Kategori arşivi: Makalelerim

Güle Güle Anastasiadis

Nejat ÇOĞAL

Nejat ÇOĞAL

turkocagi@turkocagi.org.tr

Güle Güle Anastasiadis
06 Hazıran 2016

Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da düzenlenen Dünya İnsani Zirvesi’nde, ani bir kararla Türkiye’yi terk eden Rum Lider’e “Güle Güle Anastasiadis” diyoruz.  Diplomatik bir krize yol açan Rum Lider Nikos Anastasiadis’in bu tavrı ilk olmadığı gibi elbette son da olmayacaktır. Bilindiği gibi, 60’a yakın Ülke ve uluslararası örgütle birlikte BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un da katılım sağladığı, tarihte ilk kez düzenlenen, İstanbul’daki Dünya İnsani Zirvesi’ne, GKRY Lideri de davet edilmişti. Buna karşın, KKTC Lideri Mustafa Akıncı haksız bir şekilde Zirve’ye davet edilmemiştir. Zirve’ye katılması engellenen KKTC Lideri Akıncı’nın BMGS tarafından davet edildiği “akşam yemeğine de katılmasını istemiyoruz” diyerek, ani ve reaksiyoner bir kararla İstanbul’u terk eden Anastasiadis, uzlaşmaz tavrını bir kez daha dünya kamuoyuna göstermiş oldu.

 

Bu tavrın, Anastasiadis için ilk olmadığını söylemiştik. Uzlaşmaz tutumunu gelenek haline getiren Rum Lider yakın geçmişte de benzerî siyasi krizlere imza atmıştı. Mesela, 2013 yılı başında, Başkan seçilen Nikos Anastasiadis ne yaptı dersiniz?  Tam bir yıl süreyle KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmadı. Üstelik göreve gelir gelmez ne söyledi? Buyurun;“Türkiye doğalgaza karışmasın, Kapalı Maraş’ı bize iade etsin, o zaman AB’deki  vetomuzu kaldırmayı düşünürüz”.Devam edelim: Anastasiadis, daha Rumlar AB’ye girmeden önce ne diyordu? “Kıbrıs-AB birleşmesini başarmak suretiyle, aynı zamanda Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesini de başarmış olacağız.” Yani, dolaylı ENOSİS…

 

Tam bir yıl süreyle müzakere masasından kaçan Anastasiadis, AB, ABD ve BM’in başını çektiği uluslararası toplumun yoğun baskıları neticesinde KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile masaya oturmayı kabul etmişti. KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile birlikte 11 Şubat 2014 tarihinde bir Ortak Açıklamaya imza atan Rum Lider Anastasiadis, kısa bir süre sonra bu imzasının da inkâr etmişti. Yapılacak çözüm müzakerelerinin genel çerçevesini belirleyen ve Kıbrıslı Türklerle eşit statüde olacakları, iki toplumlu, iki kesimli federal bir ortak devleti öngören bu mutabakat Zaptı, daha sonra Anastasiadis’in başına bela olacaktır.

 

11 Şubat’ta attığı imzadan pişmanlık duyan Anastasiadis, 25 Temmuz 2014 tarihli Liderler görüşmesinde diplomatik bir skandala da imza atmıştır. Müzakere masasında kontrolünü kaybederek, Bugüne kadar kabul edilenler beni ilgilendirmez, sadece benim kabul edeceğim konular görüşülmeli, benim istediğim olacak” diye bağırmış, gözlüğünü fırlatmış, sigara yakmış, masayı yumruklamış ve Heyetini masada bırakıp gitmiştir. Böylece, daha önce Talat-Hristofyas ikilisinin anlaşmaya vardıkları konuları “yok saydığını” itiraf eden Rum Lider, içine düştüğü derin çelişkiyi de herkese göstermiş oldu. Zira 11 Şubat 2014’te KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile birlikte altına imza atıp, tüm dünyaya ilan ettikleri ortak çözüm çerçevesinin, aynı zamanda Mehmet Ali Talat ile Dimitris Hristofyas’ın uzlaşmaya vardığı konular olduğunu çok iyi bilmekteydi.

 

25 Temmuz’da yumrukladığı müzakere masasını terk edeceğinin ilk sinyalini de vermiş olan Anastasiadis, çok geçmeden, 9 Ekim 2014’te yapılması planlanan görüşmeden bir gün önce, yeni AB Komisyonu Başkanı Juncker’i de arkasına alarak ve Kıbrıs’ın sözde Münhasır Ekonomik Bölgesine Türkiye’nin savaş gemileri göndermesinibahane ederek, barış görüşmelerine katılmayacağını açıklamıştır. Bu tarih itibariyle Masadan kaçan Anastasiadis’in geri dönmesi ise tam 8 ay sürmüş ve nihayet Mayıs 2015’te KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı Mustafa AKINCI ile görüşme masasına oturabilmiştir.

 

Anastasiadis’in son siyasi krizi de işte geçtiğimiz günlerde İstanbul’da vuku bulmuştur. Rum Lider, KKTC Cumhurbaşkanı ile, hem de İstanbul’da aynı masada yemek yemeyi kendine yedirememiş ve apar topar İstanbul’u terk etmiştir. Ardından da, birkaç gün sonra Ada’da yapılacak olan ve önceden planlanmış bulunan Liderler buluşmasına tek taraflı olarak katılmayacağını açıklamıştır. Düşünün ki İstanbul’da verilecek bir uluslararası çalışma yemeğine, Türkiye’nin resmen tanımadığı GKRY’nin Lideri katılacak, buna karşın, Türkiye’nin resmen ve fiilen tanıdığı yavru vatan KKTC’nin Cumhurbaşkanı katılmayacak. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu. Kaldı ki Türkiye’den böyle bir haksız talepte bulunmak, bırakın Anastasiadis’i hiç kimsenin haddine değildir. Müslüman mahallesinde salyangoz satılamayacağını anlayan Rum Lider, apar topar İstanbul’u terk etmiştir.

 

Esasen Anastasiadis, iç politikaya yönelik mesajlar vermeye başlamış bulunmaktadır. Zira, 2018 Şubat ayında Güney’de Başkanlık seçimleri yapılacaktır ve Anstasiadis de seçimlerde aday olacaktır. Bütün Rum Liderler seçim öncesinde mütemadiyen aynı tavrı sergilemektedirler. Yani, Kıbrıslı Türklerle eşit statüde olacakları bir çözümü reddetmek, müzakere masasını sudan bahanelerle terk etmek, Türk tarafını uzlaşmazlıkla suçlamak, Ada’nın güya tek meşru hükümetiymiş gibi davranmak, Türkiye’nin AB katılım sürecini bir koz olarak kullanmaya çalışmak, Türkiye’yi uluslararası platformlarda köşeye sıkıştırmak gibi klasik Rum taktiklerine başvurmaktadırlar.

 

Oysa Akıncı ve Anastasiadis, 2016’yı çözüm yılı olarak ilan etmişlerdi. Peki, bu şartlarda veya bu bakış açısıyla hangi çözümden bahsedilebilir? Biz, yakında neler olacağını şimdiden söyleyelim:  Anastasiadis seçim bahanesiyle masadan kaçacak ve müzakere süreci en az bir yıl duracaktır. Zaten, Rumların tuzu kurudur. Çözüm için niye acele etsinler ki? Onlar, uluslararası camianın Kıbrıs’ta tanıdığı tek meşru hükümettir. GKRY AB üyesidir. Buna karşın, KKTC AB üyesi değildir ve Kıbrıs Türk Halkı izolasyonlar altında ezilmekte ve dünyadan adeta tecrit edilmektedir. İşte bu yüzden, Kıbrıslı Türkler çözüm için ne kadar acele ederse, Rumlar da o derece oyalama taktiklerine başvuracaklardır.

 

Netice itibariyle, İstanbul’da, KKTC Cumhurbaşkanı ile aynı masaya oturmayı kendine yediremeyen bir GKRY Liderine, Türkiye olarak “güle güle” demekten başka çaremiz yoktur. Ayrıca, bilinmelidir ki Anastasiadis’in bu tavrı daha önceki Rum Liderlerinkinden farklı değildir. Zira, bu hareket tarzı tam anlamıyla “sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetidir”.

 

Mustafa Akıncı KKTC Cumhurbaşkanı seçildiğinde kendisini uyarmıştık. Daha sonraki her fırsatta da bu uyarımızı tekrarladık. Maalesef uyarımızda haklı çıktık. Yani, Anastasiadis’in bir Hristofyas’tan veya Klerides’ten farklı olmadığını, Enosis hayalinin çöpe atılmadığını, atılmayacağını, Ana Vatansız bir KKTC’nin var olamayacağını, sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmadığını, olmayacağını, kısaca, Akıncı’nın ihtiyatlı bir iyimserlik içerisinde müzakere yürütmesi gerektiğini söylemiştik. KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın bugün Rum Lider Anastasiadis’in gerçek yüzünü görmüş olması sevindiricidir ama yeterli değildir. Bu vesileyle, Akıncı’nın kuru AB sevdasından vazgeçip, öncelikle Kıbrıs Türk Halkının meşru ve temel hak ve çıkarlarını ve anavatan Türkiye’nin Ada üzerindeki hak ve yükümlülüklerini esas alan bir çözüm dışında hiçbir alternatifi müzakere masasına getirmemesi gerektiği yönündeki uyarımızı burada bir kez daha tekrarlamak mecburiyetinde olduğumuzu ifade etmek isteriz.

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/6748/gule-gule-anastasiadis.html

Share This:

Makale – Kıbrıs’ta Çözümün Şifreleri

Araştırmacı-Yazar Nejat ÇOĞAL’ın “Kıbrıs’ta Çözümün Şifreleri” başlıklı makalesi, KIRMIZILAR’da yayınlandı…

Pazar, 22 Ocak 2017 23:26

Kıbrıs’ta Çözümün Şifreleri

Kıbrıs’ta Çözümün Şifreleri

“Kıbrıs’ta problem; Zürih ve Londra Anlaşmaları ile tesis edilen 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti Devletinin 1963 yılında Rumlar tarafından yıkılması ve Kıbrıslı Türklerin bu devlet mekanizmasından tamamen dışlanarak, tedhiş ve katliamlara maruz bırakılmasıdır.”

***** 

Nejat ÇOĞAL[i]

Son günlerde Kıbrıs’ta çok önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Öyle ki Kıbrıs tarihinde ilk defa, 12 Ocak 2017 tarihinde Cenevre’de, 5’li konferans toplandı. Bilindiği gibi, adada kalıcı bir çözüme ulaşmak amacıyla 7-11 Kasım ve 20-21 Kasım 2016 tarihlerinde, İsviçre’nin Mont Pelerin Kasabasında Kıbrıslı Liderler bir araya gelmişlerdi. Ne var ki toprak konusu görüşülemeden ve 5’li zirve için tarih belirlenemeden bu görüşmeler tıkanmış ve Liderler apar-topar Ada’ya geri dönmüşlerdi. Yunanistan Başbakanı Çipras’ın “Garantilerin kaldırılması ön şartı” müzakerelerin durmasına yol açmıştı. Böylece, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın 2016 sonuna kadar Kıbrıs’ta nihai çözüme ulaşma hedefi de 2017 baharına kalmış oldu. 

Kıbrıslı Liderlerin, 1 Aralık 2016 tarihinde vardıkları mutabakata uygun olarak KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı ile GKRY Lideri Anastasiadis 9-10-11 Ocak günlerinde Cenevre’de tekrar bir araya gelerek müzakereler yürüttüler. Burada bazı yeni ilerlemeler de sağlandı. 11 Ocak’ta harita sunumu yapıldı. Haritalar karşılıklı olarak görüldü ve BM’ye teslim edildi ve BM tarafından kasada kilit altına alındı. Tarafların sunduğu haritalar ancak iki liderin ortak kararıyla oradan çıkarılabilecek. 12 Ocak’ta ise 5’li konferans süreci başlatıldı. 9-11 Ocak tarihleri arasında ikili olan süreç, 12’sinden itibaren üç garantör ülkenin de katılımı ve AB’nin sadece gözlemci olarak dâhil olmasıyla devam etti.  

12 Ocak’ta Cenevre’de başlayan beşli konferansa, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, BM Genel Sekreteri Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Barth Eide, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve GKRY Lideri Nikos Anastasiadis ile garantör ülkeler adına T.C. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Kocas ve İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson iştirak ettiler. Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm müzakerelerinin 6 ana başlığından (Ekonomi, AB, Mülkiyet, Yönetim-Güç Paylaşımı, Toprak ile Güvenlik ve Garantiler) “Güvenlik ve Garantiler” başlığı konferansın ana gündem maddesini oluşturdu. Ne var ki, Yunanistan’ın süre istemesi nedeniyle görüşmeler burada durakladı. Yunanistan, Atina’da birtakım görüşmeler yapılmasına ihtiyaç duyduğu gerekçesiyle, 23 Ocak’a kadar süre istedi ve 18 Ocak üzerinde mutabakat sağlandı. 18 Ocak’ta taraflar teknik heyetler marifetiyle Cenevre’de tekrar bir araya gelecekler ve 5’li Konferans devam edecek. 18 Ocak’taki teknik görüşmelerin ardından taraf ülkelerin dışişleri bakanlarının bir araya gelmesi planlanmaktadır.  

Peki, bundan sonra ne olacak? Bunu bekleyip hep birlikte göreceğiz. Bu aşamada bildiğimiz tek şey, Kıbrıs’ta tarihin tekerrür ediyor olduğudur. Evet, maalesef, Akıncı-Anastasiadis süreci de daha önceki nafile çözüm arayışlarıyla aynı akıbeti paylaşacak gibi görünmektedir. Zira, Ada’daki iki toplum arasındaki görüşmeler 1968 yılından bu yana devam etmektedir. 1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeleri“, 1992 yılında Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi“, 2004 Annan Planı, 2008 yılında 21 Mart Süreci, 49 yıldır devam eden görüşmelerin öne çıkan çözüm planlarıdır. Ne yazık ki bu çabaların hiçbirisi uygulamaya girememiştir. 48 yıldır Rum/Yunan tarafıyla bir çözüme ulaşılamamışken şimdi ne değişmiştir de, aylar içinde adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşma ümidi belirmiştir?  

Makalemizin konusu, özellikle bu kritik sorunun cevabını almaya yönelik olacaktır. Bu sorunun cevabına ulaşabilmek için de şu 5 sorunun cevabını aramamız gerekecektir: 

1- Kıbrıs’ta çözülmeye çalışılan problem nedir?

2- Ada’da taraflar nasıl bir çözüm istemektedir?

3- 50 yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesinin şimdi, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür?

4- Ada’nın gerçekleri nelerdir?

5- Akıncı’nın müzakerelerde dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir? 

Kıbrıs, ülkemizin ve Kıbrıs Türklerinin güvenliği açısından vazgeçilmez öneme sahip, milli bir davadır. Osmanlı Devleti’nin bakiyesi konumundaki diğer tüm Müslüman-Türk Topluluklarında olduğu gibi, Kıbrıs Türk Toplumu üzerinde de Türkiye’nin tarihi-kültürel sorumlulukları bulunmaktadır. Bununla birlikte, Ada’nın sahip olduğu jeostratejik konum da Türkiye için son derece önemlidir. Yani, Ada’da bir tek Müslüman-Türk olmasa bile Türkiye’nin bir Kıbrıs Meselesi olmak zorundadır. Evet, Kıbrıs bugün bölünmüştür ancak bu bölünmenin sebebi Türkiye değil, bilakis Ada’yı Helenleştirmeye çalışan Yunanistan’dır. Nihayet, Kıbrıs’ta bitmek bilmez çözüm arayışlarının en sonuncusu olan Akıncı-Anastasiadis Süreci önemli bir aşamaya gelmiş bulunmaktadır. Ancak, bugün Kıbrıs’ta yaşananları doğru analiz edebilmemiz için Meselenin tarihi arka planı hakkında kısaca bilgi vermekte yarar bulunmaktadır; 

Tarihi Arka Plan 

Bilindiği gibi, Kıbrıs 1571 yılında Osmanlı Devleti tarafından tekrar fethedilmiş ve böylece Ada’daki Venedik hâkimiyeti sona erdirilmiştir. Türklerin 50.000 şehit vererek ele geçirdiği Kıbrıs’ta Osmanlı İdaresi altında süren 307 yıllık bir barış ve huzur döneminin ardından, 1878 yılında Ada, hükümranlık hakkı Osmanlı Devleti’nde kalmak üzere, İngiltere’ye devredilmek zorunda kalınmıştır. 1914 yılında Kıbrıs’ı ilhak eden İngiltere, bu durumu, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Anlaşması’nın 20. maddesi ile tescil ettirmiştir. 1925 yılında İngiliz kolonisi ilan edilen Kıbrıs’ta, 1954 yılına kadar süren bir dönemde, Yunanlıların da tahrikleriyle, Türk ve Rum toplumları arasında cepheleşmeler başlamıştır. 

Merhum Adnan Menderes ve özellikle de Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun yoğun diplomatik girişimleri sayesinde Lozan’da kaybedilen bir vatan toprağı tekrar kazanılmıştır. Bu kapsamda, 1959 yılında, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ilişkin Zürih ve Londra Anlaşmaları imzalanmıştır. Ayrıca, Türkiye, İngiltere, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında imzalanan 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları ile Kıbrıs Cumhuriyetinin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve güvenliği garanti altına alınmıştır.  

16 Ağustos 1960 tarihli Anayasa ile kurulan Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Makarios, veto yetkisine sahip Cumhurbaşkanı Muavini de Dr. Fazıl Küçük olmuştur. Böylece Kıbrıs’ta yaklaşık 80 yıl süren İngiliz sömürge yönetimi sona ermiş, Kıbrıslı Türk ve Rum toplumları bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Bu anlaşmalar, aynı zamanda Türkiye’ye Ada üzerinde hak tesis etmesi bakımından son derece önemlidir. 1963 yılında, Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios, Türkleri Ortak Devlet yapılanmasından dışlamak amacıyla, aralarında anayasanın değişmez maddelerinin de bulunduğu 13 maddeden oluşan anayasa değişikliği önerilerini sunmuştur. Bu teklif Türkiye tarafından kabul edilmeyince, Rumlar tarafından Türklere karşı alçakça saldırılar başlamış ve yüzlerce Türk öldürülerek, evleri ve malları tahrip edilmiş ve binlerce Türk göç etmeye zorlanmıştır. Nihayet Rumlar, Türkleri Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti mekanizmasından tümüyle dışlamışlar ve Kıbrıs Cumhuriyetini tamamen Rumların kontrolü altına alarak, bu devleti adeta gasp etmişlerdir.  

Çalkantılı geçen bir dönemin ardından, 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunan Cuntası, Cumhurbaşkanı Makarios’u bir darbeyle devirmiş ve EOKA-B Çetesi Lideri Nikos Sampson’u Cumhurbaşkanı ilan etmiştir. Bunun üzerine Türkiye, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmalarından kaynaklanan hak ve yetkilerini kullanarak, Ada’da barış ve huzuru ve anayasal düzeni yeniden tesis etmek üzere, 20 Temmuz 1974 tarihinde, Kıbrıs’a askeri bir harekât düzenlemiştir. Kıbrıs Türk Barış Harekâtı sayesinde, Katil Nikos Sampson Ada’dan kaçmış, Kıbrıs’ta kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmış ve nihayet Yunan Cunta’sı da devrilerek Yunanistan’a demokrasi gelmiştir. 13 Şubat 1975 tarihinde, Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edilmiştir. Siyasi eşitliğe sahip, iki toplumlu, iki kesimli federal bir çatı altında birleşme hedefinin gerçekleşme şansının kalmadığını gören Kıbrıs Türk Toplumu, self-determinasyon hakkını kullanarak, nihayet 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilân etmiş ve uluslararası toplum nezdinde, bağımsız bir devlet olarak kendisini temsil etmeye başlamıştır. KKTC’nin kuruluş bildirgesini, Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş bizzat okumuştur.(BMGK 18 Kasım Tarihli Kararı) 

1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeleri“, 1992 yılında ise BM Genel Sekreteri Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi“, çözüm olarak, Kıbrıs Türk ve Rum Halklarının önüne konulmuş ancak her ikisi de Rumlar tarafından reddedilmiştir. 1990’lı yılların başında Rum-Yunan tarafı strateji değişikliğine gitmiştir. Buna göre, Kıbrıs meselesi Avrupa Birliği platformuna taşınacak ve bu vesileyle Rumlar lehine bir çözüm, Türk tarafına dayatılacaktır. İşte Rum/Yunan tarafının adım adım takip ettiği bu senaryonun en son aşaması olan Annan Planı 24 Nisan 2004 tarihinde Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak Referanduma sunulmuştur. Referandumda Kıbrıslı Türkler Plana %65 oranında EVET demelerine rağmen, Rumlar %76 oy ile HAYIR demişler ve böylece Annan Planı da daha öncekiler gibi tarihin tozlu raflarına kaldırılmıştır.  

Referandumdan bir hafta sonra Annan Planına “Hayır” diyen Rumlar AB üyesi yapılmış, Plana “Evet” diyen Kıbrıslı Türkler ise dışarıda bırakılmıştır. Rumların uluslararası anlaşmalara aykırı bir şekilde AB üyesi yapılmasıyla birlikte, Kıbrıs’ta çözümsüzlük daha da derinleşmiş oldu. Adeta içinden çıkılmaz bir hal aldı. Bu tarihten itibaren Yunanistan Kıbrıs meselesini,  AB tam üyelik sürecinde Türkiye’nin önüne bir engel olarak koymak suretiyle siyasi şantajlarına devam etmiştir. Geldiğimiz noktada ise Türkiye, Ya AB, Ya Kıbrıs, veya Türkiye’nin AB Yolu Kıbrıs’tan Geçer gibi tehditlerle köşeye sıkıştırılmaya çalışılmaktadır. “Çözüm ve AB”, “Yes Be Annem” sloganlarıyla Annan Planı’na “evet” diyen Kıbrıslı Türkler ise günümüzde AB tarafından aldatılmış olmanın verdiği hayal kırıklığını yaşamaktadırlar.  

2008 yılı başlarında Hrisyofyas’ın GKRY Lideri seçilmesiyle birlikte KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile Rum Lider arasında yeni bir müzakere süreci başladı. O dönemde iki eski dost olan Liderlere büyük umutlar bağlanmış, hatta bu süreç, bir “fırsat penceresi” olarak görülmüştü. Maalesef, büyük umutlarla başlayan ve AB perspektifiyle yürütülen Talat-Hristofyas süreci de hüsranla neticelendi. 

Peki, Hristofyas’ın ardından görevi devralan Nikos Anastasiadis ne yaptı dersiniz? Tam bir yıl süreyle KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmadı. Üstelik göreve gelir gelmez ne söyledi? Buyurun;“Türkiye doğalgaza karışmasın, kapalı Maraş’ı bize iade etsin, o zaman AB’deki vetomuzu kaldırmayı düşünürüz.” Göreve gelmesinden tam bir yıl sonra, başta AB, ABD ve BM olmak üzere uluslararası toplumun yoğun baskıları neticesinde, KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmayı kabul eden Anastasiadis, nihayet 11 Şubat 2014 tarihinde bir Ortak Açıklamaya imza atabilmiştir. Ortak Açıklamanın temel unsurları şöyledir: 

– Müzakereler, ‘her konuda uzlaşı sağlanmadan hiçbir konuda uzlaşılmış sayılmayacağı’ prensibine dayalı olacaktır.

–  Kıbrıs’ta varılacak çözüm, iki toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı bir federasyon şeklinde olacaktır.

 –  Birleşik Kıbrıs, AB’ye ve BM’ye üye, tek uluslararası kimliği, tek vatandaşlığı ve tek egemenliği bulunan bir devlet olacaktır.

–  Egemenlik Türk ve Rum halklarından kaynaklanacak, Birleşik Kıbrıs vatandaşları, aynı zamanda Türk ve Rum kurucu devletlerin de vatandaşı olacaktır.

 –  Ortak Devletin nitelikleri, iki eşit kurucu devletin oluşturduğu anayasada yer alacaktır. İki bölgeli, iki toplumlu AB normlarına uygun federal yapı tüm Ada’da geçerli olacak ve bu yapı hiçbir şekilde değiştirilemeyecek biçimde korunacaktır.

–  Kurucu devletler, kendi bölgelerinde kendi yetkilerini federal devletten bağımsız olarak kullanacak, taraflardan hiçbiri diğerine tahakküm edemeyecektir.

 11 Şubat’ta attığı imzadan pişmanlık duyan Anastasiadis, 25 Temmuz 2014 tarihli Liderler görüşmesinde diplomatik bir skandala da imza atmış ve daha önce Talat-Hristofyas ikilisinin anlaşmaya vardıkları konuları “yok saydığını” itiraf ederek, içine düştüğü derin çelişkiyi de herkese göstermiştir. Zira Anastasiadis, 11 Şubat 2014’te KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile birlikte altına imza atıp, tüm dünyaya ilan ettikleri ortak çözüm çerçevesinin, aynı zamanda Mehmet Ali Talat ile Dimitris Hristofyas’ın uzlaşmaya vardığı konuların aynısı olduğunu çok iyi bilmektedir. 

KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı seçilen Mustafa AKINCI’nın, icraatları ve yaklaşım tarzı ortada olan Anastasiadis ile nasıl bir çözüme ulaşacağını doğrusu biz de merak etmekteyiz. Bugün Akıncı-Anastasiadis süreci için oluşturulan atmosferin, 2008’de Talat-Hristofyas süreci için oluşturulan hava ile benzerlik göstermesi düşündürücüdür. Umarız, akıbeti de aynı olmaz.  

Kıbrıs’ta çözülmeye çalışılan problem nedir?  

Kıbrıs’ta problem; Zürih ve Londra Anlaşmaları ile tesis edilen 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti Devletinin 1963 yılında Rumlar tarafından yıkılması ve Kıbrıslı Türklerin bu devlet mekanizmasından tamamen dışlanarak, tedhiş ve katliamlara maruz bırakılmasıdır. Kıbrıs’ta problem, GKRY’nin, uluslararası camia tarafından Ada’nın tek meşru hükümeti olarak kabul ediliyor olmasıdır. Yine Kıbrıs’ta problem, Rumların haksız bir şekilde AB üyesi yapılmış olmasıdır. Kıbrıs’ta bir diğer problem, Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini tanımaması ve Kıbrıs Türk Halkını azınlık olarak görmesidir. Nihayet Kıbrıs’ta Problem, Rum/Yunan tarafının 1960’ta tesis edilen garanti sistemini inkâr etmesidir.  

kirmizilar.com 

 

Kıbrıs’ta taraflar nasıl bir çözüm istemektedirler?  

Kıbrıs’ta taraflar, birbirinden tamamen farklı çözümler istemektedirler. Kuşkusuz bu farklılık, tarafların probleme farklı teşhisler koymalarından kaynaklanmaktadır. Türkiye ve Kıbrıs Türk Halkının meseleye bakışı ve çözüm parametreleri oldukça basittir ve BM ile aynı doğrultudadır. Buna göre, Kıbrıs’ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi devam edecektir”. 

Rumların çözüm beklentileri ise Türk Tarafından tamamen farklıdır. Kıbrıs Rum tarafı çözümün, yeni bir ortaklıkta değil, Rumların egemenliğindeki sözde Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında olmasını istemektedir.  GKRY eski Lideri Hristofyas ” Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet haline dönüşecek olan Kıbrıs cumhuriyetidirdemiştir. Yine, Eski Rum Liderlerden Papadopulos “Ben halkımdan bir Devlet teslim aldım. Onu topluma dönüştüremem” demiştir. Ayrıca, Rumlara göre Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlükten kalkacak, Ada’daki Türk Askeri geri çekilecek, on binlerce yerleşik Türkiye’ye dönecektir.  

50 yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesinin şimdi, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür?  

Bu meyanda,  Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm müzakerelerinin başarı şansını azaltan ana sebeplerden kısaca bahsetmemizde yarar bulunmaktadır: 

– Görüşmelerin başarı şansını azaltan en önemli faktör, Hristofyas’ın  “Biz sessiz ve özlü çalışırız” şeklinde özetlediği ikiyüzlü Rum/Yunan politikasıdır. Bu, son derece tehlikeli bir yaklaşımdır ve çok dikkatli olunması gereken bir konudur. Nitekim, 10 yıl GKRY Liderliği yapan Glafkos Klerides’in, “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık” ifadeleriyle itiraf ettiği Rum psikolojisi, bugün de geçerliğini korumaktadır. Rumların anlaşmaya niyetleri yoktur.

– Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm görüşmelerinin başarıyla sonuçlanmasını engelleyen bir diğer faktör ise görüşmelerin “her konuda anlaşma sağlanmadan, hiçbir konuda anlaşma sağlanmış sayılmayacağı” prensibiyle yürütülmesidir. Zira, Kıbrıs gibi karmaşık bir meselede tarafların her konuda uzlaşmaya varması mümkün bulunmamaktadır.

– Ayrıca, Rum tarafı, güvenlik ve garantörlük sisteminin devam etmesini istememekte ve AB’nin garantörlüğünü yeterli görmektedir. Türk tarafı ise Türkiye’nin garantörlüğünü vazgeçilmez kabul etmektedir. Garantörlük Türkiye’nin kırmızı çizgisidir. Müzakere konusu dahi edilemez. 1959 Zürih ve Londra Anlaşmaları halen yürürlüktedir. Bugüne kadar da taraflardan hiçbirisi Anlaşmanın kaldırılmasına yönelik resmi bir başvuruda bulunmamıştır. Kaldı ki uluslararası hukuka göre taraflardan biri, tek başına Anlaşmayı feshedememektedir.

– Müzakerelerin önündeki bir diğer zorluk ise, Tük tarafı, mülkiyet konusunun takas ve tazminat yöntemiyle toplu olarak çözümünden yanayken, Rum tarafı bu konunun bireysel olarak ve iade yöntemiyle çözülmesinde ısrar etmektedir. Yine Türk tarafı, toprak konusunun iki kesimlilik ilkesine göre ve iki ayrı halkın yoğun olarak yaşadığı bölgeler dikkate alınarak çözülmesini isterken, Rum tarafı göçmenlerin topraklarına geri dönmesini savunmaktadır.

Rumlar, Ada’daki tüm yerleşiklerin Türkiye’ye geri dönmesini isterken, Türk tarafı bunun belirli sayıda olmasını istemektedir.

– Ayrıca, Türk tarafı müzakerelerde takvimlendirmeyi ve uluslararası toplumun sürece hakemlik yapmasını savunurken, Rum tarafı buna şiddetle karşı çıkmaktadır.

– Rum/Yunan tarafı, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kişilik” gibi temel kavramlara, tamamen Rum egemenliğini çağrıştıran anlamlar yüklemektedirler.

– Uluslararası toplum, GKRY’ni meşru Kıbrıs Hükümeti olarak tanımaktadır. Ayrıca, Rum tarafı haksız bir şekilde AB üyesi yapılmıştır. Hem, meşru kıbrıs hükümeti olarak tanınan ve hem de AB üyesi olan Rumların, Kıbrıslı Türklerle uzlaşması mümkün değildir.

– Kıbrıs’taki çözüm müzakerelerinin önündeki bir diğer engel ise Güney Kıbrıs’ta 2018 yılı Şubat ayında yapılacak Başkanlık seçimleridir. Bu nedenle, Rum Lider Anastasiadis zamana oynamakta ve oyalama taktiği uygulamaktadır. Büyük ihtimalle, Anastasiadis seçim bahanesiyle masadan kaçacak/Türk tarafını masadan kaçırtacak ve müzakere süreci en az bir buçuk yıl duracaktır.

Tüm bu zorluklar, Ada’da yürütülen çözüm müzakerelerin başarı şansını azaltan ciddi faktörlerdir.

Öte yandan, her iki toplum lideri nasıl bir anlaşmaya varırlarsa varsınlar, son sözü, Kıbrıs Türk Halkı söyleyecektir. Yani, varılacak bir anlaşma, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.  

Tüm bu olumsuzlukları bir arada değerlendirdiğimizde, 3. sorumuzun yani “50 yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesinin, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür? Sorusunun cevabını da vermiş olmaktayız. “Kıbrıs Rum tarafının çözüm parametreleri değişmeyeceği için, Kıbrıs’ta yakın zamanda bir çözüm mümkün değildir.

 

Ada’da Var Olan Gerçekler Ya da Kıbrıs’ta Çözümün Şifreleri Nelerdir?  

Kıbrıslı liderlerin, gerek kendi toplumlarını ve gerekse uluslararası kamuoyunu oyalamaktan vazgeçip, öngörülebilir çözümler üzerinde çalışmaları daha uygun olacaktır. Biz Türk tarafı olarak Kıbrıs’ta çözümün “Ada’daki gerçekler” temelinde olması gerektiğini savunuyoruz. Peki nedir bu gerçekler? 

– 1960 Garanti ve ittifak Anlaşmaları halen yürürlüktedir. Dolayısıyla Türkiye’nin Ada üzerinde, uluslararası hukuktan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisi devam etmektedir. Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlük yetkisi devredilemez ve kaldırılamaz.

– Ada’da dini, dili ve kültürü tamamen birbirinden farklı iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen devlet vardır. 

– 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963 yılında ortaklık statüsünü kaybetmiş ve bu tarihten itibaren sadece Rumları temsil eden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi haline dönüşmüştür.

– Kıbrıslı Türkler, Adanın Kuzey kesiminde, kendi ülke sınırları içerisinde, bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)eliyle egemenliklerini kullanmaktadırlar.

– Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta enosis’i gerçekleştirme ve kuşatma altına aldıkları Kıbrıslı Türkleri yok etme aşamasına geldikleri bir sırada, Türkiye’nin, Garanti Anlaşmasından kaynaklanan yetkisini kullanarak 1974 Temmuz’unda düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk Toplumunu, adeta uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Bu bakımdan Türkiye, kesinlikle Ada’da ‘işgalci’ konumunda olmayıp, barış ve huzurun güvencesi olarak Ada’daki varlığını sürdürmektedir.

 – Adanın fiilen ikiye bölünmesinin asıl nedeni, esasen 1974 Barış Harekâtı değil, Rumların Türklere karşı uyguladıkları katliamlar ve sürgün politikalarıdır.

– Osmanlı Devleti’nin bakiyesi konumundaki diğer tüm Müslüman-Türk Topluluklarında olduğu gibi, Kıbrıs Türk Toplumu üzerinde de Türkiye’nin tarihi ve kültürel sorumlulukları bulunmaktadır. Ayrıca, Ada Türkiye’nin stratejik çıkarları açısından vazgeçilmez bir öneme sahiptir.

– Kıbrıs Türk Tarafı daima çözümden yana tavır takınmış, Ada’da, tamamen eşit iki toplumlu, iki kesimli bir Federasyon kurulması yönündeki BM çabalarını desteklemiş, fakat Rumlar her defasında bu çözüm formüllerini reddeden taraf olmuştur.

– Kıbrıslı Türkler, 24 Nisan 2004 tarihinde Annan Planı’na “evet” demesine rağmen, Kıbrıslı Rumların tek taraflı olarak, güya tüm Ada’yı temsilen AB üyesi yapılması, sadece çözümsüzlüğün daha da derinleşmesine katkıda bulunmuştur. AB’nin bu tavrı Garanti ve İttifak Anlaşmalarına da aykırılık teşkil etmiştir. Kıbrıs Türk Halkına AB tarafından verilen sözler tutulmamış, vaat edilen mali yardımlar yapılmamış, Doğrudan Ticaret Tüzüğü uygulanmamış ve Kıbrıslı Türkler üzerindeki yıkıcı izolasyonlar devam ettirilmiştir.

– Rumların, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık”, “tek uluslar arası kişilik” gibi kavramlara, Rum egemenliğine dayanan anlamlar yüklediğini dikkate almak gerekmektedir.

– AB’nin KKTC’yi, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin etkin kontrolü altında bulunmayan bölgeler’ olarak nitelemesi ve tüm izolasyonlara rağmen Kıbrıslı Türkleri de AB vatandaşı olarak görmesi doğru değildir. KKTC ve Türkiye’nin, Kıbrıslı Türklerin dünya siyasi arenasında onurlu ve saygın bir yer edinmelerinin yegâne güvencesi olduğu gerçeğinin göz ardı edilmemesi bilhassa önem arz etmektedir.

– Kıbrıs’ta çözüm, BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Ayrıca, Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğü devam edecektir.

– Kıbrıslı Liderler tarafından ulaşılacak bir çözüm, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.

– Ada’da her iki halkın meşru ve temel hak ve çıkarlarını gözetecek adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamaması halinde, mevcut statünün devam etmesi ve KKTC’nin milletlerarası camia tarafından tanınmasına yönelik çabaların artırılması en uygun yol olacaktır.

Ada’nın bütün bu gerçekleri aslında, Kıbrıs’ta çözümün şifreleri gibidirler. İşte, Kıbrıs’ta umutların yeniden yeşerebilmesi için evvela Rumların bu şifreleri iyi kavramış olmaları ve ikiyüzlü diplomasiyle dünya kamuoyunu aldatmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir. Türkiye’nin ise, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmesi, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemesi büyük önem arz etmektedir.  

KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın müzakerelerde dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir?

 

– Kıbrıs Türk Halkının yakın geçmişte yaşadığı acı olayları daima hatırda tutmalıdır.

– Ada’daki kalıcı barış ve huzur ortamının yegâne teminatı Türkiye’dir.

– Ana Vatansız bir KKTC’nin var olması mümkün değildir.

– Ada üzerindeki Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi ile Ada’daki Türk Askeri varlığı,  iki kesimlilik ve Kıbrıs Türk halkının kurucu eşit ortaklığı kırmızı çizgilerimizdir. Müzakere edilemez.

– KKTC’deki yerleşiklerin temel hak ve özgürlükleri kısıtlanamaz.

– Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs Türklerinin meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulması mümkün değildir.

– Sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmamıştır, olmayacaktır.

– Enosis hayali çöpe atılmamıştır, atılmayacaktır.

– Anastasiadis’in bir Klerides’ten veya Hristofyas’tan hiçbir farkı yoktur.

– Kısaca, ihtiyatlı bir iyimserlik içerisinde müzakere yürütülmesi gerekmektedir. 

Netice itibariyle, 

1 Mayıs 2004 tarihine kadar meşru “Kıbrıs hükümeti” olarak milletlerarası camiada tanınıyor olmanın verdiği rahatlıkla hiçbir anlaşmaya yanaşmayan Rumlar, bu tarihten itibaren, AB üyesi olmanın da verdiği ekstra rahatlıkla, hem şımarık bir çocuk edasıyla uzlaşmaz tavırlarını pekiştirmişler ve hem de Türkiye’nin AB sürecini engelleme çabası içine girmişlerdir. GKRY’nin tek taraflı olarak ve Türkiye’den önce AB üyesi yapılması kuşkusuz yanlış olmuştur. Şimdi ise, Kıbrıs’ı birleştirme kisvesi altında Ada’nın bir bütün olarak yutulması gündemdedir. Ancak Türkiye, bu planın önündeki en büyük engel olarak görülmektedir. Nitekim özellikle Rum-Yunan tarafı ile AB temsilcilerinin “Türkiye’nin AB yolunun Kıbrıs’tan geçtiği” yönündeki beyanatları esasen, Türk Askerinin Ada’dan çekilmesi, Garanti ve İttifak Anlaşmalarının ortadan kaldırılarak, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki hak ve yükümlülüklerinin elinden alınması ve KKTC’nin yok sayılması temennisinden başka bir anlama gelmemektedir.  

Anastasiadis’in müzakerelerden beklentisi bellidir. Rum Lider, Türkiye’yi Ada’dan dışlayarak, Kıbrıs Türklerini azınlık konumuna düşüren, tamamen Rum egemenliğine dayalı bir çözüme ulaşmak istemektedir. Bu noktada Akıncı’nın çok dikkatli olması, Rumlar, Kıbrıslı Türklerle birlikte, eşit koşullarda bir arada yaşamayı kabul etmedikleri sürece Ada’da adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılmasının mümkün olmadığı gerçeğini iyi görmesi gerekmektedir. Aslında, geçmişte Rum mezalimi altında çok zor dönemler geçiren, evinden, köyünden sürgün edilen Kıbrıs Türk halkı artık Rumlarla birlikte yaşamak istememektedir. Özellikle 1963, 1967 ve 1974’ta yaşananlar, Türklerin Rumlarla birlikte yaşama arzularını tamamen ortadan kaldırmıştır. Kıbrıs’ta 1963 kanlı Noel olaylarını yerinde yaşamış olan, İngiliz gazeteci-yazar Henry Scott Gibbsons’un da kitabında açıkladığı gibi, bir gecede 103 Türk köyü boşaltılmış, içinde canlı insanlar bulunduğu halde Türk evleri dozerlerle yıkılıp çiğnenmiş, köylerde dozerlerle açılan çukurlara kadın ve çocuklar doldurulup canlı canlı toprakla üstleri örtülmüş, Lefkoşa hastanesinde 23 yaralı Türk tahıl kırma makinelerine atılmıştır. Maalesef, örnekleri çoğaltmak mümkündür. Rumların Türkleri yok etmeye yönelik bu katliamları esasen tüm dünyanın gözü önünde gerçekleşmiş ve olaylara bizzat şahit olan yerli-yabancı çok sayıda gazeteci-yazar tarafından kaleme alınmıştır. 

İşte, 1974 Barış Harekâtıyla birlikte barış ve huzur ortamına kavuşan Kıbrıslı Türkler, kesinlikle o acı dolu günlere geri dönmek istememektedirler. Benzer olayların tekrarlanmamasını kim garanti edebilir? AB mi? Elbette hayır. Kıbrıslı Türk soydaşlarımızın güvenliğinin yegâne garantörü Anavatan Türkiye’dir. Ada’da 43 yıldır barış ve huzurun güvencesi olan Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’dir. Gerçekler bu kadar ortada iken, Rumlardan veya Brüksel’den medet ummak nafile çabadır. Nitekim, “Ada’da AB’nin garantisi bize yeter, Türkiye’nin garantörlüğüne ihtiyacımız yok” gibi söylemlerin, Türkiye’yi dışlamaya yönelik taktiklerin bir parçası olduğunu görmek gerekmektedir. Ayrıca, Kıbrıs’ın bir bütün olarak, Türkiye’siz bir AB’ye dâhil edilmesine razı olmak, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki haklarından vazgeçmek anlamına gelecektir. Zira Rum/Yunan tarafı, uluslararası toplumun baskısıyla varılacak bir çözüm çerçevesinde, Kıbrıs Türk tarafının kazanılmış haklarını, (iki toplumluluk, iki kesimlilik, Türkiye’nin garantörlüğü gibi) Türkiye’nin üye olmadığı bir AB içinde kolaylıkla aşındırabileceğini düşünmektedir. 

Başta AB olmak üzere uluslararası toplumun Kıbrıs Rum Yönetimini “meşru Kıbrıs Hükümeti” olarak tanımaya devam ettikleri sürece, Rumların çözüme yanaşmaları mümkün olmayacak ve uzlaşmaz tutumlarını devam ettireceklerdir. Kıbrıs meselesinin AB’nin kuruluş ilkelerine göre çözülemeyeceğinin de artık anlaşılması gerekmektedir. Esasen Brüksel, 1960’ta tesis edilen güvenlik ve garantiler sistemini yıkarak Ada’nın yeni garantörü olma hesapları yapmaktadır. AB tarafından Kıbrıs nedeniyle askıya alınan 8 müzakere faslının da derhal serbest bırakılması gerekmektedir. Ayrıca Kıbrıslı Rumlar, AP’deki Kıbrıslı Türklere tahsis edilmiş olan iki sandalyeyi işgal etmeye devam etmektedirler.  

Kıbrıs’ta Liderler nasıl bir uzlaşmaya varırsa varsın, son sözü Kıbrıs Türk Halkı söyleyecektir. Kıbrıs Türk Halkının ise, kendi egemenliği altında onurlu ve saygın bir yaşam sürmesine engel olacak hiçbir çözüme evet demesi mümkün değildir. Netice itibariyle, Kıbrıs’ta tarih tekerrür etmektedir. Kısaca, ne AB’nin ve ne de küresel güçlerin baskısı, Kıbrıs’ta Rumlar lehine bir anlaşmayı mümkün kılamayacaktır. Anavatan Türkiye’nin kırmızı çizgilerini hiçbir güç ihlal edemeyecektir. Uluslararası Anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerine dayanan Türkiye’nin, Kıbrıs’ta bir oldu-bittiye izin vermesi de mümkün değildir. Bugünlerde Rum medyasında yayınlanan ve Güzelyurt ile Karpaz’ı Rum sınırları içinde gösteren haritaların da hiçbir değeri yoktur. Kıbrıs’ta çözüm, Rumlara toprak vererek değil, bilakis, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum Toplumlarının toprak bütünlüklerini koruyan ve tarafların siyasi eşitliğine dayanan yeni bir federal ortaklık devleti çatısı altında mümkün olabilecektir. 

Türkiye, Kıbrıs’ın bir “Yunan Adası” olmasına asla müsaade etmeyecektir. Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan Kıbrıs’ın yegâne güvencesi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir. Bu meyanda Türkiye, Kıbrıs Türk halkı üzerindeki tarihi ve kültürel sorumluluğunun bilinciyle ve uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve yükümlülükleri çerçevesinde, sadece Kuzey Kıbrıs’ın değil, tüm Ada’nın garantörü olarak, Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de barış ve huzura katkı sağlamaya devam edecektir. Kıbrıs Türk tarafı, Ada’da çözümün şifrelerini (Ada’nın gerçekleri) tüm dünyaya ilan etmiştir. Kıbrıs’ta arzulanan barış ortamı ancak bu şifrelerin doğru anlaşılmasıyla mümkün olabilecektir. Ne yazık ki Rum/Yunan tarafı bu gerçekleri görmezden gelmektedir. Ancak, bilinmelidir ki Kıbrıs meselesi sonsuza dek masada kalamaz. Bu nedenle, makul bir süre içerisinde, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde ─ki gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir─ mevcut statünün devamını, yani KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınmasını sağlamanın en doğru yol olacağını da tüm tarafların dikkatine sunmak isteriz.
  


[i] Daire Başkanı, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı

http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/haber-yorum/item/379-kibris-ta-cozumun-sifreleri

 

 

Share This:

Makale-Prof. Dr. Erol Güngör’de Milliyetçilik

Araştırmacı-Yazar Nejat ÇOĞAL’ın “Prof. Dr. Erol Güngör’de Milliyetçilik” adlı makalesi, Denetim Dergisi’nin 131. Sayısında yayınlanmış bulunmaktadır.

Prof. Dr. Erol Güngör’de Milliyetçilik

Nejat ÇOĞAL*

20. Yüzyılın yetiştirdiği en önemli ilim ve fikir adamlarından olan Erol Güngör’ü, ölümünün 33. Yıl dönümünde rahmetle anıyoruz. 25 Kasım 1938 tarihinde dünyaya gelen Erol Güngör’ün hayatı ve fikirleri üzerine onlarca tez, makale ve kitap yazılmıştır. 24 Nisan 1983 tarihinde vefat eden sosyal-psikolog Prof. Dr. Erol Güngör, kısa ömrüne, çok sayıda kitap, sayısız makale sığdırmıştır. Güngör, bunlarla da yetinmemiş, batı kültürünün temellerini teşkil eden başlıca kitapları Türkçe’ye çevirerek Türk gençliğine ve düşünce hayatına armağan etmiştir.

Eserlerinde problemleri ortaya koymakla kalmayıp, bunların çözüm yollarını da gösteren Erol Güngör’ün üzerinde en çok durduğu meseleler; kültür değişmesi ve modernleşme, Türk kültürü ve medeniyeti, tarih ve milliyetçilik, aydın-halk ikiliği, İslâmiyet ve muhafazakârlık olarak sıralanabilir. Erol Güngör, gençliğinde Ziya Gökalp’tan bir hayli etkilenmiştir. Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu, Hilmi Ziya Ülken, Hüseyin Nihal Atsız ve Dündar Taşer gibi milliyetçi yazarlar da fikir dünyasına etki eden diğer isimlerdir.

Erol Güngör’ün bütün çalışmalarına yön veren esas özellik milliyetçilik olmuştur. O’nun milliyetçilik anlayışının temelinde ise Ülkesine ve insanına karşı duyduğu sevgi yatmaktadır. “…İnsanları sevmek, onlara hizmet etmeyi gerektirir; bu hizmetin de medeniyetçi olan bir milliyetçilikten daha başka bir yolda yapılabileceği şüphelidir.

Erol Güngör, milliyetçiliği tamamen milli kültür ve tarih şuuruna dayalı bir fikir hareketi olarak sistemleştirmiştir. O’na göre milliyetçiliğin ana hedefi Türkiye’de milli kültür bütünlüğünü ve onunla birlikte siyasi bütünlüğü kurmaktır. Güngör’ün çalışmaları, milliyetçilik, İslâmiyet ve Osmanlı mirası arasında bir çeşit uzlaştırma hareketi olarak görülebilir.

Erol Güngör’e göre milliyetçilik esas itibariyle, tarih hakkında bir yorum ve bu yoruma bağlı olarak öngörülen pratiklerden ibarettir. Hayatı ve hayat tecrübesi birbirinden farklı fakat kendi içinde benzerlik gösteren topluluklar birer millet teşkil ederler. Millet için hayat denince tarihi, hayat tecrübesi denince de kültürü anlıyoruz. Millet tarih içinde oluştuğu için, millet ile tarih arasında hem objektif hem de sübjektif bir münâsebet vardır. Bu sebeple Erol Güngör, tarih ve dili milliyetçilik için çok önemli görmüştür. Güngör, “Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik” isimli kitabında şöyle demektedir; “…Dilimizin kaynağı eskilerdedir; dinimizin kaynağı eskilerdedir; soyumuzun kaynağı eskilerdedir… Mesela Türk Dilinin en az Göktürk’ler kadar eski olduğunu bütün dünya bilmektedir; böyle bir dilin mevcudiyeti Türkçe’nin Göktürkler’den de yüzyıllarca önce var olduğunu isbat etmeye yeterlidir…”

Türk dilinin korunmasında Türkler’in hâkim millet oluşlarının da büyük rolünün olduğunu belirten Erol Güngör, “Tarihte Türkler” adlı kitabında bu konuyla ilgili olarak şunları ifade etmektedir; “…Nitekim Türkçe’nin büyük eserlerinden Dîvânu Lûgati’t-Türk yazarı Kâşgarlı Mahmud, Peygamberimizin Türkleri övdüğünü, Dünyâ hâkimiyetinin Allâh tarafından Türklerê verilmiş olduğunu, bu yüzden Türkler’in dilini öğrenmekte herkes için büyük faydalar bulunduğunu söylemektedir. Kâşgarlı Mahmud bu eseri 1077’de Bağdad’daki Abbâsî Halîfesi’ne takdim etmiştir.”

Öte yandan, Erol Güngör’e göre, Türk milleti uzun tarihi boyunca kazandığı bütün gücünü ve tecrübesini birleştirerek Osmanlı İmparatorluğunu kurdu. Bizim tarihimizin bütün evvelki safhaları bu büyük eserin meydana getirilmesi için yapılmış birer prova gibidir. Teşkilatçılık, idarecilik, hâkimiyet duygusu, adalet ve şefkât, vekar, yiğitlik, fedakârlık ve feragat, manevi derinlik gibi kültürümüzün bütün mümeyyiz vasıfları hiçbir zaman bu devirdeki kadar işlenmiş ve geliştirilmiş değildir.

Güngör, düşünce ikliminin tahtına, kuşkusuz kültürü oturtmuştur. Kültür-medeniyet ayrımını da reddederek halkın oluşturduğu tüm değerleri tek potada değerlendiren Güngör bu hususta şöyle söylemektedir: “Bir Türk medeniyeti vardır ve başlı başına bir kıymeti vardır. (…) Batı medeniyetinin ne reddi ne kabulü söz konusudur. Bizim onunla bir medeniyet olarak alışverişimiz olabilir.”

Güngör bu bakış açısı sayesinde, modernleşmeyi toplum ve kültür açısından bir sorun olma zorunluluğundan da kurtarmıştır. Milliyetçiliği de zaten, çağdaş bir Türk kültürü inşa ederek milleti yüceltmenin yolu olarak görmektedir. Türk milliyetçiliği onun için bir ilim ve kültür meselesidir, siyasî bir ideoloji değil. Milliyetçilik bir kültür hareketi olduğu için ırkçılığı, halka dayalı bir siyasi hareket olduğu için de otoriter idari sistemleri reddeder.

Öte yandan Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik isimli kitabında belirleyici öneme sahip iki soruyu gündeme getirmektedir:

Milli kültürlerin varlığı ve zenginliği dünya medeniyeti için bir kayıp mı yoksa kazanç mıdır?

Milliyetçiler bu hareketleriyle medeniyet dışında kalma gayreti mi gösteriyorlar?”

Güngör, bu sorularını, kültür değişmeleri mevzusu çerçevesinde cevaplandırmaktadır. Batı’yı örnek alan ülkelerdeki taklitçilik salgınının netice vermemesinin ana sebebini bir kültürün kendi kaynağından uzaklaştıkça orijinalliğini kaybedeceği ve çok defa basit bir taklid konusu haline geleceği fikrine bağlıyor. Güngör burada uzaklaşma sözcüğünü coğrafi mesafe kadar da sosyal mesafe anlamında kullanıyor ve örneklendiriyor:

Amerika ile Türkiye hem coğrafi hem de sosyal mesafe bakımından birbirinden uzaktır.”

Fakat bunun yanında Amerika ile Meksika’nın coğrafi mesafesine rağmen sosyal mesafelerinin en az Türkiye kadar uzak olduğunu belirtiyor.

Erol Güngör’ün fikirlerinde önemli bir yer tutan diğer bir faktör İslâmiyettir. Milliyetçiliğin İslâmiyet’e aykırı olmadığı, tersine dinin Türk milliyetçiliği fikir sistemiyle aynı olduğu yorumunu yapan Erol Güngör, esasında, dini bir kültür meselesi olarak ele almaktadır. O’na göre, Türkiye’deki aydınların misyonerlik gibi ciddî bir meseleyi kültür problemi olarak ele almaları gerekirdi. Erol Güngör kültür mücadelesi olarak gördüğü misyonerlik faaliyetleri ile ilgili şu değerlendirmede bulunmaktadır:

Netice itibariyle, Türkiye, millî kültür meselesini hâlledip, kendi millî kıymetler nizamını kurmadıkça, dev bir medeniyet karşısında hiçbir zaman kuvvetli bir unsur olmayacaktır. Hıristiyan kültürünün yayılması da bu nizamsızlıktan istifade etmektedir.”

Erol Güngör’e göre Türk kültürünün üç ana kaynağından biri de İslam medeniyetidir. Çünkü Erol Güngör, İslam dinini, Türk milliyetçiliğini geliştiren, çeşitli Türk kavimlerini bir araya getiren ve Türklerin bir millet halinde bugünlere kadar yaşamasını sağlayan yegâne unsur olarak görmektedir. Ona göre, “Türkler Müslüman olmasalardı değişik isimlerde kavimler halinde dağılıp gidebilirlerdi.” Erol Güngör’ün ifadesiyle İslamiyet Türk Milletine cihanşümul bir vazife yükledi ve onu bu vazife için gerekli şeylerle teçhiz etti. İslâm, Türk milletinin birliğini sağlamış ve bunu yaparken Türk millî karakterini tahrip etmemiştir.

1960’lara kadar Türk Milliyetçileri dikkatlerini daha çok İslam öncesi Türk tarih ve kültürü üzerinde topluyorlardı. İbrahim Kafesoğlu, Osman Turan, Dündar Taşer ve Erol Güngör’ün ilmi çalışmaları sayesinde “İslam çağı” önem kazanmış ve “Türklük” ile “İslam” birbiriyle kaynaştırılmıştır. Erol Güngör’ün ifadesiyle Türk milliyetçiliğinin temel meselesi İslamiyet’in savunulması olmuş ve Milliyetçi Türk aydınları her türlü fikir akımlarına karşı İslamiyet’i savunmuşlardır.

Güngör’e göre Türklük ve Müslümanlık birbirinden ayrı şeyler olarak düşünülemezdi. Yapılacak iş, bu unsurlardan birine bilhassa önem vererek diğerini ihmal eden milliyetçi liderleri bu noktada birleşmeye davet etmekti. Yüzyıllar boyunca Türk milli özellikleri İslam potası içinde eridiğinden Türk ve Müslüman aynı manaya gelmekteydi. Öyle ki İslamlığı kabul eden milletler arasında hiçbiri, kendi milli kimliğini eriterek İslam ümmeti içinde Türklerden daha ileri gitmemiştir.

İslâm dininin üniversel bir din olmak itibariyle insanlar arasında ırk, soy, sosyal sınıf vs. farkları gözetmediğini belirten Erol Güngör, “İslâmın Bugünkü Meseleleri” adlı kitabında şöyle söylemektedir; “…Kur’ân’da insanların ‘birbirlerini tanımaları için şubeler ve kabileler hâlinde’ yaratıldıkları bildiriliyor. Bu bizim anladığımız kadarıyla ‘kültürlerin farklılığı ve çokluğu’ demektir ki medeniyetin gelişmesi, hattâ bizzat insan soyunun gelişmesi bakımından son derece önemli bir vâkıanın ifadesidir. Ancak İslâmiyet insanların falan veya filan soya mensup olmakla diğerlerine üstünlük iddiâsını yasaklamaktadır. Bu açıdan İslâm’da “kavmiyetçilik” yasaktır.”     Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’in Hucurât Sûresi’nin 13. Ayetinde Yüce Allah “Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.” demektedir.

Erol Güngör’ün Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olarak gördüğü ve üzerinde en çok durduğu meselelerden biri de Türkiye’deki aydınlar ile halk arasındaki kopukluktur. Erol Güngör, bu halktan kopuk aydın karşısında elbette bir ideal milliyetçi aydın tipi de çizmektedir. Fakat bu tipleme, beklenildiği gibi tamamen halkın içinde değildir. Şaşırtıcı ama bir o kadar da gerçekçi bir tahlilde bulunuyor Güngör:

Milliyetçiler, bir ‘seçkin’ grup olarak, henüz modernleşmemiş bir cemiyet karşısında modernizmi temsil etmektedirler. Şu hâlde kendilerini halka ne kadar yakın veya onunla aynı hissederlerse etsinler, halkın şimdilik yabancı olduğu bir değer sistemini ve bir hayat tarzını temsil ediyorlar demektir.”

Halk aydından kendi gibi gözükmesini değil, kendisine rehberlik etmesini bekler. Milliyetçi aydının farkı ise, halk ile aynı millî kültürden beslenmesi, jakoben ve elitist bir tavır takınmaması, hedeflerinin tamamen halk yararına olması ve bu yolda millî vasıtaları kullanması olacaktır.

Erol Güngör, “Sosyal Meseleler ve Aydınlar” isimli kitabında, Türk aydınlarının kafa karışıklığına dikkat çekiyor ve şu soruyu soruyor; “Memlekete sahip çıkmanın bir yolu da onun kültür ve medeniyetine sahip çıkmak değil midir?” Türkiye’deki aydın zümrenin yerli kültüre olan yabancılığını eleştiren Güngör, buna rağmen, meseleye ümitkâr bir açıdan yaklaşmakta ve şöyle demektedir; “Fakat muhakkak ki Türkiye’de aydın zümrenin bünyesi değişiyor ve kozmopolitizme karşı yerli bir hüviyet bulma gayreti her yerde görülüyor. Önümüzdeki yıllarda böyle bir kültür hamlesine şahit olmamız için pek çok sebep mevcut bulunuyor.”

Öte yandan, “Türk Kültürü ve Milliyetçilik” isimli kitabında Erol Güngör şöyle söylemektedir;

Milliyetçilik kitabı ve peygamberi bulunan bir doktrin olmadığı için, ona karşı genel itirazlarda bulunmak doğru değildir. Milli kudretin geliştirilmesi bir memlekette istilacı bir politikaya imkân verebilir, bir başka memlekette bağımsızlık hareketi halinde inkişaf edebilir, bir başka yerde bir kültür ve medeniyet hareketi halini alabilir. Yunan milliyetçiliğinde kilise büyük bir rol oynamıştır, bugünkü Arap milliyetçiliği dini ikinci plana atarak Arap dili ve sosyalizme dayanan bir birliği gerçekleştirmeye çalışıyor. Sömürgelikten yeni kurtulmuş ülkelerde eski sömürgecilere karşı düşmanlık milli hareketin esas itici gücünü teşkil ediyor, eski kudretine kavuşmak isteyen küçük devletlerde ise milli kültür ve tarih şuuru bu gücü veriyor. Bütün bu milliyetçilik hareketlerini bir tek örneğe bakarak toptan red veya kabul etmek elbette yanlış olur.”

Milliyetçiliği Türkiye ile sınırlı tutsa da, Güngör için Türk milleti bu sınırların ötesinde de vardır. Ancak Erol Güngör, Türkiye dışındaki Türkler ile sadece kültürel bir bağ kurmaktadır. Diğer birçok milliyetçinin aksine siyasî bir birlik fikrine çok sıcak bakmamaktadır.

Erol Güngör’e göre her şeyden önce milliyetçilerin temel prensibi: Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüdür. “Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik” adlı Kitabında Güngör şunları ifade etmektedir; “…Ülke ve milletin bölünmezliği prensibi, her türlü mezhep ve bölge ayrılıklarını da reddettiği için bu türlü ayrılıkları siyasi menfaat için basamak yapmak isteyenlerin karşısında milliyetçiler yine birleşecek, birleştirici olacaklardır. Milliyetimizin İslâm dini dışında düşünülemeyeceği fikri yine milliyetçileri birleştiren bir prensiptir. İslâmiyet millî kültürümüz içinde mütalâa edildiği için burada lâiklik prensibine aykırılık diye bir şey zaten bahis konusu olamaz. Milliyetçiler Türk devleti, Türk milleti ve vatanı gibi Türk tarihinin de bölünmez bir bütün olduğunu kabul ederler. Türk Milleti Suriye veya Irak gibi tarihin belli bir anında birdenbire ortaya çıkmamış, çok eski zamanlardan bu yana tabiî olarak teşekkül etmiştir.”

Erol Güngör, Türk milliyetçilerinin yönünü Batı’dan kendi milletine çevirdiğinde millette iki gerçeği gördüğünü belirtmektedir. Bunları ise şöyle özetlemektedir: “…Bir defa İslam dini bizim milliyetçiliğimizin en mühim bir unsuruydu ve onun ihmal edilmesi için hiçbir ciddi sebep de mevcut değildi. Diğer taraftan bizi başka Müslüman cemiyetlerden ayıran pek çok hususiyetlerimiz vardır ki bunlar bizim bir millet halinde teşekkül edişimizden yani Türk olmamızdan ileri geliyordu.”

Netice itibariyle, Erol Güngör’ün milliyetçilik anlayışı hoşgörülü, ılımlı ve diğer milletlere karşı saygılıdır. O, Türk Milletine duyduğu derin sevgisini ilim ciddiyetiyle birleştirebilmis bir sevgi ve ilim adamıdır. Erol güngör, herhangi bir meseleye dışarıdan objektif olarak bakmış, mevzulara hiçbir zaman hissi olarak yaklaşmamış, devamlı meselelerin farklı boyutlarını düşünmüş ve farklı düşünenleri de dikkate almıştır.

Güngör, bir “Kültür Milliyetçisi” idi. Onun milliyetçilik kavramına yaklasımı ideolojik ve doktriner değildi. Türkiye’de Türk Milliyetçiliği fikriyatına ilmî haysiyet kazandıran Erol Güngör’ün bütün çalısmalarında milliyetçiliğin merkeze alındığı görüyoruz. Güngör’de milliyetçilik milli tarih anlayışıyla bütünleşmistir. Öyle ki Güngör, milliyetçiliğin doğuşuyla milli tarihin doğuşunu bir saymaktadır. Milliyetçilik, milli kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı haline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık pazar yeri halinden kurtarmak hareketidir. Binaenaleyh milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet dâvasıdır.

Milliyetçilik anlayışının temeline Türk kültürü, Türk tarihi ve İslam dinini koyan Erol Güngör, Türklerin islamiyeti kabul etmesiyle birlikte millet olma şuurunun daha da arttığını belirtmektedir. Türklük şuuru ile İslam inancının birbiriyle iyi bir şekilde kaynaştığını, zira İslam inancına içten ve dıştan yapılan saldırılara karşı hep türk milliyetçilerinin karşı koyduğunu vurgulamaktadır.

Erol Güngör, Türk milletinin ileriye gitmesi ve tarih sahnesinde varlığını sürdürmesini ancak kendi tarihine, kültürüne ve inancına sımsıkı bağlanması ve bunu gelecek olan nesillere aktarmasına bağlamaktadır. O, Türk tarihinin bütün evrelerine sahip çıkmakla birlikte, Osmanlıyı “yaratıcı gücümüzün en büyük sembolü” olarak görmüş ve onun “milletimize sonsuz bir ilham kaynağı” olacağına inanmıştır.

Milli kültürün devamlılığına büyük önem veren Erol Güngör, Türk milletinin Batılılasma hareketleriyle hüviyet degistirmek yerine kendine dönmesi ve maziden intikal eden kültür mirasına sahip çıkması gerektiğine işaret etmektedir. Güngör, Türk milletinin bir başkasını model almayacak kadar orijinal bir medeniyete sahip olduğuna inanmaktadır.

Neticede, Erol Güngör milli kültürü esas alan ve bu esas içerisinde İslam faktörüne ağırlık veren bir milliyetçilik ortaya koymaya çalısmıstır. Güngör’e göre, milliyetçilik “birlik” prensibine dayanmaktadır ve milliyetçiler de bir memlekette birliği kurmak veya ayakta tutmak için uğraşan insanlardır. O, “Milli birliğin fikir temellerini işlemenin ve birlik şuurunu kuvvetlendirmenin, en büyük vazifemiz olması gerektiğini” söylemektedir.

Erol Güngör, Türk milliyetçilerinin mukaddes vazifesini şu şekilde izah eder: “Biz Türk kültürünü yeniden kurmak mecburiyetindeyiz. Bu yolda kaybedecek bir saniyemiz bile yoktur. Türk kültüründe açılan yaralar bu memlekette milli birliği bozacak derecede ağır olmuştur. Gittikçe de ağırlaşmaktadır…

Velhasıl, Erol Güngör’ün bundan tam 33 yıl önce yaptığı “kaybedecek bir saniyemiz bile yoktur” şeklindeki uyarısını dikkate aldığımızda, günümüz Türk aydını ve bilhassa Türk gençliğinin ne ağır bir sorumluluk yüklenmiş olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Bu vesileyle, fikirleri ve eserleriyle Türk gençliğine yol gösteren Prof. Dr. Erol Güngör’e Allah’tan rahmet diliyoruz.

* Daire Başkanı, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı

Share This:

MAKALE – Kıbrıs’ta Tarihin Tekerrürü

Nejat ÇOĞAL

Nejat ÇOĞAL

Son günlerde Kıbrıs’ta önemli gelişmeler yaşanmaktadır. KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı ile GKRY Lideri Anastasiadis, meseleye bir çözüm bulmak üzere haftada iki defa bir araya gelmekte ve yoğun görüşmeler yapmaktadırlar. Hatta Rum basınında, Güzelyurt ve Karpaz’ı Rum sınırları içinde gösteren haritalar bile yayımlanmaya başladı.

turkocagi@turkocagi.org.tr

Kıbrıs’ta Tarihin Tekerrürü

Nejat ÇOĞAL

03 Kasım 2016
 Son günlerde Kıbrıs’ta önemli gelişmeler yaşanmaktadır. KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı ile GKRY Lideri Anastasiadis, meseleye bir çözüm bulmak üzere haftada iki defa bir araya gelmekte ve yoğun görüşmeler yapmaktadırlar. Hatta Rum basınında, Güzelyurt ve Karpaz’ı Rum sınırları içinde gösteren haritalar bile yayımlanmaya başladı. KKTC Lideri Akıncı’ya göre ise 2016 sonuna kadar bir çözüme ulaşılması ve ardından 2017 Mart-Nisan’da bir referanduma gidilmesi mümkündür. Ne var ki biz bu filmi daha önce de izledik, hem de birçok defa. Yani Akıncı’nın öngördüğü gibi bir takvimlendirmeyi, Kıbrıs Rum tarafı hiçbir zaman kabul etmemiştir; etmeyecektir. Anastasiadis’in de böylesi bir takvimlendirmeyi kabul ettiğine dair herhangi bir işaret yoktur.

Kıbrıs’ta Liderler, Ekim ayını, öngördükleri gibi yoğun görüşmelerle geçirdiler. Bilindiği üzere, Liderler 6 ana başlıkta müzakere yürütmektedir: yönetim ve güç paylaşımı, AB, güvenlik ve garantiler, toprak, mülkiyet, ekonomi. Akıncı’ya göre, bunların dördünde ciddi yakınlaşmalar sağlanmıştır: “Ekim ayı içerisinde bu 4 başlıkta yoğunlaşılacak, 4 başlıktaki ayrılıklar en aza düşürülecek, Kasım başlarında Genel Sekreter ile de iş birliği içerisinde yurt dışında toprağın sürekli bir biçimde konuşulabileceği bir düzeneğe geçilecek, orada da bir başarı elde edilirse 5’liye gidilecek, güvenlik ve garantiler konusu da o çerçevede ele alınacak.”

Geldiğimiz noktada, Akıncı’nın Ekim ayına dair hedefleri önemli ölçüde gerçekleşmiş gibi görünüyor. Zira bugünlerde, uluslararası toplumda, Kasım ayında, İsviçre’de, Bürgenstock tarzında, 3’lü bir toplantı yapılması konuşulmaktadır. Bu toplantıda, “toprak” konusunun kamp şeklinde yapılacak toplantılarla müzakere edilmesi, bu başlıkta da ciddi yakınlaşma olursa hemen ardından garantör ülkelerin de katılımıyla 5’li bir toplantı yapılması planlanmaktadır. Bu 5’li toplantıda “güvenlik ve garantiler” konusu masaya yatırılacak ve ardından da 2016 yılı sonuna kadar çözüm anlaşması ortaya çıkarılabilecektir.

KKTC Lideri Akıncı ve uluslararası toplumun, Kıbrıs çözüm görüşmeleri ile ilgili öngörüsü bu şekildedir. Ne var ki süreç, öngörüldüğü gibi işlese bile neticede Kıbrıs’taki her iki toplumun meşru ve temel hak ve çıkarlarını eşit oranda koruyacak âdil ve kapsamlı bir çözüme ulaşılması mümkün görünmemektedir. Kuşkusuz, öngörümüzü destekleyen çok sayıda faktör vardır.

Şimdi isterseniz, Kıbrıs’ta yürütülen çözüm müzakerelerinin başarı şansını azaltan faktörlere kısaca bir göz atalım:

1. Ada’da 2016 yılı sonuna kadar muhtemel bir çözümün önündeki engellerden biri, BM Genel Sekreteri Banki Moon’un görev süresinin, 31.12.2016 tarihinde sona erecek olmasıdır. Bilindiği gibi Kıbrıs görüşmeleri, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde yürütülmektedir. Yani BM, çözüm sürecine hakemlik yapmaktadır. Genel Sekreter Banki Moon’un, görev süresinin son günlerinde hakemlik görevini layıkıyla yerine getirmesi ise zor görünmektedir. Buna, BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Barth Eide’nin Kıbrıs’ın her iki tarafında ciddi bir güven kaybına uğraması ve yeni BMGS tarafından değiştirilme ihtimalinin varlığı, ayrıca Rum tarafının BM hakemliğine mesafeli bakıyor olması, çözüm ihtimalini daha da zayıflatmaktadır.

2. Kıbrıs’taki çözüm müzakerelerinin önündeki bir diğer engel ise Güney Kıbrıs’ta 2018 yılı Şubat ayında yapılacak Başkanlık seçimleridir. Bu nedenle Rum Lider Anastasiadis, zamana oynamakta ve oyalama taktiği uygulamaktadır. Büyük ihtimalle Anastasiadis, seçim bahanesiyle 2017 yılı başında masadan kaçacak/Türk tarafını masadan kaçırtacak ve müzakere süreci en az bir yıl duracaktır. Ardından da KKTC seçimleri gelecek ve süreç bu yüzden bir kez daha kesilecektir. Zaten, Rumların tuzu kurudur. Acil bir çözüme ihtiyaçları yoktur. Çünkü onlar, uluslararası camianın Kıbrıs’ta tanıdığı tek meşru hükûmettir. GKRY, AB üyesidir. Buna karşın, KKTC, AB üyesi değildir ve Kıbrıs Türk Halkı, izolasyonlar altında ezilmekte ve dünyadan âdeta tecrit edilmektedir. İşte bu yüzden, Kıbrıslı Türkler çözüm için ne kadar acele ederse Rumlar da o derece oyalama taktiklerine başvuracaklardır.

3. 2016 yılı sonuna kadar bir çözüme ulaşılmasını zorlaştıran bir diğer etken ise ABD’de yapılacak olan Başkanlık seçimleridir. Yeni seçilecek ABD Başkanı’nın 2017 yılı Ocak ayında görevi devralacağını düşündüğümüzde, Kıbrıs meselesinin en önemli aktörlerinden biri olan ABD siyasetinin, bu geçiş döneminde ciddi bir tavır sergilemesi beklenmemektedir.

4. Kıbrıs’ta yürütülen çözüm görüşmelerinin bir anlaşmayla sonuçlanmasını engelleyen en önemli faktör ise Kıbrıs Rum tarafının meseleye bakış açısıdır. Kıbrıs’ta taraflar, birbirinden tamamen farklı çözümler istemektedirler. Kuşkusuz bu farklılık, tarafların probleme farklı teşhisler koymalarından kaynaklanmaktadır. Türkiye ve Kıbrıs Türk Halkının meseleye bakışı ve çözüm parametreleri oldukça basittir ve BM ile aynı doğrultudadır. Buna göre, Kıbrıs’ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet görevi çerçevesinde, Ada’daki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni birortaklıkla sağlanacaktır. Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisi devam edecektir.

 Rumların çözüm beklentileri ise tamamen farklıdır. Buna göre Kıbrıs Rum tarafı, çözümü yeni bir ortaklıkta değil, kendilerinin egemenliğindeki sözde Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında istemektedir. GKRY’nin eski Lideri Hristofyas, ” Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet hâline dönüşecek olan Kıbrıs Cumhuriyeti’dir.” demiştir. Yine, eski Rum liderlerden Papadopulos, “Ben halkımdan bir devlet teslim aldım. Onu topluma dönüştüremem.” demiştir. Ayrıca, Rumlara göre Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlükten kalkacak, Ada’daki Türk askeri geri çekilecek, on binlerce yerleşik Türkiye’ye dönecektir.

5. Görüşmelerin başarı şansını azaltan bir diğer faktör, Hristofyas’ın “Biz sessiz ve özlü çalışırız.” şeklinde özetlediği ikiyüzlü Rum/Yunan politikasıdır. Bu, son derece tehlikeli bir yaklaşımdır ve çok dikkatli olunması gereken bir konudur. Bakınız, 10 yıl GKRY liderliği yapan Glafkos Klerides ne diyor? “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık.” İşte bu yüzden, Akıncı-Anastasiadis sürecinin akıbeti de daha önceki birçok benzer nafile çözüm çabalarından farklı olmayacaktır. Zira Rumlar, muhtemel bir çözüme inanmamakta fakat BM, ABD ve AB’nin başını çektiği uluslararası camianın baskısıyla masaya oturmak zorunda kalmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Anastasiadis, bir Klerides’ten veya bir Hristofyas’tan farklı değildir ve olmayacaktır.

Mesela, geçen Eylül ayında, BM Genel Kurul Toplantılarına katılmak üzere New York’a giden Rum Lider Anastasiadis’in daha yola çıkmadan sarf ettiği “Ne garantiler ne hakemlik ne deregasyon ne de takvim olabilir!” şeklindeki tahrik edici sözleriyle, New York’ta yapılacak 3’lü Zirve ölü doğmuştu. KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın müzakere yürüttüğü Rum Liderin meseleye bakış açısını biraz daha açalım: Rum Lider, göreve gelir gelmez “Türkiye doğalgaza karışmasın, kapalı Maraş’ı bize iade etsin, o zaman AB’deki vetomuzu kaldırmayı düşünürüz…” demiştir. Bugün de bunlara ilave olarak Güzelyurt ve Karpaz’ı istemektedir. Nihayet Anastasiadis, Türkiye’nin Ada üzerindeki garantörlüğüne daima karşı çıkmış klasik bir Rum siyasetçisidir.

6. Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm görüşmelerinin önündeki bir başka engel, müzakerelerin “her konuda anlaşma sağlanmadan hiçbir konuda anlaşma sağlanmış sayılmayacağı” ilkesiyle yürütülüyor olmasıdır. Öyle ki Kıbrıs gibi karmaşık bir meselede tarafların her konuda uzlaşmaya varması mümkün bulunmamaktadır.

7. Ayrıca Rum tarafı, güvenlik ve garantörlük sisteminin devam etmesini istememekte ve AB’nin garantörlüğünü yeterli görmektedir. Türk tarafı ise Türkiye’nin garantörlüğünü vazgeçilmez kabul etmektedir. 1959 Zürih ve Londra Anlaşmaları yürürlüktedir. Bugüne kadar da taraflardan hiçbiri Anlaşma’nın kaldırılmasına yönelik resmî bir başvuruda bulunmamıştır. Kaldı ki uluslararası hukuka göre taraflardan biri, tek başına Anlaşma’yı feshedememektedir.

8. Müzakerelerin önündeki bir diğer zorluk ise, Tük tarafı, mülkiyet konusunun takas ve tazminat yöntemiyle toplu olarak çözümünden yanayken Rum tarafının bu konunun bireysel olarak ve iade yöntemiyle çözülmesinde ısrar etmesidir. Yine Türk tarafı, toprak konusunun iki kesimlilik ilkesine göre ve iki ayrı halkın yoğun olarak yaşadığı bölgeler dikkate alınarak çözülmesini isterken Rum tarafı, göçmenlerin topraklarına geri dönmesini savunmaktadır.

9. Rumlar, Ada’daki tüm yerleşiklerin Türkiye’ye geri dönmesini isterken Türk tarafı, bunun belirli sayıda olmasını istemektedir.

10. Ayrıca Türk tarafı, müzakerelerde takvimlendirmeyi ve uluslararası toplumun sürece hakemlik yapmasını savunurken Rum tarafı buna şiddetle karşı çıkmaktadır.

11. Rum/Yunan tarafı, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kişilik” gibi temel kavramlara, tamamen Rum egemenliğini çağrıştıran anlamlar yüklemektedir.

12. Uluslararası toplum, GKRY’yi meşru Kıbrıs Hükûmeti olarak tanımaktadır. Ayrıca, Rum tarafı haksız bir şekilde AB üyesi yapılmıştır. Hem, meşru Kıbrıs Hükûmeti olarak tanınan hem de AB üyesi olan Rumların, Kıbrıslı Türklerle uzlaşması mümkün değildir.

Bütün bu zorluklar, Ada’da yürütülen çözüm müzakerelerinin başarı şansını azaltan ciddi faktörlerdir. Öte yandan her iki toplum lideri, nasıl bir anlaşmaya varırlarsa varsınlar son sözü, Kıbrıs Türk Halkı söyleyecektir. Yani varılacak bir anlaşma, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.

 Yukarıda da belirttiğimiz gibi, biz bu filmi daha önce defalarca izledik. Zira 1968 yılından bu yana Ada’daki iki toplum arasında görüşmeler devam etmektedir. 1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeler“i, 1992 yılında Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi“, 2004 “Annan Planı”, 2008 yılında “21 Mart Süreci” 48 yıldır devam eden görüşmelerin öne çıkan çözüm planlarıdır. Ne yazık ki bu çabaların hiçbiri uygulamaya girememiştir. 48 yıldır Rum/Yunan tarafıyla bir çözüme ulaşılamamışken şimdi ne değişmiştir de aylar içinde âdil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşma ümidi belirmiştir? KKTC Lideri, klasik Rum/ Yunan siyasetinden haberdar değil midir?

Kıbrıslı Türklerin 1963, 1964, 1967 ve 1974 yıllarında uğradığı katliamlar, Kıbrıs Türk Halkının kolektif hafızasına âdeta kazınmış bulunmaktadır. Benzer olayların tekrarlanmamasını kim garanti edebilir? AB mi? Elbette, hayır! Kıbrıslı Türk soydaşlarımızın güvenliğinin yegâne garantörü Anavatan Türkiye’dir. Ada’da 42 yıldır barış ve huzurun güvencesi olan Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’dir. Gerçekler bu kadar ortada iken Rumlardan veya Brüksel’den medet ummak tabiri caizse abesle iştigaldir.

Netice itibarıyla Kıbrıs’ta tarih tekerrür etmektedir. Ada’da 1968 yılından bu yana çok sayıda görüşme yapılmış ve onlarca çözüm planı gündeme getirilmiştir. Ancak, bunların hiçbiri, uygulama alanı bulamamıştır. Günümüzde, KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı ile GKRY Lideri Anastasiadis’in yürüttüğü çözüm görüşmeleri de ne yazık ki aynı akıbete uğrayacaktır. Bu muhtemel akıbetin sebeplerini yukarıda belirttik. Yani, ne AB’nin ne de küresel güçlerin baskısı, Kıbrıs’ta Rumlar lehine bir anlaşmayı mümkün kılabilecektir. Anavatan Türkiye’nin “kırmızı çizgiler”ini hiçbir güç ihlal edemeyecektir. Uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerine dayanan Türkiye’nin, Kıbrıs’ta bir oldubittiye izin vermesi de mümkün değildir. Bugünlerde Rum basınında yayımlanan ve Güzelyurt ile Karpaz’ı Rum sınırları içinde gösteren haritaların da hiçbir değeri yoktur. Kıbrıs’ta çözüm, Rumlara toprak vererek değil, bilakis Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum toplumlarının toprak bütünlüklerinin korunduğu ve tarafların siyasi eşitliğine dayanan yeni bir federal ortaklık devleti çatısı altında gerçekleşecektir. Bu çerçevede âdil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm sağlanamaması hâlinde, uluslararası toplum tarafından da tanınmış Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin varlığının, yani mevcut statünün devam ettirilmesi en uygun çözüm olacaktır.

KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın Türkiye’nin Ada üzerindeki garantörlük hak ve yetkisini ve Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’nin varlığını tartışmaya açması anlaşılır bir durum değildir. Bilinmelidir ki Kıbrıs Adası’nın bir “Yunan Adası” olmasına asla müsaade edilmeyecektir. Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan Kıbrıs’ın yegâne güvencesi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir. Bu meyanda Türkiye, Kıbrıs Türk halkı üzerindeki tarihî ve kültürel sorumluluğunun bilinciyle ve uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve yükümlülükleri çerçevesinde, sadece Kuzey Kıbrıs’ın değil, tüm Ada’nın garantörü olarak Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de barış ve huzura katkı sağlamaya devam edecektir.

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/7022/kibris-ta-tarihin-tekerruru.html

 

Share This:

Makale- Türk Milletinin Ateşle İmtihanı Nejat ÇOĞAL

 Son iki yüzyıldır Türkiye, Türkleri, Türk-İslâm Medeniyetinden koparmak isteyen ihanet çetelerinin tezgâhladığı birçok oyuna sahne olmuştur. Bu dönemde Ülkemiz, iç ve dış kaynaklı çok sayıda bölücü ve yıkıcı saldırılara maruz kalmış, Türkiye aleyhinde, birçok “zıt kuvvet” el ele vermiş, Siyonist, kapitalist ve komünist çevreler, Ülkemize karşı rahatlıkla işbirliğine gidebilmişlerdir. Düşmanlarımız, “dıştan saldırma” imkânı bulamayınca, bu sefer “içten saldırma” metotlarına başvurmuşlardır.

Türkiye’nin milli birlik ve beraberliğine, Türk Devletinin ve Türk Vatanının bölünmez bütünlüğüne yönelik bu hain saldırıların en son örneği ise Fethullahçı Terör Örgütü FETÖ/PDY ihanet çetesinin 15 Temmuz 2016 tarihindeki başarısız darbe girişimidir. Türk Milletinin 40 yıl düşünse bile aklına gelmeyecek bir ihanet girişimi maalesef gerçek olmuştur. Çocuklarımıza, ömür boyu unutamayacakları bir korku yaşatan bu teröristler, Milletimizin kolektif hafızasına asla silinmeyecek kötü izler bırakmışlardır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içinde yuvalanmış birtakım asker kılıklı hainin bu kalkışması aynı zamanda, şanlı Türk Ordusunun tarihine de kara bir leke sürmüştür. Allah, Türk Milletine bu kâbusu yaşatan hainleri kahretsin.

Ne yazık ki bu karanlık gecede, Atlantik Ötesi’nden yönetilen, asker kılığına girmiş birtakım FETÖ’cü ihanet çetesi, Türk Milletinin kendi savaş uçağıyla, kendi helikopteriyle, kendi tankıyla, kendi silahıyla yine Türk Milletinin başına bombalar, mermiler yağdırmış, kendi halkını tankların altında ezmiştir. Tarihinde ilk defa Gazi TBMM, bu vatan hainleri tarafından, üstelik de Türk savaş uçaklarıyla bombalanmıştır. Türk Milletinin en önemli ve güzide kurumları olan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Çankaya Köşkü, MİT Yerleşkesi, Özel Harekât Dairesi Başkanlığı, Emniyet Müdürlüğü başta olmak üzere birçok kamu kuruluşu da maalesef bu hain bomba ve kurşunlardan nasibini almıştır.

Peki, Türkiye’yi başkentinde, tam kalbinden vuran bu hain işgal girişimi başarılı olsaydı ne olacaktı? Büyük ihtimalle Türkiye İran ile savaşa sokulacak, Suriye bataklığına sürüklenecek ve böylece Ülkemiz bölgesinde bir kaosun içine çekilecekti. Yine, hain darbeciler başarılı olsalardı, Ülkemiz iç savaşa sokulacak ve bir Suriye’den farksız hale getirilecekti. Evet, Allah, ülkemizi 15 Temmuz gecesi uçurumun kenarından bir kez daha çekip almış

Türk Milleti, 2. Kurtuluş Savaşını da 15 Temmuz 2016 tarihinde kazanmış, milli irade, FETÖ/PDY’nin hain işgal girişimini başarıyla püskürtmüştür. Halkın iradesiyle göreve gelen Cumhurbaşkanımızın demokrasiye olan inancı ve dik duruşu sayesinde Türk Milleti harekete geçmiş, demokrasisine ve milli egemenliğine sahip çıkmıştır. Öyle ki, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir cesaret ve kararlılıkla Halk sokaklara, meydanlara çıkmış, tanklara, savaş uçaklarına, helikopterlere, makineli tüfeklere karşı göğsünü siper etmiştir. O karanlık gecede tam 240 vatan evladı demokrasi şehidi, 2000’den fazla milli kahraman da demokrasi gazisi olmuştur. Allah onlardan razı olsun.

Her fırsatta ifade ettiğimiz gibi, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet var olabilmesinin yegâne şartı milli birlik ve beraberliktir. İşte, 15 Temmuz’la birlikte milli birlik ve beraberliğimiz daha da güçlenmiş, Türk Milleti demokrasisi ve bağımsızlığı için sımsıkı kenetlenmiştir. 7 Ağustos’ta İstanbul/Yenikapı’da gerçekleştirilen Demokrasi ve Şehitler Mitingine, Toplumun her kesiminden 5 milyon vatandaşın katılmasıyla, milli birlik ve beraberliğimizin gücü tüm dünyaya gösterilmiştir.

Neticede, kazanan milli irade olmuştur. Türk-İslâm Medeniyetini bölüp, parçalamak isteyen Siyonist ve kapitalist şer odakları ise Türk Milletinin gösterdiği bu kahramanlık karşısında âdeta şaşkınlığa düşmüşlerdir. Milli birlik ve beraberliğin ne kadar önemli olduğunu yaşadığı acı tecrübe ile bir kez daha anlayan Türk Milletinin Tek Millet, Tek Devlet, Tek Vatan ve Tek Bayrak altında birleştiğini görmek, FETÖ/PDY Terör maşası ile onun arkasındaki sinsi düşmanları da kahretmiştir. Son iki yüzyıldır Türkiye üzerinde gizli planlar yapan ve Türk Milletine kefen biçen Batılı şer odakları, bunun hesabını mutlaka vereceklerdir.

Umuyoruz ki, bir darbe girişiminden öte, Türkiye’yi işgal girişimi olarak nitelendirebileceğimiz bu kalkışma hareketi, Siyonist ve kapitalist şer odaklarının ve onların hain taşeronlarının Türkiye’ye yönelik son saldırıları olsun. Ve yine istiyor ve bekliyoruz ki Türk Milleti böylesi bir ihanetle bir daha karşılaşmasın.

İç ve dış düşmanlarımızın bu hain saldırılarına bir başka örnek olarak, Suriye sınırımızın ötesinden vatan topaklarımıza bombalar yağdırılmasıdır. Yine, mesela, içerideki taşeron terör örgütlerinin Ülkemizi bölmek için şehirlerimize hendek kazıp, Devletimize meydan okuma cüretini göstermeleri, ayrıca, onlarca savunmasız sivil vatandaşlarımızın ve güvenlik güçlerimizin şehit olmasına yol açan bombalama eylemleri, içten yapılan saldırıların en son örnekleri olarak gösterilebilir. Fakat, tüm Dünya da şahit olmuştur ki Büyük Türk Devleti, bir yandan, sınırlarını ihlal eden Batı’nın taşeron terör örgütlerine misliyle karşılık vermesini, öte yandan da içerideki bölücü anarşistleri kendi kazdıkları hendeklere gömmesini bilmiştir. Velhasıl, tüm iç ve dış düşmanlarımızın şunu iyi bilmeleri gerekmektedir: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür, parçalanamaz. Ayrıca, milli sınırlarına ve Devletine uzanan elleri kesmekle kalmaz, o ellere hükmeden kafaları da yok etmesini bilir.

Türk-İslâm kültür ve medeniyetine karşı düşmanlığı bulunan, Milletimizi tarihi bağlarından koparmak isteyen ve Dünya Türklüğünü dağıtmak isteyen bu şer odakları, Ülkemizde hiç yoktan, bölgesel farklılıklara dayalı, siyasi mezhep ve etnik grup temelli, sınıflar ve nesiller arası çatışmalar icat etmekte ve bu vesileyle kitleleri kışkırtmaktadırlar. Kısaca “böl-parçala-yönet” düsturuyla hareket eden bu hain mihraklar, bölgesinin en istikrarlı ve güçlü Ülkesi olan Türkiye’yi, kan gölüne çevirdikleri Ortadoğu bataklığına sürüklemenin gayreti içerisine girmişlerdir.

Bu açıdan bakıldığında, bir FETÖ/PDY’nin, bir PKK veya DAEŞ’ten hiçbir farkı yoktur, hatta toplumun her kesimine ve Devletin her birimine sızmış bu sinsi ve hain Fethullahçı Terör Örgütü FETÖ, diğer terör örgütlerinden 10 kat daha zararlıdır diyebiliriz. Her biri kara ve kızıl emperyalizmin birer maşası olan bu taşeron terör örgütlerinin kökünün kazılması, müteakiben de onların üst akıllarına gereken dersin verilmesi, Türk Milletinin boynunun borcudur.

Kaldı ki, binlerce yıllık devlet tecrübesi, kültür ve medeniyet birikimi ile tarihin kaydettiği en dinamik milletlerden bir olan Türkler, “demokrasi ve özgürlük” maskesi arkasına sığınan bu kahpe oyunları bozabilecek yeteneğe sahiptir. İslam’da hürriyet “Allah’tan gayrisine boyun bükmemek” ve “Allah’ın emirlerine ters düşmemek kaydıyla milli örfe itaat etmek” şeklinde karşılık bulur. İşte, Türk-İslâm Ülkücüsü ahlâkını kurarken aklını kullanacak, millî ruh ve şuurunu koruyarak, İslâm ahlâkının ve Türk töresinin aydınlığında yürüyecektir.

Hiç bir millet, dininin, dilinin, kültür ve medeniyetinin, devlet ve vatanının parçalanması gayretlerine müsamaha gösteremez. Bayrağının düşürülmesi karşısında sessiz kalamaz. Türk Milletinin dostluğunun da düşmanlığının da muhteşem olduğunu çok iyi bilen dış güçler, bu milletin tarihî yeniden şahlanışına engel olamayacaklardır.

Osmanlı Devleti’nin, üç kıta üzerindeki farklı dinlere mensup kavim ve sınıflar arasında hukuki ve içtimai adaleti sağlayarak bir düzen içinde yaşamalarını gaye edinen “Nizam-ı Âlem” davası başarıyla takip edilmiştir. Yakın gelecekte ise Müslüman-Türk Milletinin “Nizam-ı Âlem Ülküsünün” bir hayal olmadığına, bilakis damarlarında akan kan kadar gerçek olduğuna tüm Dünya şahit olacaktır.

Sevgili Peygamberimizin “Bir elime Güneş’i, bir elime Ay’ı verseniz yine dâvamdan dönmem” diyerek özetlediği ahlak anlayışını benimsemiş olan Türk-İslâm Ülkücülerinin bu mukaddes davadan vazgeçmeleri asla söz konusu olamaz.

Bilinmelidir ki Türkiye Cumhuriyeti, büyük Türk Milletinin tek ve bağımsız kalesi olup, aynı zamanda bütün Dünya Türklüğünün ve bütün mazlum milletlerin de ümidi durumundadır. Ay-Yıldızlı Al bayrağın dalgalanabildiği tek ülke olan Türkiye’miz, çetin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik problemlerin ardından, Allah’ın izniyle, yeni bir diriliş ve şahlanışın eşiğinde bulunmaktadır. Türk Milleti, 21. Yüzyıla damgasını vuracak, hiç bir güç de buna engel olamayacaktır.

Bir yandan İslâm’ın kılıcı ve kalkanı olarak önemli hizmetler veren Türkler, bir yandan da, tarih boyunca kurdukları imparatorluklarda, egemenlikleri altına aldıkları halklara din ve vicdan özgürlüğü tanıyarak, bunların birlikte, barış içinde yaşamalarını temin etmiş ve evrensel barışa büyük katkılar sağlamışlardır. Binlerce yıllık tarihi boyunca Dünyada adaleti hâkim kılmak arzusuyla hareket eden Türkler, bir nevi bütün insanlığın sorumluluğunu üzerinde taşımıştır.

Hiç şüphesiz, Türk Milleti, tarihî sorumluluğunun farkında olarak “cihan hâkimiyeti mefkuresi” için mücadelesini sürdürecektir. Günümüzde, Dünyanın her yerinde, emperyalist devletlerin ve onların taşeronu olan terör örgütlerinin saldırılarıyla vahşice katledilen binlerce Müslüman’ın dökülen kanlarından beslenen kara ve kızıl emperyalizm canavarına karşı tek direnç noktası Türkiye’dir, Türk-İslâm Ülkücüsüdür. Sevgili Peygamberimizin “Haksızlıklar karşısında susan, dilsiz şeytandır” Hadis-i Şerifi çerçevesinde, Türk-İslâm Ülkücüsü susmayacak, zalimler karşısında Hakk’ı savunmaya devam edecektir.

Günümüzde, Dünya Devletlerinin yaklaşık üçte birini teşkil eden Müslümanlar, kara ve kızıl emperyalizmin kucağında istismar edilmekte ve sömürülmektedir. Kapitalizmin, komünizmin ve Siyonizm’in pençesinde inleyen Dünya Müslüman-Türkleri için sadece Türkiye’de bir ümit ışığı belirebilir. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, Allah yolunda savaşan ve kınayanların kınamasına aldırmayan, İslâm iman ve ahlâkıyla yoğrulmuş yeni bir ülkücü nesil, tarihimizin bağrından fışkırarak ve her gün biraz daha güçlenerek gelmektedir. Bu nesil, Allah’ın Türk Milletine ve İslâm Âlemine ihsanıdır. Yine bu nesil, Yahya Kemal’in, Kurtuluş Mücadelesinde işaret ettiği kahramanların neslidir;

Şu kopan fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi,
Senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi.
Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın
Galip et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.

Bugün, Milletçe, Türk-İslâm Ülküsü etrafında kenetlenmekten başka çare yoktur. Türk-İslam Ülküsü açısından düşünürsek, mutlak irade Allah’ındır. O dilerse “milli iradeyi”, yine O dilerse “tarihin iradesini” harekete geçirerek milletlerin kaderine yön verir. Yeter ki ülkemiz için çalışalım, millî birlik ve beraberliğimizi koruyalım, inançlı-vatansever nesiller yetiştirelim, gençliğimize sahip çıkalım…

Tasada ve kıvançta birleşmiş, millî tarih ve kültür ile yoğrulmuş, milletçe bütünleşmiş, Sevgili Peygamberimizin buyurduğu gibi “bir yeri ağrıdığı zaman bütün vücudu ile ıstırap duyan” bir organizma olmayı başarmış yeni Türk Gençliğinin, nefsani ihtiraslardan kurtulup Türk-İslâm Ülküsünde fâni olmasının zamanı gelmiştir.

Nihayet, bin yıllık kardeşliğimize göz diken küresel güç odaklarının 15 Temmuz 2016 tarihli Türkiye’yi işgal girişimi, Atalarımızın “su uyur, düşman uyumaz” uyarısının ne kadar doğru olduğunu, bir kez daha gözler önüne sermiştir. Bu bakımdan, Üstâd Necip Fazıl’ın ifade ettiği “kim var! diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert “ben varım!” diyebilecek cesarette, dimdik, dinamik bir Müslüman-Türk Gençliği, Türkiye’nin aydınlık geleceğinin yegane güvencesidir.

Türk Milletinin iki yüzyıldır süregelen ateşle imtihanı henüz bitmemiştir ancak, bu dönemde biriktirdiği tecrübeler onu geleceğe taşıyacaktır. Atalarımızın, “bir musibet, bin nasihatten iyidir” sözüne uygun olarak, Milletçe yaşadığımız acı tecrübelerden gereken dersleri çıkartıp, gerekli tedbirleri alıp, gelecek nesillere daha güvenli ve daha müreffeh bir Türkiye bırakmak için, Milletçe, var gücümüzle çalışmak mecburiyetindeyiz.

Allah’tan başka ilâh yoktur diyen Türk Milletini Allah ve Resulünün muhteşem çizgisinden saptırmaya kimsenin gücü yetmemiştir, yetmeyecektir. Allah Türk Vatanını ve Türk Milletini korusun. Millî birlik ve beraberliğimizi bozmasın…

Nejat Çoğal/Bu Ülke

http://buulke.net/2016/08/12/turk-milletinin-atesle-imtihani/

 

Share This:

Avrupa Birliği Nereye Gidiyor?

Velhasıl, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın belirttiği gibi “Gerekirse, Kopenhag Kriterlerinin adını Ankara Kriterleri olarak değiştirir ve yolumuza devam ederiz”.

Avrupa Birliği Nereye Gidiyor?

27 Haziran 2016

  Nejat ÇOĞAL

turkocagi@turkocagi.org.tr

BREXIT, yani İngiltere’nin AB ile devam edip etmemesi hakkında yapılan referandum sonuçları Avrupa Birliği’nde şok etkisi yapmıştır. İngiltere’de 23 Haziran 2016 tarihinde yapılan referandumda Halkın %48’i AB’yle yola devam derken, %52’si AB’ye HAYIR demiştir. Referandumda AB’ye hayır diyen İngilizlerin bile pişmanlık duyduğu bu sonuç, Brüksel’in gündemine adeta bomba gibi düşmüştür. Avrupa entegrasyonunu 70 yıl geriye götürebilecek potansiyele sahip böylesi bir kararın ardından, İngiltere’nin AB Komiseri Jonathan Hill görevinden istifa etmiş, İngiltere Başbakanı David Cameron istifa edeceğini açıklamıştır. Brüksel’in önde gelen siyasetçileri tarafından da “İngiliz Halkının bu kararının vakit geçirilmeksizin uygulanması gerektiği ve bir daha İngiltere’nin AB üyeliği için müzakere yapılmayacağı” şeklinde sitemkâr bir açıklama yapılmıştır. Lizbon Anlaşması’nın 50. Maddesi’ne göre, 2 yıl içinde ayrılmanın gerçekleştirilmesi ve İngiltere-AB arasında yeni bir ilişkinin kurulması gerekmektedir.

AB Konseyi Başkanı Donald Tusk, Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz ve AB Dönem Başkanı Hollanda Başbakanı Mark Rutte, Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker`in daveti üzerine apar-topar Brüksel’de toplanmışlar ve İngiltere’de yapılan BREXIT referandumundan çıkan sonuç hakkında kısaca şu açıklamayı yapma ihtiyacı hissetmişlerdir:“…Bu kararı esefle karşılıyoruz ancak saygı duyuyoruz. Bu, eşi benzeri olmayan bir durumdur ancak yanıtımız için birleştik… 27 üye devletli birlik devam edecektir. Birlik, ortak siyasi geleceğimizin çerçevesidir. Biz tarih, coğrafya ve ortak çıkarlarla birbirimize bağlıyız ve işbirliğimizi bu esasta geliştireceğiz…

Birlik içindeki en büyük müttefikini kaybeden Almanya Başbakanı Angela Merkel ise “İngiltere’nin AB’den ayrılma kararı Avrupa için bir kırılma noktasıdır” demiştir. Buna karşın, İngiltere’nin olmadığı bir AB’de nüfuzu daha da artacak olan Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’dan ise “AB’nin bir sıçrama yapmasının zamanı gelmiştir” şeklinde, memnuniyet içerikli bir tepki gelmiştir.

Esasen, İngiltere’nin başından beri Avrupa bütünleşmesinin dışında kalmaya çalışıp, Atlantik Ötesi dostu ABD ile birlikte hareket etmesi, bugünkü hadiselerin en büyük alameti olarak görülebilir. Bilindiği gibi, İngiltere, başından beri AB’nin siyasi ve ekonomik derinleşme çabalarından mümkün mertebe uzak kalmaya gayret etmiştir. Mesela, ekonomik ve siyasi derinleşmenin en bariz adımlarından olan Eurozone ve Schengen’e İngiltere dâhil olmamıştır. İngilizler yine, NATO dışında bir savunma sistemine, mesela Avrupa Ortak Savunma sistemi ve Avrupa Birleşik Ordusu projesine hep karşı çıkmıştır. Ayrıca, son zamanlarda AB’nin yaşadığı göçmen krizi konusunda Brüksel ile birlikte hareket etmeyi reddetmiştir. İngiltere, son yıllarda, AB bütçesine de yeterli katkıyı sağlamaktan sarfınazar etmiştir. Milli egemenlik haklarını Brüksel’e kaptırmamak için ciddi direnç gösteren İngilizler, nihayet meseleyi “23 Haziran Bağımsızlık Günü olsun” noktasına kadar getirebilmişlerdir.

Ancak, AB’ye tepki vermekte bu kadar aşırıya giden İngilizlere şunu hatırlatmak isteriz: AB’den ayrılma kararıyla İngiltere kendi ülke bütünlüğünü de tehlikeye atmış bulunmaktadır. Zira, yakın zamanda, İskoçya’da yapılan bağımsızlık referandumunda, sırf AB’nin bir parçası olarak kalmak uğruna Birleşik Krallık içinde kalmayı tercih eden İskoçyalılar, BREXIT kararının ardından kendilerini aldatılmış hissetmektedirler. Nitekim, Başkent Edinburgh’ta sonuçtan duyduğu üzüntüyü dile getiren İskoçya Başbakanı Nicola Sturgeon, “İskoçya geleceğini AB’de görüyor. İskoçya isteğimiz dışında AB dışına çıkarılacaktır. Bu demokratik olarak kabul edilemez. İskoçya’nın ikinci bir bağımsızlık referandumuna gitmesi yüksek ihtimal.” açıklamasını yapmıştır.

İngiliz halkının BREXIT kararının FREXIT’e veya diğerlerine dönüşüp dönüşmeyeceği ve bu kararın ekonomik ve siyasi sonuçlarının neler olacağı konusunu makalemizin ilerleyen bölümlerinde irdeleyeceğiz. Ancak, öncelikle, bu noktaya nasıl gelindiği hakkında ve özellikle de Avrupa’daki yabancı düşmanı ırkçıların ve AB karşıtı aşırı sağcıların, yakın zamanda Brüksel’in başına bela olacakları yönünde, daha önce yapmış olduğumuz uyarıları ele almak isteriz. Zaman bizi haklı çıkardı ve Brüksel’in korkulu rüyası da böylece gerçekleşmiş oldu. Zira, İngiltere’nin AB’yi terk etme kararı domino etkisi yapabilir ve AB’nin diğer lokomotif ülkelerinde de ayrılma yönünde referandumlara gidilebilir. Mesela, ağır mali krizden ve kemer sıkma politikalarından derin şekilde etkilenen Yunanistan halkı da aynen bizim gibi düşünmektedir. Yapılan kamuoyu araştırmalarına göre Yunan Halkı “Bu işin bu noktaya geleceği belliydi, hatta gecikti. Halk zaten canından bezmişti. Bu neo-liberal AB’nin bizleri bugün bu noktaya getireceği çok önceden belliydi” demektedir.

Şimdi, islamofobi ve AB karşıtlığı konusunda bundan tam 1,5 yıl önce Brüksel’e yaptığımız uyarılar hakkında kısaca bilgi vermek isiyoruz. 13 Ocak 2015 tarihinde yayınlanan “Avrupa’da Kimler Tarih Yazıyor? ” başlıklı makalemizde, özetle şu hususların altını çizmiştik:

Son zamanlarda, Avrupa’da yabancı düşmanlığı ve Türk-İslam karşıtlığı yeniden hortladı. Daha önce yazdığımız makalelerle Brüksel’i müteaddit defalar uyardık… Peki bu noktaya nasıl gelindi? Yazımıza, 2014 Mayıs ayında gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu seçimleri ile başlamak istiyoruz. Çünkü seçim sonuçları, bugün yaşanan problemlerin önemli bir göstergesi olarak tarihe geçmiş bulunmaktadır… Öyle ki Müslüman-Türk düşmanlığı ve AB karşıtlığı yapan çevreler bu seçimlerde önemli bir başarı gösterdiler ve AP içinde ciddi bir pozisyon elde ettiler… Zira seçimlerde Sosyalistler, Liberaller ve Hıristiyan Demokratlar oy kaybederken, aşırı sol, muhafazakâr anti-federaller, sağcı AB karşıtları, aşırı sağ dâhil bağımsızlar oylarını artırmış ve 751 üyeli AP’de toplam 167 sandalye kazanmışlardır.

Bu seçimlerde aşırı grupların 2009 seçimlerine nazaran başarı kazanması, Avrupa Birliği siyasetçilerini ziyadesiyle endişelendirdi… Bilindiği gibi, Ulusal Cephe’nin Lideri Marine Le Pen, son AP seçimlerinde Fransızların %25 oyunu alarak partisini birinci sıraya taşıdı. Aşırı ırkçı görüşleriyle Fransa’yı sallayan babası Jean Marie Le Pen’den 2011 yılında partiyi devralan Marine Le Pen’in çok kısa bir sürede yüksek başarı sağlaması, Avrupalıları endişeye sevketmiş gibi görünüyor. Son yıllarda Avrupa kamuoyunu meşgul eden göçmenler meselesine ilave olarak, yine Avrupa’da yaşanan yüksek işsizlik problemi ve mali krizin sorumluluğunu da Brüksel’e yükleyen Marine Le Pen, durumdan vazife çıkarmayı başarmıştır. “Şeytan” diye anılan babası tarafından “Şeytan’ın kızı” olarak nitelendirilen Marine Le Pen’in hedefinin, AB’yi dağıtmak ve 2017 seçimlerinde Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmak olduğu söylenmektedir.

 Öte yandan, Almanya’da, yabancı düşmanı olarak bilinen NPD’nin ilk kez AP’ye milletvekili göndermesi, AB’de bir diğer endişe kaynağı olmuştur. Ayrıca seçimlere ilk kez katılan, Eurozone karşıtı AfD partisi, Alman seçmenlerin yüzde 7’sinin oyunu alarak 7 sandalye kazanmış bulunmaktadır.

 Sonuçları itibariyle şaşkınlık yaratan AP seçimleri, AB’nin bir diğer lokomotifi İngiltere’de de tedirginliğe yol açmış gibi görünüyor. Zira, seçimlerin hemen ardından The Guardian’ın manşetinde yer alan bir araştırma dikkat çekmiştir. Araştırmaya göre, “İngiltere’de 2000 yılından sonra, ırkından dolayı kendilerine önyargılı bakıldığına inananların sayısının arttığına” işaret edilmektedir. Yani Araştırmaya göre, aynı dönemde İngiltere’de ırkçılık ve İslamofobi önemli bir şekilde artış göstermiştir.

Diğer taraftan, İngiltere’de, “Avrupa’yı AB’den kurtaracağım” diyen Nigel Farage’nin Lideri olduğu UKIP Partisi’nin oyların yüzde 27.5’ini alarak İngiliz siyasetinde “3. Güç” olarak ortaya çıkması dikkat çekicidir Seçim sonuçlarıyla ilgili olarak konuşan İngiltere Başbakanı David Cameron, “Seçmenin, AB konusunda hayal kırıklığı hissettiğini” belirtmesi ve “Sandıktan çıkan mesajı aldık” demesi, İngiliz siyasetinin önümüzdeki günlerde Brüksel ile ciddi problemler yaşayacağını işaret etmektedir. 

  AB siyasetçilerinin yaptığı bu özeleştiriye karşı, seçimlerde başarı gösteren aşırı grupların verdiği cevap ise manidardır. Avrupa’nın farklı ülkelerinde seçimlerde başarı gösteren aşırı gruplar yaptıkları ortak basın toplantısıyla adeta gövde gösterisi yapmışlar ve “AB’de tarih yazıyoruz” diyebilme cesaretini göstermişlerdir.

 AB’deki Aşırı grupların Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı basın toplantısına Fransa’dan Marine Le Pen, Hollanda’dan Geert Wilders, İtalya’dan Matteo Salvini, Belçika’dan Gerolf Annemans ve Avusturya’dan Harald Vilimsky katılmış ve AP’de bir grup kurma konusunda mutabakata varmışlardır. Toplantıda konuşan Marine Le Pen, “Teknokratik ve totaliter AB modeli geride kaldı” demiş ve kuracakları grupla halkların menfaatine karşı olan her girişimi bloke etmeyi hedeflediklerini söylemiştir.

  Türkiye’nin Avrupalı olmadığı iddiasıyla AB’ye tam üyeliğine karşı olduğunu her fırsatta dile getiren Nicolas Sarkozy şoku daha atlatılamadan, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu ve Türkiye’yi veto edeceğini açıklayan bir Marine Le Pen’in Fransız siyasetinde önemli bir aktör haline gelmesi, kuşkusuz, Türkiye’nin dikkate alması gereken ciddi bir problem olarak ortada durmaktadır.

 Görüldüğü üzere, 2014 AP seçimleri özellikle Avrupa kamuoyunda ciddi bir yankı bulmuştur. Eğer Brüksel, Avrupa’da hızla artan yabancı düşmanlığı ve AB karşıtlığı ile mücadele etmezse, yakın zamanda Birliğin temelleri sarsılacaktır. Zira Fransa, İngiltere, Avusturya, Macaristan ve Almanya’da hızla artan işsizlik oranı ve yabancı düşmanlığı, giderek AB düşmanlığına dönüşmektedir. Mesela Fransa’da seçmenlerin sadece %39′unun ülkelerinin Avrupa Birliği üyeliğini destekliyor olmaları, AB siyasetçilerinin üzerinde durması gereken ciddi bir problem olarak karşılarında durmaktadır.

  Türkiye açısından olaya baktığımızda, benzer bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu görmekteyiz. Bu da, Türkiye’nin AB katılım süreci uzadıkça, tam üyelik önündeki engellerin arttığı gerçeğidir. Öyle ki AB’de son yıllarda baş gösteren ekonomik sorunların ve artan suç olaylarının sorumluluğu göçmenlere yüklenmekte ve bu durum, hiç ilgisi olmadığı halde76 milyonluk Türkiye’nin üyeliği ile ilişkilendirilmeye çalışılmaktadır. Avrupa’da yaşayan yabancılar bir nevi günah keçisi haline getirilmek istenmektedir. Bu noktada, AB’li siyasetçilerin ve aydınların acil tedbirler üzerinde kafa yormaları elzemdir. AB’nin her köşesinde görülen ırkçı eğilimler ve oluşumlara karşı Brüksel’in kararlılıkla mücadele vermesi gerekmektedir. Kendi temel değerlerini yine kendi bünyesinde korumak anlamında acizlik gösteren bir AB’nin dağılması ise kaçınılmazdır.

 

Kaldı ki Türk Halkının AB’ye bakış açısının giderek olumsuza döndüğünü de Brüksel’in görmesi gerekmektedir. Türk vatandaşlarının AB’ desteğinin %40’ın altına indiğini burada belirtmekte yarar bulunmaktadır. AB’deki olumsuz gelişmelerin ekonomik, siyasi ve toplumsal yapısına zarar vermesini engellemek için Türkiye’nin de birtakım girişimlerde bulunması faydalı olacaktır. AB Bakanı ve Başmüzakereci Mevlüt Çavuşoğlu’nun, “Çıkaracağımız yasaları, AB mevzuatlarıyla ne kadar uyumlu olup olmadığını da karşılaştırarak yapacağız. AB ile Gümrük Birliği anlaşmasını da gözden geçiriyoruz…” şeklindeki açıklaması, bu anlamda dikkate değer bulunmaktadır.

  Peki, Türkiye’nin AB sürecinin önünün açılması ve ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açılabilmesi için neler yapılması gerekmektedir? Türkiye-AB arasında yaşanması muhtemel bir krizin engellenmesi için yapılması gerekenleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:

  1. Tam üyelik için artık Türkiye’ye bir tarih verilmelidir.

2. Türk milletinin tarihi- kültürel dokusuna müdahale edilmemelidir.

 3. Türkiye’nin milli birlik  ve beraberliğine, milli ve manevi değerlerine saygı gösterilmelidir.

4. Aday ülke olarak Türkiye’ye karşı samimi davranılmalı ve çifte standartlı yaklaşımlardan  

   vazgeçilmelidir.

5. Brüksel, Türkiye’nin AB Sürecini, taviz koparmak için bir fırsat olarak görmekten vazgeçmelidir.

6. Kıbrıs, Ege gibi haksız dayatmalardan vazgeçilmelidir.

7. Gümrük Birliği Anlaşması derhal revize edilmedir.

 8. Brüksel ve AB’nin lokomotif ülkeleri, AB karşıtlığı ve Avrupa’da tehlikeli bir şekilde gelişen islamofobi’ye karşı acil tedbirler almalı, bunların AB’de tarih yazmalarına izin vermemelidir…

Görüldüğü üzere, AB’de bugün yaşanan büyük krizin ayak sesleri önceden duyulmuş ve ne gibi tedbirler alması gerektiği yönünde Brüksel, tarafımızca 1,5 yıl önce uyarılmıştır. AB siyasetçilerinin sesimize kulak verip AB karşıtlığı ve yabancı düşmanlığına karşı vakitli önlemler almış olsaydı, belki bugün tarihinin en derin krizini yaşıyor olmayacaklardı.

Öte yandan, İngiltere Halkının AB’den ayrılma kararı, Türkiye’de de ciddi yankılar uyandırmıştır. Öncelikle belirtmemiz gerekir ki Türkiye’nin AB’ye yaklaşımı dün de bugün de aynıdır. Kısaca, Türkiye için “AB üyeliği stratejik hedeftir”.  Başbakan Binali Yıldırım’ın da belirttiği gibi “Biz Birliğin güçlenerek gelecekte devamından yanayız” “İstikrar ve barış için bu önemli” ancak “Avrupa Birliği kendi gelecek vizyonunu gözden geçirmelidir.”. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, BREXIT kararı ile ilgili olarak “Sorunlarla baş etmekte gücünü gösteremezse, önce güvenirliği kaybolur, sonra itibarı kaybolur sonra yavaş yavaş kendisi ortadan kaybolur gider” demiştir. Yine Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Ömer Çelik’in de belirttiği gibi “…Avrupa Birliği evrilmek ve değişmek zorundadır. Yepyeni bir Birlik sistemi ortaya çıkaracaktır ve bütün bunların merkezinde de aslında Türkiye ile ilgili verilecek kararlar vardır. Dolayısıyla, tazeleyici bir aşı yapılmadan Birlik bu haliyle kendini sürdürmeye çalışırsa, bunu sürdüremeyecektir…”.

Zira, BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi, 2.9 trilyon Dolarlık milli geliri ile Dünyanın 5., AB’nin ise 2. Büyük ekonomisi olan İngiltere’nin 43 yıldır üyesi olduğu Avrupa Entegrasyon Modelini terk etme kararı, başta İngiltere ve Avrupa olmak üzere tüm Dünya ekonomisini derinden etkileme potansiyeline sahiptir. Böylesi bir ekonominin içine kapanması halinde tüm dünyada yatırım ve tüketim harcamalarında ciddi bir daralma olabileceği endişesi hâsıl olmuştur. Yine, dünyanın finans merkezi olan Londra’nın bu fonksiyonunu yitireceği de kuvvetle muhtemel görünmektedir. 1.54 trilyon dolarlık yurtdışı yatırıma sahip bir ülkenin, bu aşamadan sonra Dünya siyasi ve ekonomik sahnesinde nasıl bir rol alacağı başta İngilizler olmak üzere AB vatandaşları için de büyük bir önem arz etmektedir.

Ayrılma sonrası İngiltere-AB arasında nasıl bir ilişki kurulacağı, mesela, gümrük birliği aşamasında mı kalınacağı, yoksa karşılıklı Serbest Ticaret Anlaşması ile mi yola devam edileceği hususu, yeni statüyü belirleyici bir rol oynayacaktır. Mesela, İngiltere, AB-ABD arasında imzalanacak olan TTIP Anlaşmasına dâhil edilecek midir? İngiltere-DTÖ arasında başlayacak olan müzakereler ne kadar sürecek ve nasıl sonuçlanacaktır? İşte önümüzdeki 2 yıl (uzatma imkânı vardır) içinde netleşecek bu hususlarla birlikte, İngiltere’nin Brüksel ile ve hatta Dünya ekonomileri ile nasıl bir münasebet içine gireceği de ortaya çıkmış olacaktır.

Öte yandan, İngiltere’nin AB’den ayrılma sürecinin hızlı ilerleyeceğine dair birtakım işaretler şimdiden kendini göstermeye başladı. Mesela, Referandumdan iki gün sonra, Almanya’nın çağrısıyla, Berlin’de Dışişleri düzeyinde bir araya gelen AB’nin 6 kurucu üyesinin (Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya, Belçika ve Lüksemburg) İngiltere’ye verdiği mesaj çok net olmuştur. Kurucu üyeler, “Çıkış süreci hızlı gerçekleşmeli. Avrupa Birliği geleceğini planlayabilmek için, İngiltere’nin çıkışıyla meşgul edilmemeli” şeklinde açıklama yapmışlardır. Bununla birlikte, Avrupa’da İngiltere’ye karşı verilen sert mesajlardan rahatsız olan Almanya Başbakanı Angela Merkel “”Çirkinleşmeye gerek yok, usulüne uygun yürütülmeli” diyerek bu tepkisini dile getirmiştir. AB kurucu ülkelerinin Dışişleri Bakanları’nın Berlin’deki olağanüstü zirvesinin ardından konuşan Merkel, “Londra’nın ‘hızlı çıkışından yana olmadığını” ifade etmiş ve “Evet, sonsuza kadar sürmemeli, doğru, ama, özellikle kısa zamanda gerçekleşmesi için de uğraşmayacağım” demiştir.

Peki, İngiltere’nin bu ani ayrılma kararı Türkiye-AB ve Türkiye-İngiltere ilişkilerininasıl etkileyecektir?

Şunu peşinen belirtmekte fayda vardır ki, BREXIT kararının Türkiye’nin AB katılım sürecini olumlu yönde etkileme ihtimali yüksektir. İngiltere, Türkiye’nin Almanya’dan sonra 2. Büyük ihracat pazarı konumundadır ve yeni kurulacak düzende bu pazarın daha da genişletilmesi imkânı mevcuttur. Ayrıca, İngiltere Türkiye’nin dış ticaret fazlası verdiği gelişmiş ülkelerin başında yer almaktadır. Hepsinden önemlisi, ayrılık gerçekleştikten sonra İngiltere-AB arasında kurulacak yeni ilişki düzeni Türkiye için de bir model olabilecektir.

NATO müttefiki olan ve Birlik içerisinde kendisini destekleyen bir ülkenin AB dışında kalması, AB katılım süreci bakımından, Türkiye için olumsuz bir gelişme olarak görülebilir. Ne var ki İngiltere Başbakanı David Cameron’un geçtiğimiz günlerde, iç siyasete mesaj vermek uğruna ve alay edercesine “Türkiye 3000 yılına kadar AB üyesi olamaz!” açıklaması, Türk Kamuoyunda büyük bir hayal kırıklığına yol açmıştı. Cameron’un bu densiz çıkışından birkaç gün sonra İngiliz Halkının AB’den çıkma kararı almış olması ise, Cameron’un bizatihi kendisinin istifasına yol açan tarihi bir gelişme olmuştur. Esasen, İngiliz Başbakanına en anlamlı cevap Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından verilmiştir. Cumhurbaşkanı, Cameron’a şöyle cevap vermiştir “…Biz de referandum sonucunun EVET olarak çıkmasını bekliyorduk. Ama sonuç bu şekilde tecelli etti. İngiliz Halkının verdiği bu kararı İngiltere ve Avrupa Birliği için yeni bir dönemin başlangıcı olarak görüyorum. Ne dedi? 3000 yılına kadar Türkiye giremez dedi. Şimdi ne oldu? Hadi buyur bakalım. 3 gün bile dayanamadın bak…

Öte yandan, İngiltere’nin AB-ABD Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) ile kuracağı ilişkinin Türkiye’yi de etkileyebileceğini söyleyebiliriz. ABD ile İngiltere arasındaki tercihli ilişki göz önüne alındığında, İngiltere’nin bu kez üçüncü bir taraf olarak TTIP’e dâhil edilmesi yönünde bir talebin gündeme getirileceği öngörülebilir. AB üyesi olmayan İngiltere’nin TTIP’e taraf olmasının, benzer bir pozisyonda olan Türkiye için bir avantaj sağlayabileceği kanaatindeyiz.

Yine Türkiye, Norveç, İzlanda’nın yanı sıra İngiltere’nin de AB’den çıkmasıyla birlikte,  AB dışında kalan Avrupalı ülkeler grubuna dâhil olabilir. Böylece, AB dışında ancak AB ile ciddi rekabet edebilecek bir ortaklık içinde Türkiye elini güçlendirebilir.

Ayrıca, bilindiği gibi, Türkiye’nin İngiltere’yle olan ticari ilişkileri AB-Türkiye Gümrük Birliği çerçevesinde yürütülmekteydi. Türkiye, gümrük birliği sayesinde sanayide yeni teknolojilere açılmış, ürün çeşitliliği ve kalitesini artırmış ve nihayet Avrupa pazarlarıyla rekabet edebilir seviyeye ulaşmıştır. Üstelik İngiltere her ne kadar AB’den çıksa da iki ülke arasında gümrük birliği şartlarının devam ettirilmesi mümkün görünmektedir. Bu da ikili ticari ilişkilerin herhangi bir şekilde sekteye uğramadan devam edebileceğini işaret etmektedir.

Diğer taraftan,AB’nin 2. Büyük ülkesinin Birliği terk etmesi, Avrupa kamuoyunda ciddi bir hayal kırıklığı yaratmış ve “Birlik Dağılıyor mu?” sorusunu da gündeme getirmiştir. Kanaatimizce, Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli’nin ifade ettiği gibi “Avrupa Birliği’nin dağılma süreci başlamış ve gemiyi ilk terk eden İngiltere olmuştur”.  Bu referandum sonucunun domino etkisi yaparak AB’nin diğer lokomotif ülkelerine de sıçrayabileceği endişesi belirmiştir ki gerçekleşmesi halinde bu durum İngiltere’nin çıkışından daha ağır sonuçlar doğurabilecektir. Öyle ki referandumun hemen ardından Fransa, İtalya ve Hollanda’da aşırı sağcı gruplar, kendi ülkelerinde de ayrılma referandumu yapılabileceği hususunu konuşmaya başladılar bile. Mesela, Fransa’nın aşırı sağcı Lideri Marine Le Pen, İngiltere’nin AB’den ayrılma kararı BREXIT’e gönderme yaparak Fransa’nın da Birlik’ten ayrılmasını teklif etmiş ve “FREXIT zamanı geldi” demiştir. Yine Hollanda’nın aşırı sağcı Özgürlük Partisi Lideri Geert Wilders “Kendi ülkemizi, kendi paramızı, kendi sınırlarımızı ve kendi göçmen politikamızı kendimiz üretmek istiyoruz.” şeklinde açıklama yapmıştır.

Netice itibariyle;

Birlik çerçevesinde siyasi entegrasyona karşı çıkarak ulusal egemenliği savunan çevrelerle, yabancı düşmanlığı yapan ırkçı gruplar, 2014 yılındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bir ittifak oluşturmak suretiyle gövde gösterisi yapmışlardır. Onları bir araya getiren en önemli faktör ise kuşkusuz AB’de yaşanan yüksek işsizlik ve artan suç oranlarıdır. Evet, birileri AB’de tarih yazacaklarını, yakın bir zamanda açıklamışlardı. Ne var ki bu birileri, AB’nin temel değerlerini görmezden gelen ırkçı, yabancı düşmanı ve AB karşıtı gruplardır. Eğer AB’li siyasetçiler ve aydınlar, İslamofobi illetinin bu tehlikeli gidişatına bir dur demezlerse, sadece Türkiye’nin AB üyelik süreci zarar görmeyecek, bilakis Brüksel’in varlığı temelinden sarsılacaktır. Biz, bu yöndeki uyarılarımızı önceden yapmıştık.

Eğer, Kıbrıs meselesi çözülmüş ve Türkiye AB üyesi yapılmış olsaydı, Avrupa’daki gerilimler bu safhada olmayacaktı. Müzakere Çerçeve Belgesinde sivil insiyatiflerin geliştirilmesi ve Türk ve AB vatandaşları arasında karşılıklı diyaloğun artırılması şartını getiren AB’nin kendi vatandaşları arasında Müslüman-Türk düşmanlığının hızla artması karşısında acizlik göstermesi, kabul edilmesi ve telafisi mümkün olmayan ciddi bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Avrupa’da yaşanan bu süreç, AB’nin, çok kültürlü ve çok dinli bir yapı olup olmadığının belirlenmesi bakımından da Brüksel için ciddi bir sınav olacaktır. Velhasıl, Şeytan’ın Kızı’nın başını çektiği ırkçı ve yabancı düşmanı grupların AB’de tarih yazmalarına izin verenleri, tarih asla affetmeyecektir.

Son 10 yıllık dönemde Avrupa Birliği, siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan başarısız olmuştur. Türkiye-AB ilişkileri açısından bakıldığında ise bu dönemin birçok olumsuzlukları da beraberinde getirdiği görülmektedir. Brüksel’in çifte standartlı yaklaşımları sayesinde Kıbrıs Meselesi içinden çıkılmaz hale sokulmuş, katılım müzakere süreci AB’nin birtakım siyasi dayatmaları nedeniyle çok yavaş ilerlemiş, Gümrük Birliği Süreci Türkiye’ye zarar verir hale gelmiş ve nihayet Türkiye-AB Katılım Süreci “Kıbrıs ipoteği” altına alınmıştır. Velhasıl, AB’nin son 10 yıllık karnesi zayıf çıkmıştır. Her ne kadar AB’li siyasetçiler kendilerini başarılı görseler de Brüksel, hem Türkiye’den ve hem de AB vatandaşlarından çürük not almış ve sınıfta kalmıştır. Bugün, bu başarısızlığın bedelini de ağır bir şekilde ödemektedir.

Bu nedenle, İngiltere gibi Avrupa Birliği’nin en önemli ülkelerinden birisinin, ani bir referandumla, Birlik ’ten ayrılma kararı almasını, AB’li siyasetçilerin iyi okuması gerekmektedir. AB’nin durmaya veya gerilemeye tahammülü olamaz. Bu anlamda, AB’yi, durunca düşen bir bisiklete benzetebiliriz. Bu nedenle, hep ileriye doğru yürümek, genişlemek ve derinleşmek mecburiyetindedir. İşte, İngiltere’nin BREXIT kararı, aynı zamanda, AB’nin Türkiye’ye olan ihtiyacını da ortaya koymuş oldu. Öyleyse, Brüksel, Türkiye’ye karşı çifte standartlı yaklaşımlardan vazgeçmeli ve Türkiye ile katılım müzakerelerini gecikmeksizin neticelendirmek mecburiyetindedir. AB’nin ayakta kalmasının yegâne şartı budur.

 

Bilinmelidir ki Türkiye’nin 1959 tarihli AT ortak üyelik başvurusu bir stratejik adımdan ibaretti. Bugün, tam üyelik süreci de Türkiye için stratejik bir hedeftir. Eğer Brüksel daha fazla nazlanmaya devam ederse, Ankara’nın farklı stratejiler geliştirme potansiyeli her zaman mevcut bulunmaktadır. Velhasıl, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın belirttiği gibi “Gerekirse, Kopenhag Kriterlerinin adını Ankara Kriterleri olarak değiştirir ve yolumuza devam ederiz”.

27 Haziran 2016

 Nejat ÇOĞAL

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/6787/avrupa-birligi-nereye-gidiyor.html

 

Share This:

RAUF DENKTAŞ ANISINA

Rauf Denktaş Anısına

Nejat ÇOĞAL

Kıbrıs Milli Davasının yılmaz savunucu, Mücahit, KKTC’nin 1. Cumhurbaşkanı, Devlet Adamı Merhum Rauf Denktaş’ı 4. ölüm yıldönümünde rahmetle anıyoruz. Ömrünü Kıbrıs Türk Halkının bağımsızlık mücadelesine adayan bu milli kahraman, daima Anavatan Türkiye’ye bağlı kalmış, Halkı için verdiği mücadelede Türkiye’nin ve Türk milletinin menfaatlerine halel getirmemek için azami gayret sarf etmiştir. “Türkiye olmadan cennete bile girmem” sözleriyle, Anavatan’a bağlılığını ifade etmeye çalışan Denktaş, İngiliz Koloni İdaresi altında yaşayan Kıbrıs Türk Toplumunu, kendi Devlet çatısı altında, kendi ülke topraklarında egemenliğini kullanan, bağımsız Kıbrıs Türk Halkına dönüştürmüştür.

Ömrünü Kıbrıs Davasına feda eden Rauf Denktaş, Dr. Fazıl Küçük’ün yanında mücadele vermek üzere Savcılık görevinden istifa etmesinin ardından 1957 yılında Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Başkanlığına seçilmiş ve aynı yıl, Rumların terör saldırılarına karşı Kıbrıs Türk Halkını savunmak üzere Türk Mukavemet Teşkilatının kurulmasına katkı sağlamış, 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarının hazırlanmasında önemli rol oynamış, 1964 yılında Makarios tarafından “ Ada’da istenmeyen Adam” ilan edilerek Kıbrıs’a girişi yasaklanmış, 1967 yılında Rum Yönetimi tarafından tutuklanarak hapse atılmış, 1968 yılında Glafkos Klerides’le birlikte ilk toplumlararası görüşmeleri başlatmış, 1970 yılında Kıbrıs Türk Cemaat lideri seçilmiş, 1975 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kuruluşunu ilan etmiş ve ilk Devlet Başkanı seçilmiş, 1977’de Makarios’la Doruk Anlaşması’na imza atmış, 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilan edilmiş ve ilk Cumhurbaşkanı seçilmiş, 1980’li yıllarda BMGS Perez De Cuellar, 1990’lı yıllarda BMGS Butros Gali ve 2000’li yılların başlarında BMGS Kofi Annan aracılığında yapılan zorlu çözüm müzakerelerine katılmış ve nihayet 4 dönemdir yürüttüğü KKTC Cumhurbaşkanlığı görevini, 2005 yılında yapılan seçimlere katılmayarak Mehmet Ali TALAT’a devretmiştir. Kıbrıs Davasıyla ilgili onlarca kitabı yayınlanan Rauf Denktaş, hayatı boyunca Kıbrıs Türk Halkının uluslar arası tolumda onurlu ve saygın bir yer edinmesi için mücadele vermiştir.

Kuşkusuz, Kıbrıslı Türklerin koloniden bağımsız devlete ulaşması kolay olmamıştır. Kıbrıs Türk Halkının bu bağımsızlık mücadelesinde büyük acılar çekilmiş, Rumların acımasız saldırılarından, uluslar arası toplumun çifte standartlı tutumlarına kadar geniş bir yelpazede mücadele verilmiştir. Bu mücadelede, Türk Milleti her zaman Kıbrıs Türk Halkının yanında olmuş, zaman zaman Türkiye’nin müdahale girişimleriyle Rum katliamlarının önüne geçilmiş ve nihayet 1974 Kıbrıs Barış Harekâtıyla Ada’da kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmıştır. İşte bu zorlu mücadele yıllarında Kıbrıslı Türklere Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş gibi önderler yol göstermiştir. Bu noktada, Merhum Rauf Denktaş’ın ömrünü adadığı, Kıbrıs Türk Halkının bağımsızlık mücadelesinden kısaca bahsetmekte yarar bulunmaktadır:

Esasen, Kıbrıslı Türklerin mücadelesi bir varlık-yokluk yani ölüm-kalım mücadelesi idi. 1963-1974 yılları arasında, Rumların acımasızca yürüttüğü, Türkleri Ada’dan kovma ve etkisiz hale getirme şeklinde özetleyebileceğimiz tedhiş politikası sonucunda, Kıbrıslı Türkler, Ada’nın %3’ü kadarlık bir kısmına sıkıştırılmış ve adeta yok olma noktasına getirilmişti.

Rum mezalimi altında büyük acılar çeken, birlikte barış içinde yaşama arzularını müteaddit defalar ortaya koymalarına rağmen, komşuları Rumlardan olumlu karşılık bulamayan ve üstelik uluslar arası toplumdan tecrit edilerek yaşam alanları daraltılan Kıbrıslı Türklerin yalnızlığı ve uğradıkları haksız muameleler, Kıbrıslı Türklerin kolektif hafızasına, adeta kazınmıştır. Ada’yı tümüyle Helenleştirmek için, Müslümanlığa imanla, Türk diline, gelenek ve göreneklerine ise inatla bağlı olan Kıbrıs Türk Toplumunu ortadan kaldırmak gerektiğine inanan enosis hayalperestlerinin acımasız terör saldırıları karşısında milli bilinci gelişen Kıbrıs Türkleri, Türkiye’nin de soydaşlarına sahip çıkmasıyla birlikte kültürel, sosyal ve siyasal kimliklerin muhafaza etmek anlamında ciddi bir direnek noktası yakalamışlardır. Kıbrıslı Türkler, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ile nihayet, 82 yıl süren İngiliz sömürge yönetiminden kurtulmuşlar ve Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi altında, Rumlarla ortak bir devlet çatısı altında, egemenliklerini kullanmaya başlamışlardı.

Fakat çok geçmeden Kıbrıslı Türkler ortak devlet mekanizmasından kovulmakla kalmamışlar, uğradıkları katliamlar ve sürgünlerle, yüzyıllar boyunca birlikte yaşadıkları Rumlar tarafından adeta sırtlarından bıçaklanmışlardır. Yunanistan tarafından desteklenen Rum Milli Muhafız Ordusu ve EOKA-B terör örgütünün öncülüğünde gerşekleştirilen1963–1964 katliamları, 1967 buhranı ve 1974 Rum terör saldırıları karşısında savunmasız Kıbrıslı Türkler, çocuk, kadın demeden acımasızca öldürülmüş, evlerinden ve köylerinden sürülmüş ve bir toplumun hafızasına, asla unutulmayacak kötü izler bırakılmıştır. Rumların komşuları olan Türklere yaşattıkları bu acı olaylar, Kıbrıs’ta iki toplumun artık birlikte bir arada yaşama şansını tamamen ortadan kaldırmış ve 1974 yılına gelindiğinde bu gerçeğe dayalı olarak, Kıbrıslı Türkler de kendi siyasal örgütlenmelerini önemli ölçüde tamamlamışlardı.

Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta enosis’i gerçekleştirme ve kuşatma altına aldıkları Kıbrıslı Türkleri yok etme aşamasına geldikleri bir sırada, Türkiye’nin, Garanti Anlaşmasından kaynaklanan yetkisini kullanarak düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk Toplumunu, adeta uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Kıbrıs Türk Toplumunu korumak ve Ada’da anayasal düzeni yeniden sağlamak amacıyla gerçekleştirilen Barış Harekâtı, aynı zamanda darbeci Sampson hükümetini ve onun destekçisi Yunan Cuntası’nı devirmiş, böylece Yunanistan halkına da demokrasiyi hediye etmiştir. Zaten Rumların zorlamalarıyla birbirinden Kuzey ve Güney olarak fiilen ayrılmış bulunan her iki toplum, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ardından doğal olarak sınırlarını da belirginleştirmişlerdir. Kıbrıslı Türkler, zaten yoğun olarak yaşadıkları kuzey bölgelerinde, Türkiye’nin de garantörlüğü ve desteğiyle huzurlu ve güvenli bir ortamda yaşamaya başlamışlardır. Adanın fiilen ikiye bölünmesinin asıl nedeninin, esasen 1974 Barış Harekâtı değil, Rumların Türklere karşı uyguladıkları katliamlar ve sürgün politikaları olduğunu da burada belirtmemizde yarar bulunmaktadır.

Netice olarak, Rumların, savunmasız Kıbrıslı Türkleri evlerine ve köylerine aylarca hapsedip, onlara katliam uyguladıklarında ve nihayet evlerinden, topraklarından göçe zorlandıklarında, soydaşlarının imdadına Türkiye yetişmiştir. Kıbrıs Türk Halkının Lideri Rauf Denktaş işte Anavatan Türkiye’nin bu fedakâr tutumunu her zaman takdir etmiş, Türk Askerinin Ada’ya yerleşmesi ve ilelebet burada kalması için de her türlü çabayı sarf etmiştir. Kıbrıslı Türklerin kendi egemenlikleri altında, barış ve huzur içinde yaşayabilmelerinin tek güvencesinin Türkiye olduğuna inanan ve bunu her fırsatta dile getiren Denktaş, vefatının ardından kendi eseri olan KKTC’yi de yine Türkiye’ye, Türk milletine emanet etmiştir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da belirttiği gibi “Türk milletinin gönlünde müstesna bir yere sahip olan merhum Denktaş’ın idealleri, uğruna hayatını vakfettiği KKTC topraklarında ebediyen yaşayacaktır.” Evet, Türk Milleti, uğruna şehitler verdiği bu emaneti ilelebet muhafaza edecektir.

KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, 2003 yılında, Kıbrıs Şehitliğinde yaptığı bir konuşmada, Türkiye’nin etkin ve fiili garantisinin kaldırılması halinde yaşanacakları şöyle özetlemektedir: “…Anadolu dağlarına bakarak ağlayacağız, şehitlerimizi yine gizli gizli gömeceğiz. Kaçacak yer arayacağız, ama bulamayacağız.” Denktaş, sadece Kıbrıslı Türklerin değil, tüm Türk Dünyasının kahramanı idi. Allah rahmet eylesin…

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/6095/rauf-denktas-anisina.html

 

                 

Share This:

Erol Güngör’ün Milliyetçilik Anlayışı

           Erol Güngör’ün Milliyetçilik Anlayışı

Nejat ÇOĞAL

 

  1. Yüzyılın yetiştirdiği en önemli ilim ve fikir adamlarından olan Erol Güngör’ü, ölümünün 33. Yıl dönümünde rahmetle anıyoruz. 25 Kasım 1938 tarihinde dünyaya gelen Erol Güngör’ün hayatı ve fikirleri üzerine onlarca tez, makale ve kitap yazılmıştır. 24 Nisan 1983 tarihinde vefat eden sosyal-psikolog Prof. Dr. Erol Güngör, kısa ömrüne, çok sayıda kitap, sayısız makale sığdırmıştır. Güngör, bunlarla da yetinmemiş, batı kültürünün temellerini teşkil eden başlıca kitapları Türkçe’ye çevirerek Türk gençliğine ve düşünce hayatına armağan etmiştir.

Eserlerinde problemleri ortaya koymakla kalmayıp, bunların çözüm yollarını da gösteren Erol Güngör’ün üzerinde en çok durduğu meseleler; kültür değişmesi ve modernleşme, Türk kültürü ve medeniyeti, tarih ve milliyetçilik, aydın-halk ikiliği, İslâmiyet ve muhafazakârlık olarak sıralanabilir. Erol Güngör, gençliğinde Ziya Gökalp’tan bir hayli etkilenmiştir. Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu, Hilmi Ziya Ülken, Hüseyin Nihal Atsız ve Dündar Taşer gibi milliyetçi yazarlar da fikir dünyasına etki eden diğer isimlerdir.

Erol Güngör’ün bütün çalışmalarına yön veren esas özellik milliyetçilik olmuştur. O’nun milliyetçilik anlayışının temelinde ise Ülkesine ve insanına karşı duyduğu sevgi yatmaktadır. “…İnsanları sevmek, onlara hizmet etmeyi gerektirir; bu hizmetin de medeniyetçi olan bir milliyetçilikten daha başka bir yolda yapılabileceği şüphelidir.

Erol Güngör, milliyetçiliği tamamen milli kültür ve tarih şuuruna dayalı bir fikir hareketi olarak sistemleştirmiştir. O’na göre milliyetçiliğin ana hedefi Türkiye’de milli kültür bütünlüğünü ve onunla birlikte siyasi bütünlüğü kurmaktır. Güngör’ün çalışmaları, milliyetçilik, İslâmiyet ve Osmanlı mirası arasında bir çeşit uzlaştırma hareketi olarak görülebilir.

Erol Güngör’e göre milliyetçilik esas itibariyle, tarih hakkında bir yorum ve bu yoruma bağlı olarak öngörülen pratiklerden ibarettir. Hayatı ve hayat tecrübesi birbirinden farklı fakat kendi içinde benzerlik gösteren topluluklar birer millet teşkil ederler. Millet için hayat denince tarihi, hayat tecrübesi denince de kültürü anlıyoruz. Millet tarih içinde oluştuğu için, millet ile tarih arasında hem objektif hem de sübjektif bir münâsebet vardır. Bu sebeple Erol Güngör, tarih ve dili milliyetçilik için çok önemli görmüştür. Güngör, “Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik” isimli kitabında şöyle demektedir; “…Dilimizin kaynağı eskilerdedir; dinimizin kaynağı eskilerdedir; soyumuzun kaynağı eskilerdedir… Mesela Türk Dilinin en az Göktürk’ler kadar eski olduğunu bütün dünya bilmektedir; böyle bir dilin mevcudiyeti Türkçe’nin Göktürkler’den de yüzyıllarca önce var olduğunu isbat etmeye yeterlidir…”

Türk dilinin korunmasında Türkler’in hâkim millet oluşlarının da büyük rolünün olduğunu belirten Erol Güngör, “Tarihte Türkler” adlı kitabında bu konuyla ilgili olarak şunları ifade etmektedir; “…Nitekim Türkçe’nin büyük eserlerinden Dîvânu Lûgati’t-Türk yazarı Kâşgarlı Mahmud, Peygamberimizin Türkleri övdüğünü, Dünyâ hâkimiyetinin Allâh tarafından Türklerê verilmiş olduğunu, bu yüzden Türkler’in dilini öğrenmekte herkes için büyük faydalar bulunduğunu söylemektedir. Kâşgarlı Mahmud bu eseri 1077’de Bağdad’daki Abbâsî Halîfesi’ne takdim etmiştir.”

Öte yandan, Erol Güngör’e göre, Türk milleti uzun tarihi boyunca kazandığı bütün gücünü ve tecrübesini birleştirerek Osmanlı İmparatorluğunu kurdu. Bizim tarihimizin bütün evvelki safhaları bu büyük eserin meydana getirilmesi için yapılmış birer prova gibidir. Teşkilatçılık, idarecilik, hâkimiyet duygusu, adalet ve şefkât, vekar, yiğitlik, fedakârlık ve feragat, manevi derinlik gibi kültürümüzün bütün mümeyyiz vasıfları hiçbir zaman bu devirdeki kadar işlenmiş ve geliştirilmiş değildir.

Güngör, düşünce ikliminin tahtına, kuşkusuz kültürü oturtmuştur. Kültür-medeniyet ayrımını da reddederek halkın oluşturduğu tüm değerleri tek potada değerlendiren Güngör bu hususta şöyle söylemektedir: “Bir Türk medeniyeti vardır ve başlı başına bir kıymeti vardır. (…) Batı medeniyetinin ne reddi ne kabulü söz konusudur. Bizim onunla bir medeniyet olarak alışverişimiz olabilir.”

Güngör bu bakış açısı sayesinde, modernleşmeyi toplum ve kültür açısından bir sorun olma zorunluluğundan da kurtarmıştır. Milliyetçiliği de zaten, çağdaş bir Türk kültürü inşa ederek milleti yüceltmenin yolu olarak görmektedir. Türk milliyetçiliği onun için bir ilim ve kültür meselesidir, siyasî bir ideoloji değil. Milliyetçilik bir kültür hareketi olduğu için ırkçılığı, halka dayalı bir siyasi hareket olduğu için de otoriter idari sistemleri reddeder.

Öte yandan Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik isimli kitabında belirleyici öneme sahip iki soruyu gündeme getirmektedir:

Milli kültürlerin varlığı ve zenginliği dünya medeniyeti için bir kayıp mı yoksa kazanç mıdır?

Milliyetçiler bu hareketleriyle medeniyet dışında kalma gayreti mi gösteriyorlar?”

Güngör, bu sorularını, kültür değişmeleri mevzusu çerçevesinde cevaplandırmaktadır. Batı’yı örnek alan ülkelerdeki taklitçilik salgınının netice vermemesinin ana sebebini bir kültürün kendi kaynağından uzaklaştıkça orijinalliğini kaybedeceği ve çok defa basit bir taklid konusu haline geleceği fikrine bağlıyor. Güngör burada uzaklaşma sözcüğünü coğrafi mesafe kadar da sosyal mesafe anlamında kullanıyor ve örneklendiriyor:

Amerika ile Türkiye hem coğrafi hem de sosyal mesafe bakımından birbirinden uzaktır.”

Fakat bunun yanında Amerika ile Meksika’nın coğrafi mesafesine rağmen sosyal mesafelerinin en az Türkiye kadar uzak olduğunu belirtiyor.

Erol Güngör’ün fikirlerinde önemli bir yer tutan diğer bir faktör İslâmiyettir. Milliyetçiliğin İslâmiyet’e aykırı olmadığı, tersine dinin Türk milliyetçiliği fikir sistemiyle aynı olduğu yorumunu yapan Erol Güngör, esasında, dini bir kültür meselesi olarak ele almaktadır. O’na göre, Türkiye’deki aydınların misyonerlik gibi ciddî bir meseleyi kültür problemi olarak ele almaları gerekirdi. Erol Güngör kültür mücadelesi olarak gördüğü misyonerlik faaliyetleri ile ilgili şu değerlendirmede bulunmaktadır:

Netice itibariyle, Türkiye, millî kültür meselesini hâlledip, kendi millî kıymetler nizamını kurmadıkça, dev bir medeniyet karşısında hiçbir zaman kuvvetli bir unsur olmayacaktır. Hıristiyan kültürünün yayılması da bu nizamsızlıktan istifade etmektedir.”

Erol Güngör’e göre Türk kültürünün üç ana kaynağından biri de İslam medeniyetidir. Çünkü Erol Güngör, İslam dinini, Türk milliyetçiliğini geliştiren, çeşitli Türk kavimlerini bir araya getiren ve Türklerin bir millet halinde bugünlere kadar yaşamasını sağlayan yegâne unsur olarak görmektedir. Ona göre, “Türkler Müslüman olmasalardı değişik isimlerde kavimler halinde dağılıp gidebilirlerdi.” Erol Güngör’ün ifadesiyle İslamiyet Türk Milletine cihanşümul bir vazife yükledi ve onu bu vazife için gerekli şeylerle teçhiz etti. İslâm, Türk milletinin birliğini sağlamış ve bunu yaparken Türk millî karakterini tahrip etmemiştir.

1960’lara kadar Türk Milliyetçileri dikkatlerini daha çok İslam öncesi Türk tarih ve kültürü üzerinde topluyorlardı. İbrahim Kafesoğlu, Osman Turan, Dündar Taşer ve Erol Güngör’ün ilmi çalışmaları sayesinde “İslam çağı” önem kazanmış ve “Türklük” ile “İslam” birbiriyle kaynaştırılmıştır. Erol Güngör’ün ifadesiyle Türk milliyetçiliğinin temel meselesi İslamiyet’in savunulması olmuş ve Milliyetçi Türk aydınları her türlü fikir akımlarına karşı İslamiyet’i savunmuşlardır.

Güngör’e göre Türklük ve Müslümanlık birbirinden ayrı şeyler olarak düşünülemezdi. Yapılacak iş, bu unsurlardan birine bilhassa önem vererek diğerini ihmal eden milliyetçi liderleri bu noktada birleşmeye davet etmekti. Yüzyıllar boyunca Türk milli özellikleri İslam potası içinde eridiğinden Türk ve Müslüman aynı manaya gelmekteydi. Öyle ki İslamlığı kabul eden milletler arasında hiçbiri, kendi milli kimliğini eriterek İslam ümmeti içinde Türklerden daha ileri gitmemiştir.

İslâm dininin üniversel bir din olmak itibariyle insanlar arasında ırk, soy, sosyal sınıf vs. farkları gözetmediğini belirten Erol Güngör, “İslâmın Bugünkü Meseleleri” adlı kitabında şöyle söylemektedir; “…Kur’ân’da insanların ‘birbirlerini tanımaları için şubeler ve kabileler hâlinde’ yaratıldıkları bildiriliyor. Bu bizim anladığımız kadarıyla ‘kültürlerin farklılığı ve çokluğu’ demektir ki medeniyetin gelişmesi, hattâ bizzat insan soyunun gelişmesi bakımından son derece önemli bir vâkıanın ifadesidir. Ancak İslâmiyet insanların falan veya filan soya mensup olmakla diğerlerine üstünlük iddiâsını yasaklamaktadır. Bu açıdan İslâm’da “kavmiyetçilik” yasaktır.”     Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’in Hucurât Sûresi’nin 13. Ayetinde Yüce Allah “Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.” demektedir.

Erol Güngör’ün Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olarak gördüğü ve üzerinde en çok durduğu meselelerden biri de Türkiye’deki aydınlar ile halk arasındaki kopukluktur. Erol Güngör, bu halktan kopuk aydın karşısında elbette bir ideal milliyetçi aydın tipi de çizmektedir. Fakat bu tipleme, beklenildiği gibi tamamen halkın içinde değildir. Şaşırtıcı ama bir o kadar da gerçekçi bir tahlilde bulunuyor Güngör:

Milliyetçiler, bir ‘seçkin’ grup olarak, henüz modernleşmemiş bir cemiyet karşısında modernizmi temsil etmektedirler. Şu hâlde kendilerini halka ne kadar yakın veya onunla aynı hissederlerse etsinler, halkın şimdilik yabancı olduğu bir değer sistemini ve bir hayat tarzını temsil ediyorlar demektir.”

Halk aydından kendi gibi gözükmesini değil, kendisine rehberlik etmesini bekler. Milliyetçi aydının farkı ise, halk ile aynı millî kültürden beslenmesi, jakoben ve elitist bir tavır takınmaması, hedeflerinin tamamen halk yararına olması ve bu yolda millî vasıtaları kullanması olacaktır.

Erol Güngör, “Sosyal Meseleler ve Aydınlar” isimli kitabında, Türk aydınlarının kafa karışıklığına dikkat çekiyor ve şu soruyu soruyor; “Memlekete sahip çıkmanın bir yolu da onun kültür ve medeniyetine sahip çıkmak değil midir?” Türkiye’deki aydın zümrenin yerli kültüre olan yabancılığını eleştiren Güngör, buna rağmen, meseleye ümitkâr bir açıdan yaklaşmakta ve şöyle demektedir; “Fakat muhakkak ki Türkiye’de aydın zümrenin bünyesi değişiyor ve kozmopolitizme karşı yerli bir hüviyet bulma gayreti her yerde görülüyor. Önümüzdeki yıllarda böyle bir kültür hamlesine şahit olmamız için pek çok sebep mevcut bulunuyor.”

Öte yandan, “Türk Kültürü ve Milliyetçilik” isimli kitabında Erol Güngör şöyle söylemektedir;

Milliyetçilik kitabı ve peygamberi bulunan bir doktrin olmadığı için, ona karşı genel itirazlarda bulunmak doğru değildir. Milli kudretin geliştirilmesi bir memlekette istilacı bir politikaya imkân verebilir, bir başka memlekette bağımsızlık hareketi halinde inkişaf edebilir, bir başka yerde bir kültür ve medeniyet hareketi halini alabilir. Yunan milliyetçiliğinde kilise büyük bir rol oynamıştır, bugünkü Arap milliyetçiliği dini ikinci plana atarak Arap dili ve sosyalizme dayanan bir birliği gerçekleştirmeye çalışıyor. Sömürgelikten yeni kurtulmuş ülkelerde eski sömürgecilere karşı düşmanlık milli hareketin esas itici gücünü teşkil ediyor, eski kudretine kavuşmak isteyen küçük devletlerde ise milli kültür ve tarih şuuru bu gücü veriyor. Bütün bu milliyetçilik hareketlerini bir tek örneğe bakarak toptan red veya kabul etmek elbette yanlış olur.”

Milliyetçiliği Türkiye ile sınırlı tutsa da, Güngör için Türk milleti bu sınırların ötesinde de vardır. Ancak Erol Güngör, Türkiye dışındaki Türkler ile sadece kültürel bir bağ kurmaktadır. Diğer birçok milliyetçinin aksine siyasî bir birlik fikrine çok sıcak bakmamaktadır.

Erol Güngör’e göre her şeyden önce milliyetçilerin temel prensibi: Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüdür. “Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik” adlı Kitabında Güngör şunları ifade etmektedir; “…Ülke ve milletin bölünmezliği prensibi, her türlü mezhep ve bölge ayrılıklarını da reddettiği için bu türlü ayrılıkları siyasi menfaat için basamak yapmak isteyenlerin karşısında milliyetçiler yine birleşecek, birleştirici olacaklardır. Milliyetimizin İslâm dini dışında düşünülemeyeceği fikri yine milliyetçileri birleştiren bir prensiptir. İslâmiyet millî kültürümüz içinde mütalâa edildiği için burada lâiklik prensibine aykırılık diye bir şey zaten bahis konusu olamaz. Milliyetçiler Türk devleti, Türk milleti ve vatanı gibi Türk tarihinin de bölünmez bir bütün olduğunu kabul ederler. Türk Milleti Suriye veya Irak gibi tarihin belli bir anında birdenbire ortaya çıkmamış, çok eski zamanlardan bu yana tabiî olarak teşekkül etmiştir.”

Erol Güngör, Türk milliyetçilerinin yönünü Batı’dan kendi milletine çevirdiğinde millette iki gerçeği gördüğünü belirtmektedir. Bunları ise şöyle özetlemektedir: “…Bir defa İslam dini bizim milliyetçiliğimizin en mühim bir unsuruydu ve onun ihmal edilmesi için hiçbir ciddi sebep de mevcut değildi. Diğer taraftan bizi başka Müslüman cemiyetlerden ayıran pek çok hususiyetlerimiz vardır ki bunlar bizim bir millet halinde teşekkül edişimizden yani Türk olmamızdan ileri geliyordu.”

Netice itibariyle, Erol Güngör’ün milliyetçilik anlayışı hoşgörülü, ılımlı ve diğer milletlere karşı saygılıdır. O, Türk Milletine duyduğu derin sevgisini ilim ciddiyetiyle birleştirebilmis bir sevgi ve ilim adamıdır. Erol güngör, herhangi bir meseleye dışarıdan objektif olarak bakmış, mevzulara hiçbir zaman hissi olarak yaklaşmamış, devamlı meselelerin farklı boyutlarını düşünmüş ve farklı düşünenleri de dikkate almıştır.

Güngör, bir “Kültür Milliyetçisi” idi. Onun milliyetçilik kavramına yaklasımı ideolojik ve doktriner değildi. Türkiye’de Türk Milliyetçiliği fikriyatına ilmî haysiyet kazandıran Erol Güngör’ün bütün çalısmalarında milliyetçiliğin merkeze alındığı görüyoruz. Güngör’de milliyetçilik milli tarih anlayışıyla bütünleşmistir. Öyle ki Güngör, milliyetçiliğin doğuşuyla milli tarihin doğuşunu bir saymaktadır. Milliyetçilik, milli kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı haline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık pazar yeri halinden kurtarmak hareketidir. Binaenaleyh milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet dâvasıdır.

 

Milliyetçilik anlayışının temeline Türk kültürü, Türk tarihi ve İslam dinini koyan Erol Güngör, Türklerin islamiyeti kabul etmesiyle birlikte millet olma şuurunun daha da arttığını belirtmektedir. Türklük şuuru ile İslam inancının birbiriyle iyi bir şekilde kaynaştığını, zira İslam inancına içten ve dıştan yapılan saldırılara karşı hep türk milliyetçilerinin karşı koyduğunu vurgulamaktadır.

 

Erol Güngör, Türk milletinin ileriye gitmesi ve tarih sahnesinde varlığını sürdürmesini ancak kendi tarihine, kültürüne ve inancına sımsıkı bağlanması ve bunu gelecek olan nesillere aktarmasına bağlamaktadır. O, Türk tarihinin bütün evrelerine sahip çıkmakla birlikte, Osmanlıyı “yaratıcı gücümüzün en büyük sembolü” olarak görmüş ve onun “milletimize sonsuz bir ilham kaynağı” olacağına inanmıştır.

 

Milli kültürün devamlılığına büyük önem veren Erol Güngör, Türk milletinin Batılılasma hareketleriyle hüviyet degistirmek yerine kendine dönmesi ve maziden intikal eden kültür mirasına sahip çıkması gerektiğine işaret etmektedir. Güngör, Türk milletinin bir başkasını model almayacak kadar orijinal bir medeniyete sahip olduğuna inanmaktadır.

 

Neticede, Erol Güngör milli kültürü esas alan ve bu esas içerisinde İslam faktörüne ağırlık veren bir milliyetçilik ortaya koymaya çalısmıstır. Güngör’e göre, milliyetçilik “birlik” prensibine dayanmaktadır ve milliyetçiler de bir memlekette birliği kurmak veya ayakta tutmak için uğraşan insanlardır. O, “Milli birliğin fikir temellerini işlemenin ve birlik şuurunu kuvvetlendirmenin, en büyük vazifemiz olması gerektiğini” söylemektedir.

 

Erol Güngör, Türk milliyetçilerinin mukaddes vazifesini şu şekilde izah eder: “Biz Türk kültürünü yeniden kurmak mecburiyetindeyiz. Bu yolda kaybedecek bir saniyemiz bile yoktur. Türk kültüründe açılan yaralar bu memlekette milli birliği bozacak derecede ağır olmuştur. Gittikçe de ağırlaşmaktadır…

Velhasıl, Erol Güngör’ün bundan tam 33 yıl önce yaptığı “kaybedecek bir saniyemiz bile yoktur” şeklindeki uyarısını dikkate aldığımızda, günümüz Türk aydını ve bilhassa Türk gençliğinin ne ağır bir sorumluluk yüklenmiş olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Bu vesileyle, fikirleri ve eserleriyle Türk gençliğine yol gösteren Prof. Dr. Erol Güngör’e Allah’tan rahmet diliyoruz.

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/6611/erol-gungor-un-milliyetcilik-anlayisi.html

 

Share This:

MAKALE – Türk-İslam Ülküsü- buulke.net

Nejat ÇOĞAL’ın, TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ başlıklı makalesi, www.buulke.net ve Türk Ocakları Web Sitesinde yayınlandı…

http://buulke.net/2016/02/16/turk-islam-ulkusu/

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/6228/turk-isl-m-ulkusu.html

Nejat ÇOĞAL

Nejat ÇOĞAL

turkocagi@turkocagi.org.tr

17 Şubat 2016

 Türk-İslâm Ülküsü
17 Şubat 2016
 2015 yılı ne yazık ki, Ülkemizin, iç ve dış kaynaklı çok sayıda bölücü ve yıkıcı saldırılara maruz kaldığı bir yıl olmuştur. Türkiye aleyhinde, birçok “zıt kuvvet” el ele vermiş, Siyonist, kapitalist ve komünist çevreler, Ülkemize karşı rahatlıkla işbirliğine gidebilmişlerdir. Düşmanlarımız,  “dıştan saldırma” imkanı bulamayınca, bu sefer “içten saldırma” metotlarına başvurmuşlardır.

Bu hain saldırılara örnek olarak, kendi topraklarından binlerce km uzakta, Suriye’de bir Rus savaş uçağının, sınırlarımızı ihlâl teşebbüsünde bulunmasını gösterebiliriz. Yine, mesela, içerideki taşeron çetelerin Ülkemizi bölmek için  şehirlerimize hendek kazıp, Devletimize meydan okuma cüretini göstermeleri, içten yapılan saldırıların en son örneğini teşkil etmektedir. Fakat, tüm Dünya da şahit olmuştur ki Büyük Türk Devleti, bir yandan Rus savaş uçağını yere çakmasını, öte yandan da bölücü anarşistleri kendi kazdıkları hendeklere gömmesini bilmiştir. Tüm iç ve dış düşmanlarımızın şunu iyi bilmeleri gerekmektedir: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür, parçalanamaz. Ayrıca, milli sınırlarına ve Devletine uzanan elleri kesmekle kalmaz, o ellere hükmeden kafaları da yok etmesini bilir.

Türk-İslâm kültür ve medeniyetine karşı düşmanlığı bulunan, Milletimizi tarihi bağlarından koparmak isteyen ve Dünya Türklüğünü dağıtmak isteyen bu şer odakları, Ülkemizde hiç yoktan, bölgesel farklılıklara dayalı, siyasi mezhep ve etnik grup temelli, sınıflar ve nesiller arası çatışmalar icat etmekte ve bu vesileyle kitleleri kışkırtmaktadırlar. Kısaca “böl-parçala-yönet” düsturuyla hareket eden bu hain mihraklar, bölgesinin en istikrarlı ve güçlü Ülkesi olan Türkiye’yi, kan gölüne çevirdikleri Ortadoğu bataklığına sürüklemenin gayreti içerisine girmişlerdir.

Ne var ki, binlerce yıllık devlet tecrübesi, kültür ve medeniyet birikimi ile tarihin kaydettiği en dinamik milletlerden bir olan Türkler, “demokrasi ve özgürlük” maskesi arkasına sığınan bu kahpe oyunları bozabilecek yeteneğe sahiptir. İslam’da hürriyet “Allah’tan gayrisine boyun bükmemek” ve “Allah’ın emirlerine ters düşmemek kaydıyla milli örfe itaat etmek” şeklinde karşılık bulur. İşte, Sevgili Peygamberimizin “Cemaatten bir karış ayrılan, İslâm gerdanlığını boynundan çıkarmıştır” hadisine uygun olarak, Türk-İslâm Ülkücüsü ahlâkını kurarken aklını kullanacak, millî ruh ve şuurunu koruyarak, İslâm ahlâkının ve Türk töresinin aydınlığında yürüyecektir.

Hiç bir millet, dininin, dilinin, kültür ve medeniyetinin, devlet ve vatanının parçalanması gayretlerine müsamaha gösteremez. Bayrağının düşürülmesi karşısında sessiz kalamaz. Türk Milletinin dostluğunun da düşmanlığının da muhteşem olduğunu çok iyi bilen dış güçler, bu milletin tarihî yeniden şahlanışına engel olamayacaklardır.

Osmanlı Devleti’nin, üç kıta üzerindeki farklı dinlere mensup kavim ve sınıflar arasında hukuki ve içtimai adaleti sağlayarak bir düzen içinde yaşamalarını gaye edinen “Nizam-ı Âlem” davası başarıyla takip edilmiştir. Yakın gelecekte ise Müslüman-Türk Milletinin “Nizam-ı Âlem Ülküsünün” bir hayal olmadığına, bilakis damarlarında akan kan kadar gerçek olduğuna tüm Dünya şahit olacaktır.

Sevgili Peygamberimizin “Bir elime Güneş’i, bir elime Ay’ı verseniz yine dâvamdan dönmem” diyerek özetlediği ahlak anlayışını benimsemiş olan Türk-İslâm Ülkücülerinin bu mukaddes davadan vazgeçmeleri asla söz konusu olamaz.

Bilinmelidir ki Türkiye Cumhuriyeti, büyük Türk Milletinin tek ve bağımsız kalesi olup, aynı zamanda bütün Dünya Türklüğünün de ümidi durumundadır. Ay-Yıldızlı Al bayrağın dalgalanabildiği tek ülke olan Türkiye’miz, çetin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik problemlerin ardından, Allah’ın izniyle, yeni bir diriliş ve şahlanışın eşiğinde bulunmaktadır. Türk Milleti, 21. Yüzyıla damgasını vuracak, hiç bir güç de buna engel olamayacaktır.

Bir yandan İslâm’ın kılıcı ve kalkanı olarak önemli hizmetler veren Türkler, bir yandan da, tarih boyunca kurdukları imparatorluklarda, egemenlikleri altına aldıkları halklara din ve vicdan özgürlüğü tanıyarak, bunların birlikte, barış içinde yaşamalarını temin etmiş ve evrensel barışa büyük katkılar sağlamışlardır. Binlerce yıllık tarihi boyunca Dünyada adaleti hâkim kılmak arzusuyla hareket eden Türkler, bir nevi bütün insanlığın sorumluluğunu üzerinde taşımıştır.

Hiç şüphesiz, Türk Milleti, tarihî sorumluluğunun farkında olarak “cihan hâkimiyeti mefkuresi” için mücadelesini sürdürecektir. Günümüzde, Dünyanın her yerinde, emperyalist devletlerin ve onların taşeronu olan terör örgütlerinin saldırılarıyla vahşice katledilen binlerce Müslüman’ın dökülen kanlarından beslenen kara ve kızıl emperyalizm canavarına karşı tek direnç noktası Türkiye’dir, Türk-İslâm Ülkücüsüdür. Sevgili Peygamberimizin “Haksızlıklar karşısında susan, dilsiz şeytandır” Hadis-i Şerifi çerçevesinde, Türk-İslâm Ülkücüsü susmayacak, zalimler karşısında Hakk’ı savunmaya devam edecektir.

Günümüzde, Dünya Devletlerinin yaklaşık üçte birini teşkil eden Müslümanlar, kara ve kızıl emperyalizmin kucağında istismar edilmekte ve sömürülmektedir.  Kapitalizmin, komünizmin ve Siyonizm’in pençesinde inleyen Dünya Müslüman-Türkleri için sadece Türkiye’de bir ümit ışığı belirebilir. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, Allah yolunda savaşan ve kınayanların kınamasına aldırmayan, İslâm iman ve ahlâkıyla yoğrulmuş yeni bir ülkücü nesil, tarihimizin bağrından fışkırarak ve her gün biraz daha güçlenerek gelmektedir. Bu nesil, Allah’ın Türk Milletine ve İslâm Âlemine ihsanıdır. Yine bu nesil,Yahya Kemal’in, Kurtuluş Mücadelesinde işaret ettiği kahramanların neslidir;

Şu kopan fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi,

Senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi.

Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın

Galip et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.

Bugün, Milletçe, Türk-İslâm Ülküsü etrafında kenetlenmekten başka çare yoktur. Türk-İslam Ülküsü açısından düşünürsek, mutlak irade Allah’ındır. O dilerse “milli iradeyi”, yine O dilerse “tarihin iradesini” harekete geçirerek milletlerin kaderine yön verir. Yeter ki ülkemiz için çalışalım, millî birlik ve beraberliğimizi koruyalım, inançlı-vatansever nesiller yetiştirelim, gençliğimize sahip çıkalım…

Tasada ve kıvançta birleşmiş, millî tarih ve kültür ile yoğrulmuş, milletçe bütünleşmiş, Sevgili Peygamberimizin buyurduğu gibi “bir yeri ağrıdığı zaman bütün vücudu ile ıstırap duyan” bir organizma olmayı başarmış yeni Türk Gençliğinin, nefsani ihtiraslardan kurtulup Türk-İslâm Ülküsünde fâni olmasının zamanı gelmiştir.

Allah Türk Vatanını ve Türk Milletini korusun. Millî birlik ve beraberliğimizi bozmasın…

 

Share This:

Kıbrıs’ta Çözüm Mümkün Mü?

Kıbrıs’ta Çözüm Mümkün mü?

 

Nejat ÇOĞAL

 

Son günlerde Kıbrıs’ta ilginç gelişmeler olmaktadır. Mesela, Kıbrıs Türk tarafında “Aylar içerisinde çözüme ulaşabiliriz” söylemi sıkça dillendirilmeye başlandı. Ya da, Kıbrıs Rum tarafında 1/4 nüfus oranından bahsedilmekte. Neymiş, Ada’da her 4 Rum’a karşılık 1 Türk olacakmış!.. Üstüne üstlük, geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen Türkiye-AB Zirvesi’yle birlikte Türkiye-AB ilişkilerinde yeni ve dinamik bir sürecin başlatılmış olması, Kıbrıslı Rumları cesaretlendirmiş bulunmaktadır. Bilindiği gibi Türkiye-AB katılım müzakere süreci Kıbrıs nedeniyle adeta durma noktasına gelmişti. İşte Rum/Yunan tarafı, ilişkilerdeki bu yeni sürecin istismar edilmesine yönelik şantajlarını yeniden gündeme getirmenin hesabını yapmaktadır.

 

Esasen, uluslararası anlaşmalara ve AB’nin temel prensiplerine aykırı bir şekilde GKRY’nin 2004 yılında tam üye yapılmasıyla çıkmaza giren Türkiye-AB müzakere sürecinin, bugün yeni bir ivme kazanması için büyük çaba sarf edilmektedir. Son pişmanlık fayda etmez misali, Angela Merkel’in bu konudaki pişmanlığının da bugün Türkiye-AB ilişkilerine hiçbir faydası bulunmamaktadır. Siz haksız bir şekilde Güney Kıbrıs’ı tam üye yapıp, ardından da Türkiye ile katılım müzakereleri başlatacaksınız, sonra da Türkiye’nin AB katılım sürecini “Kıbrıs Şartına” bağlayacaksınız. Türkiye ile aynı tarihte müzakerelere başlayan Hırvatistan’ı apar topar tam üye yapacaksınız, Türkiye’ye ise “ucu açık süreç” diyeceksiniz. Maalesef, Brüksel’in bu çifte standartlı yaklaşımı ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır.

 

Siz, bir yandan, Türkiye sözde “Kıbrıs Cumhuriyetini” tanımıyor diye 8 müzakere başlığını askıya alıp, açılmış olanları da kapatmayacağım diyeceksiniz. Bundan cesaretlenen GKRY de 6 müzakere başlığını tek taraflı olarak veto edeceğini ilan edecek. Sonra da çıkıp Türkiye’yi “Ya AB, Ya Kıbrıs” dayatmasıyla karşı karşıya bırakacaksınız. Türkiye’nin bu kirli oyunu bozabilecek ve klasik Rum/Yunan şantajını bertaraf edebilecek güce ve tecrübeye sahip bir ülke olduğunu özellikle Avrupalı siyasetçilerin bilmesini isteriz.

 

Geldiğimiz noktada ise Brüksel, kendi hatasını Türkiye’ye mal etmeye çalışmaktadır. Yani, “Artık Güney Kıbrıs Rum Kesimi AB üyesidir ve siz onu resmen ve fiilen tanımak zorundasınız. Kıbrıs’ta Rumlar lehine bir çözüme evet diyeceksiniz…” demektedir. Peki, bunun adı nedir? Bunun adı “sessiz, özlü ve sinsi Rum politikasıdır“. Son 25 yılda Rum/Yunan tarafının adım adım işlettiği, Kıbrıs meselesinin AB üzerinden çözülmesi senaryosudur. 1995 Türkiye-AB Gümrük Birliği Anlaşması, 1999 Helsinki Zirvesi, 2002 Kopenhag Zirvesi, 2004 Annan Planı Referandumu ve bir hafta sonra Rumların tek taraflı olarak AB üyesi yapılması, 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye-AB Müzakere sürecinin başlatılması, 2006 Aralık Brüksel Zirvesi sonuçları, 2009 Aralık’ta GKRY’nin 6 faslı veto edeceğini açıklaması, Fransa’nın 5 faslı veto etmesi, hepsi bu hain senaryonun mihenk taşları olarak tarihe geçmiştir.

 

Türkiye-AB katılım müzakereleri 10 yıldan fazladır devam ediyor. 35 fasıldan, bugün itibariyle sadece 15 tanesi açılmış (Bu makalenin kaleme alındığı gün itibariyle 17. fasıl olan Ekonomik ve Parasal Politikalar Faslı da müzakerelere açılmış olacağından, açılan başlık sayısı 15 olacaktır) ve bunlardan da sadece bir tanesinin geçici kapatılması yapılmıştır. Geriye kalanlardan 18’i de Kıbrıs ve Fransa vetosuna takılmaktadır. Bu şekilde müzakereler nasıl yürüyecektir? Diyelim ki Kıbrıs’ta AB’nin istediği çözüme ulaşıldı. Yine de Türkiye’nin önü açılacak mıdır? Cevabını hemen verelim, kocaman bir “HAYIR”.

 

Öte yandan, Kuzey Kıbrıs’ta Mustafa Akıncı’nın KKTC Cumhurbaşkanı seçilmesiyle, özellikle Rum tarafında olumlu bir hava esmişti. Bu olumlu hava halen de devam etmektedir. Neymiş, “Kıbrıs’ta değil yıllar, aylar içinde bir çözüme ulaşılabilirmiş“. Neymiş efendim, “Kıbrıs’ta Türkiye’nin garantörlüğüne gerek yokmuş. AB’nin garantörlüğü yetermiş! Garantörlük tabu değilmiş!”

 

Peki, KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı kiminle müzakere yürütmektedir? Söyleyelim: Göreve gelir gelmez “Türkiye doğalgaza karışmasın, kapalı Maraş’ı bize iade etsin, o zaman AB’deki vetomuzu kaldırmayı düşünürüz…” diyen, KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile müzakere masasında kavga edip, “Bugüne kadar kabul edilenler beni ilgilendirmez, sadece benim kabul edeceğim konular görüşülmeli, benim istediğim olacak!..” diye dayatan, “Kıbrıs’ta Çözüm, yeni bir ortaklıkta değil, Rumların kontrolündeki sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ altında olacak” iddiasında bulunan ve nihayet Türkiye’nin Ada üzerindeki garantörlüğüne kesinlikle kaşı çıkan klasik bir Rum Siyasetçisi olan Nicos Anastasiades.

 

1968 yılından bu yana Ada’daki iki toplum arasında görüşmeler devam etmektedir. 1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeleri“, 1992 yılında Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi“, 2004 Annan Planı, 2008 yılında 21 Mart Süreci 47 yıldır devam eden görüşmelerin öne çıkan çözüm planlarıdır. Ne yazık ki bu çabaların hiçbirisi uygulamaya girememiştir. Peki neden? Sebebi çok basit. Gelin Rumların ağzından öğrenelim sebebini: “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan, laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık“(Glafkos Klerides).  “Biz sessiz ve özlü çalışırız” (Dimitris Hristofyas).

 

Bu anlamda, Anastasiadis’in bir Klerides’ten ya da bir Hristofyas’tan farkı yoktur. 47 yıldır adı geçen Rum Liderlerle bir çözüme ulaşılamamışken şimdi ne değişmiştir de, aylar içinde adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşma ümidi belirmiştir? KKTC Lideri Akıncı, klasik Rum/ Yunan siyasetinden haberdar değil midir? Kuşkusuz Rumları bizlerden çok daha iyi tanımaktadır. Kıbrıslı Türklerin geçmişte yaşadıkları acı olayların da bizzat şahididir.

 

Kıbrıslı Türklerin 1963, 1964, 1967 ve 1974 yıllarında uğradığı katliamlar, Kıbrıs Türk Halkının kolektif hafızasına adeta kazınmış bulunmaktadır. Benzer olayların tekrarlanmamasını kim garanti edebilir? AB mi? Yoksa, Türkiye’nin sınırlarını ihlal ederek Bayır Bucak Türkmenlerinin üzerine bomba yağdıran Rus uçaklarına havalimanlarını açan Rumlar mı? Elbette Hayır. Kıbrıslı Türk soydaşlarımızın güvenliğinin yegâne garantörü Anavatan Türkiye’dir. Ada’da 41 yıldır barış ve huzurun güvencesi olan Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’dir. Gerçekler bu kadar ortada iken, Rumlardan veya Brüksel’den medet ummak tabiri caizse abesle iştigaldir.

 

Kuşkusuz Türkiye’nin AB Katılım müzakere sürecinin önünün açılması ve Türkiye’nin Avrupa perspektifinin netlik kazanması önemlidir. Ne var ki bunun için Türk Milleti ne Kıbrıs’tan vazgeçer ne de Brüksel’in çifte standartlı yaklaşımlarına boyun eğer. AB Siyasetçileri artık Türkiye’ye karşı samimi olmak ve oyalama taktiklerinden vazgeçmek zorundadır. AB tarihinde görülmemiş şekilde Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklık“, “serbest dolaşımsız üyelik” gibi ne olduğu belirsiz alternatifler sunmak ise Türkiye’den çok AB’ye zarar verecektir.

 

Netice itibariyle, kritik sorularımızı soralım: Suriye’de Türkmenlere hayatı zindan eden Rus savaş uçaklarına askeri üslerini açan, Doğu Akdeniz’deki doğalgaz kaynaklarını İsrail ile paylaşma planları yapan, Türkiye’nin AB tam üyelik sürecini engelleyen, Kıbrıs Türk Halkının eşit egemenliğini tanımayan Rumlarla çözüme ulaşılması mümkün müdür? Velev ki bir çözüm oldu, Türkiye’nin AB sürecinin önündeki engeller kalkacak mıdır? Peki, Türkiye’nin Garanti ve İttifak Anlaşmalarından kaynaklanan hak ve yükümlülüklerini kabul etmeyen, Kıbrıs Türk Halkının siyasi eşitliğini tanımayan bir çözüm, çözüm müdür? Türkiye’nin tam üye olmadığı bir AB’de Kıbrıslı Türklerin onurlu bir yaşam sürmeleri mümkün müdür? Hepsinin tek bir cevabı vardır: “HAYIR”.

 

Bu dört soruya sadece Rum tarafı “EVET” diyebilir. Kıbrıs Türk tarafında, bu sorulara “Evet” diyebilecek birisi var mıdır bilinmez. Eğer varsa, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün ne anlama geldiğini anlamamış demektir. Bu noktada, her zaman yaptığımız uyarıyı bir kez daha hatırlatmak isteriz: Türkiye, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmeli, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemelidir. KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ise, Kıbrıs Türk Halkının yakın geçmişte yaşadığı acı olayları, Türkiye’nin, Ada’daki kalıcı barış ve huzur ortamının yegâne teminatı olduğunu, Türkiye’nin Ada üzerindeki garantörlük hak ve yetkisinin, KKTC’deki göçmenler ile Ada’daki Türk Askeri varlığının asla tartışma konusu yapılamayacağını, sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmadığını, olmayacağını, Enosis hayalinin çöpe atılmadığını, atılmayacağını, Anastasiadis’in bir Klerides’ten veya Hristofyas’tan hiçbir farkının bulunmadığını unutmadan, ihtiyatlı bir iyimserlik içerisinde müzakere yürütmelidir. Allah, Kıbrıslı Türkler ve Suriyeli Türkmenler başta olma üzere, dünyanın her yerindeki Soydaşlarımızın yâr ve yardımcısı olsun. Onları zalimlerin eline terk etmesin…

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/5973/kibris-ta-cozum-mumkun-mu.html

 

Share This: