyecek müdahalelerde bulunamaz. Ne var ki Guterres bu kuralı ihlal etmiş ve Rum tezlerine yakın bir müzakere çerçevesini taraflara önermiştir. Bu kabul edilebilir bir durum olmadığı gibi 50 yıllık Kıbrıs görüşmelerinin tabiatına da aykırıdır.

Nitekim, Kıbrıs Rum tarafı bu kural ihlalini kendi lehinde kullanma fırsatını kaçırmamış ve Kıbrıs Türk tarafını bu vesileyle köşeye sıkıştırma gayretleri içine girmiştir. Mesela, iki gün önce, Crans Montana’da, Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Nikos Anastasiadis’in, “Tüm tarafların Genel Sekreter’in çizdiği çerçeve dâhilinde öneriler getirmesini umuyorum ki tekrar umut ışığı doğsun” şeklinde bir açıklama yaparak Türk tarafını suçlaması büyük tepkiyle karşılanmıştır. Rum Liderin bu sözlerinin, “Türkiye hizaya gelsin” şeklinde tercüme edilmesi üzerine tansiyon iyice artmış ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Rum liderin sözlerini “küstahça” bularak, “Başlangıçta çerçevenin tamamen dışında olup uyarılarla hizaya gelenlerin ‘Türkiye hizaya gelsin’ demeleri saygısızlıktır. Bu söylemleri reddediyoruz” diyerek, Türkiye’nin tepkisini dile getirmiştir.

 

Crans Montana’da dikkat çeken bir husus daha vardır: Bugüne kadar BM’in hakemliğini ve takvimlendirmesini kabul etmeyen Kıbrıs Rum tarafının, bu defa BM Genel Sekreteri Guterres’in müzakere çerçevesine dört elle sarılmış olması manidardır. Dikkat edilmesi gereken bir husustur.

Şimdi, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in taraflara sunduğu ve Rum tezlerine yakın bulunan müzakere çerçevesine kabaca bir göz atalım; Bilindiği gibi, Crans Montana’da devam etmekte olan Kıbrıs Konferansında, müzakereler, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in taraflara sunduğu müzakere çerçevesinde devam etmektedir. Buna göre, yeni bir güvenlik rejimi olacakmış, tek yanlı müdahale hakkı ve Garanti Antlaşması sonlandırılacakmış, harita yeniden düzenlenecekmiş, mülkiyette iki ayrı rejim olacakmış, daimi ikamette, Türk vatandaşları için eşitlikçi/adilane bir kota olacakmış, dönüşümlü başkanlık da dâhil, güç paylaşımı Kıbrıslı Türklerin talepleri doğrultusunda tartışılacakmış…

Ada’nın gerçeklerinden uzak, Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye sokan, uluslararası hukuka aykırı bu müzakere çerçevesi her ne kadar Rumlar tarafından kabul edilmiş gibi görünse de Kıbrıs Türk tarafı açısından birçok tehlikeyi beraberinde getirmektedir. Buna verilecek cevap esasen bellidir: Türkiye’nin Ada üzerindeki etkin ve fiili garantörlüğü, Kıbrıs Türk Barış kuvvetlerinin Ada’daki varlığı ile Kıbrıs Türk Halkının siyasi eşitliği Türkiye’nin kırmızı çizgileridir. Müzakere dâhi edilemez. Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk Halkının uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan bu hak ve yetkilerinden vazgeçmesini beklemek nafile çabadır.

Kuşkusuz, Kıbrıs Türk tarafı olarak müzakere masasında olmalıyız. Kaldı ki Ada’da gerçekten çözüm isteyen taraf Türk tarafıdır. Ancak masada kalmak uğruna da Kıbrıs Rum tarafının haksız ve insafsız isteklerine boyun eğilemez. Evet, Rum tarafının çözüme ihtiyacı yoktur. Onlar sadece zamana oynamaktadırlar. Çözümsüzlüğü körükleyip, suçu Türk tarafına yüklemek gibi klasik bir Rum/Yunan taktiği vardır. Bu noktada çok dikkatli olunması gerekmektedir. Rum tarafının çözümden anladığı şey, Kıbrıslı Türklerin azınlık olduğu, Rum egemenliğindeki bir Kıbrıs Devletidir. Bu senaryonun bir sonraki aşaması ise Ada’nın Yunanistan’a ilhakı yani enosis’dir. Rum/Yunan tarafı bunun dışında hiçbir çözüme evet demeyecektir. Hep zamana oynayacak ve Türkleri de suçlu ilan edeceklerdir. İşte bu tuzağa düşülmemesi için müzakere masasında çok dikkatli olunmalı, Rum/Yunan tarafının siyasi/diplomatik manevralarına misliyle karşılık verilmelidir. Sözü fazla uzatmadan, Crans Montana’da halen müzakere yürüten tüm taraflara uyarılarımızı bir kez daha hatırlatmakta fayda görmekteyiz:

Öncelikle tüm tarafların Kıbrıs’ta çözülmeye çalışılan probleme doğru teşhis koymaları gerekmektedir. Kıbrıs’ta problem; Zürih ve Londra Anlaşmaları ile tesis edilen 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti Devletinin 1963 yılında Rumlar tarafından yıkılması ve Kıbrıslı Türklerin bu devlet mekanizmasından tamamen dışlanarak, tedhiş ve katliamlara maruz bırakılmasıdır. Kıbrıs’ta problem, GKRY’nin, uluslararası camia tarafından Ada’nın tek meşru hükümeti olarak kabul ediliyor olmasıdır. Yine Kıbrıs’ta problem, Rumların haksız bir şekilde AB üyesi yapılmış olmasıdır. Kıbrıs’ta bir diğer problem, Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini tanımaması ve Kıbrıs Türk Halkını azınlık olarak görmesidir. Nihayet Kıbrıs’ta Problem, Rum/Yunan tarafının 1960’ta tesis edilen garanti sistemini inkâr etmesidir.

Ayrıca, Kıbrıs’ta taraflar nasıl bir çözüm istemektedirler? Tarafların buradaki farklılığı gidermek için de çaba göstermesi gerekmektedir. Kıbrıs’ta taraflar, birbirinden tamamen farklı çözümler istemektedirler. Kuşkusuz bu farklılık, tarafların probleme farklı teşhisler koymalarından kaynaklanmaktadır. Türkiye ve Kıbrıs Türk Halkının meseleye bakışı ve çözüm parametreleri oldukça basittir ve BM ile aynı doğrultudadır. Buna göre, Kıbrıs’ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi devam edecektir”.

Rumların çözüm beklentileri ise Türk Tarafından tamamen farklıdır. Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs Türk Halkını azınlık olarak görmek istemektedirler. Kıbrıs Rum tarafı çözümü, yeni bir ortaklıkta değil, Rumların egemenliğindeki sözde Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında aramaktadır. GKRY eski Lideri Hristofyas ” Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet haline dönüşecek olan Kıbrıs cumhuriyetidir demiştir. Yine, Eski Rum Liderlerden Papadopulos “Ben halkımdan bir Devlet teslim aldım. Onu topluma dönüştüremem” demiştir. Ayrıca, Rumlara göre Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlükten kalkacak, Ada’daki Türk Askeri geri çekilecek, on binlerce yerleşik Türkiye’ye dönecektir.

Diğer taraftan, Rum Lider Anastasiadis’in, KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile birlikte imza altına aldıkları 11 Şubat 2014 tarihli  Ortak Açıklamayı da tüm tarafların dikkate almasında fayda vardır. Ortak Açıklamanın temel unsurları şöyledir:

– Müzakereler, ‘her konuda uzlaşı sağlanmadan hiçbir konuda uzlaşılmış sayılmayacağı’ prensibine dayalı olacaktır.

– Kıbrıs’ta varılacak çözüm, iki toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı bir federasyon şeklinde olacaktır.

– Birleşik Kıbrıs, AB’ye ve BM’ye üye, tek uluslararası kimliği, tek vatandaşlığı ve tek egemenliği bulunan bir devlet olacaktır.

– Egemenlik Türk ve Rum halklarından kaynaklanacak, Birleşik Kıbrıs vatandaşları, aynı zamanda Türk ve Rum kurucu devletlerin de vatandaşı olacaktır.

– Ortak Devletin nitelikleri, iki eşit kurucu devletin oluşturduğu anayasada yer alacaktır. İki bölgeli, iki toplumlu AB normlarına uygun federal yapı tüm Ada’da geçerli olacak ve bu yapı hiçbir şekilde değiştirilemeyecek biçimde korunacaktır.

– Kurucu devletler, kendi bölgelerinde kendi yetkilerini federal devletten bağımsız olarak kullanacak, taraflardan hiçbiri diğerine tahakküm edemeyecektir.

İlaveten, Avrupa Birliği’nin Kıbrıs müzakerelerinde taraf haline getirilmesinin de çok yanlış ve tehlikeli bir gelişme olduğunu da burada belirtmek isteriz. AB Kıbrıs meselesinde taraf değildir. Bu, Rum/Yunan tarafının senaryosu ve iddiasıdır. Bilindiği gibi, Rum/Yunan tarafı 1990’lı yılların başlarında yürürlüğe soktuğu, “Kıbrıs meselesini AB platformuna taşıyarak, bu kanaldan Rumlar lehine bir çözüme ulaşma” planı/senaryosu sayesinde nihayet 2004 yılında Kıbrıs Rum Kesimi tek yanlı olarak AB üyesi yapılmıştır. Bu tarihten itibaren Kıbrıs sorunu, içinden çıkılmaz bir mesele haline gelmiştir. Ne var ki 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarına ve dolayısıyla uluslararası hukuka aykırı olan bu üyelik Türkiye tarafından tanınmamakta ve yok sayılmaktadır. Buna ragmen, GKRY’nin tam üyeliğinin gerçekleştirildiği 1 Mayıs 2004 tarihinden bu yana Brüksel, “GKRY’nin AB üyesi olduğundan bahisle meselede taraf olduğunu ve Ada üzerinde AB’nin garantörlüğünün yeterli olacağını” iddia etmektedir. Kuşkusuz, Rum/Yunan tarafı da bu iddianın en büyük savunucularıdır. Fakat biz de onlara şu cevabı veriyoruz/vermeliyiz: “GKRY’nin AB üyeliği uluslararası hukuka aykırıdır. Hukuka aykırı bir işlem, tüm sonuçlarıyla birlikte hükümsüzdür. Halen, 1959 Londra ve Zürih Anlaşmaları ile buna dayanan 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlüktedir ve Kıbrıs’ın statüsü bu anlaşmalar çerçevesinde belirlenmiştir…” 

 

Bu noktada, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın müzakerelerde dikkat etmesi gereken hususları da bir kez daha hatırlatmakta yarar bulunmaktadır:

 

– Kıbrıs Türk halkının yakın geçmişte yaşadığı acı olayları daima hatırda tutmalıdır.

– Ada’daki kalıcı barış ve huzur ortamının yegâne teminatı Türkiye’dir.

– Ana Vatansız bir KKTC’nin var olması mümkün değildir.

– Kıbrıs üzerindeki Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisi, Ada’daki Türk askerî varlığı, iki kesimlilik ve Kıbrıs Türk halkının kurucu eşit ortaklığı, kırmızı çizgilerimizdir. Müzakere dahi edilemez.

– KKTC’deki yerleşiklerin temel hak ve özgürlükleri kısıtlanamaz.

– Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs Türklerinin meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulması mümkün değildir.

– Sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmamıştır, olmayacaktır. Rumların muhtemel ayak oyunlarına karşı çok dikkatli olunmalıdır.

– Enosis hayali çöpe atılmamıştır, atılmayacaktır.

– Anastasiadis’in bir Klerides veya Hristofyas’tan hiçbir farkı yoktur.

– Kısaca, artık ihtiyatlı bir iyimserlikten öte çok dikkatli bir şekilde müzakere yürütülmesi gerekmektedir.

Nihayet, adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün temel taşlarını oluşturacak, Ada’da var olan gerçekleri, bir diğer deyişle Kıbrıs’ta Çözümün Şifrelerini Crans Montana’da müzakere yürüten tüm tarafların dikkatine sunmak isteriz:

Kıbrıslı liderlerin, gerek kendi toplumlarını ve gerekse uluslararası kamuoyunu oyalamaktan vazgeçip, öngörülebilir çözümler üzerinde çalışmaları daha uygun olacağını daha önce müteaddit defalar söyledik.  Biz Türk tarafı olarak, Kıbrıs’ta çözümün “Ada’daki gerçekler” temelinde olması gerektiğini savunmaktayız. Peki nedir bu gerçekler?

– 1960 Garanti ve ittifak Anlaşmaları halen yürürlüktedir. Dolayısıyla Türkiye’nin Ada üzerinde, uluslararası hukuktan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisi devam etmektedir. Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlük yetkisi devredilemez ve kaldırılamaz.

– Ada’da dini, dili ve kültürü tamamen birbirinden farklı iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen devlet vardır.

– 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963 yılında ortaklık statüsünü kaybetmiş ve bu tarihten itibaren sadece Rumları temsil eden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi haline dönüşmüştür.

– Kıbrıslı Türkler, Adanın Kuzey kesiminde, kendi ülke sınırları içerisinde, bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)eliyle egemenliklerini kullanmaktadırlar.

– Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta enosis’i gerçekleştirme ve kuşatma altına aldıkları Kıbrıslı Türkleri yok etme aşamasına geldikleri bir sırada, Türkiye’nin, Garanti Anlaşmasından kaynaklanan yetkisini kullanarak 1974 Temmuz’unda düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk Toplumunu, adeta uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Bu bakımdan Türkiye, kesinlikle Ada’da ‘işgalci’ konumunda olmayıp, barış ve huzurun güvencesi olarak Ada’daki varlığını sürdürmektedir.

– Adanın fiilen ikiye bölünmesinin asıl nedeni, esasen 1974 Barış Harekâtı değil, Rumların Türklere karşı uyguladıkları katliamlar ve sürgün politikalarıdır.

– Osmanlı Devleti’nin bakiyesi konumundaki diğer tüm Müslüman-Türk Topluluklarında olduğu gibi, Kıbrıs Türk Toplumu üzerinde de Türkiye’nin tarihi ve kültürel sorumlulukları bulunmaktadır. Ayrıca, Ada Türkiye’nin stratejik çıkarları açısından vazgeçilmez bir öneme sahiptir.

– Kıbrıs Türk Tarafı daima çözümden yana tavır takınmış, Ada’da, tamamen eşit iki toplumlu, iki kesimli bir Federasyon kurulması yönündeki BM çabalarını desteklemiş, fakat Rumlar her defasında bu çözüm formüllerini reddeden taraf olmuştur.

– Kıbrıslı Türkler, 24 Nisan 2004 tarihinde Annan Planı’na “evet” demesine rağmen, Kıbrıslı Rumların tek taraflı olarak, güya tüm Ada’yı temsilen AB üyesi yapılması, sadece çözümsüzlüğün daha da derinleşmesine katkıda bulunmuştur. AB’nin bu tavrı Garanti ve İttifak Anlaşmalarına da aykırılık teşkil etmiştir. Kıbrıs Türk Halkına AB tarafından verilen sözler tutulmamış, vaat edilen mali yardımlar yapılmamış, Doğrudan Ticaret Tüzüğü uygulanmamış ve Kıbrıslı Türkler üzerindeki yıkıcı izolasyonlar devam ettirilmiştir.

– Rumların, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık”, “tek uluslar arası kişilik” gibi kavramlara, Rum egemenliğine dayanan anlamlar yüklediğini dikkate almak gerekmektedir.

– AB’nin KKTC’yi, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin etkin kontrolü altında bulunmayan bölgeler’ olarak nitelemesi ve tüm izolasyonlara rağmen Kıbrıslı Türkleri de AB vatandaşı olarak görmesi doğru değildir. KKTC ve Türkiye’nin, Kıbrıslı Türklerin dünya siyasi arenasında onurlu ve saygın bir yer edinmelerinin yegâne güvencesi olduğu gerçeğinin göz ardı edilmemesi bilhassa önem arz etmektedir.

– Kıbrıs’ta çözüm, BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Ayrıca, Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğü devam edecektir.

– Kıbrıslı Liderler tarafından ulaşılacak bir çözüm, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.

– Ada’da her iki halkın meşru ve temel hak ve çıkarlarını gözetecek adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamaması halinde, mevcut statünün devam etmesi ve KKTC’nin milletlerarası camia tarafından tanınmasına yönelik çabaların artırılması en uygun yol olacaktır.

Netice itibariyle, Kıbrıs’ta umutların yeniden yeşerebilmesi için evvela Rumların Ada’nın bütün bu gerçeklerini yani çözümün şifreleri iyi kavramış olmaları ve ikiyüzlü diplomasiyle dünya kamuoyunu aldatmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir. Türkiye’nin ise, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmesi, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemesi büyük önem arz etmektedir. Crans Montana’da altı müzakere başlığından diğer dört tanesinde (Yönetim ve Güç Paylaşımı, Ekonomik Konular, AB Konuları ve Mülkiyet)  tam uzlaşma sağlanmadan, en zor olan ve dolayısıyla en son görüşülmesi gereken iki başlığın (Toprak ve Güvenlik ve Garantiler) Konferansın en başında müzakereye açılmış olması, Rum/Yunan tarafının çözüm istemediklerinin en büyük göstergesidir.

Rum/Yunan tarafının Senaryosu bellidir: Türk tarafının kırmızı çizgilerini ihlal ederek masadan kaçmalarını sağlamak. Böylece, Anastasiadis bir taşla iki kuş vurmuş olacak. Yani, hem uluslararası topluma ve hem de iç siyasete mesaj verecek. Bir yandan, Dünya kamuoyuna masadan kaçmadığı mesajını verirken, diğer yandan 2018 Şubat’ında Güney’de yapılacak Başkanlık seçimleri için seçmenlerine göz kırpacak…Kıbrıs Türk tarafının ise bu oyuna gelmeyeceği konusunda inancımız tamdır. Elbette, Türkiye ve KKTC olarak uluslararası toplum nazarında sahip olduğumuz güven ve itibarımıza layık bir şekilde müzakere masasında yer almalı ve haklarımızı sonuna kadar savunmalıyız. Ancak, bunu yaparken Rum/Yunan tarafının siyasi/diplomatik manevralarına karşı da hazırlıklı olmalı, bu saldırıları anında bertaraf edebilmeli ve nihayet Rumların uluslararası toplum önünde şov yapmalarına müsaade etmemeliyiz. 

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/crans-montana-da-kibris-sovu-8066

 

Share This:

Habertürk TV…

Gümrükler Muhafaza Genel Müd. Daire Başkanı Nejat ÇOĞAL, Habertürk Kanalında, 19.07.2017 tarihinde, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Alo 136 Gümrük Muhafaza Kaçakçılık İhbar Hattı’nın tanıtımına yönelik canlı programa katıldı…

Share This:

15 Temmuz Destanı

Fetullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) 15 Temmuz darbe girişiminin birinci yılı nedeniyle, Cumhurbaşkanlığı himayesinde düzenlenecek kapsamlı anma etkinliklerine dair bilgileri basın ile paylaşan Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, “Sayın Cumhurbaşkanımızın katılımlarıyla yapılacak olan anma törenlerine bütün vatandaşlarımız davetlidir” dedi.

Vatandaşların ve kurumların, anma programları için hazırlanan içerikleri www.15temmuzetkinlikleri.com adresinden temin edebileceğini açıklayan Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın, STK’lar, belediyeler, kurum ve kuruluşlar tarafından da hafta boyunca çeşitli etkinlikler düzenleneceğini ifade etti. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın, Cumhurbaşkanlığı himayesinde ve bir kısmı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katılımıyla yapılacak olan anma törenlerine bütün vatandaşların davetli olduğunu belirtti.

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın açıklamasında ayrıca, İstanbul’da “Şehitler Makamı” adı verilen anıtın, Ankara’da ise “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi 15 Temmuz Şehitler Abidesi”nin açılışının yapılacağını ifade etti.

11-16 Temmuz 2017 Taslak Programı

11 TEMMUZ SALI

  • 15 Temmuz şehitleri ve bütün şehitlerimizin kabirlerini ziyaret
  • Öğle namazını müteakip 81 ilde Ulu Camiler ve Selatin Camilerinde Mevlid-i Şerif okunması ve yemek verilmesi
  • 15 Temmuz konulu fotoğraf sergilerinin açılması
  • 15 Temmuz haftası boyunca büyükelçiliklerimizde 15 Temmuz anma programları düzenlenmesi, basın bültenleri yayınlanması ve yabancı kamuoyunun bilgilendirilmesi
  • Hafta boyunca ana akım ve sosyal medyada 15 Temmuz ile ilgili mesajların yayınlanması

12 TEMMUZ ÇARŞAMBA

  • Uluslararası 15 Temmuz Sempozyumu (SETA, 15 Temmuz Derneği, Sabah Gazetesi – SETA İstanbul Binası)
  • Ankara’da düzenlenecek olan TOBB Uluslararası İş Dünyası Toplantısı
  • 15 Temmuz Milli İrade Zaferi’nin Analizi kitabının tanıtım toplantısı (AK Parti Genel Merkezi)
  • 15 Temmuz Meydanların Dili Sergisi (AK Parti Genel Merkezi)

13 TEMMUZ PERŞEMBE

  • Şehit yakınları ve gazilerimizin katılımıyla 15 Temmuz Anma Programı (Cumhurbaşkanlığı Külliyesi)

14 TEMMUZ CUMA

  • 81 ilde okunan hatm-i şeriflerin duasının Millet Camii’nde yapılması
  • Bir İnsan Hakları İhlali Olarak 15 Temmuz Paneli (Ankara)
  • Şehit yakınları ve gazilerimizle 81 ilde akşam yemeği

15 ve 16 TEMMUZ

ANKARA

13.00 – Meclis Özel Oturum

15.00 –Ankara’da uluslararası basın mensupları ile buluşma

İSTANBUL

18.30 – Milli Birlik Yürüyüşü başlangıcı (Anadolu yakasından)

20.00 – Milli Birlik Yürüyüşü’nün tören alanına varışı

20.35 – Mehteran Takımı

21.15 – Sn. Cumhurbaşkanımızın tören alanına şehit yakınları ve gazilerle teşrifleri

21.30 – Kuran-ı Kerim Tilaveti / Dua

22.05 – 15 Temmuz Belgeseli

22.30 – Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın hitapları

23.15 – 250 Şehidimizin isimlerinin okunması ve saygı ışıklarının yanması

23.30 – 15 Temmuz Şehitler Köprüsünde Şehitler Makamının Açılışı

23.45 – Video Mapping uygulaması – Saraçhane

00.13 – Tüm Türkiye’de sela okunması ve Sayın Cumhurbaşkanımızın çağrısıyla demokrasi nöbetinin başlaması

16 TEMMUZ

ANKARA

00.13 – Tüm Türkiye’de okunan selalar ile Millî Birlik Yürüyüşünün başlaması (Kızılay Meydanı – TBMM)

01.00 – TBMM tören alanına geliş

02.00 – Sn. Cumhurbaşkanımızın teşrifleri ile TBMM önündeki etkinliğin başlaması

02.05 – Kuran-ı Kerim Tilaveti – Dua

02.32 – Protokol konuşmaları (Sn. Devlet Bahçeli, Sn. Binali Yıldırım, Sn. İsmail Kahraman, Sn. R. Tayyip Erdoğan)

03.10 – 81 ilden yürüyen gençlerin getirdiği bayrakların Sayın Cumhurbaşkanımıza ve Meclis Başkanımıza teslim edilmesi

03.15 – Video Mapping uygulaması– TBMM ve Gölbaşı Özel Harekât Başkanlığı

04.50 – Millet Camii’nde sabah namazının kılınması

  • – Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde 15 Temmuz Şehitler Abidesinin açılışı
  • – Sayın Cumhurbaşkanımızın hitapları

Demokrasi nöbeti 16 Temmuz Pazar günü gece 24:00’te sona erecektir.

https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/78862/cumhurbaskanligi-himayesinde-15-temmuzun-birinci-yilina-ozel-anma-programi.html

 

 

Share This:

15 TEMMUZ DESTANI

Share This:

Konsey Toplantısı (Romanya)

SELEC Konseyi Türkiye Daimi Temsilcisi Nejat ÇOĞAL, Romanya/Bükreş’te, 30 Mayıs 2017 tarihinde düzenlenen Konsey Toplantısında Ülkemiz adına yoğun müzakereler gerçekleştirmiştir…

Share This:

Gazi Üniversitesi Akademi Kariyer Günleri

Araştırmacı-Yazar Nejat ÇOĞAL, Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Kariyer Yönlendirme Topluluğu’nun (KARYÖN) organize ettiği 10. Akademi Kariyer Günleri’nde Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nın kariyer imkanları üzerine, Gazili Gençlerle sohbet etti…

Share This: