illinois tarafından yazılmış tüm yazılar

Seyyid Ahmet Arvasi

Share This:

Nejat ÇOĞAL – University of Illinois , Master of Science in Finance (MSF) U.S.A.

Share This:

Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Uluslararası Ticaret Bölümü 4. Sınıf Öğrencilerimle Birlikte…2

Share This:

Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Uluslararası Ticaret Bölümü 4. Sınıf Öğrencilerimle Birlikte…

Share This:

Nejat ÇOĞAL – Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Öğretim Görevlisi

Nejat ÇOĞAL – Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Öğretim Görevlisi

Share This:

Nejat ÇOĞAL – Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Öğretim Görevlisi

Bu hafta itibariyle öğrencilerimizle son dersimizi de gerçekleştirdik hamdolsun. Bu vesileyle, başta Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Uluslararası Ticaret Bölümü 4. sınıf öğrencileri olmak üzere tüm öğrencilere, önümüzdeki hafta başlayacak finallerde başarılar diliyoruz…
Nejat ÇOĞAL
Gazi Üniversitesi
Öğretim Görevlisi

Share This:

KİTAPLARIM MİLLİ KÜTÜPHANEDE

Share This:

KIBRIS’TA NAFİLE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI

Yazar: Nejat Çoğal

Yayınevi: SAGE Yayınları

ISBN: 6054384150

Sayfa: 266 sayfa

Basım Tarihi: 2011

 

Kıbrıs, ülkemizin ve Kıbrıs Türklerinin güvenliği açısından vazgeçilmez öneme sahip, milli bir davadır. Türkiye’ye sadece 65 km mesafede bulunan, Anadolu’nun doğal bir parçası konumundaki Kıbrıs Adası, 1000 km uzaklıktaki Yunanistan’a bırakılmayacak kadar önemli ve değerlidir.

Bu nedenle, Megali İdea haritasının ortaya çıkardığı 1796 tarihinden itibaren, önce Osmanlı Devletinin daha sonra da Türkiye Cumhuriyetini meşgul eden Kıbrıs meselesi, aradan iki asır geçmesine rağmen, hala çözülmeyi bekleyen milli bir mesele olarak karşımızda durmaktadır.

Share This:

AB’NİN TÜRKİYE PARADOKSU

Ana Sayfa    KİTAPLIK    Yeni Çıkan Kitaplar    AB’nin Türkiye Paradoksu – Nejat ÇOĞAL

AB’nin Türkiye Paradoksu – Nejat ÇOĞAL

Nejat ÇOĞAL

Perşembe, 04 Temmuz 2013 14:58

Paylaş

Sage Yayınları: Ankara-2012

Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri ve Kıbrıs konularında yaptığı araştırmalar ile tanınan, Türk Ocakları Akademik Çalışma Grubu Üyesi, Araştırmacı-Yazar Nejat ÇOĞAL’ın “AB’nin Türkiye Paradoksu” isimli 2. Kitabı, Sage Yayınları’ndan çıktı. 2005 yılında büyük bir heyecanla ve esasen türlü zorluklarla başlayan tam üyelik müzakere süreci, Brüksel’in özellikle Kıbrıs’ı bahane etmesiyle adeta durma noktasına gelmiş bulunmaktadır. Tam üyelik müzakere sürecini başından beri takip eden ve çeşitli yayın organlarında yayınlanan makaleleri ile Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerini değerlendirmeye tabi tutan Çoğal, bu kitabında, ilişkilerin tarihi gelişimini de içine alan geniş bir perspektiften bakmak suretiyle, akademik ve stratejik bir yaklaşımla konuyu ele almaktadır. Yazar kitabında, öncelikle gümrük birliği aşamasını teorik olarak ele almakta, ardından Türkiye-AB Gümrük Birliği sürecini teknik bir analize tabi tutmakta, Gümrük Birliği’nin dış ticaretimiz üzerine olan etkileri kısaca irdelendikten sonra, Kıbrıs’ın Türkiye’nin tam üyelik sürecine olan etkisi ve nihayet AB’nin Türkiye’yi tam üye olarak mı yoksa gümrük birliği aşamasında edilgen bir konumda mı görmek istediği hususu değerlendirmeye tâbi tutulmaktadır. Türkiye-AB ilişkilerinin tarihi gelişimi, Gümrük Birliği, Türkiye-AB-Kıbrıs ilişkiler yumağı ve tam üyelik müzakere süreci hakkında bilgi sahibi olmak isteyen okurların merakla okuyacağı bir kitap. Ayrıca, kitap ekinde verilen Ankara Anlaşması, Katma Protokol, Gümrük Birliği Anlaşması ve Müzakere Çerçeve Belgesi gibi temel belgelerin bir arada sunulması, okuyucuya büyük bir kolaylık sağlamaktadır. Altı bölüm ve altı ekten oluşan kitap 395 sahifedir.Tüm okurlar için yararlı olması dileğiyle…

AÇIKLAMA : İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkilerine maruz kalmış bulunan Batı Avrupa Ülkeleri, artık savaşı imkansız kılabilmek için yoğun çaba sarf etmiş ve neticede Avrupa Toplulukları projesi, çözümün adresi olarak ortaya çıkmıştır. Başlangıçta, ekonomik bütünleşmeyi amaçlayan ve zamanla hızla gelişerek Avrupa Birliği adını alan bu proje, günümüzde iç sınırların fiilen ortadan kalktığı 27 üyeli, 500 milyon nüfuslu, dünyanın en ileri ekonomik ve siyasi entegrasyon modeli olarak karşımızda durmaktadır.

Yönünü Batıya çevirmiş olan Türkiye ise, Avrupa’dan meydana gelen değişikliklere karşı kayıtsız kalmamış, Avrupa’nın ekonomik bütünleşme sürecine dahil olma iradesini, 31 Temmuz 1959 tarihinde AET’ye üyelik başvurusunda bulunmak suretiyle ortaya koymuştur. Türkiye, Topluluklara ortak üye (associate member) başvurusu yapmış ve 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren Ankara Anlaşması ile Türkiye-AT ortak üyelik ilişkisi başlamıştır. Ankara Anlaşması’na göre Türkiye, AT üyesi ülkeler ile arasındaki ekonomik, sosyal ve siyasal farkı bu ortaklık sürecinde giderek kapatacak ve nihayet hazır duruma geldiğinde tam üye olacaktı. ( Önsöz’den)

AB’nin Türkiye Paradoksu

Yazarı: Nejat Çoğal
Yayınevi: Sage Yayıncılık
Yayın Yeri: Ankara
ISBN NO: 9786054384433

Yayın Yılı: 2012
Dili: Türkçe
Sayfa Sayısı : 395
Ebat : 15×24
Kağıt : 2. Hamur
Cildi: Karton Kapaklı

Paylaş

Yazarımız Nejat ÇOĞAL Perşembe, 27 Ekim 2011 tarihinden itibaren sitemizde yazı yazmakta.

Diğer yazıları için tıklayınız.

http://www.turkocagi.org.tr/index.php/kitaplik/yeni-ckan-kitaplar/5683-abnin-tuerkiye-paradoksu-nejat-coal

Share This:

GÜNEY KIBRIS’IN AB ÜYELİĞİNİN HUKUKİ DEĞERLENDİRMESİ

Nejat ÇOĞAL *

Avrupa Birliği, Türkiye’nin tam üyelik katılım sürecini Kıbrıs ipoteği altına almış bulunmaktadır. Brüksel, Güney Kıbrıs’ı tek taraflı olarak bünyesine alarak, Kıbrıs Meselesini içinden çıkılmaz hâle getirmiştir. Geldiğimiz noktada ise, haksız bir şekilde üye yaptığı Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni (GKRY) resmen ve fiilen tanıması için Türkiye’ye ağır baskılar uygulamaktadır. Avrupa Birliği’nin, 2004 yılında, uluslararası anlaşmalar hilafına Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni Birliğe dâhil ederken göz ardı ettiği “Birliğin Kurucu İlkelerini”, Türkiye söz konusu olunca gündeme getirmesi ise manidardır. Zira, Güney Kıbrıs’ın güya tüm Ada’yı temsilen AB üyesi yapılmasıyla hem uluslar arası anlaşmalar (Zürih ve Londra Anlaşmaları) ve hem de AB’nin “komşularıyla problemli olan (sınır sorunları olan) ülkelerin AB’ye üye olamayacağı” kuralı çiğnenmiştir. Ne var ki Kıbrıs’ta çözüm “AB’nin kurucu ilkelerine” göre değil, “Ada’nın gerçekleri temelinde ve uluslar arası hukuka uygun bir şekilde” gerçekleşecektir. Brüksel’in 2004’te yapılan yanlışı düzeltmek yerine, bu yanlışa dayanarak Türkiye’nin AB sürecini engellemeye çalışması, tam anlamıyla bir çifte standarttır.

Kıbrıs meselesinin AB platformuna taşınarak bu kanaldan Rumlar lehine bir çözüme ulaşılması senaryosu, GKRY’nin 1990 yılında Avrupa Topluluklarına tam üyelik başvurusu ile start almıştı. Aslında Rumların AB süreci, tamamen yasadışı kazanımlar elde edebilme umuduyla başladı diyebiliriz. 1980’lerin sonunda Yunanistan Başbakanı Andreas Papandreou Kıbrıs Rum liderliğini, AB üyeliği için ikna etmeyi başarmış ve senaryo uygulamaya geçirilmişti. Bu şekilde, Rum/Yunan tarafı, Türkiye’nin ileride muhtemel AB tam üyelik başvurusundan ve tam üyelik sürecinden azami ölçüde yararlanılacaktı. Kısaca, Türkiye’nin Avrupa perspektifi istismar edilecekti. Nitekim, 2005 yılında Yunanistan, Türkiye-AB Gümrük Birliği sürecinin başlatılabilmesi için GKRY ile müzakere tarihi verilmesini şart koşmuş ve bu şantajı karşılığında istediğini almıştı.

 

İşte bu beklentilerle başlatılan GKRY’nin AB üyelik süreci taraflar arasında ciddi tartışmalara kaynak teşkil etmiştir. Türkiye 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarına aykırı olacağı iddiasıyla bu başvuruya karşı çıkmıştır. Rumlar her defasında Yunanistan’ın da desteğiyle Türkiye’nin itirazlarını bertaraf etmeyi ve hatta adım adım ilerlemek suretiyle 2004 yılında AB’ye tam üye olmayı başarabilmişlerdir. Ne var ki Rum/Yunan tarafının bu başarısı bugün AB için ciddi bir hata, Türkiye için ise talihsiz bir gelişme olarak değerlendirilmektedir. Geldiğimiz noktada Rumların AB üyeliği, hem Türkiye-AB ilişkilerinin ve hem de Doğu Akdeniz’deki barış ve istikrar ortamının temellerine atılmış bir dinamit misali, birçok krizin başlıca sebebi olarak gündemi meşgul etmektedir.

 

.                                                      .                    

* Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, İstihbarat Daire Başkanı. Araştırmacı-Yazar.

 

 

 

 

 

2004 yılında, Kıbrıs Türk Halkının Annan Planına “evet”, Kıbrıslı Rumların “hayır” demesine rağmen, üstelik de Birliğin prensiplerini çiğnemek uğruna, Kıbrıs Rum Kesimi’nin tüm Ada’yı temsilen AB üyesi yapılması büyük bir hata olmuştur. Yunanistan’ın 2004 yılındaki genişleme dalgasını veto etme şantajına boyun eğen (boyun eğmiş gibi görünen) Brüksel, uluslar arası anlaşmaları da çiğnemekten geri kalmamıştır. Rumların haksız bir şekilde AB üyesi yapılması esasen Ada’da devam etmekte olan kapsamlı çözüm sürecini de baltalamış bulunmaktadır. AB üyesi olmanın ve uluslar arası camiada meşru Kıbrıs hükümeti olarak tanınıyor olmanın verdiği rahatlıkla hareket eden Rumların adil ve kapsamlı bir çözüme yanaşmalarını beklemek nafiledir.

 

Kuşkusuz Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Rumlarla yapılacak kabul edilebilir bir ortak çözüm çerçevesinde AB üyeliğini desteklemişlerdir. Fakat, Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türklerle bir anlaşmaya varmadan AB üyeliğine kabul edilmesi, esasen Kıbrıslı Türklere, Türkiye ile birleşmekten başka bir alternatif bırakmamıştır.[i] 

 

Peki, GKRY’nin AB üyeliği yasal mıdır? Rumların AB üyeliği 1959 Londra ve Zürih Anlaşmalarına, 1960 Garanti Anlaşması’na ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına aykırı değil midir? Hatta, AB’nin temel prensipleri ihlal edilmemiş midir? AB’nin bu üyelikten ne gibi bir çıkarı olmuş ya da bu üyelik AB’ye nelere mal olmuştur? Bu bölümde bu konuları irdelemeye çalışacağız. Bu bölümün hazırlanmasında, milletlerarası camiada geniş kabul gören, tanınmış uluslar arası hukukçu Professor Maurice H. Mendelson’un görüşlerinden de yararlandığımızı belirtmekte fayda bulunmaktadır.[ii]

 

1990 yılında GKRY, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adıyla AB’ye üye olmak için başvurdu. 1993 yılında, Avrupa Komisyonu, bu başvuru hakkında olumlu görüş belirten bir rapor yayınladı. Bu dönemde AB Komisyonu, Kıbrıs Rum otoritelerinin tüm Ada veya tüm Ada nüfusu adına konuşmaya yetkisi olmadığı yönündeki KKTC’nin itirazını da reddetti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de KKTC’nin, Ada’da ayrı bir devlet oluşturulduğu yönündeki başvurusunu reddetmiş ve Avrupa Birliği, BMGK’nin bu görüşünü takip etme ihtiyacını duymuştur.

 

1925’ten 1960 yılına kadar Kıbrıs, İngiliz Kolonisi olarak kalmıştır. 1959 yılında, Türk ve Yunan hükümetleri bir araya gelerek, Kıbrıs’taki iki toplumun liderlerinin de onayını almak suretiyle bağımsız bir Kıbrıs hükümetinin ana prensipleri üzerinde anlaşmaya varmışlardır. İki toplumun karşılıklı şüpheleri ve özellikle de nüfusu az olan Kıbrıs Türk Toplumunun güvenlik endişelerini gidermek bakımından çok sayıda güvenlik tedbirleri anayasaya yerleştirildi. Bunlar anayasanın değiştirilemez maddeleriydi ve dışişleri konusunda alınacak birçok kararlarda olduğu gibi belli konularda her iki topluma da veto hakkı veriyordu.

 

Uluslar arası alanda Kıbrıs’ın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte üç temel anlaşma üzerinde mutabakata varıldı; İttifak Anlaşması, Kuruluş Anlaşması ve Garanti Anlaşması. İttifak anlaşması ortak savunma ve Ada’da konuşlanacak Türk ve Yunan Askeri konusunu düzenlemekteydi. Kuruluş Anlaşması esas olarak Ada’daki İngiliz egemen üslerinin elde tutulmasıyla ilgiliydi. Bizim konumuzu ilgilendiren anahtar Anlaşma, Garanti Anlaşması’dır.

 

Garanti Anlaşması; “Kıbrıs Cumhuriyeti bir taraf ve Yunanistan, Türkiye ve İngiltere diğer taraf” ifadesiyle başlamaktadır.

 

MADDE 1. Kıbrıs Cumhuriyeti, kendi bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini devam ettirmeyi ve anayasaya saygıyı güven altına almayı üstlenir. (taahhüt eder)


Kıbrıs Cumhuriyeti, ayrıca tümüyle veya bir bölümüyle herhangi bir devlet ile hiçbir şekilde siyasi veya ekonomik bütünleşmeye girmeyeceğini taahhüt eder. (sorumluluğunu yüklenir)


Kıbrıs Cumhuriyeti, bu maksatla adanın gerek birleşmesini, gerekse taksimini doğuracak doğrudan doğruya (direkt olarak) veya dolaylı olarak gerçekleştirmeye yardımcı ve teşvik edici tüm hareketleri yasaklar.

 

MADDE 2. Yunanistan, İngiltere ve Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1’nci maddede belirtilen taahhütlerini kaydederek, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasanın temel maddeleri ile oluşan durumu (state of affairs) tanırlar ve garanti ederler.


Yunanistan, İngiltere ve Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin diğer herhangi bir devlet ile gerek birleşmesini. gerekse Ada’nın taksimini doğrudan doğruya, veya dolaylı olarak gerçekleştirmeye yardım ve teşvik edici bir amacı olan tüm hareketleri kendi yetki ve ilgileri oranında önlemeyi üstlenirler. “

Burada belirtilmesi gereken ilk husus Garanti Anlaşması’nın hâlâ yürürlükte olduğudur. Bazı akademik yorumcular Anlaşmanın geçerliliğini sorgulamaktadırlar. Ancak, taraflardan hiçbirisi böyle bir pozisyona girmemiştir. Yani taraflardan hiçbirisi Anlaşmanın geçersiz olduğunu ya da sona erdiğini iddia etmemiştir. Yine taraflardan hiçbirisi, bazıları öyle bir eğilim içinde olsalar bile Anlaşmayı sona erdirecek diplomatik (resmi) bir adım atmamıştır. BMGK de böyle bir pozisyon içine girmemiştir. Tüm bunlar göstermektedir ki Garanti Anlaşması hâlâ yürürlüktedir.

 

Hukuki olarak hâlâ geçerli olan 1960 düzenlemeleri, bir başka deyişle Garanti ve İttifak Anlaşmaları, Kıbrıslı Türkler için Lozan Anlaşması statüsündedir. 1963-1974 tarihleri arasında Ada’da yaşanan acı olaylar dikkate alındığında, Kıbrıs Türk Halkı, kendisi açısından tek güvenilir garantinin Türkiye’nin etkin güvencesi olduğuna inanmaktadır. Aslında Garanti Anlaşmasında öngörülen garanti, sadece üçüncü devletlere karşı değil, öncelikle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kendisine karşı öngörülmüştür. Çünkü yıkılmak için bir devlet kurmak istenmemiştir. Bu yüzden Garanti Anlaşmaları, kural olarak muayyen bir süre için değil, sürekli geçerli olmak üzere akdedilmiştir. Dolayısıyla Garanti Anlaşmalarının karakteri, tamamen “süreklidir” ve tabiatı gereği “çekilme veya fesih” imkânı yoktur. Ayrıca, Kurucu Anlaşmalarla Garanti Anlaşması’nın birbirinden bağımsız olarak mütalaa edilmesi mümkün değildir. Yani, 1960’ta Ada’da kurulan sistem ya bütünüyle uygulanacak ya da bütünüyle geçersiz kılınacaktır. GKRY’nin bugün Kurucu Anlaşmaların geçerliliğini koruduğunu iddia etmesi, Ada’nın tümü üzerinde hak iddia etme gayretlerinin bir sonucudur. Ancak Kurucu Anlaşmalar 1963’ten itibaren Rumlar tarafından ihlâl edilmiş, bu da 1960 yılında kurulan devletin sonunu getirmiştir. Buna karşın 1960 tarihli anlaşmaların ihlâli paralelinde ortaya çıkan gelişmeler, 1960’ta kurulan devletin yıkıldığını ve onun yerine iki yeni devletin doğduğunu ortaya çıkarmıştır.[iii]

 

Öte yandan, orijinal Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının, Ada’da vukuu bulan birçok yıkıcı olaylara rağmen hâlâ yürürlükte olup olmadığı hususu bir başka tartışma konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Kıbrıs Rum tarafı, fiili statünün bir gereği olarak Anayasanın sadece bazı bölümlerinin uygulanabilir olduğunu ve bazı bölümlerinin uygulanmasının ise imkânsız olduğunu iddia etmektedir. Ne var ki bu görüş birçok soruyu da beraberinde getirmektedir ve bu bakımdan kabulü imkânsız görünmektedir. Zira 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası değiştirilemez maddeleriyle bir bütündür ve kısmen uygulanma imkânı da bulunmamaktadır.

 

Kaldı ki bu Anayasa normal-ulusal bir anayasa niteliği taşımamaktadır. Yani bu anayasa, uluslar arası hukuk çerçevesinde ve bazı dış devletlerin müdahalesiyle hazırlanmış olağanüstü bir anayasadır. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti hem ulusal ve hem de uluslar arası uzlaşmanın bir neticesidir. Garanti Anlaşmasıyla ve dolayısıyla Anayasa’nın temel maddeleriyle hem Kıbrıs ve hem de Garantör Devletler Ada’da oluşturulan fiili statüyü muhafaza etmeyi taahhüt etmişlerdir.

 

Nitekim, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın 50. Maddesinin 1. Fıkrası şöyledir;

 

Cumhur Başkanı ve Cumhur Başkan Muavini, Temsilciler Meclisinin aşağıdaki konular ile ilgili herhangi bir kanun veya kararına veya onun herhangi bir kısmına karşı kesin veto hakkına, ayrı ayrı veya müştereken, sahiptirler:-

 

(a) Yunanistan Krallığının ve Türkiye Cumhuriyetinin ikisinin birden katıldığı milletlerarası teşekküller ve ittifak anlaşmalarına Cumhuriyetin katılması müstesna olmak üzere, dışişleri;

 

…”

 

Kısaca, Ada’daki her iki Toplum da Kıbrıs’ın uluslar arası örgüt üyeliğine karşı ayrı ayrı veto hakkına sahiptir. Taraflar bu veto hakkını ancak Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte taraf ya da üye olmadıkları uluslar arası örgütlere üyelik için kullanabileceklerdir. AB de işte böyle örgütlerden bir tanesidir. Anayasa’nın 50. Maddesinin 1. Fıkrası (a) bendi ve Garanti Anlaşması’nın 1. Ve 2. Maddesi açık hükümler içermektedir. Garanti Anlaşması’nın 1. Maddesinin 2. ve 3. Paragraflarını bu noktada tekrar hatırlamakta yarar bulunmaktadır;

 

Kıbrıs Cumhuriyeti, ayrıca tümüyle veya bir bölümüyle herhangi bir devlet ile hiçbir şekilde siyasi veya ekonomik bütünleşmeye girmeyeceğini taahhüt eder. (sorumluluğunu yüklenir)

 

Kıbrıs Cumhuriyeti, bu maksatla adanın gerek birleşmesini, gerekse taksimini doğuracak doğrudan doğruya (direkt olarak) veya dolaylı olarak gerçekleştirmeye yardımcı ve teşvik edici tüm hareketleri yasaklar.

 

Görüldüğü üzere, Kıbrıs’ın başka herhangi bir devletle doğrudan veya dolaylı birleşmesini hedef alan faaliyetlerde bulunması da Garanti Anlaşması ile yasaklanmış olup bu yasak garantör güçlerin taahhüdü altına alınmıştır. Bu da göstermektedir ki yasağı getirenler enosis’i yani Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi tehlikesini göz ardı etmemişlerdir. Bununla birlikte, Anlaşmanın “Yunanistan’la birleşmeden” değil “herhangi bir devletle(devletlerle) birleşmeden” bahsettiğini, bu anlamda Kıbrıs’ın Türkiye ile birleşmesinin de yasaklanmış olduğu hususu burada belirtilmelidir.

 

Rum tarafını destekleyen birleşik görüşe göre AB üyeliği, Yunanistan ile enosis’i teşkil etmek anlamına gelmemektedir. Ancak burada dikkate alınması gereken husus şudur ki Garanti Anlaşması sadece enosis’i yasaklamamaktadır. Bu yasak çok daha geniş bir çerçevede ele alınmak durumundadır. Tekrar hatırlatmak gerekirse, Garanti Anlaşması, Kıbrıs’ın dolaylı ya da direkt, ekonomik ya da siyasi, kısmen ya da tamamen başka herhangi bir devletle birleşmesini veya bu birleşmeyi amaçlayan faaliyetlerde bulunulmasını yasaklamaktadır. Yani, yasaklama sadece Türkiye ve Yunanistan’la sınırlı değildir. Mesela, Kıbrıs’ın Malta ile birleşmesi de Garanti Anlaşmasıyla yasaklanmış bulunmaktadır. Ayrıca, Anlaşmada yer alan “any state” ifadesi çoğul bir anlam içermekte yani birden fazla devleti kastetmektedir. Buradan çıkan sonuç şudur ki herhangi bir devletle birleşme yasağı, birden fazla devletle birleşme yasağını da içerir ki Avrupa Birliği birden fazla devletin oluşturduğu bir birliktir.

 

Bir an için Anlaşmadaki “state” ifadesinin tekil bir anlam ifade ettiğini düşünsek bile -ki burada bu devlet Yunanistan olacaktır- durum yine de değişmeyecektir. Zira Anlaşma sadece Yunanistan’la tam bir siyasal birleşmeyi yani enosis’i yasaklamamaktadır. Yasak aynı zamanda ekonomik de olsa Yunanistan’la kısmi birleşmeyi de kapsamaktadır. Böylesi bir birleşme dahi Yunanistan’la direkt ya da dolaylı, kısmi ya da tamamen ekonomik ya da siyasi birleşmek anlamına gelecektir ki bu da Anlaşmayla yasaklanmıştır. Kıbrıslı Rumların AB üyeliği ile birlikte, GKRY-Yunanistan arasındaki bağ daha da kuvvetlenmiştir. Elbette Yunanistan’ın Fransa’yla veya İngiltere’yle de bağları bulunmaktadır. Fakat gerçekçi olmak durumundayız. Zira Kıbrıs Rum nüfusunun Yunanistan’la dil, din, tarih, kültür ve siyasi duyarlılık bakımından çok yakın bir ilişkisi mevcuttur.

 

GKRY Lideri Glafkos Klerides’in (3 Haziran 1997 tarihli Rum basınına yansıyan) “Cumhuriyet’in AB üyeliği, hedefi doğrultusunda atılmış tamamen kozmetik bir adımdır. şeklindeki açıklaması, Rumların gerçek niyetini göstermesi bakımından anlamlıdır. Yine, Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis’in, Rumların AB’ye katılım sözleşmesinin imzalanmasının hemen ardından 18 Nisan’da Kıbrıs Rum Kesimi’ni ziyaretinde, “Enosis’i başardık” demesi, Rum/Yunan tarafının AB üyeliğinden ne beklediklerini açıkça ortaya koymuştur.

 

Diğer taraftan, AB diğer uluslar arası örgütlerden farklılık arz etmektedir. Mesela, Uluslararası Telekomünikasyon Birliği, gücü sadece telekomünikasyon alanıyla sınırlı uluslararası bir örgüttür. Fakat AB için durum başkadır. Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) nun Avrupa Topluluğuna (AT) ve nihayet Avrupa Birliği’ne dönüşmesi kuşkusuz tesadüfî değildir. Avrupa Birliği ismi bir ticari birliği, bir parasal birliği ifade etmektedir ki bunun siyasi birliğe dönüşmesi için çok gerekli adımlar zaten atılmış bulunmaktadır. AB Anayasası, Avrupa vatandaşlığı ve ortak savunma ve dış politika uygulamaları, siyasi birliği doğru atılmış çok ileri adımlardır. Kaldı ki AB, uluslarüstü (supranasyonel) bir yapıya sahip bulunmaktadır ve ulus devletler egemenlik haklarının bir kısmını Brüksel’e devretmiş durumdadırlar. Bu durumda, Kıbrıs’ın, kısmen dahi olsa bir devletler topluluğunun parçası olmadığını söylemek, herhalde abesle iştigal olacaktır.

 

Kaldı ki Garanti Anlaşması sadece başka devletlerle tam bir politik bütünleşmeyi değil, aynı zamanda kısmen dahi olsa ekonomik birleşmeyi ve bu amaca yönelik faaliyetleri de yasaklamış bulunmaktadır. İşte AB üyeliği, aynı zamanda ekonomik bir birleşmeyi de beraberinde getirmektedir.

 

GKRY’nin AB üyeliğinin yasal olduğunu iddia eden karşı görüşün ileri sürdüğü bir argüman da 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin BM üyesi olması ve Yunanistan’ın da aynı zamanda BM üyesi olması ve dolayısıyla bu durumun AB üyeliğiyle aynı olduğunun ileri sürülmesidir. Ancak bu noktada şu husus dikkatlerden kaçmaktadır; bu konu 1960 Anlaşmaları hazırlanırken değerlendirilmiş ve Kıbrıs’ın uluslar arası örgütlere üye olabileceği hususu kabul edilmiştir. Bu durumda şu iki ana parametrenin özellikle ihmal edildiğini söyleyebiliriz; birincisi BM, uluslar arası Telekomünikasyon Birliği ve Dünya Sağlık Örgütü gibi organizasyonların gevşek birlikler olduğudur. AB gevşek bir organizasyon değildir. İkincisi, Kıbrıs’ın uluslar arası organizasyonlara üyeliğine ancak Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın temel maddelerinde düzenlenen iki şarttan bir tanesi karşılanırsa izin verilebilir. Birinci şart Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte uluslar arası örgütün üyesi olmasıdır. Bu şartlar BM, Dünya Sağlık Örgütü ve UTB için sağlanmıştır. Bunlar için bir problem yoktur. Ancak bir diğer şart vardır ki o da GKRY’nin AB üyeliğini yasadışı kılmaktadır. Bu da, Kıbrıs’ın, Türkiye’nin üye olmadığı AB’ye katılma kararına karşı, Kıbrıs Türk Toplumunun yasal veto hakkına sahip olmasıdır. İşte GKRY’nin AB üyeliği sırasında Kıbrıslı Türklerin bu vetosu da dikkate alınmamıştır.

 

Öte yandan, Anayasa ve Kuruluş Anlaşması hükümlerine göre Kıbrıs garantör ülkelere, “en çok kayrılmış ülke” (most favoured nation” muamelesi yapmak zorundadır. Bu noktada GKRY’nin tüm Adayı ve dolayısıyla Kıbrıslı Türkleri değil sadece Kıbrıslı Rumları temsil ettiğini bir kez daha hatırlatmakta yarar bulunmaktadır. Farzedelim ki birleşmiş bir Kıbrıs Devleti AB üyesi oldu. Bu durumda dahi, Kıbrıs’ın Birlik üyesi olmayan Türkiye’ye en çok kayrılan ülke muamelesi yapması nasıl mümkün olabilirdi? Yani, Kıbrıs’ın Türkiye’den önce AB üyesi yapılması esasen Türkiye’nin uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan bir hakkını da ortadan kaldırmaktadır ki bu da Kıbrıs’ın AB ile kısmi birleşmesini (GKRY’nin AB üyeliği) yasadışı kılan bir diğer faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Konuya biraz da AB prensipleri açısından bakalım. AB Kıbrıslı Rumları tek taraflı olarak üye yapmakla büyük hata yapmıştır ve bu hatalarını Merkel gibi bazı AB Liderleri ve siyasetçileri de daha sonra itiraf etmişlerdir. AB Kıbrıslı Rumları haksız bir şekilde üye yaparken bir yandan uluslar arası anlaşmaları yok saymış ve bir yandan da genişleme konusundaki en önemli prensibini yani “komşularıyla problemli olan (sınır sorunları olan) ülkelerin AB’ye üye olamayacağı” kuralını çiğnemiştir.

 

GKRY’nin 1990 tarihli tam üyelik başvurusunun ardından, 1993 yılında, AB Komisyonu, başvuru ile ilgili bir rapor yayınlamış ve bu raporda tümüyle Rumların perspektifi esas alınmıştır. Raporu kaleme alan Serge Abou, rapordan sadece bir ay önce AB Bakanlar Konseyi tarafından kabul edilen Kopenhag Kriterlerini dikkate almamıştır. Abou’nun fikirleri büyük ölçüde Kıbrıs Rum Hükümeti’nin görüşlerini yansıtıyordu ve Kıbrıs’ta siyasi istikrar olması gerektiği kuralını yok sayıyordu. Eğer Kıbrıs Rum Kesimi Kıbrıs Türk Kesimi ile yapılacak bir anlaşma üzerine Ada’da istikrar sağlayamıyorsa, bu, Kıbrıs’ın politik olarak istikrarsız olduğu anlamına gelmektedir. Eğer, Kıbrıslı Rumlar nüfuzları altında olduğunu iddia ettikleri topraklarda hükümet edemiyorlarsa, politik vaziyet istikrarsız demektir.[iv] 

 

Ayrıca AB, 2004 yılında Ada’da yapılan referandumda Annan Planı’na “evet” demeleri halinde Kıbrıslı Türklerin de Rumlarla birlikte AB üyesi yapılacaklarına dair söz vermiş ve fakat bu sözünde durmamıştır. Üstelik Plana “hayır” diyen Rumlar üye yapılırken, Kıbrıslı Türkler dışarıda bırakılmıştır. Kuşkusuz AB bu çifte standartlı tutumuyla Kıbrıs Meselesini içinden çıkılmaz hale getirmiş ve aynı zamanda büyük bir probleme de taraf olmuştur.

 

Kıbrıs Rum Kesimi’nin, güya tüm Ada’yı temsilen ve ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adıyla, meşru Kıbrıs Hükümetiymiş gibi AB’ye alınması, Brüksel’in bir diğer yasadışı adımı olarak tarihe geçmiştir. Bu noktada Ada’nın tarihi gerçeklerinden kısaca bahsetmekte yara bulunmaktadır: 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti 1963 yılında Rumlar tarafından yıkılmış ve Kıbrıslı Türkler bu devletin tüm mekanizmalarından kovulmuşlardır. Böylece, Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti iki toplumlu, fonksiyonel federatif devlet niteliğini kaybetmiştir. Bu tarihten itibaren Kıbrıs Rum Devleti, tüm Ada’yı değil, sadece Kıbrıslı Rumları temsil etmektedir. Halen Ada’da iki ayrı halk ve iki ayrı devlet bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ifadesiyle, “GKRY yarım bir devlettir”. Bu gerçek, BM çözüm planlarında ve bazı kararlarında da teyit edilmiştir.

 

Garantör devletler tarafından 30 Temmuz 1974 tarihinde kabul edilen Cenevre Deklarasyonu’nda şu iki husus teyit edilmiştir;[v]

 

  1. Anayasal Hükümet artık mevcut değildir,
  2. Kıbrıs’ta iki ayrı özerk yönetim vardır; biri Kıbrıs Türk, diğeri Kıbrıs Rum. Garanti ve İttifak Anlaşmaları BM tarafından tescil edilmiş uluslar arası anlaşmalardır. Yıllarca Kıbrıslı Türkler Ada’nın azınlık unsuru gibi değerlendirilmiştir. Ancak bu varsayım tamamen yanlıştır. Zira Kıbrıslı Türkler Rumlarla eşit haklara sahip olup bu hakları uluslar arası anlaşmalarla garanti altına alınmıştır. İngiliz Parlamentosu 1956 ve 1958 de olmak üzere iki defa, Kıbrıslı Türklerin self-determinasyon haklarının varlığını teyit etmiştir. Öyleyse, eğer Kıbrıslı Rumlar Yunanistan’la birleşmeye karar verebiliyorlarsa, neden Kıbrıslı Rumların Türkiye ile aynı şeyi yapma hakları inkâr edilmektedir?[vi]Kıbrıs Türk Halkı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) vasıtasıyla, kendi topraklarında egemenliğini kullanmaktadır. Ada’da her iki halk, eşit siyasi haklara sahiptir. KKTC toprakları, AB’nin iddia ettiği gibi sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin etkin kontrolü altında olmayan toprakları değildir. Bu topraklar, Kıbrıs Türk Halkının öz vatanıdır. AB’nin bu gerçekleri görmezden gelerek, Kıbrıslı Rumları tüm Ada’yı temsilen üye yapmaları tarihi bir hata olmuştur ve Kıbrıslı Türkler için bir anlam ifade etmemektedir.  Netice olarak, Kıbrıslı Rumların “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla AB’ye üye yapılması, yasa dışı bir hareket olmuştur. Buna göre;
  1. Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerin veto hakkını görmezden gelerek, “1959 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Temel Yapısı’na Dair Zürih ve Londra Anlaşmaları”nın 8. Maddesi ile “1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın” 50. Maddesinin 1. Fıkrasını ihlal etmişlerdir.
  2. Kıbrıslı Rumlar, Avrupa Birliği ile ve dolayısıyla Yunanistan’ın da dâhil olduğu 27 AB ülkesiyle birleşmek suretiyle, 1960 Garanti Anlaşması’nın 1. ve 2. maddeleri hilafına hareket etmiştir.
  3. AB üyesi olan Garantör Ülkeler İngiltere ve Yunanistan, GKRY’nin tek taraflı AB üyeliğini veto etmeyerek (ya da izin vererek), Garanti Anlaşması’nın 2. Maddesini ihlal etmişlerdir.
  4. Kıbrıslı Rumların AB üyeliği aynı zamanda, BM Güvenlik Konseyi’nin 649 (1990) sayılı Kararına da aykırılık teşkil etmiştir. Söz konusu Karar, mevcut durumu daha da kötüleştirecek adımlardan kaçınmaları için her iki tarafa da çağrıda bulunmaktadır.[vii] Garanti Anlaşması halen yürürlüktedir ve bu Anlaşmanın 2. Maddesine göre, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın temel maddeleriyle oluşturulan düzeni korumayı garanti emişlerdir. Garantör Devletler ayrıca, Kıbrıs’ın başka herhangi bir devletle doğrudan ya da dolaylı olarak, kısmen veya tamamen, ekonomik veya siyasi birleşmesini veya bu birleşmeyi amaçlayan girişimleri yasaklamışlardır. Bu yasağı uygulamak bizatihi garantör devletlerin ödevidir. Ne yazık ki AB üyesi olan İngiltere ve Yunanistan, GKRY’nin tek taraflı AB üyeliğini veto etme yetkisi varken bu yetkilerini kullanmamışlar ve böylece uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmemişlerdir. Altına imza attıkları anlaşmayı ihlal eden bu ülkelerin, tarih önünde sorumlulukları bulunmaktadır.

[i] Michael STEPHEN, “The Cyprus Question”, Northgate Puplications, london, 2011, sf. 133.

 

[ii] Professor Maurice H. MENDELSON, “Why Cyprus Entry Into The European Union Would Be Illegal”, Proceedings of a panel discussion held at the Turkish Embassy in London, 8 November 2001. The Turkish Embassy, London, 2002.

 

[iii] Soyalp TAMÇELİK, “Kıbrıs’ta Güvenlik Stratejileri ve Kriz Yönetimi”, ODTÜ Yayıncılık, Ekim 2009, Sf. 149-151.

 

[iv] Christopher BREWIN, “Why Cyprus Entry Into The European Union Would Be Illegal”, Proceedings of a panel discussion held at the Turkish Embassy in London, 8 November 2001. The Turkish Embassy, London, 2002. Sf.12-14.

 

[v] Michael STEPHEN, a.g.e. sf. 51.

 

[vi] Ergün OLGUN, “Why Cyprus Entry Into The European Union Would Be Illegal”, Proceedings of a panel discussion held at the Turkish Embassy in London, 8 November 2001. The Turkish Embassy, London, 2002. Sf.40.

 

[vii] Michael STEPHEN, a.g.e. sf. 132.

 

Share This: