Kategori arşivi: Makalelerim

AKDENİZ BİRLİĞİ Mİ, TAM ÜYELİK Mİ?

Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Berlin’de bir araya gelerek, Fransa’nın öne sürdüğü Akdeniz Birliği Projesini gerçekleştirme konusunda anlaştıklarını ilan ettiler. Avrupa Birliği (AB) ile katılım müzakerelerini yürüten Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklık” öneren ve Türkiye’nin tam üyeliğine karşı açıkça faaliyet yürüten Sarkozy, bu hedefine giden yolda belki de en kritik engeli aşmış gibi görünmektedir. Zira, “bütün kriterleri yerine getirse bile, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkacağını” söyleyen Sarkozy, Akdeniz Birliği konusunda nihayet Almanya’yı ikna edebilmiş ve Türkiye’nin alternatif yeni yol haritasını da güya belirlemiş sayılmaktadır.

Fransa’nın AB dönem başkanlığına denk gelen 13-14 Temmuz 2008 tarihlerinde Paris’te yapılacak iki günlük bir zirveyle kurulması öngörülen Akdeniz Birliği’ne, Almanya ile birlikte Akdeniz’e kıyısı olan yaklaşık 20 ülkenin dahil olması beklenmektedir. 14 Temmuz tarihinin Fransa’nın milli bayramına denk gelmesi ise ayrıca düşündürücü bir durumdur. 1995 yılında başlayan Barselona sürecinin başarısız olmasının ardından gündeme getirilen ve “ ekonomik, siyasi ve kültürel “ bir birlik olması hedeflenen böyle bir oluşuma, Akdeniz’in tam orta yerinde bulunan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin dâhil edilmeyecek olması da abesle iştigaldir. Zira, tam üyelik sürecinde AB’nin haksız bir şekilde Kıbrıs konusunu Türkiye’nin önüne engel olarak koyması yetmezmiş gibi şimdi bu tavrıyla da Kıbrıs meselesinde uzlaşma ortamını baltalamaktadır.

Ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel anlamda aralarında “derin farklılıklar” ve çatışmalar bulunan İsrail, Filistin, Lübnan gibi Ortadoğu ülkeleri, Kuzey Afrika Ülkeleri, Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile AB üyesi Akdeniz ülkelerinin nasıl bir araya getirilip ortak bir paydada buluşturulacağı konusunda açık şüpheler bulunmaktadır. Kuşkusuz Fransa, eski sömürgeleri olan Kuzey Afrika ülkeleri üzerinde hâkimiyetini yeniden sağlamak, ABD’nin bölgede giderek artan ağırlığını sona erdirerek Paris’i bölgesel bir merkez haline getirmek suretiyle milli menfaatlerini maksimize etme çabası içerisine girmiştir. Sarkozy, Akdeniz Birliği projesi ile bir taşla iki kuş vurmayı hedeflemektedir. Zira, Almanya’yı da yanına alarak, AB’yi planının bir parçası haline getirmek, bu şekilde oluşturulacak Fransa merkezli bir oluşum ile hem Türkiye’yi AB dışında bırakmak ve hem de Fransa’nın bölgedeki milli menfaatlerini yükseltmek istemektedir.

Peki, Türkiye bu gelişmeler karşısında ne yapmalıdır?

Türkiye, yaklaşık yarım asır boyunca AB ile bütünleşme çabalarını sürdürmüş, bu kapsamda, 1996 yılı başında AB ile gümrük birliğini gerçekleştirmiş, son yıllarda gerçekleştirilen Anayasal ve yasal reformlarla demokratik ve sosyal yapısını daha da güçlendirerek Kopenhag siyasi kriterlerini karşılamayı başarmış bir Ülkedir. Zaman zaman engeller çıkarılmasına rağmen, Ekim 2005 tarihinden bu yana AB ile katılım müzakerelerini yürütmektedir.

Her ne kadar, 20 Aralık 2007 günü Roma’da bir araya gelen Fransa Cumhurbaşkanı ile İtalya ve İspanya başbakanları imzaladıkları protokolde açıkça “Akdeniz Birliği, Hırvatistan ve Türkiye ile Avrupa Birliği arasında devam eden müzakere sürecine karışmayacaktır” şeklinde bir ifade olsa da, bu durumun Fransa’nın Türkiye’ye karşı olan malum tutumunu değiştireceğini düşünmek pek de gerçekçi olmayacaktır. Yine geçenlerde Türkiye’ye gelen, Akdeniz İçin Birlik Projesi Sorumlusu Fransız Büyükelçi Alain Le Roy’un, “Akdeniz İçin Birlik Projesi, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecine alternatif teşkil etmez” demek ihtiyacını hissettiğini görmekteyiz.

Öte yandan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kasım 2007 tarihinde Paris’te, Fransız meslektaşı Nicolas Sarkozy’nin ortaya attığı Akdeniz Birliği düşüncesini incelediklerini ancak bunun Avrupa Birliği’ne tam üyeliğe alternatif olmadığını, ifade etmiştir.

Görüldüğü üzere, AB ile tam üyelik müzakerelerini yürüten Türkiye, Akdeniz Birliği projesinin AB’ye alternatif teşkil etmeyeceği konusundaki görüşünü sürdürmekte ve bu konuda rahat bir tavır sergilemektedir. Şüphesiz, tam üyelik Türkiye’nin vazgeçilmez hedefi olmalıdır ve bu süreçte taviz vermeksizin çalışmalar sürdürülmelidir. Ancak, Akdeniz’in en önemli ülkelerinden birisi olan Türkiye’nin bu bölgedeki oluşumlara kayıtsız kalamayacağı gerçeğiyle birlikte, AB’nin Türkiye’ye karşı çifte standard uygulama ihtimalini de gözardı etmemek gerektiğini burada özellikle belirtmekte fayda bulunmaktadır.

Türkiye-AB Müzakere Çerçeve Belgesinde, müzakerelerin, sonucu önceden garanti edilemeyen açık uçlu bir süreç olduğu, Birliğin hazmetme kapasitesinin bulunduğu, üyelik yükümlülüklerini üstlenememesi halinde Türkiye’nin en güçlü bağlarla Avrupa yapılarına tam olarak demirlenmesi gerektiği gibi hususlar açıkca belirtilmiştir. Ege Kıta Sahanlığı, Kıbrıs ve Ermeni meselelerinin, Türkiye’nin milli çıkarlarına aykırı bir şekilde, tam üyelik sürecinde müzakere konusu edilmeye çalışılıyor olmasını dikkate aldığımızda, müzakere belgesinde yer alan sözkonusu ifadelerle neyin kastedildiğini tahmin etmemiz zor olmayacaktır.

Fransa’nın Türkiye’yi AB’den dışlama projelerine aynı şekilde karşılık verilmesi gerekmektedir. Zira, Sarkozy, Akdeniz Birliği Projesi ile, AB’nin ikiye bölünme ihtimaline bile aldırış etmeksizin ve AB’ye rağmen, Fransa’nın milli menfaatleri doğrultusunda yeni bir oluşuma liderlik etme hevesine kapılmış durumdadır. Fransa, Akdeniz Birliği’ni, ülkesi ile Orta Doğu ve Kuzey Afrika arasında bir köprü olarak kullanmak istemektedir. Türkiye’nin de benzer alternatif projelere yoğunlaşması elbette mümkündür ve bu konuda daha avantajlı bir konumdadır. Türkiye, Avrupa ile Avrasya arasında bir enerji koridoru olma yolunda yeni projelere ağırlık vermek suretiyle hem enerji bağımlılığını azaltabilir ve hem de jeopolitik yapısını güçlendirebilir. Bu kapsamda, geleceğin küresel güç odağı olma potansiyeline sahip, dünya enerji kaynaklarının önemli bir bölümünü elinde bulunduran Şangay İşbirliği Örgütü ile ilişkilerini geliştirerek gözlemci üyelik başvurusunda bulunabilir. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ve ECO’nun (Economic Cooperation Organizatin) daha işlevsel hale getirilmesi ve bölgesel bir güç olması yolunda işbirliği çabalarını artırabilir. Türkiye’nin AB ve ABD ile ilişkilerini zedelemeden ve müzakere sürecini askıya almadan tüm bu projeleri değerlendirmesi, ekonomik, siyasal ve toplumsal potansiyelini bölgesinde harekete geçirmesi mümkündür.

Netice itibariyle, Önüne çıkarılan tüm dayatmalara rağmen, tam üyelik yolunda üzerine düşen görevleri yerine getirmiş ve nihayet kabul edilmesi zor koşullar içerse de müzakere sürecini başlatmış olan Türkiye’ye, tam da yolun sonuna yaklaşmışken, “imtiyazlı ortaklık”, “Akdeniz Birliği” gibi alternatif yollar gösterilmesi kuşkusuz haksızlıkların en büyüğü olacaktır. Bir Akdeniz ülkesi olarak Türkiye’nin bu bölgedeki oluşumlardan uzak kalması elbette düşünülemez. Ancak, bazı AB yetkililerince aksi ifade edilse de, Akdeniz Birliği oluşumunun, Türkiye’nin tam üyeliğine alternatif gösterilmesi gibi muhtemel senaryolara karşı hazırlıklı olunması, bu konuda gereken tedbirlerin alınması gerekliliği ortadadır. Bir yandan yarım asırdır devam eden, Avrupa’nın ortak iradesine katılma ve AB’nin gelecek vizyonunda yer alma çabalarını  taviz vermeden ve kararlılıkla devam ettirirken, bir yandan da, AB’nin “müzakerelerin ortak hedefi katılımdır” sözünde ne kadar samimi olduğunu sorgulamak, Türkiye’nin en doğal hakkı olacaktır.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=77

Share This:

KIBRIS’TA ÇÖZÜMÜN YENİ ADI: HRİSTOFYAS

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas, 21 Mart 2008 tarihinde, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Temsilcisi Michael Möller’in ara bölgedeki ikametgâhında bir araya gelerek, “BM’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde 3 ay sonra kapsamlı müzakerelere başlanması ve en kısa sürede soruna çözüm bulunması” konusunda anlaştıklarını ilan ettiler. Ayrıca Liderler, Lokmacı Kapısı’nın en kısa sürede açılmasını da karalaştırmış bulunmaktadırlar. Kıbrıs meselesinin çözümü sürecinde büyük umutlar bağlanan bu buluşmanın, beklentileri tam olarak karşılamasa bile bir uzlaşma sürecinin başlangıç noktası olması muhtemel görünmektedir. Ancak, Rum Lider Hristofyas’ın, toplantının hemen ardından “Umarız iki eski dost olarak bu görüşmelerin sonunda iki düşman haline gelmeyiz” şeklindeki ifadesinin ise yeni müzakere sürecinin göründüğü kadar kolay olmayacağını işaret etmektedir.

Annan Planı’nı reddeden, Kıbrıs meselesinin AB platformunda ve belirsiz bir zaman sürecinde çözümünü savunan eski EOKA Lideri Papadopulos, bu uzlaşmaz tutumunun bedelini Şubat ayında yapılan başkanlık seçimlerini kaybederek ödemiştir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Başkanlığına seçilen Komünist AKEL Partisi lideri Dimitris Hristofyas ise Adanın her iki kesiminde de yeni umutların yeşermesine yol açmıştır. Zira, Papadopulos’un uzlaşmaz tavırları neticesinde, iki toplum arasındaki sınırların daha da belirginleştiği ve bölünme sürecinin sonuna yaklaşıldığını ve dolayısıyla Rumların kontrolünde birleşik bir Kıbrıs oluşturma hayalinden hızla uzaklaşıldığını gören Hristofyas, Kıbrıslı Türklerle uzlaşma adına bir şeyler yapılması gerekliliğini pekâlâ kavramıştı. Hatta,  Rusya Devlet Başkanı Putin’in, Kosova’nın bağımsızlık ilanından birkaç gün önce “Avrupa ülkelerini, Kıbrıs ve Kosova konusunda çifte standart uygulamakla suçlamasının” ardından, Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan, KKTC’nin dünya devletleri tarafından tanınabileceği endişesine kapılmışlardır.

Ancak, AB ve ABD tarafından alkışlanan 21 Mart görüşmesiyle beraber, Kıbrıs Meselesinin çözümü konusunda Talat ile Hristofyas arasındaki önemli görüş farklılıklarını da göz ardı etmememiz gerekmektedir. Zaten, Hristofyas’ın, görüşme sonrasında, iki arkadaşın yeni süreç içerisinde iki düşman haline gelebileceği endişesini açıkça belirtmesi, bu görüş ayrılıklarının varlığını ortaya koymaktadır.

İki toplum arasındaki uzlaşmayı baltalayabilecek nitelikteki bu önemli görüş farklılıklarından bahsetmeden yeni bir müzakere sürecinin başarısı konusunda fikir ileri sürmemiz zor görünmektedir. Zira, Kıbrıs meselesinin çözüm sürecinde, Hristofyas, 8 Temmuz Anlaşmasını hareket noktası olarak kabul edilmesi gereğini savunurken, Türk tarafı, Annan Planı’nın temel alınmasını istemektedir. Nitekim, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, AB Komisyonu ve 26 AB üyesi devletin liderlerine gönderdiği 7 Mart tarihli Kıbrıs mektubunda, Annan Planı’nın, yeni müzakere sürecinde esas teşkil etmesi gerektiğini belirtmiştir.

KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Eski Lideri Tasos Papadopulos tarafından, BM Genel Sekreterinin eski yardımcısı İbrahim Gambari’nin başkanlığında 8 Temmuz 2006’da Lefkoşa’da, ara bölgede yaptıkları görüşmede imzalanan ve Papadopulos’un, Kıbrıs sorununun çözümünü zamana yayma taktiği nedeniyle hayata geçirilemeyen 8 Temmuz Anlaşması (Gambari Süreci), iki taraf arasındaki, insan kaçakçılığı, kuş gribi gibi gündelik sorunların görüşülerek halledilmesi için teknik komiteler kurulmasını, Kıbrıs sorununun özüne ilişkin konuların ele alınması için de çalışma grupları oluşturulmasını öngörmekteydi.

Buna karşın, 24 Nisan 2004 tarihinde Kuzey ve Güney Kıbrıs’ta eş zamanlı olarak yapılan referandumlarda, bazı olumsuzluklarına rağmen Kıbrıslı Türkler tarafından  % 65 oyla kabul edilen ancak Kıbrıslı Rumlarca % 76 oyla reddedilen 31 Mart 2004 tarihli Annan Planı, “iki kesimlilik”, “iki toplumluluk” ve “siyasi eşitlik” gibi temel kriterlere dayanıyordu. Ayrıca, Türkiye ile birlikte Birleşik bir Kıbrıs’ın AB üyesi olacağı öngörüsüne dayanan Annan Planı, garanti ve ittifak anlaşmalarının aynen devamını güvence altına almakta ve Türkiye’nin, AB üyeliğinden sonra da Kıbrıs’ta  asker bulundurmasına imkân vermekte idi.

Kıbrıs Adası’nın bölünmeye doğru hızla yaklaştığını gören Rum Kesimi, istemediği bu gidişata engel olabilmek için elini çabuk tutması gerektiğini fark etmiştir. Zira, dünya devletleri tarafından tanınmış bir KKTC’nin varlığı herhalde Kıbrıslı Rumların isteyebileceği en son şey olacaktır. Bu nedenledir ki, Kıbrıs Rum Toplumunda hatırı sayılır derecede bir tutum değişikliği baş göstermiştir.  Zira, Liderler, 21 Mart 2008 tarihli görüşmede bulunan ara formülle, 8 Temmuz Anlaşması çerçevesinde kurulacak komiteler seviyesinde başlayan görüşmelerden kısa bir süre sonra ve bunların varacağı sonuçlara dayanarak BM Genel Sekreteri’nin gözetiminde tam teşekküllü müzakereleri başlatmak konusunda anlaşmaya varmışlardır. Meselenin çözümünün BM çatısı altına taşınacağı yolundaki açıklamalar bu olumlu tavır değişikliğine bir delil teşkil etmektedir. Zira, BM’nin çözüm önerileri genellikle iki bölgeli, iki toplumlu, bağımsız kurucu devletlerden oluşan birleşik bir Kıbrıs Cumhuriyetini esas almıştır.

Ancak, Hristofyas ile başlayan yeni sürecin bir “fırsat penceresi” olarak değerlendirilebilmesi için zamanın henüz erken olduğunu düşünmekteyiz. Zaten, Türkiye’nin de bu önemli görüşmenin sonuçlarına ilişkin olarak “çok ihtiyatlı” bir tutum izlediği görülmektedir. Kuşkusuz, Kıbrıs Meselesi’nin kalıcı bir çözüme kavuşturulması özellikle Türkiye-AB ilişkileri açısından büyük bir rahatlamaya yol açacaktır. Zira, Türkiye’nin Gümrük Birliği Ek Protokolünü Güney Kıbrıs Rum Kesimine uygulamadığı gerekçesiyle, 8 başlıkta müzakereler AB tarafından askıya alınmış bulunmaktadır. Ancak, ne var ki, Türkiye’nin, Rum Kesimi’ni tanımak anlamına gelecek herhangi bir tasarruftan kaçınması, bu aşamada en doğal hakkı olacaktır.  Bu nedenledir ki, Ek Protokolün imzalanmasının Rum Kesimi’ni tanıma anlamına gelmediği hususu, eş zamanlı bir deklarasyonla tüm dünyaya ilan edilmiştir.

Güney Kıbrıs Rum Kesimi Yönetimi’nin “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında tüm Ada’yı temsil ettiği iddiasının, AB’nin dayatmalarıyla Türkiye’ye ve Kıbrıslı Türklere kabul ettirilebilmesinin imkânsız olduğunun nihayet Kıbrıslı Rumlar tarafından anlaşılması ve farklı çözüm arayışı içine girilmesi elbette sevindirici bir gelişmedir. Kıbrıs haritasında “KKTC” ibaresini bile görmeye tahammül edemeyen Kıbrıs Rumlarıyla kalıcı bir çözümün sadece Talat ve Hristofyas’ın dostluğuna bağlanması da doğru olmayacaktır kanaatindeyiz. Zira, Türkiye’nin Ada’daki askeri varlığını ‘işgal’ olarak nitelendiren Hristofyas’ın uzlaşma mesajlarına karşı bir jest olsun diye Ada’daki Türk Asker sayısını azaltmayı düşünen KKTC’nin, 1960 ve 1970’li yıllarda Rumların Enosis hayali uğruna Kıbrıslı Türklere karşı uyguladıkları katliamları unutmaması gerektiğini burada belirtmeliyiz.

Sonuç olarak, Türkiye’nin 1960 Garanti, İttifak ve Kuruluş Anlaşmalarından kaynaklanan hak ve mükellefiyetlerine halel getirmeyecek şekilde ve kendi kaderini tayin etme hakkı kapsamında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin müzakereleri kendisinin yürütmesi, Türkiye açısından bir sorun teşkil etmeyecektir. Ancak, bu konuda Türkiye’nin kırmızı çizgilerini her zaman hatırlamak gereği ortadadır. Türkiye ise, siyasi eşitliğe dayalı, bağımsız, iki bölgeli, iki toplumlu bir federal cumhuriyeti, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün vazgeçilmez unsuru olarak görmektedir. BM kapsamlı böylesi bir çözüm planının, hem Ada’da barış ve huzuru sağlayacağından ve hem de Türkiye-AB ilişkilerine yeni bir ivme kazandıracağından dolayı, Garantör Devlet olan Türkiye tarafından da destek görmesi elbette mümkün olacaktır.

Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=277

Share This:

NATO ZİRVESİ’NİN ARDINDAN

 

NATO tarihinin en geniş katılımlı ve belkide en önemli zirvesi, 26 üye ülke ile 5 aday ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının katılımıyla, Romanya’nın başkenti Bükreş’te, 2-4 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirildi. Komünist Diktatör Nikolay Çavuşesko’nun Sarayında gerçekleştirilen sözkonusu kritik zirvede, NATO’ya aday ülkelerden Hırvatistan ve Arnavutluk sevinen taraf olurken, Makedonya, Ukrayna ve Gürcistan ise hayal kırıklığına uğrayan taraf olmuşlardır. Mayıs ayı başında görevi Dmitriy Medvedev’e devredecek olan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, yapıcı ve kendisi açısından memnuniyet verici olarak nitelendirdiği Zirve’de, füze savunma sisteminin kurulmasından, Hırvatistan ve Arnavutluk’un üyeliğe resmen davet edilmesine kadar oldukça geniş bir yelpazede kararlar alınmıştır.

Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyeliğinin şimdilik engellenmesi, Putin’in zaferi olarak değerlendirilmektedir. Ukrayna ve Gürcistan’a “Üyelik Eylem Planı”na (Membership Action Plan) katılma çağrısının bu zirvede yapılmaması konusunda zoraki bir mutabakata varılarak bu ülkelerin resmi aday statüsü kazanmaları ertelenmiştir. NATO’ya dahil olmak suretiyle Ülkelerinin toprak bütünlüğünü koruyabileceklerini ve Batı Dünyasına entegre olabileceklerini düşünen ve Bükreş’e büyük umutlarla gelen bu iki ülke ne yazık ki büyük hayal kırıklığına uğramıştır.

Putin’in, Bükreş’ten ayrılırken gösterdiği memnuniyetin dayanağı, herhalde bu gelişme olmalıdır. Nitekim, NATO’nun patronu konumunda bulunan ABD Başkanı Bush’un, Karadenize kıyısı bulunan Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya dahil edilmesi suretiyle, Rusya’yı kuşatma altına alma ve bölgenin enerji yollarını kontrol altında tutma planları en azından şimdilik suya düşmüş gibi görünmektedir. Şimdilik diyoruz çünkü eski Sovyet Blokuna dahil olan bu iki ülkenin üyeliğinden vazgeçilmiş değildir. Putin’in, NATO’nun Rusya aleyhine genişleme düşüncesinden vazgeçmemesi durumunda, gerekli önlemleri alarak cevap vermeye hazır oldukları şeklindeki meydan okuması, NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer’in, her iki ülkenin üyelik isteğinin memnuniyetle karşılandığını ve bir gün üye olacaklarını ifade etmesiyle yankı bulmuştur. Bu ülkelerin Üyelik Eylem Planı’na davet edilmemesi kararının alınmasında,  Rusya’ya yüksek düzeyde enerji bağımlılığı olan Batı Avrupa’nın iki büyük ülkesi Fransa ve Almanya’nın bu ülke ile ilişkilerinin bozulmasından çekinmelerinin  etkili olduğu söylenebilir. Rusya’nın “NATO-Rusya Konseyi”nde yaptığı ileri sürülen çok sert uyarıları ve açıkça dünyaya haykırdığı “çok kutuplu dünya” projesi tehdidi, Almanya ve Fransa’nın vetosu için yeterli bir sebep teşkil etmiştir.

Diğer taraftan Putin, komşuları Ukrayna ve Gürcistan’ın üyeliğini engelleyerek, NATO’nun Rusya’yı da kuşatacak şekilde Karadeniz ve Kafkasya  içlerine doğru genişlemesini şimdilik durdurmuşken, NATO şemsiyesi altında, tüm üyeleri kapsayacak şekilde,  Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde füze savunma sistemi kurulması kararı da, Bush’un Putin’in kalesine attığı bir gol olarak kaydedilmiştir. Zira, ulusal güvenliğini tehdit ettiği ve kendi topraklarını hedef aldığı gerekçesiyle füze kalkanı sistemine şiddetle karşı çıkan Rusya, bu kararı engellemeyi başaramamıştır. Putin’in, 6 Nisan’da Karadeniz kıyısında  bulunan Soçi’de, Bush ile yapacağı “füze savunma sistemi” gündemli toplantıda rövanşı alacağı beklentisiyle bu kadar rahat davrandığı düşünülebilir. Ancak, Liderlerin son kez biraraya geldiği Soçi’de,  bir strateji çerçeve belgesi imzalanmış olmakla birlikte, füze savunma kalkanı konusunda bir uzlaşmaya varılamamıştır.

Doğuya doğru genişlemesini şimdilik askıya almak zorunda kalan NATO, Balkanlardaki genişleme stratejisini uygulama konusunda ciddi adımlar atmayı başarabilmiş ve bu kapsamda, Hırvatistan ve Arnavutluk  NATO üyeliğine resmen davet edilmişlerdir. Kuşkusuz, bu karar sözkonusu  ülkelerin üyeliklerini destekleyen Türkiye’yi de memnun etmiştir. Ulusal parlamentolarında ilgili kararların onaylanmasının ardından, bir yıl içerisinde Hırvatistan ve Arnavutluk’un ittifakın 27. ve 28. üyeleri olmaları beklenmektedir.

NATO’nun, Balkanların istikrarına sağlayacağı katkıları dikkate aldığımızda, Bosna-Hersek ve Karadağ hakkında “üyelik eylem planı” öncesinde “yoğunlaştırılmış diyalog” kararı alınması da olumlu gelişmeler arasında sayılmalıdır.

Diğer taraftan, Balkanlara doğru genişlemenin önemli bir ayağını teşkil eden Makedonya’nın üyeliğinin Yunanistan tarfından veto edilmesi hem bu ülkeyi ve hem de ABD’yi hayal kırıklığına uğratmış görünmektedir. Yunanistan “Makedonya” isminin tarihsel olarak kendisine ait olduğu, bu ismin bir başka ülke tarafından kullanılmasının toprak bütünlüğüne bir tehdit oluşturabileceği iddiasıyla, ABD’nin ısrarlarına rağmen, bu ülkenin resmen NATO üyeliğine davet edilmesini engellemiştir. Bu durumun, Makedonya Dışişleri Bakanı Nikola Dimitrov’unda belirttiği gibi Balkanlarda istikrarı baltalayacak bir gelişme olarak önümüzdeki günlerde gündeme gelmesi beklenmektedir.

Zirve boyunca, Afganistan’daki sorunların askeri tedbirlerle çözülemeyeceği, ekonomik ve sosyal alanlarda yapılacak yatırımların zorunlu olduğu hususu özellikle vurgulanmıştır. Kollektif savunma konseptinden, global güvenlik ve savunma kapsamında, alan dışı harekât ve terörle mücadele konseptine doğru kayan NATO’nun, bu format değişikliğinin en önemli göstergesi olan Afganistan operasyonunda başarılı olması, ABD için hayati bir önem taşımaktadır. Ne var ki, Bush, Afganistan’a ek kuvvet gönderilmesi konusunda Zirvede umduğunu bulamamıştır.

Peki, NATO Zirvesi Türkiye açısından nasıl değerlendirilmelidir?

Türkiye, Bükreş’te, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı Ali Babacan ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ile Türkiye’nin NATO Daimi Temsilcisi Büyükelçi Tacan İldem’in de içinde bulunduğu bir heyet marifetiyle temsil edilmiştir.

Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO ile ilişkilerinin yakınlaştırılmasını destekleyen Türkiye, bu ülkelerin “Üyelik Eylem Planı”na dahil edilmelerinin önlenmesinine karşın, ileride İttifak’a dahil edileceklerine dair umudunu korumaya devam etmektedir.

Arnavutluk ve Hırvatistan’ın üyeliğe kabul edilmesini olumlu karşılayan Türkiye, Makedonya’nın dışarıda bırakılmasını üzüntü ile karşılamıştır. Balkanlarda istikrar ve barışın sağlanması açısından bölge ülkelerinin NATO’ya entegre olmalarının ne kadar önemli olduğu dikkate alındığında, bu endişelerin hiç de yersiz olmadığı rahatlıkla anlaşılabilecektir.

Ayrıca, Bosna-Hersek ve Karadağ için “üyelik eylem planı” öncesinde “yoğunlaştırılmış diyalog” kararı alınması da Türkiye’nin memnuniyet duyduğu bir diğer gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bükreş’te Fransız cumhurbaşkanı Sarkozy ile de bir görüşme yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, meslektaşına Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki endişelerini açık bir şekilde ifade etme fırsatını da bulmuştur. Sarkozy ise, Türkiye’nin AB üyeliğini engelleyen ülke konumunda olmadıklarını, Temmuz 2008 de başlayacak Dönem Başkanlığında yeni müzakere başlıklarının açılmasını sağlayacaklarını ifade etmiştir. Sicili Türk Milleti tarafından iyi bilinen Sarkozy’nin, bu sözlerinde ne kadar samimi olduğunu bekleyip göreceğiz.

NATO Genel Sekreteri’nin, Doğu Avrupa’da, İttifakın tüm üyelerini şemsiyesi altına alacak bir füze savunma kalkanı kurulmasına yönelik bir çalışma yapılması konusunda liderlerden yetki aldığı şeklindeki açıklaması, her ne kadar Türkiye’nin savunma ve güvenlikte bölünme olmaz tezine uygun gibi gözüküyorsa da, bu konuda ABD’nin atacağı adımları dikkatle izlemekte yarar bulunduğunu düşünmekteyiz.

NATO’nun Afganistan’da yürüttüğü operasyon kapsamında bu ülkeye ek kuvvet gönderilmesi konusunda ise Türkiye, bu bölgeye muharip asker gönderilmeyeceği ancak, Afganistan’ın kalkınmasına yönelik her türlü desteğin sağlanacağı yönündeki mesajlarını zirvede tekrarlama fırsatını bulmuştur.

Netice itibariyle, görev sürelerinin sonuna yaklaşmış bulunan iki lider Bush ve Putin’in meydan savaşına dönüşen NATO’nun en geniş kapsamlı Zirvesi, her iki tarafı da tatmin edememiş gibi görünmektedir. Putin, ülkesine karşı tehdit olarak gördüğü füze savunma sistemi kurulması kararına engel olamamış, buna karşın NATO’nun, arka bahçesine kadar sızmasını hiç olmazsa şimdilik engellemiş olmanın verdiği rahatlıkla Bükreş’den ayrılmıştır. Bush ise, Gürcistan ve Ukrayna’yı NATO’ya resmen aday yapamamanın vermiş olduğu buruklukla Zirveyi terk etmek durumunda kalmış ve Balkanlardaki sınırlı genişlemeyle teselli bulmuştur. Türkiye açısından bakıldığında ise, NATO’nun en güçlü ülkelerinden birisi olarak, hem Afganistan’ın askeri tedbirlerden ziyade sivil önlemlerle düzlüğe çıkarılmasının mümkün olabileceği tezinin üye ülkelerce kabul görmesine katkıda bulunmuş ve hem de, NATO’nun Balkanlardaki genişlemesini desteklemek suretiyle bu bölgede sağlanacak barış ve istikrarın güvencesi haline gelmiştir. Makedonya, Gürcistan ve Ukrayna’nın da İttifak’a katılmasını desteklemek suretiyle Türkiye, gerek bölgesel ve gerekse dünya barışına katkıda bulunmaya devam edecektir kanaatindeyiz.
Nejat ÇOĞAL
TO  Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=278

Share This:

KIBRIS’TA UMUTLAR SÖNÜYOR MU?

 

“Kıbrıs’ta Çözümün Yeni Adı: Hristofyas” başlıklı, 1 Nisan 2008 tarihli yazımızda, 21 Mart Zirvesi için estirilen çok olumlu havaya karşılık, Kıbrıs Meselesinin çözümü konusunda Talat ile Hristofyas arasındaki önemli görüş farklılıklarının da göz ardı edilmemesi gerektiği, iki arkadaşın yeni süreç içerisinde iki düşman haline gelebileceği ihtimalinin mevcut olduğunu özellikle belirtmiştik. Son günlerde yaşanan gelişmelerin bu konudaki haklılığımızı işaret ettiğini görmekteyiz. Büyük umutlar bağlanan 21 Mart Buluşması, yeni bir çözüm sürecinin başlangıcı olarak değerlendirilmiş, her iki lider tarafından aşırı iyimser tablolar çizilmişti. Ne var ki,  geldiğimiz noktada, her iki Liderin de söylemlerinde önemli farklılıklar belirmeye başlamış ve olumlu sürecin tersine döndüğüne dair alametler kendini göstermiştir. Bu sapmanın, tam da, Talat’ın Lokmacı Kapısından Rum Tarafına medya eşliğinde yürüyerek geçmesi ve burada Rumlarla birlikte dondurma yemesinin hemen ardından yaşanması büyük bir  talihsizlik olarak değerlendirilmelidir.

Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas, “Ankara’nın siyasetini değiştirmemesi durumunda çözüme yönelik yolun açılamayacağını” ifade etmesi ve Adadaki Türk Barış Kuvvetlerinin varlığını  “işgal ve kolonizasyon” olarak değerlendirmesi, KKTC Cumhurbaşkanı Talat’ın, “bu sözlerin ortamı zehirlemekten başka işe yaramadığı” şeklindeki açıklaması ile yankı bulmuştur. Burada dikkat edilmesi gereken asıl noktanın ise, 21 Mart Buluşmasından evvel, Hristofyas’ın uzlaşma mesajlarına karşı bir jest olsun diye, Ada’daki Türk Asker sayısını azaltmayı teklif eden Talat’ın bugün, Kıbrıs sorununun çözümünde Türkiye’nin vazgeçilmez desteğinin gerekliliğine özellikle vurgu yapıyor olmasıdır. Bu olumlu tavır değişikliği kuşkusuz, Türk kamuoyunun dikkatinden kaçmamıştır.

Peki ne oldu da, “Kıbrıs sorununun çözümünün, yaşamındaki en büyük hedef olduğunu” iddia eden Hristofyas, uzlaşma yollarının tıkanabileceğini ima eder bir noktaya gelmiştir? Bu sorunun cevabını verebilmek için öncelikle yeni bir sürecin başlangıcı olarak görülen 21 Mart Zirvesinden sonra, Kıbrıs’ta yaşananlara kısaca bir göz atmakta fayda bulunmaktadır.

Bilindiği gibi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas, 21 Mart 2008 tarihinde, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Temsilcisi Michael Möller’in ara bölgedeki ikametgâhında bir araya gelerek, “BM’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde 3 ay sonra kapsamlı müzakerelere başlanması ve en kısa sürede soruna çözüm bulunması” konusunda anlaştıklarını, tüm dünyaya ilan etmişlerdi.

Kıbrıs Meselesinin çözümü yolunda bir fırsat penceresi olarak görülen bu buluşmadan kısa bir süre sonra, 26 Mart 2008 tarihinde, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt KKTC’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Bu ziyaretinde Orgeneral Büyükanıt, Türk askerinin Kıbrıs’ta barış için bulunduğunu, 1974’ten beri de barışı sağladığını, adil ve kalıcı barış sağlanana kadar bu kutsal görevin devam edeceğini özellikle vurgulamıştır. KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ise, Türk askerlerinin garanti ve ittifak anlaşmaları kapsamında adadaki görevini yerine getirdiğini, adil ve kalıcı bir barış sağlanıncaya kadar da bu görevini yerine getirmeye devam edeceğini, belirtmek suretiyle desteğini ortaya koymuştur. Türkiye’nin Kıbrıs politikasının özünü teşkil eden bu açıklamalar, Adadaki Türk Askerlerini “İşgal kuvveti” olarak gören Rum Lider Hristofyas’a verilebilecek en kararlı cevaplar olarak tarih sayfalarında yerini bulacaktır düşüncesindeyiz.

Bu tarihi nitelikteki ziyareti müteakip, 21 Mart zirvesinde kararlaştırıldığı şekilde, 45 yıldır kapalı bulunan ve Lefkoşe’yi ikiye bölen Lokmacı Kapısı, 3 Nisan 2008 tarihinde, törenle açılmış ve karşılıklı geçişler başlamıştır. KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile Rum lider Hristofyas’ın eşlerinin yeşil hatta bir araya gelerek kahve içmelerinden kısa bir süre sonra, Talat, Lokmacı Kapısından yürüyerek Rum tarafına geçmiş, burada Rumlarla birlikte dondurma yiyerek, başta Güney Kıbrıs Rum toplumu ve Yunanistan olmak üzere tüm dünyaya uzlaşma mesajları vermiştir.

AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ve Komisyonun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, 10-12 Nisan 2008 tarihlerine rast gelen 3 günlük Türkiye ziyaretleri sırasında, Kıbrıs konusu üzerinde ağırlıklı olarak durmuşlar, tam üyelik müzakerelerinin devam edebilmesi için Gümrük Birliği Ek protokolünün Türkiye tarafından uygulanmasının şart olduğunu bir kez daha vurgulamışlardır. Aralık 2009 AB Zirvesi’ne kadar süre tanınan Türkiye’nin, Rum Kesimi’nin tanınması anlamına geleceğinden, müteaddit defalar dile getirilen bu konuda herhangi bir tasarrufta bulunması, en azından şimdilik mümkün görünmemektedir.

Tüm bunlar yaşanırken, Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas, bir etkinlikte yaptığı konuşmada “Ankara’nın siyasetini değiştirmemesi durumunda çözüme yönelik yolun açılamayacağını” ifade etmesi ve Adadaki Türk Askerlerinin varlığını  “işgal ve kolonizasyon” olarak değerlendirmesi, 21 Mart’ta aralanan fırsat penceresinin tekrar kapatılmasına yol açabilecek bir adım olarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır. Bu hasmane beyanatlara karşılık olarak Talat’ın, bu sözlere ’’ortamı zehirlemekten başka işe yaramadığını’’ belirtmek suretiyle yanıt vermesi, karşılıklı söz düellosunun başlamasına yol açmıştır.

Ancak, tam da her şey yolunda gidiyor derken ve 21 Mart uzlaşma zirvesinin ardından bir ay bile geçmeden, Hristofyas’ın, bu olumlu gidişatı engelleyebilecek nitelikte açıklamalarda bulunması, çözüm konusunda ne kadar samimi olduğuna dair şüphelerimizi haklı çıkarır niteliktedir. Tarafların birbirlerini suçlayıcı beyanatlarının bu şekilde devam etmesi halinde, yeni başlayan çözüm sürecinin tersine dönmesi kaçınılmaz görünmektedir.

Sonuç itibariyle, her iki liderin bu noktaya gelebileceği ihtimali, 1 Nisan tarihli yazımızda da öngörülmüş ve ihtiyatın elden bırakılmaması özellikle tavsiye edilmiştir. Bu meyanda, 21 Mart Görüşmesi ile başlayan yeni uzlaşma sürecini değerlendirirken, Kıbrıs Meselesinin çözümü konusunda Talat ile Hristofyas arasındaki önemli görüş farklılıklarının da dikkate alınması gerektiği hususunun özellikle altı çizilmiştir. Bu farklı bakış açılarını ise, Hristofyas, 8 Temmuz Anlaşmasını hareket noktası olarak kabul edilmesini isterken, Türk tarafının, Annan Planı’nı temel kabul etmesi; Adadaki Türk Askeri varlığının Hristofyas tarafından işgal olarak görülmesi; Gümrük Birliği Ek Protokolünün Güney Kıbrıs Rum Kesimine de uygulanması hususunun Türkiye-AB ilişkilerinin ön şartı olarak ileri sürülmesi, şeklinde ifade etmemiz mümkündür.

Kıbrıs’ta adil ve kalıcı bir çözüme ulaşma yolunda, taraflar arasındaki bu derin görüş farklılıklarının ciddi bir engel teşkil edebileceğine dair endişelerimizde ne kadar haklı olduğumuz, geçen kısa zaman içerisinde anlaşılmış bulunmaktadır. Neticede, Hristofyas’ın Türkiye’yi dışlayarak Kıbrıs’ta bir çözüme ulaşma gayretlerinin, beyhude çabalar olmaktan ileri gitmesi mümkün görünmemektedir. Ve her hâlükârda şu unutulmamalıdır ki, Türkiye’nin haklı Kıbrıs davasında eli sağlamdır ve bu konunun, AB’nin dayatmalarına rağmen, müzakere sürecinde pazarlık konusu edilmesine asla fırsat verilmeyecektir.

Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=279

 

Share This:

AB’NİN YENİ VİZYON BELGESİ: LİZBON ANLAŞMASI

 

Son günlerde, 13 Aralık 2007 tarihli Zirvede imzalanan ve 1 Ocak 2009 tarihi itibariyle yürürlüğe girmesi beklenen Lizbon Anlaşması, başta Fransa, Almanya, Danimarka, Avusturya ve Portekiz olmak üzere üye ülke parlamentolarınca peş peşe onaylanmaktadır. Dünya siyasetinde arzulanan seviyede ağırlığa bir türlü ulaşmayan AB, nihayet son şans olarak hazırlanan ve daha önceki başarısız AB Anayasası projesinin yerini alacak olan Lizbon Anlaşmasıyla yeni bir dönemin kapılarını aralama çabası içine girmiştir.

Büyük umutlarla hazırlanan AB Anayasasının, 2005 yılında Fransa ve Hollanda’da düzenlenen referandumlarda seçmenler tarafından reddedilmesi, AB’nin bunalımlı bir döneme girmesine neden olmuş, ancak 2007 Haziran zirvesinde, Dönem Başkanı Almanya Başbakanı Angela Merkel’in hazırlattığı Lizbon Anlaşması (Reform Anlaşması olarak da anılmaktadır) üzerinde mutabakata varılması üzerine, AB’nin geleceğine dair umutlar yeniden yeşermeye başlamıştır. Öyle ki, yeni AB Başkanı’nın kim olcağı konusundaki tartışmalar daha şimdiden başlamış gibi gözükmektedir. Bu meyanda, İngiltere eski Başbakanı Tony Blair, Almanya Başbakanı Angela Merkel, İrlanda Başbakanı Bertie Ahern, Danimarka Başbakanı A.Fogh Rasmussen ve Avusturya Eski Başbakanı Wolfang Schüssel, kulislerde ön plana çıkmış isimler olarak saymamız mümkündür.

AB’nin kurumsal yapısında önemli değişiklikler öngören ve küresel sorunlarla mücadelede daha etkili bir şekilde temsil edilebilmesine imkân verecek olan Lizbon Anlaşması’nın, 2008 yılı sonuna kadar tüm üye ülkelerce onaylanmasını müteakip, 1 Ocak 2009 tarihi itibariyle yürürlüğe girmesi beklenmektedir. 27 üye ülkenin, İrlanda hariç tamamının referanduma gitmek yerine sadece parlamento onayına başvuracak olmalarında, yakın geçmişteki başarısız anayasa denemesinin etkili olduğu kanaatindeyiz. Bu arada, 2001 yılında yapılan referandumda Nice Anlaşmasını reddeden İrlandalıların, bu defa nasıl bir tavır takınacaklarını da AB’li siyasetçiler merakla beklemektedirler.

Öte yandan, 29 Ekim 2004 tarihinde Roma’da imzalanan AB Anayasasına, yapılan görkemli bir törenle, aday ülke temsilcisi olarak Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ve Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah GÜL imza koymuşken, bu anayasanın yerini alacak olan Lizbon Anlaşmasında, aday ülke statüsü devam ettiği halde Türkiye’nin imzasına gerek görülmemesi, bir diğer dikkat çekici nokta olarak karşımıza çıkmaktadır.

Lizbon Anlaşması’nın en göze çarpan özelliği, halen uygulanmakta olan 6 aylık dönem başkanlığı yerine, 2.5 yıllığına seçilecek ve yılda 4 defa toplanacak olan Konseye başkanlık edecek bir “AB Başkanı” uygulamasına geçilecek olmasıdır. Bu yeni uygulama, belkide en çok KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ı rahatlatacak gibi görünmektedir. Öyle ki, geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye yaptığı bir ziyareti sırasında Talat, “Güney Kıbrıs Rum Kesiminin dönem başkanlığını devralacağı 2012 yılına kadar Kıbrıs meselesinde çözüme ulaşılamaz ise artık çözümün mümkün olamayacağını” ifade etmiştir. Lizbon Anlaşması’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte, Rum Kesiminin dönem başkanlığı söz konusu olamayacağı için, bundan sonra asıl olarak yapılması gereken, AB Başkanlığına kimin seçileceği üzerinde durulması gerektiğidir.

Reform Anlaşması AB’nin dönem başkanlığı uygulamasını ortadan kaldırarak Kıbrıs Rum Kesiminin elinden bu kozu alacaktır. Ne var ki, Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın, Kıbrıs meselesinin Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumunun aleyhine çözümlenmesi için ellerine geçen her fırsatı değerlendirmeye devam edecekleri kuşku götürmemektedir. Mesela, 21 Nisan’da yapılan Hükümetlerarası Konferansta (HAK) Hırvatistan’la iki ayrı başlıkta daha müzakereler başlatılırken, Türkiye için HAK toplantısının son anda iptal edilmesi güncel bir örnek olarak gösterilebilir. Her ne kadar, AB Dönem Başkanı Slovenya tarafından, bu iptal kararının teknik sebeplerden ileri geldiği bildirilse de, asıl sebeplerin başka olduğu ileri sürülmektedir. Bu sebeplerden birincisinin, Rum Yönetiminin daha önceden AB Daimi Temsilciler Komitesi COREPER’de Türkiye’ye karşı koyduğu vetosu, ikincisinin ise AB reformları konusunda bir duraklama içine girdiği düşünülen Türkiye’ye bir gözdağı vermek olduğu, AB’ye yakın çevreler tarafından iddia edilmektedir.

Bu noktada, AB Anayasa taslağının yeni bir sürümü olarak kabul edilen Lizbon Anlaşması’nın, mevcut uygulamaya ek olarak getirdiği başlıca yenilikleri şu şekilde sıralamamız yerinde olacaktır:

– Halen uygulanmakta olan 6 aylık dönem başkanlığı yerine, 2.5 yıllığına seçilecek ve yılda 4 defa toplanacak olan Konseye başkanlık edecek bir “AB Başkanı” uygulamasına geçilmekte;
– Aynı zamanda komisyon başkan yardımcılığı görevini de yürütecek bir“Dışişleri ve Güvenlik Politikası Birlik Yüksek Temsilcisi” görevlendirilmesi suretiyle, Dış politikada tek sesliliğin sağlanması amaçlanmakta;
– 2014 yılından itibaren Avrupa Komisyonu’nun üye sayısı sınırlandırılarak rotasyonla seçilmeleri yoluna gidilmekte;
– Bazı alanlarda üye ülkelerin ulusal veto hakları ellerinden alınmakta;
– Avrupa Parlamentosunun yetkileri artırılarak, komisyon başkanını seçme yetkisi verilmekte;
– Ortak marş, ortak bayrak gibi Devleti çağrıştıran unsurlar yeni anlaşmada yer almamakta;
– 2014-2017 yılları arasının geçiş dönemi olarak uygulanması suretiyle, oylamalarda çifte çoğunluk sistemi getirilerek kararların, AB nüfusunun %65’nin ve üye ülkelerin %55’inin desteğiyle alınması suretiyle, nüfusun oylamalarda belirleyici olması sağlanmaktadır. Ancak dış politika, bütçe ve vergi konularında üye ülkelerin oybirliği gerekli kılınmaktadır;
– Ayrıca, Anlaşmada genişleme ile ilgili somut düzenlemelerin olmaması da bir diğer dikkat çekici nokta olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu noktada, AB’yi içine düştüğü tıkanıklıktan kurtararak, gelecek vizyonunu şekillendirme ve yol gösterme anlamında büyük umutlar bağlanan Lizbon Anlaşmasının, aday ülke Türkiye’ye yansımalarının nasıl olacağı konusunun kısaca değerlendirilmesinde yarar bulunduğu düşüncesindeyiz:

Öncelikle, kurumsallaşma sürecini tamamlayarak, kendi iç sorunlarını çözüme kavuşturmuş bir AB’nin, genişleme konusunu gündeme alması kolaylaşacaktır. Bu açıdan bakıldığında, yeni yapılanmayı Türkiye bakımından olumlu bir gelişme olarak görmemiz mümkündür. Ancak, 1 Ocak 2009 itibariyle, 2.5 yıllığına seçilmesi ve AB’nin en güçlü siyasi temsilcisi olması beklenen AB Başkanı’nın kim olacağının ve genişleme konusundaki fikirlerinin mahiyetinin Türkiye için ne kadar önemli olduğunu da göz ardı etmememiz gerekmektedir.

Buna ilaveten, AB Komisyonunun, 2006 yılında, Gümrük Birliği Ek protokolünün Güney Kıbrıs Rum Kesimine de uygulanması için Türkiye’ye 2009 Aralık zirvesine kadar süre tanıdığı herkesin malumudur. Bu nedenle, 2009 yılı Türkiye açısından çok kritik bir yıl olacaktır. Bu durum dikkate alındığında, Türkiye’nin şimdiden, yukarıda isimlerini verdiğimiz muhtemel AB Başkanı adayları üzerinde gerekli değerlendirmeleri de yapmak suretiyle, alternatif politikalar üretmesinin vazgeçilmez olduğu ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan, Lizbon Anlaşmasında genişleme konusuna yer verilmemesinin, Türkiye açısından belirsiz bir ortamın mevcudiyetine işaret ettiğini söyleyebiliriz. İlave olarak, oylamalarda nitelikli çoğunluk sistemine geçilmek suretiyle nüfus, gerek Konsey ve gerekse Parlamento kararlarında belirleyici hale gelmektedir. Bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde, 71 milyon nüfusuyla tam üye olması halinde Türkiye’nin, AB karar sürecinde ne kadar etkili olacağı herhalde Avrupa kamuoyunun dikkatinden kaçmayacaktır. Bu durum, kuşkusuz, Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklık”, “Akdeniz Birliği” gibi tam üyelik dışında yollar öneren Fransa ve Almanya gibi ülkelerin, bu söylemlerini daha kuvvetli olarak dile getirmelerine fırsat verebilecek bir gelişme olacaktır.

Konuya Kıbrıs meselesi açısından bakıldığında, dönem başkanlığı kaldırılıp yerine AB Başkanlığı sistemi geleceğinden, Kıbrıs Rum Kesimi’nin 2012 yılındaki dönem başkanlığı endişesi de ortadan kalkacaktır. Ancak, Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın Türkiye’nin AB üyeliğini engelleme gayretlerinin kesintiye uğramadan devam edeceği şüphe götürmediğinden, hem Türkiye ve hem de KKTC’nin, Kıbrıs’ta adil ve kalıcı bir çözüm elde edilmesi yönündeki çalışmalarına ısrarla devam etmeleri büyük önem arz etmektedir.

Netice itibariyle, yıllarca süren kapsamlı bir çalışmanın ürünü olan ve büyük umutlar bağlanan AB Anayasasının, 2005 yılında Fransa ve Hollanda seçmenleri tarafından reddedilmesi üzerine büyük bir hayal kırıklığına uğrayan Avrupalılar, AB’nin geleceğini şekillendireceği ve önünü açacağı umuduyla hazırlanan ve aslında AB Anayasa taslağının kısa bir versiyonundan başka bir şey olmayan Lizbon Anlaşmasına dört elle sarılmış vaziyettedirler. Öyle ki, son günlerde, liderlerin, halkoyuna bile gitmeksizin, Anlaşmayı Parlamentolarında bir bir onaylama yarışına girdiklerini müşahede etmekteyiz.

AB’nin kurumsallaşması ve dünya siyasi arenasında küresel bir güç olarak temsil edilmesi gibi ana hedefleri ihtiva eden bu Vizyon Belgesinin akıbeti hakkında, bu aşamada kesin bir şey söylememiz mümkün olmamakla birlikte, 1 Ocak 2009 tarihinde yürürlüğe girme ihtimali yüksek olan bu Anlaşmanın çok yönlü bir değerlendirmeye tabi tutulması ve Türkiye-AB müzakere sürecine nasıl bir etkisi olabileceği üzerinde hassasiyetle durulması gerekmektedir. Zira, 2009 yılı, Türkiye-AB ilişkileri açısından zor bir yıl olacaktır. Kıbrıs Türk Toplumu üzerindeki izolasyonları kaldırmaya bile yanaşmaksızın, Ek Protokolün uygulanmasını müzakerelerin devamının ön şartı olarak önümüze koyan  AB’nin uyguladığı çifte standart herhalde dikkatlerden kaçmayacaktır. Dolayısıyla, üyelik müzakerelerine aynı tarihte başlamalarına rağmen, Hırvatistan ile müzakereleri 2009 yılında bitirmeyi hedefleyip, Türkiye’nin müzakere sürecini en az 10-15 yıl daha uzatmaya çalışan AB’nin, Türkiye hakkındaki gerçek niyetinin ne olduğunun iyi sorgulanması gerektiği yönündeki kanaatimizi hâlâ muhafaza etmekte olduğumuzun burada belirtilmesinde yarar bulunmaktadır.
Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=280

 

Share This:

ÇOK KUTUPLU DÜNYA PROJESİ: ŞANGAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ

 

1. GİRİŞ

16 Ağustos 2007 tarihinde Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te yapılan Şangay İşbirliği Örgütü zirve toplantısında, çok kutuplu yeni dünya düzenine vurgu yapılarak özellikle ABD karşıtı söylemler yinelendi. Halen, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan ve Özbekistan’dan oluşan altı üyeli Bölgesel İşbirliği Teşkilatı olan Şangay İşbirliği Örgütü (Shanghai Cooperation Organization – SCO)  Dünya nüfusunun dörtte birini teşkil etmektedir. Gözlemci statüsünde bulunan İran, Pakistan, Hindistan ve Moğolistan’ın da üye olmaları halinde dünya nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan küresel bir örgüt olması kaçınılmaz görünmektedir.

Örgütün özellikle ABD ve NATO karşıtı söylemleri dikkate alındığında, Batı karşıtı bir oluşum olma yolunda ilerlediğini söylememiz mümkündür. Her ne kadar Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşmasını (AKKA) askıya alan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2006 yılında Şanghay’da yapılan Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) zirvesinde, herhangi bir organizasyona “rakip ya da alternatif olmak“ gibi bir amaçlarının bulunmadığını dile getirmiş ise de geçtiğimiz Sonbahar’da Batıya meydan okuyarak, ülkesinin sınırlarındaki “çok açık şekilde yapılan güç gösterisine” kayıtsız kalamayacağını belirtmiş, “Rus nükleer güçlerinin her türlü saldırıya uygun karşılığı vermek için hazır olması gerekir” demiştir. Şüphesiz, altı üye ülkenin 2007 yılında “Barış Misyonu–2007” isimli ortak bir askeri tatbikat gerçekleştirmiş olmasını da göz önüne aldığımızda, esas itibariyle bölgesel güvenliğin sağlanması amacıyla kurulan ŞİÖ’nün, tek kutuplu Dünya düzenine meydan okumada önemli bir dayanak teşkil ettiğini söyleyebiliriz.

Yazımızda, her geçen yıl Dünya kamuoyunun gündeminde daha fazla yer almaya başlayan ve gelecekte Batı karşısında küresel bir güç odağı olması beklenen Şangay İşbirliği Örgütü’nün kuruluşu, gelişimi ve yapısı hakkında kısaca bilgi verildikten sonra, Örgütün Türkiye açısından bir değerlendirmesi yapılacaktır.

2. ŞANGAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ

A. KURULUŞU

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Orta Asya’da kurulan Cumhuriyetlerde bir boşluk yaşanmış, Rusya ve Çin de dâhil olmak üzere bu yeni Ülkelerde İslami ve etnik ayrılıkçı hareketler baş göstermiş, ABD’nin bölge ülkelerine demokrasi ihraç etme girişimleri kapsamında ayrılıkçı hareketleri otoriter yönetimlere karşı kışkırtması ve hatta bu Cumhuriyetlerin içişlerine karışmaya kadar ileriye gitmesi, Şangay İşbirliği Örgütü’nün kurulmasında etkili olmuştur. Kuşkusuz, bölgenin zengin doğal kaynaklara sahip olması ABD’nin bölgeye olan ilgisini artıran sebeplerin başında gelmektedir.

Orta Asya Cumhuriyretlerinin iç dinamikleriyle oynamaya çalışan ABD, bu ülkelerdeki otoriter rejimlerin oluşturduğu statükoyu bozmakta, çalkantılara sebep olmaktadır. Günümüzde ise ŞİÖ, ABD’nin demokrasi ihraç faaliyetlerine ve Orta Asya’daki askeri varlığına Rusya ve Çin’in tepkilerini dile getirdikleri bir platform haline gelmiştir.

26 Nisan 1996 tarihinde Şangay’da Çin, Rusya Federasyonu, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan Devlet Başkanlarının katılımıyla yapılan Zirve ile resmiyet kazanan ve Şangay Beşlisi olarak adlandırılan örgütün kuruluş amacı, diğer üye ülkelerin Çin ile olan sınır anlaşmazlıklarının giderilmesi ve sınır bölgelerinde güvenliğin sağlanması olmuştur. Hatta, Rusya’nın tarihten gelen çekişmeleri bir yana bırakıp Çin ile ortak bir platformda yer alması ve bu yolla Çin ile olan sınır sorunlarını çözme yoluna gitmesi de bu Örgütün kurulmasına bir sebep teşkil etmektedir.

Uranyum gibi nükleer enerji kaynakları ve altın gibi kıymetli madenler bakımından da zengin yataklara sahip olan bölgenin jeo-ekonomik özelliğinin sadece petrol ve doğal gazdan ibaret olmadığı görülmektedir. Dolayısıyla bölgenin bu özelliğini, burada oynanan “Büyük Oyun” için önemli bir unsur olarak değerlendirmek durumundayız.

Başlangıçta, bölgesel güvenliğin sağlanması amacıyla (terör ve sınır uyuşmazlıklarının çözümü) yola çıkan Şangay Beşlisi kısa bir süre sonra daha da ileri giderek ekonomik, siyasi ve askeri işbirliği alanlarını da kapsama almıştır.  2000 yılında Şangay Formu adını benimseyen Örgüt, 2001 yılında Özbekistan’ın da katılımıyla Şangay İşbirliği Örgütü adını alarak geniş bir işbirliği alanında yeni bir uluslararası örgüt olarak kurumsallaşmasını pekiştirmiştir. 11 Eylül’den sonra ABD’nin Afganistan’ı işgal etmesi ve Özbekistan ve Kırgızistan’da askeri üsler kurmasıyla beraber bölgede ağırlığını artırması, ŞİÖ’nün ABD ve NATO karşıtı söylemlerini her geçen gün daha da sert ve açık bir şekilde dillendirmesine sebep olmuş ve çok kutuplu yeni bir dünya düzeninin aktörlerinden biri olma hevesini tahrik etmiştir.

Öte yandan, Üye Ülkeler, Şangay İşbirliği Örgütü’nün üçüncü bir güce karşı gelişmediğini söyleseler de, Örgütün ABD’nin bölgedeki hegemonyasını kırma ve NATO’ya alternatif bir örgüt olma çabasında olduğu açıktır. Dolayısıyla ABD ve Avrupa’nın telaşları boşuna değildir. Rusya ile Çin’in başarılı askeri tatbikatları ABD’yi bölgeden uzaklaştırmak için işbirliğine hazır olduklarını göstermektedir.

B. ÖRGÜTÜN GELİŞİMİ

1- Şangay Beşlisi

Şangay Beşlisi ilk toplantısını 26 Nisan 1996 tarihinde Çin’in Şangay şehrinde Devlet Başkanları düzeyinde gerçekleştirmiştir. Bu toplantıda görüşülen ilk ve önemli konu bu ülkelerin sınır uyuşmazlıklarının çözümü ve sınır bölgelerinde güvenlik ortamının sağlanması olmuştur.

24 Nisan 1997 tarihinde Moskova’da yapılan ikinci zirve toplantısında ise, sınır bölgelerindeki askeri kuvvetlerin azaltılmasından, askeri konularda bilgi değişimine kadar birçok alanda güvenlik tedbirlerinin alınması kararlaştırılmıştır.

Beşlinin, 3 Temmuz 1998 tarihinde Kazakistan’ın Almatı şehrinde yapılan üçüncü zirve toplantısı ile Örgüt, sınır ve güvenlik meselelerini ele alan bir teşekkül olmaktan çıkmış ve ekonomik işbirliğini de içine alan geniş bir alanda faaliyet gösteren uluslar arası bir teşkilat haline dönüşmüştür. Bu zirvede taraflar, birbirlerinin iç işlerine karışmamaya, problemlerini barışçı yollarla çözmeye, etnik ayrımcılığa ve terörizme, uyuşturucu ve silah kaçakçılığına karşı birlikte mücadele etmeye, ekonomik ilişkilerini geliştirmeye karar vermişlerdir.

Şangay Beşlisi’nin, genel anlamda daha önce alınan kararların teyit edildiği dördüncü zirvesi 25 Ağustos 1999 tarihinde Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te yapılmıştır. Ayrıca, karşılıklı çıkarlar da dikkate alınarak ekonomik ve ticari alanda işbirliği alanlarının geliştirilmesi konusu bu toplantıda dile getirilmiştir.

Beşinci zirve Toplantısı ise 5 Temmuz 2000 tarihinde Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’de yapılmış ve Örgütün adı Şangay Formu olarak değiştirilmiştir. Bu toplantıda da, ekonomik, siyasi ve askeri alanlarda işbirliğinin geliştirilmesi kararı alınmış, buna ilaveten, ülkeler birbirlerinin hükümranlık haklarına saygılı olacağı, hiçbir surette birbirlerinin iç işlerine karışmayacaklarını teyit etmişlerdir. Bu çerçevede Çin’in Doğu Türkistan ve Rusya’nın Çeçenistan politikalarını desteklediklerini ifade etmişlerdir.

2- Şangay İşbirliği Örgütü (Shanghai Cooperation Organization – SCO)

15 Haziran 2001 tarihinde yapılan zirvede Şangay Formu, Özbekistan’ın da katılımı ile Şangay İşbirliği Örgütü’ne dönüştürülmüştür. Şangay’da yapılan bu toplantıya altı üye ülkenin Devlet başkanları imza koymuşlar, ortak sınırların güvenliği için 1996 yılında başlayan süreç, beş yıl sonra, geniş bir alanda işbirliğini amaçlayan yeni bir uluslar arası örgütün oluşmasına yol açmıştır. Ayrıca bu toplantıda imzalanan diğer bir belge olan “Terörizm, Ayrılıkçılık ve Ekstremizmle Mücadeleye İlişkin” Şangay Konversiyonu olmuştur. Buradaki terör ve ekstremizm kavramları Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ı tehdit eden “radikal İslamcı akımları”,  “ayrılıkçılık” ise Çin’den ayrılmak isteyen Doğu Türkistan ve Rusya Federasyonu içinde bağımsızlık mücadelesi veren Çeçenistan’ı ifade etmektedir. Bu konversiyon neticesinde ŞİÖ’nün ilk kurumsal organı olarak Bişkek’te “Anti-Terör Merkezi” kurulması kararlaştırılmıştır.

11 Eylül saldırılarının ardından, ABD’nin “uluslar arası terörizmle mücadele” ve “ demokrasi getirme” sloganlarıyla Afganistan’ı işgal etmesi, müteakiben bazı Orta Asya Ülkeleri ile askeri işbirliğini geliştirmesi ve nihayet bölge ülkelerinin iç işlerine karışmaya kadar ileri gitmesi Rusya, Çin ve Özbekistan başta olmak üzere bölgede ABD karşıtlığını dizginlemiş ve bu ülkelerin kendi aralarındaki işbirliği arayışını daha da kuvvetlendirmiştir. Bu kapsamda,  Üye ülkelerin toprakları ŞİÖ toprakları olarak ilan edilmiş ve ABD’den Orta Asya cumhuriyetlerinde bulunan üsleri kastedilerek “ŞİÖ topraklarındaki askerî üslerin boşaltılması” istenmiştir.

7 Haziran 2002’de St. Petersburg’da yapılan zirvede; Şanghay İşbirliği Örgütü’nün ana tüzük belgesi, bölgesel anti-terör merkezi kararı ve zirve deklarasyonu imzalanarak, kurumsallaşma yolunda önemli bir adım atılmıştır.

Hükümet Başkanları Kurulu, 23 Eylül 2003 tarihinde Pekin’de, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün 2004 yılı bütçesini onaylamışlardır. Ayrıca bu toplantıda, bölgesel ekonomik işbirliğinin derinleştirilmesi ve Örgütün daimi organlarının kurulması konuları görüşülmüş, üye ülkeler arasında çok taraflı ticari ve ekonomik işbirliği programı kabul edilmiş, bölgesel anti-terör biriminin yönetim kurulu oluşturulmuş ve ortak bir bildiri yayınlanmıştır.

17 Haziran 2004 tarihinde Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te yapılan Devlet Başkanları zirvesinin ana teması “somut eylem” ve “açıklık” olmuştur. Bu zirvede liderler, Örgütün gözlemci statüsü ve üye ülkeler arasındaki yasadışı uyuşturucu trafiği ile mücadele konularında anlaşmaları kabul etmişlerdir. Ayrıca, üyeler 15 Haziran’ı “ŞİÖ günü” olarak benimsemişler ve Taşkent Deklarasyonunu yayınlamışlardır. Zirvenin hemen arifesinde Örgütün bölgesel anti-terör birimi Taşkent’te faaliyete geçmiş ve BM, AB ve diğer bağımsız uluslararası örgütlerin temsilcileri burada yer almışlardır. Ayrıca, Afganistan ve Moğolistan Devlet Başkanları da zirveye katılmışlardır. Yine bu zirvede, Moğolistan’ın talebi kabul edilerek, bu ülke Örgütün ilk gözlemci üyesi olmuştur.

Örgütün 2005 yılı Devlet Başkanları zirvesi 5 Temmuz’da Astana’da yapılmıştır. Zirveye altı üye ülkenin devlet başkanları ile gözlemci ülke Moğolistan’ın Devlet Başkanı, İran Başbakan Yardımcısı, Pakistan Başbakanı, Hindistan Dışişleri Bakanı ile ŞİÖ Genel Sekreteri katılmış ve bir zirve bildirisi yayınlanmıştır.

BM Genel Sekreteri Kofi Annan’nın daveti üzerine, ŞİÖ Genel Sekreteri başkanlığında bir heyet 60. BM Genel Kurulu toplantısına gözlemci olarak katılmışlardır.

2005 zirvesinde liderler; ABD’nin Şangay İşbirliği Örgütü topraklarındaki (Orta Asya Ülkelerinden Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan) askeri üsleri boşaltması kararlaştırılmıştır. 11 Eylül 2001 eyleminden sonra ABD’nin terörizme karşı başlattığı mücadeleye destek veren Örgüt üyeleri bu desteklerini çekmişlerdir. Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu baskısından kurtulmak ve terörizme karşı ABD’nin desteğini almak isteyen Örgüt üyesi Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan 5 Temmuz 2005 Astana Zirvesi’nden sonra söylem değiştirmişlerdir. Zirvede en belirgin bir şekilde ABD üslerinin bulunduğu bu üç Orta Asya ülkesinin toprakları “Şangay İşbirliği Teşkilatı Toprakları” olarak nitelendirilmiştir. Zirvede bu şekilde bir ifadenin kullanılması Teşkilat içinde bütünleşmenin derinleştiğini ve birlik oluşturma bilincinin gittikçe yaygınlaştığını göstermektedir. Şangay İşbirliği Teşkilatı Toprakları ifadesi; Teşkilat üyesi ülkelerin topraklarının ABD’nin askeri güçlerinin bölgede etkisizleştirilmesine yönelik kullanıldığı değerlendirilmektedir. Zirvede ayrıca; İran, Pakistan ve Hindistan’ın gözlemci üye olarak Teşkilata üye olması benimsenmiştir.

Altıncı Devlet Başkanları Zirvesi 15 Haziran 2006 tarihinde Şangay’da gerçekleştirilmiş olup, toplantı sonrası ortak bir bildiri yayınlanmıştır. Pakistan, İran, Hindistan ve Moğolistan’ın gözlemci statüsünde katıldığı Zirvede liderler, finans ve ticaretten, doğalgaz alanında ortak projeler üretilmesine kadar geniş bir yelpazede işbirliğinin artırılması yönünde söylemler geliştirmişlerdir.

ŞİÖ nün 2007 zirvesi, 16 Ağustos tarihinde Kırgızistan’ın Başkenti Bişkek’te gerçekleştirilmiştir. BM’nin de genel sekreter yardımcısı düzeyinde temsil edildiği, ABD ye karşı işbirliğinin artırılması kararı alınan zirvede özellikle, Türkmenistan’ın örgüt içindeki rolünün güçlenmesi, İran’ın örgüte daha da yakınlaşması ve Moskova ve Pekin arasındaki diyalogun yumuşaması hususları ön plana çıkmıştır. Ortak Bildiride Liderler, “Orta Asya’da istikrar ve güvenlik sadece ve sadece bölgedeki ülkelerin girişimleriyle ve bölgesel iletişimle sağlanabilir” ifadesini kullanmışlardır. İran, Hindistan, Pakistan ve Moğolistan’ın gözlemci üye olarak katıldıkları zirveye Türkmenistan ve Afganistan Cumhurbaşkanları onur konuğu olarak katılmışlardır. Zirvede Liderler, İyi Komşuluk, Dostluk ve İşbirliği Anlaşması ve Ortak İletişim ve Uluslararası Bilgi Güvenliği Hareket Planı gibi bir dizi anlaşmaya da imza atmışlardır. Liderlerin, NATO’ya karşı gövde gösterisi olarak nitelendirilen “Barış Misyonu-2007” tatbikatını izlemek üzere Zirveyi sona erdirmeleri, dünya kamuoyunda endişelere yol açmıştır.

Netice itibariyle, 12 yıl önce aralarındaki sınır problemlerini çözmek üzere bir araya gelen beş Orta Asya Ülkesi, günümüzde Rusya ve Çin’in önderliğinde,  Şangay İşbirliği Örgütü adı altında, gözlemci üyelerle birlikte 3 milyara yakın bir nüfusu kapsayan, ABD’yi tedirgin edecek düzeyde bir küresel güç olma potansiyeli ile dünya gündemini meşgul eden bir hareket olarak karşımızda durmaktadır.

C- ÖRGÜTÜN KURUMSAL YAPISI

Şangay İşbirliği Örgütü’nün kurumsal yapısı şu organlardan oluşmaktadır: devlet başkanları konseyi, hükümet başkanları konseyi, dışişleri bakanları konseyi, milli koordinatörler konseyi, ŞİÖ genel sekreterliği, bölgesel anti-terör merkezi, daimi temsilciler, bakanlık veya kurum başkanları toplantısı, özel çalışma grupları, iş konseyi, interbank konsorsiyumu ve ŞİÖ forumu.

Örgütün en üst karar alma organı olan devlet başkanları konseyi, önemli konularda karar almak ve gerekli talimatları vermek üzere her yıl bir defa toplanmaktadır. Hükümet başkanları konseyi ise, aynı şekilde, örgütün stratejilerini tartışmak, bütçe, ekonomi ve diğer alanlardaki işbirliğine dair önemli sorunlara çözümler üretmek üzere yılda bir defa toplanmaktadır.

Diğer taraftan, örgüte üyelik üç aşamada gerçekleşebilmektedir. Bunlar: diyalog ortağı, gözlemci üye ve tam üye. 2002 yılında yapılan St. Petersburg Zirvesi’nin ardından örgütün genişleme tartışmaları gündeme gelmeye başlamış olup, üyelerin genişleme konusuna soğuk bakmalarına rağmen, halen gözlemci üye statüsünde bulunan Pakistan, Hindistan, İran ve Moğolistan’ın örgüte dahil edilme ihtimali en yüksek ülkeler olduğunu söyleyebiliriz.

3- TÜRKİYE- ŞANGAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının hemen ardından, 1992 yılında Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatının kurulması ve gelişmesinde öncü rol oynayan, ECO’ya Türk Cumhuriyetlerinin üyeliğini sağlayan, halen AB ile tam üyelik müzakerelerini yürüten Türkiye’nin, altı üyesinden 3 tanesi Orta Asya Türk Cumhuriyeti olan, dünya enerji kaynaklarının önemli bir bölümüne sahip Şangay İşbirliği Örgütü’ne tam üye veya gözlemci üye olup olmayacağı hususu gittikçe artan bir şekilde gündeme gelmektedir. Zira, her yıl yapılan zirve toplantılarıyla dünya gündemini meşgul eden ŞİÖ’ ye Türkiye’nin katılma isteğinin, zaman zaman siyasi otoritelerce de dile getirildiği bilinmektedir. Özellikle ECO’yu önemli bir bölgesel örgüt haline getirmek için çaba göstermesi gereken Türkiye’nin, bir taraftan da ŞİÖ içinde yer almaya çalışması anlaşılabilir bir tutum olacaktır.

Ayrıca, Kasım 2007’de  Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de yapılan 11. Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik, İşbirliği Kurultayı’nda, Türkiye tarafından gündeme getirilen ve ortak bildiride yer alan “Türk Birliği” projesinin ilk adımı olarak bir “Türkçe Konuşan Devletler Parlamentolararası Konsey” oluşturulması kararlaştırılmış, bu kapsamda TBMM Başkanı Köksal Toptan, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Azerbaycan meclis başkanları veya başkanvekilleri ile genel sekreterlerini Türkiye’ye davet etmiştir. Bir kısmı ŞİÖ üyesi de olan bu ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesi, aynı zamanda Türk dünyasının ekonomik, sosyal ve kültürel bütünleşmesine de katkıda bulunacaktır.

Türkiye çok yönlü stratejik ve politik ilişkiler geliştirmek, jeopolitik konumuna, siyasî, tarihî ve kültürel yapısına uygun özgün politikalar izlemek mecburiyetindedir. Ülkemizde, çevremizde ve dünyada yaşanan gelişmeler Türkiye’yi istese de istemese de başrollere yönelmeye çağırmaktadır.

Şüphesiz ABD, Çin ve Rusya’nın bölgede artan nüfuzlarına karşı Türkistan Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını koruyabilmeleri Türkiye açısından son derece önemlidir ve bu nedenle Türkiye’nin bölgede dengeleyici bir rol oynaması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Zira, Orta Asya Cumhuriyetleri, ŞİÖ içinde, Çin ve Rusya’yı birbirine karşı denge unsuru olarak kullanırken, diğer yandan ABD’yi de, Rusya ve Çin’in her ikisine karşı denge faktörü olarak kullanmak istemektedirler. Türkiye’nin de Doğu-Batı arasında benzer bir dengeleme politikası uygulaması gayet tabi ki mümkündür. Özellikle son günlerde, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin hasmane bir tutumla, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik yollarını kapatma yönündeki yoğun ve etkili çabalarını dikkate aldığımızda, Türkiye’nin alternatif işbirliği projelerine ne kadar ihtiyacı olduğu ortaya çıkmaktadır.
Türkiye, Orta Asya ve Hazar Denizi petrol ve doğalgaz kaynaklarının Dünyaya açılımını sağlayabilecek bir enerji koridoru konumundadır ve Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı ve Mavi Akım gibi, stratejik önemi büyük yeni projelerle bu statüsünü güçlendirmeye devam etmek durumundadır. Elbette, bölgede yer alan her ülke, giderek etkinliğini artıran ve yeni bir güç dengesi haline gelen Şangay İşbirliği Örgütü’nün, kendilerine sağlayabileceği birtakım faydaları hesap etmek suretiyle bu örgüte tam üye olmuşlar veya üyelik için sıraya girmişlerdir. Örneğin, bir yanda Rusya, Çin ile ilişkilerini normale dönüştürmek ve ABD’nin bölgedeki etkinliğini kırmak amacıyla ŞİÖ’nün kuruluşu ve gelişiminde belirleyici rol oynarken, öbür yanda nükleer silah geliştirmeye çalışan İran, uluslararası izolasyondan kurtulmak için Örgüte üye olmak istemektedir.

NATO üyesi olan ve AB ile tam üyelik müzakerelerini yürüten Türkiye, Batı ile olan bu ilişkilerine halel getirmeden Avrasya seçeneğini çok iyi değerlendirmek durumundadır. Zira, bu bölgede akraba toplulukları, dost ve kardeş Türk Cumhuriyetleri ve İslam ülkeleri bulunmaktadır. 1992 yılından itibaren karşılıklı ticaret hacmimizin hızla arttığı bu ülkelerin doğal kaynaklar bakımından sahip oldukları zenginlikleri dikkate aldığımızda, ekonomik ve siyasal alanda işbirliği potansiyelimizin ne kadar geniş olduğu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin Kafkaslarda etkinliğinin artırılması ve bölgesel bir güç merkezi haline gelmesi, aynı zamanda 21. yüzyılın lokomotif ülkelerinden birisi olmasının yolunu da açabilecektir.

Diğer taraftan, Şangay işbirliği Örgütü’nün temel hedefleri arasında terörizmle mücadele gelmektedir ve Örgüt islamî ve etnik ayrılıkçı terör faaliyetleriyle mücadele anlamında önemli adımlar atabilmiştir.  Orta Asya’da varlığını sürdüren bu tip terör faaliyetleriyle mücadelede yeterli düzeyde bilgi birikimi ve tecrübeye sahip olan Türkiye’nin, Örgüte büyük katkıları olabileceği gibi bu alanda ciddi işbirliği imkânları da söz konusu olabilecektir.

Ayrıca, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile ilişkilerini normal zemine oturtabilmesi için Türkistan coğrafyasındaki akraba topluluklarıyla kültürel bağlarını geliştirmesi büyük önem arz etmektedir. Zira, ortak tarihi ve kültürel bağlara sahip bu toplulukların birbirleriyle yakınlaşması ve müşterek bir payda etrafında toplanması herhalde zor olmayacaktır. Türkiye, toplumlar arasında kurulacak iyi ilişkilerin devletlerarası münasebetlere yapacağı olumlu yansımalardan da yararlanarak, hem Çin ve Rus halklarıyla ilişkilerini geliştirmede ve kendisinin bu halklara tanıtılmasında Türk Cumhuriyetlerini bir köprü olarak kullanabilecek ve hem de bu ülkelerle siyasi ilişkilerini güçlendirebilecektir. Böylece, jeopolitik konumu nedeniyle Türkiye’nin, hem Kafkaslarda etkinliğinin artırılması ve hem de Orta Asya ve Hazar Denizi doğal enerji kaynaklarının Batıya ulaştırılmasında yeni insiyatifler alması mümkün hale gelebilecektir. Enerjide önemli ölçüde dışa bağımlı bulunan Ülkemiz açısından Şangay İşbirliği Örgütü, bu stratejik hedefin gerçekleştirilebilmesi için kaçırılmaz bir fırsat olarak karşımızda durmaktadır. Nitekim Türkiye’nin doğalgaz ihtiyacının önemli bir kısmını karşılayan İran’ın, keyfi olarak ve sık sık doğalgaz kesintisine gitmesi gösteriyor ki, Ülkemizin doğal gaz kaynaklarını daha da çeşitlendirmesi ve BTC’ ye paralel, alternatif bir doğalgaz boru hattı üzerinde mevcut çalışmalarını hızlandırması gerekmektedir. Böylece, ŞİÖ ile iyi ilişkiler kurmuş bir Türkiye için, bu tür projeleri gerçekleştirmek daha kolay olacaktır.

Orta Asya’da, Çin ve Rusya’nın önderliğinde, terörle mücadeleden ortak enerji yatırım alanlarına kadar çok geniş bir yelpazede işbirliğini geliştiren ve hızla kurumsallaşmasını tamamlayan Şangay İşbirliği Örgütü ile ilişkilerin artırılması Türkiye’nin öncelikleri arasında yer almalıdır. Zira, jeopolitik konumu itibariyle Doğu-Batı arasında bir köprü niteliği taşıyan ve yönünü Batıya çevirmiş bulunan Türkiye’nin, ABD ve AB ile olan ilişkilerine zarar vermeden ve uygun bir zamanlama ile, geleceğin küresel güç odağı olma potansiyeline sahip böylesi bir Örgüte gözlemci veya tam üye olarak katılması, bölgede etkili bir denge politikası uygulamasına da yardımcı olacaktır. Ayrıca, Şangay İşbirliği Örgütü alanı içinde bulunan Kafkasya bölgesinin jeo-kültürel yapısı, Türkiye’nin bu coğrafyada çok kısa sürede etkinlik sağlayabilmesini mümkün kılabilecektir.
4- SONUÇ

Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan ve Özbekistan’dan oluşan altı üyeli Şangay İşbirliği Örgütü (Shanghai Cooperation Organization)  toplam 30 milyon kilometrekareyi aşan genişlikte bir coğrafyaya ve Dünyanın dörtte birini teşkil eden bir nüfusa sahip bulunmaktadır. Gözlemci üye statüsünde bulunan İran, Pakistan, Hindistan ve Moğolistan’ın da tam üye olmaları halinde, Dünya nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan küresel bir örgüt olması kaçınılmaz görünmektedir.

Başlangıçta, bölgesel güvenliğin sağlanması amacıyla (terör ve sınır uyuşmazlıklarının çözümü) yola çıkan Şangay Beşlisi kısa bir süre sonra daha da ileri giderek ekonomik, siyasi ve askeri işbirliği alanlarını da kapsama almıştır.  2000 yılında Şangay Formu adını benimseyen Örgüt, 2001 yılında Özbekistan’ın da katılımıyla Şangay İşbirliği Örgütü adını alarak geniş bir işbirliği alanında yeni bir uluslararası örgüt olarak kurumsallaşmasını pekiştirmiştir.  11 Eylül’den sonra ABD’nin Afganistan’ı işgal etmesi ve Özbekistan ve Kırgızistan’da askeri üsler kurmasıyla beraber bölgede ağırlığını artırması, ŞİÖ’nün ABD ve NATO karşıtı söylemlerini her geçen gün daha da sert ve açık bir şekilde dillendirmesine sebep olmuş ve çok kutuplu yeni bir dünya düzeninin aktörlerinden biri olma hevesini tahrik etmiştir.

Şüphesiz ABD, Çin ve Rusya’nın artan nüfuzlarına karşı Türkistan Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını koruyabilmeleri Türkiye açısından son derece önemlidir ve bu nedenle Türkiye’nin bölgede dengeleyici bir rol oynaması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Zira, Orta Asya Cumhuriyetleri, ŞİÖ içinde, Çin ve Rusya’yı birbirine karşı denge unsuru olarak kullanırken, diğer yandan ABD’ni de Rusya ve Çin’in her ikisine karşı denge unsuru olarak kullanmak istemektedirler. Türkiye’nin de Doğu-batı arasında benzer bir dengeleme politikası uygulaması gayet tabi ki mümkündür. Özellikle son günlerde, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin hasmane bir tutumla, Türkiye’nin AB’ne tam üyelik yollarını kapatma yönündeki yoğun ve etkili çabalarını dikkate aldığımızda, Türkiye’nin alternatif projelere ne kadar ihtiyacı olduğu ortaya çıkmaktadır.

Netice itibariyle, Orta Asya’da, Çin ve Rusya’nın önderliğinde, terörle mücadeleden ortak enerji yatırım alanlarına kadar çok geniş bir yelpazede işbirliğini geliştiren ve hızla kurumsallaşmasını tamamlayan Şangay İşbirliği Örgütü ile ilişkilerin artırılması Türkiye’nin öncelikleri arasında olmalıdır. Bölge halkları ile derin tarihi, dini ve kültürel bağlarımız bulunması nedeniyle bu ülkeler üzerinde siyasi ve kültürel anlamda etkinlik sağlamamız herhalde zor olmayacaktır. Orta Asya ve Hazar Denizi petrol ve doğalgaz kaynaklarının Dünyaya açılmasında bir enerji koridoru mevkisinde bulunan Ülkemiz, ŞİÖ ile ilişkilerini geliştirmek suretiyle hem bu stratejik konumunu güçlendirecek hem de enerji kaynaklarını çeşitlendirme fırsatını yakalayabilecektir. Ayrıca, jeopolitik konumu itibariyle Doğu-Batı arasında bir köprü niteliği taşıyan Türkiye’nin, ABD ve AB ile olan ilişkilerine zarar vermeden ve uygun bir zamanlama ile, geleceğin küresel güç odağı olma potansiyeline sahip böylesi bir Örgüte gözlemci veya tam üye olarak katılması, bölgede etkili bir denge politikası uygulamasına da yardımcı olacaktır.

Kaynakça

* Yüksek Lisans, University of Illinois, A.B.D.
1- ÇOMAK, Hasret, Prof.Dr., “Küresel Kutuplaşma Çerçevesinde Şangay İşbirliği Teşkilatı’nın Geleceği ve Bu Durumun Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri”,  http://www.harpak.tsk.mil.tr/duyurular/SEMPOZYUM_MART_2006/06_HASRET_COMAK.doc

2- DELİÖMEROĞLU, Yakup, “11 Eylül Öncesi ve Sonrasında Avrasya”, Türk Yurdu Dergisi, Ağustos 2005, Sayı:216

3- GÜRGÜR, Nuri, “Türkiye-Türk Dünyası ilişkilerinin Anlamı Üzerine”, Türk Yurdu Dergisi, Ağustos 2004, Sayı:204

4- KAMALOV, İlyas, “Şanghay Ekseni, NATO’yu Dengeleyebilir mi?”, Stratejik Analiz Dergisi, Sayı:69, Ocak’06.

5- KAVUNCU, Orhan, Prof. Dr., “Küresel Güçlerin Bölgemizdeki Hakimiyet Mücadelesi”, Türk Yurdu Dergisi, Ağustos 2005, Sayı:216

6- OĞAN, Gökçen, “Şanghay İşbirliği Örgütü’nde Gündem Çok Kutupluluk ve Genişleme”, Stratejik Analiz Dergisi, Sayı:88

7- SOMUNCUOĞLU, Anar, “Yeni Gelişmeler Işığında Orta Asya Güvenliği”, Türk Yurdu Dergisi, Ağustos 2005, Sayı:216

http://www.turkyurdu.com.tr/modules.php?name=Dergi&file=article&sid=1196

Share This:

KAFKASYADA RUSYA-GÜRCİSTAN GERGİNLİĞİ

 

 

Geçtiğimiz Şubat ayında bağımsızlığını ilan eden Kosova’nın, başta ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Türkiye olmak üzere batılı ülkeler tarafından vakit geçirilmeksizin tanınması, Balkanlarda ve Dünyada öngörülemeyen sonuçlar doğuracak bir emsal teşkil edebileceği ve ayrılıkçılığın yasallaşmasına yol açabileceği endişesiyle, Rusya lideri Putin’in sert tepkisini çekmişti. Putin, özellikle K.K.T.C. konusunda, AB’yi çifte standart uygulamakla suçlamıştı. Ancak, geldiğimiz noktada, ayrılıkçı Çeçen hareketini kışkırtacağı korkusuyla Kosova’nın bağımsızlığına şiddetle karşı çıkan Rusya’nın, Gürcistan’ın Abhazya ve Güney Osetya Özerk Bölgeleri söz konusu olduğunda, aynı çifte standardı kendisinin de sergileyebildiğini görebilmekteyiz. Öyle ki, olağanüstü hal ilan edilen Abhazya’da, şu günlerde her an bir sıcak çatışma çıkması ihtimali, üst düzey Gürcü yetkililer tarafından bizzat dile getirilmektedir.

Bununla birlikte, görev süresi boyunca sürekli Batıya meydan okuyan, “şahin” olarak nitelendirebileceğimiz Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, tam da bu kritik günlerin yaşandığı dönemde, 7 Mayıs günü, Başkanlık görevini Dmitriy Medvedev’e devretmiş bulunmaktadır. Rusya’nın başına, “daha fazla kişisel özgürlük ve ekonomik serbesti” üzerine yoğunlaşacağını açıklayan ılımlı bir liderin geçmiş olması, bölgede tansiyonun düşmesine katkı sağlayacak bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Göreve gelir gelmez Putin’i Başbakanlığa atayan Medvedev’in, emanetçi olup olmadığı ise zaman içinde anlaşılabilecektir.

NATO şemsiyesi altında Avrupa kulübünün bir üyesi olmayı hedefleyen Gürcistan’ın Devlet Başkanı Mikheil Saakaşvili, 2-4 Nisan’da Bükreş’te yapılan NATO Zirvesinde umduğunu bulamamış ve büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı. Hatırlanacağı üzere, NATO Zirvesinde ABD’nin hesapları tutmamış, Rusya ile ilişkilerinin bozulmasından çekinen Fransa ve Almanya’nın engellemeleri sonucunda, Gürcistan ve Ukrayna’nın Üyelik Eylem Planı’na katılım çağrıları yapılamamış ve böylece, bu ülkelerin resmi adaylık statüsü kazanmaları bir başka bahara kalmıştı. Ancak Rusya, Bükreş’te kazandığı bu zaferin bir karşılığı olarak, Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlıklarını tanıma tehdidini şimdilik geri çekmiş gibi görünse de, bölgede gerginliği artırıcı faaliyetlerinden vazgeçmiş değildir.

Soğuk savaş sonrasında, büyük bir boşluğa düşen Rusya, bir yandan iç siyasi ve ekonomik sorunlarla boğuşurken diğer yandan NATO ve dolayısıyla ABD tarafından kuşatılma tehdidiyle karşı karşıya kalmıştır. NATO’nun, doğuya doğru genişleme stratejisi kapsamında, Rusya’nın arka bahçesi olan Güney Kafkasya’ya kadar sızma teşebbüsleri, bu ülke ile Gürcistan arasında bir sıcak çatışmaya varabilecek gelişmelere zemin hazırlamıştır. Neticede, Orta Asya Coğrafyasında oynanan büyük oyunun küresel aktörü olmaya çalışan Rusya, önüne çıkan engelleri bir bir aşmak için gereken her yolu denemeye kararlı görünmektedir.

1994 yılında fiilen bağımsızlığını ilan eden, ancak bugüne kadar hiçbir ülke tarafından tanınmamış bulunan Abhazya ve Güney Osetya’da, Rusya Federasyonu barış gücü adı altında asker bulundurmaktadır. Geçtiğimiz günlerde, Abhazya bölgesinde üç keşif uçağının düşürülmesi ve Kremlin’in, söz konusu bölgelerde bulundurduğu asker sayısını 5 Mayıs itibariyle takviye etmesi, Tiflis’i ziyadesiyle huzursuz etmiş gibi görünmektedir. Her ne kadar, Rusya, Abhazya’nın Tkvarçal bölgesinde yeni açılan kontrol noktasına, güvenlik gerekçeleriyle asker takviyesi yaptığını ve söz konusu insansız keşif uçaklarını kendisinin düşürmediğini iddia etse de, Gürcistan bu gelişmeleri, kendisine karşı yapılmış güç gösterileri olarak değerlendirmekte ve NATO’yu da yanına alarak bu ülkeyi topraklarından uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Öyle ki, son gelişmeler karşısında ABD, “Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne saygı göstermesi ve bölgede provakosyanlara son vermesi” yönünde, Moskova’yı uyarma noktasına gelmiş durumdadır.

NATO ve AB’ye üye olmak suretiyle hem bölgesel güvenliğini garanti altına alma ve hem de ekonomisini kalkındırma hayalleri kuran Gürcistan,  bir yandan Batı ile yakın ilişkiler geliştirirken, bir yandan da, Güney Kafkasya’nın kontrolünü elinden bırakmak istemeyen Rusya’nın düşmanlığını kazanmaktadır. Tiflis’in NATO ile yakın temasını kendisine meydan okuma olarak değerlendiren Rusya ise, buna, ayrılıkçı Abhazya ve Güney Osetya Özerk Cumhuriyetlerini desteklemek suretiyle cevap vermektedir.

Enerji üretim ve dağıtım potansiyelini dış politikada bir silah olarak kullanmaya çalışan Rusya, dünyanın en zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip Kafkasya ve Orta Asya üzerinde hâkimiyet kurma çabası içerisindedir.  Ayrıca, Orta Asya ile Avrupa arasında bir köprü niteliğini haiz Kafkasya’nın ve dolayısıyla bölgede stratejik bir konuma sahip Gürcistan’ın kontrol altında tutulması, Rusya Federasyonu için vazgeçilmez öncelikler arasındadır. Petrol ihtiyacının %15’ni, doğalgaz tüketiminin %25’ni karşıladığı Avrupa’nın, enerji bakımından kendisine olan bağımlılığını iyi değerlendiren Rusya, doğu-batı enerji dağıtım güzergâhını kendi ülkesinden geçirme ve bu vesileyle enerji arzında tekel oluşturma politikasının hayata geçirilmesi yolunda sağlam adımlarla ilerlemektedir. Doğalgaz başta olmak üzere enerji tüketimi hızla artış gösteren AB’nin, 2020 yılında, enerji ihtiyacının yaklaşık %75’ini ithal etmek zorunda kalacağı hususu dikkate alındığında, Rusya’nın çabalarının boşuna olmadığı ortaya çıkmaktadır.

Bölgedeki gelişmeler şüphesiz, Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Türkiye ile Rusya arasında bir tampon bölge işlevi gören, Kafkasya’nın 4.7 milyon nüfuslu kilit ülkesi Gürcistan’ın istikrara kavuşması, bölgesel güvenlik açasından da önem arz etmektedir. Kafkasya coğrafyasında etkinlik mücadelesi veren Türkiye için Gürcistan, Türkistan’a açılan bir kapı olması nedeniyle de stratejik bir değer taşımaktadır.

Hazar ve Orta Asya petrol ve doğalgazının Avrupa’ya ulaştırılmasında bir enerji koridoru konumuna gelmek isteyen Türkiye, bu stratejik hedefine ulaşma yolunda en büyük rakibinin Rusya olduğunun idrakindedir. Kafkasya’nın kritik bir noktasında bulunan, yönünü Batıya çevirmiş bir Gürcistan, Türkiye için kaçırılmayacak bir fırsat olarak karşımızda durmaktadır. Aynı şekilde, Rusya ile ilişkileri bozulan Gürcistan da, Batı dünyası ile iyi ilişkiler kurma anlamında Türkiye’nin dostluğundan büyük faydalar sağlayabileceğinin farkındadır. Nitekim her iki ülke de, bu fırsatı değerlendirmek anlamında ciddi adımlar atabilmiş ve 1992 yılından itibaren karşılıklı ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkilerini geliştirmişlerdir. Bu kapsamda, Azerbaycan petrollerini Gürcistan üzerinden Türkiye’nin Akdeniz kıyılarına ulaştıran, yüzyılın projesi olarak da anılan Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı gibi dev bir proje başarıyla tamamlanarak 2006 yılında hizmete açılabilmiştir.

Ayrıca, AB’nin, enerjide Rusya’ya olan bağımlılığını azaltma ve artan gaz ihtiyacını çeşitli kaynaklardan ve güvenli bir şekilde karşılama gayesiyle geliştirdiği NABUCCO doğalgaz boru hattı projesiyle Türkiye, enerji koridoru konumunu daha da güçlendirme fırsatını elde edebilecektir. Ancak bilinmelidir ki, Rusya da, enerji arzı konusunda insiyatifi elinden bırakmak niyetinde değildir ve bu amaçla değişik projeler üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir. Mesela, Türkmenistan ve Kazakistan ile yaptığı enerji anlaşmalarının hemen ardından, Karadeniz’in altından geçmesi öngörülen Güney Akım Projesini geliştirmek suretiyle Rusya, NABUCCO’ya ciddi bir alternatif oluşturmuş gibi görünmektedir. Ancak, her ne kadar, Türkiye-Rusya arasında, enerji dağıtım güzergâhı ve Güney Kafkasya’nın hâkimiyeti konusunda bir rekabet sözkonusu olsa da, bu durumun iki ülkenin siyasi ve ekonomik ilişkilerini menfi yönde etkilemesine izin verilmemesi ve Rusya ile enerji alanında muhtemel işbirliği fırsatlarının iyi değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyiz.

Sonuç olarak, son zamanlarda Rusya’nın, NATO ile işbirliğine giden Gürcistan’ı yanına çekebilmek ve Güney Kafkasya’da kontrolü eline geçirmek için, bu ülkedeki ayrılıkçı Abhazya ve Güney Osetya Özerk Bölgelerini koz olarak kullanmaktan ve dolayısıyla Kafkasya’da bir çatışma ortamına sebebiyet vermekten çekinmediğini müşahede etmekteyiz. Ancak, bölgede ortaya çıkabilecek bir çatışma ortamının kimseye faydası olmayacağı da kesindir. Umuyoruz ki, Rusya’nın yeni lideri Medvedev, bölge sorunlarına karşı daha uzlaşmacı bir tavır takınacaktır. Bu durumda, Türkiye’nin, sınır komşusu Gürcistan’da istikrarın sağlanması için insiyatif alması pekâlâ söz konusu olabilir. Ayrıca, Rusya ile yürütülecek dengeli bir politika ile birlikte, Gürcistan’ın siyasi birlik ve tam egemenlik hakkına saygı gösterilmesi, bu ülkenin NATO üyeliğinin desteklenmesi ve birlikte yeni enerji işbirliği projeleri geliştirilmesi halinde, Türkiye’nin bölgede etkinliğinin artırılması mümkün hâle gelebilecektir.

Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=281

Share This:

FRANSA’NIN TÜRKİYE’Yİ ENGELLEME ÇABALARI

Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini engellemeyi kendisine vazife addeden Fransa, Anayasasında yapacağı değişikle, AB nüfusunun % 5 inden fazla nüfusa sahip ülkelerin AB üyeliğinin otomatik olarak referanduma sunulmasını zorunlu hale getirerek, bu yolda son hamlesini yapmaya hazırlanmaktadır. Bilindiği gibi, kamuoyu baskıları karşısında, Fransa eski Cumhurbaşkanı Jacques Chirac tarafından 2005 yılında Anayasaya konan ve Hırvatistan’dan sonra AB’ye üye olacak ülkeler için otomatik olarak referandum yapılmasını öngören düzenleme, bu defa, Avrupa kamuoyunun tepkileri üzerine “Türkiye hariç” tutulacak şekilde kaldırılmaya çalışılmaktadır. Öyle ki, Fransız Parlamentosu, şu günlerde tüm mesaisini, yapılacak anayasa değişikliği üzerinde yoğunlaştırmış gibi görünmektedir. Bu kapsamda, bir yandan AB’ye yeni üye olacak ülkeler için referandum zorunluluğu kaldırılmaya çalışılırken, bir yandan da Türkiye’nin bu düzenlemeden nasıl “istisna” edilebileceğine dair çok çarpıcı formüller üretildiğini müşahede etmekteyiz.

Fransa’nın Türkiye’ye karşı geliştirdiği yeni formüle geçmeden evvel, son dönemde yürüttüğü Türkiye aleyhtarı faaliyetlerine, kısaca bir göz atmakta yarar bulunmaktadır.

AB’nin 2007 Aralık Zirvesi sonuç bildirgesinde Türkiye’ye yönelik “katılım” ve “üyelik” ifadelerinin yer almamasını ısrarla isteyen Fransa, bu çabasında başarılı olmuş ve böylece Türkiye’ye karşı ayrımcılığa ve ırkçılığa varacak tavırlarına bir yenisini daha eklemişti.

Çok geçmeden, geçtiğimiz Mart ayında, Türkiye’nin AB üyeliğine bir alternatif olarak düşündüğü Akdeniz Birliği Projesi konusunda Almanya Başbakanı Angela Merkel’i ikna etmeyi başaran Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin, Türkiye’nin tam üyeliğine mâni olma yolunda bir adım daha ileri gittiğini müşahede etmiştik. Büyük umutlarla hazırlanan AB Anayasasının 2005 yılında yapılan referandumda Fransız seçmeni tarafından reddedilmesi üzerine Avrupalılara büyük bir hayal kırıklığı yaşatan Fransa, bu defa, AB’nin geleceğini şekillendirmesi beklenen ve aynı Anayasanın kısa bir versiyonundan başka bir şey olmayan Lizbon Anlaşması’nı halkoyuna sunmaya gerek görmemiş ve Parlamento onayını yeterli bulmuştur. Avrupa’nın sorunlu üyesi olmamak adına halkının görüşünü dikkate almayan Fransız Yönetiminin, Türkiye söz konusu olduğunda halkoyuna gitmeye çalışmasının, bir yandan kendi halkına olan güvensizliğini, öte yandan ise Türkiye’ye kaşı olan hasmane tutumunu işaret ettiği kanaatindeyiz.

“Avrupalı” olmadığı iddiasıyla, “bütün kriterleri yerine getirse bile, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkacağını” açıkça ifade etmekten çekinmeyen Sarkozy’nin, Fransa’nın AB dönem başkanlığına ve özellikle de Fransız Milli Bayramına rast gelen 13-14 Temmuz’da yapılacak “Akdeniz İçin Birlik” Zirvesiyle bu projeyi uygulamaya geçirmeyi planladığını bilmekteyiz. Tabii olarak Türkiye, söz konusu Zirveye katılımı için yapılan davete, henüz resmi bir cevap vermiş değildir.

Gerek Fransa’nın AB işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Jean Pierre Jouyet’in Ankara temaslarının ve gerekse İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband’ın, “Akdeniz İçin Birlik, AB’nin Türkiye’yi dâhil edecek şekilde genişleme sürecine kesinlikle bir alternatif değildir” şeklindeki en son beyanatının, Türkiye’nin endişelerini bertaraf etmeye kâfi gelmediği görülmektedir. Elbette, Türkiye’nin Akdeniz İçin Birlik Zirvesine katılıp katılmaması hususu, Fransız ve AB yöneticilerinin Türkiye’nin şüphelerini ortadan kaldıracak somut adımlar atmalarıyla netlik kazanabilecektir. Ancak, Fransa’nın son zamanlarda hız kazanan Türkiye’yi dışlama gayretleri, bu konudaki beklentileri ne yazık ki gölgelemektedir.

Tüm bu gelişmelere rağmen Fransa, son günlerde, Ankara’ya gönderdiği üst düzey yetkililer vasıtasıyla Türkiye ile olan ilişkilerini geliştirme arayışları içine girmiş bulunmaktadır. Bu meyanda, Dışişleri Bakanı Bernard Koucher, Akdeniz İçin Birlik Proje Koordinatörü Alain Leroy, AB işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Jean Pierre Jouyet ve Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Fransa-Türkiye ilişkileri konusunda özel olarak görevlendirdiği, iktidardaki Halk Hareketi İçin Birlik Partisi(UMP) Milletvekili Pierre Lellouche, Ankara’da bir dizi temaslarda bulunarak, Türk Kamuoyuna ısrarla, Akdeniz Birliği’nin tam üyeliğe alternatif teşkil etmeyeceği ve Temmuz’da başlayacak dönem başkanlıkları sırasında Türkiye ile yeni müzakere başlıklarını açabileceklerine dair mesajlar vermeye çalışmışlardır.

Bu kapsamda, 6 Mayıs 2008 tarihinde Ankara’da yapılan Türkiye-AB Troykası Dışişleri Bakanları Toplantısında Fransız Bakan Jouyet, benzer söylemleri tekrar etmiş, Fransa’nın 1 Temmuz’da başlayacak AB Dönem Başkanlığı’nın objektif ve dengeli olacağı mesajını vermek suretiyle Türkiye’yi gelecek dönem ile ilgili olarak rahatlatmaya çalışmıştır. Ne var ki, bir yandan Ankara’da bu olumlu mesajları verirken, bir yandan da Brüksel’de tam tersi bir istikamette yol almaya çalışan Fransa’nın içine düştüğü bu çelişkili durum, Türk Kamuoyunun dikkatinden kaçmamaktadır.

Keza, Sarkozy’e göre daha ılımlı olduğu iddia edilen Devlet Bakanı Jouyet’in bu sıcak mesajlarının hemen ardından, 14 Mayıs 2008 tarihinde Brüksel’de yapılan ve 27 üye ülke ve 3 aday ülkenin katıldığı Avrupa Birliği Ekonomi ve Maliye Bakanları Konseyi (ECOFIN) toplantısında Fransa, Türkiye-AB arasında yeni bir krize sebebiyet vermekten geri kalmamıştır. Bu defa Fransa, diğer aday ülkeler olan Hırvatistan ve Makedonya için herhangi bir itirazda bulunmazken, Türkiye ile ilgili belgelerden “katılım” (accession) ifadesinin çıkartılmasını ısrarla talep etmiş ve bu isteğinin diğer üye ülkelerce kabul görmesi üzerine, Devlet Bakanı Mehmet Şimşek ortak bildiriye imza atmaktan imtina ederek, “böyle bir belgeyi tanımadığını” açıklamak durumunda kalmıştır. Buna rağmen AB, geri adım atmayarak, Türkiye-AB ortak bildirisi yerine, AB başkanlık bildirisi yayınlama yoluna tevessül etmiştir. Fransa’nın Türkiye’ye yönelik bu haksız tavrı karşısında, Türkiye’yi destekleyen diğer AB üyelerinin gösterdikleri teslimiyetçi anlayışa özellikle dikkat edilmesi gerektiği kanaatindeyiz.

Nihayet Fransa, yapmayı planladığı kapsamlı anayasa değişikliği paketiyle, Türkiye’nin AB üyeliğini engelleyebilecek uygun bir formül bulmuş gibi görünmektedir. Fransız Ulusal Meclisi’nin Hukuk İşleri Komisyonu, Beşinci Cumhuriyet Kurumlarında Modernleşme adını verdikleri Anayasa değişikliği tasarısıyla, “AB’nin toplam nüfusunun % 5 inden fazla nüfusa sahip ülkelerin AB üyeliği için referandumun otomatik olarak yapılmasını zorunlu kılacak” tarzda bir düzenleme yapılması konusunda karara varmış bulunmaktadır. Fransız parlamenterler de pekâlâ bilmektedirler ki, Yaklaşık 495 milyon olan AB nüfusunun yüzde beşine tekabül eden 24.7 milyondan daha fazla nüfusa sahip tek aday ülke Türkiye’dir. İktidardaki Halk Hareketi İçin Birlik Partisi(UMP) Milletvekillerinin baskısı neticesinde harcanan yoğun mesailerin ardından keşfedilen bu yeni formül ile Paris, AB’nin genişleme sürecinin, “Türkiye hariç” olmak üzere devam etmesinin önünü açabilmeyi hedeflemektedir. Zira, önümüzdeki günlerde Parlamentoda görüşülerek onaylanması beklenen bu anayasa değişikliği ile, pratikte, diğer aday ülkeler Hırvatistan ve Makedonya için parlamento onayı yeterli olabilecek iken, Türkiye için referanduma gidilmesi zorunlu hale getirilecektir.

Başlangıçta, AB’nin genişleme politikalarına zarar verdiği için, yeni üyeliklerin referanduma sunulması tamamen zorunlu olmaktan çıkarılmak suretiyle, parlamento onayı veya halkoylaması arasında Cumhurbaşkanının tercih yapması usulü benimsenmişti. Ancak, bu düzenlemenin Türkiye’nin önünü açacağı endişesine kapılan UMP Milletvekilleri, vakit geçirmeksizin “yüzde beş” formülünü geliştirmiş oldular. Tabii tüm bu senaryoların, yabancı düşmanlığının tırmanışa geçtiği Fransa’da, halkın yaklaşık %70’inin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğu yönündeki kamuoyu yoklamalarına dayandığını da burada belirtmemiz gerekmektedir.

Netice itibariyle, Fransa’nın Türkiye’yi AB Kulübünün dışında bırakma gayretlerinin, ne yazık ki hızlanarak devam ettiğini görmekteyiz. Yaşanan bu gerginlikleri “konjonktürel bir durum” olarak görüp, geçiştirmeye çalışmak ise sorunun çözümüne yardımcı olmayacaktır. Bir yandan Ankara’da olumlu mesajlar verirken, diğer yandan Brüksel’de ve kendi ülkesinde Türkiye’ye karşı hasmane bir tutum sergileyen Fransa, Türk Milleti nazarında güvenirliğini hızla yitirmektedir. Benzer şekilde, AB’nin özellikle Türkiye’yi destekleyen üyelerinin, Fransa’nın Türkiye’ye yönelik bu haksız politikaları karşısında tavizkâr bir tutum sergilemeleri ise esef verici bir durum olarak değerlendirilmektedir. Türkiye ile aynı zamanda başlayan müzakereleri Hırvatistan için 2009 yılında bitirmeyi planlayan Avrupa Birliği’nin,  “ucu açık bir süreç” veya “imtiyazlı ortaklık” gibi belirsiz ifadelerle Türkiye’yi oyalamaya çalışması ise bir diğer çelişki olarak karşımızda durmaktadır.

Eğer Avrupa Ülkeleri, Türkiye’nin 50 yıllık AB macerasını bir 50 yıl daha uzatmak niyetinde iseler, Türkiye’nin AB kapısında daha fazla beklemeye tahammülünün olmadığını ve esasen bunun AB’nin menfaatlerine de hizmet etmeyeceğini hesaplamaları gerekecektir. Sonuçta, bölgesel bir güç merkezi olma yolunda önemli mesafeler alan Türkiye’nin, milli birlik ve beraberliğini koruduğu müddetçe, alternatif projeler üretebilme ve 21. yüzyılın lokomotif ülkesi olma potansiyeline sahip bulunduğunun bilhassa bilinmesi gerektiği kanaatindeyiz.

Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=282

 

Share This:

KIBRIS’TA YENİ BİR DÖNEMEÇ: 23 MAYIS GÖRÜŞMESİ

 

 

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Liderlerinin, son günlerde, sanki 21 Mart buluşması hiç yapılmamış gibi, karşılıklı olarak birbirlerini suçlayıcı tavır içine girmeleri, “Kıbrıs’ta umutlar sönüyor mu?” sorusunu akla getirmişti. Neyse ki Liderler, sağduyulu davranarak, büyük umutlarla başlayan yeni uzlaşma sürecinin tersine gittiğini görmüş ve durumu yeniden değerlendirmek üzere, 23 Mayıs 2008 tarihinde bir araya gelerek gergin havanın yumuşatılmasını başarabilmişlerdir. BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Taye-Brook Zerihoun’un ara bölgedeki ikametgâhında yapılan görüşme, yaklaşık 3 saat sürmüş, toplantı sonrasında Talat ve Hristofyas, Kıbrıs sorununun çözümü konusundaki kararlılıklarını dünya kamuoyuna açıklamak suretiyle, bir nevi umut tazelemişlerdir.

21 Mart görüşmesi çerçevesinde kurulan ve 21 Nisan’da fiilen çalışmaya başlayan altı çalışma grubu ve yedi teknik komitenin faaliyetlerinin değerlendirildiği 23 Mayıs Zirvesinde Liderler, Haziran ayının ikinci yarısında tekrar bir araya gelmeyi kararlaştırmış, toplantı sonrasında, Yeşilırmak Kapısının geçişlere açılması ve sivil ve askeri güven artırıcı önlemlerin tekrar gözden geçirilmesi konularında anlaşmaya varmışlardır. Ancak, Haziran’da kapsamlı görüşmelere başlanılması konusunda Talat ve Hristofyas’ın uzlaşma sağlayamadıkları görülmüştür.

23 Mayıs görüşmesi uzlaşma sürecinin devam edeceğini işaret etmektedir. Fakat, bu buluşmanın en dikkat çekici yanı, kuşkusuz,  Kıbrıs’ın yeni statüsü konusunda kendisine yöneltilen bir soru üzerine Hristofyas’ın verdiği ““Bu konuda, Kıbrıs Birleşik Federal Cumhuriyeti (United Federal Republic of Cyprus) olması yönünde ortak bir pozisyonumuz var” şeklindeki cevabıdır. Ortak açıklama ile de teyit edilen bu görüş ile, siyasi eşitliğe dayalı, iki toplumlu, iki bölgeli, Türk ve Rum Kurucu Devletlerinin oluşturacağı Federal bir Ortaklık Devletinin kurulması konusunda bir uzlaşmaya varıldığı ortaya çıkmaktadır.

2004 yılında Annan Planı’nı reddeden ve bugüne kadar, 1960 yılında kurulan ve başarısız olan Kıbrıs Cumhuriyeti tezini ileri süren Rum tarafının, Kıbrıslı Türklerle siyasi eşitliğe dayalı bir ortaklık devletini kabul etmesi, Kıbrıs sorununun çözüm sürecinde son derece önemli bir gelişmedir. Türkiye ve K.K.T.C.nin “adil ve kalıcı çözüm” fikrine çok yakın olan bu yaklaşım, Türk Kamuoyu tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Ancak, Hristofyas’ın bu uzlaşmacı tavrını “tavizkar bir tutum” olarak değerlendiren, başta eski Rum Lider Papadopulos olmak üzere Güney Kıbrıslı “şahinlerin”, bu süreci baltalamak için ellerinden gelen gayreti sarf ettiklerini de gözden uzak tutmamak gerekmektedir.

Belki de Hristofyas, üzerinde hissettiği bu baskılar nedeniyle, Haziran sonunda başlaması öngörülen doğrudan müzakereleri, çalışma grupları ve teknik komitelerin çalışmalarını yeterli bulmadığı gerekçesiyle erteleme düşüncesindedir. Nitekim K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, barış görüşmelerinin ne zaman başlayacağı konusunda yöneltilen bir soru üzerine “Bu konuda farklı görüşlerimiz olduğunu biliyorsunuz. Bu konuya ilişkin görüşlerimiz devam ediyor.” demek suretiyle, endişelerini ortaya koymuştur. Ancak, dünya kamuoyu tarafından da pek sıcak karşılanmayan bu erteleme fikrinin, Kıbrıs’ın, kendilerinin istemediği şekilde bir bölünmeye doğru gittiğini gören Rum Toplumu tarafından da pek kabul görmeyeceğini düşünmekteyiz. Hristofyas’ın zaman kazanmaya yönelik bu tutumunun, Rumların, uzlaşma sürecini tıkayan taraf olma vasıflarını ön plana çıkarma ihtimalini de, Rum Kamuoyunun değerlendireceği kanaatindeyiz.
Öte yandan, 23 Mayıs’ta yapılan görüşme sonrasında BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Taye-Brook Zerihoun’un yaptığı ortak açıklama, gerek Türkiye ve gerekse AB tarafından destek görmüştür. Bu kapsamda, Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Brüksel’de, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu toplantısında Kıbrıs ile ilgili yaptığı açıklamada,”Talat ve Hristofyas’ın son yaptığı açıklamayı verdiğimiz desteği daha önce açıkladık. BM müktesebatı çerçevesinde iki tarafın siyasi eşitliliği ve iki kesimlilik temelinde müzakerelerin sürdürülmesi önemli. Bu süreci destekliyoruz.” demiştir. Ayrıca, Kıbrıs’taki Avrupa Komisyonu Temsilciliği Başkanı Androulla Kaminara, Komisyonun,  tarafların istemesi halinde, BM şemsiyesi altında, sürece destek vermeye istekli ve hazır olduğunu belirtmek suretiyle, görüşmeleri olumlu karşıladıklarını ifade etmiştir. Ne var ki, bir yanda Kıbrıs Türklerinin yaşam alanlarını daraltan izolasyonlar, diğer tarafta Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Fransa ve Yunanistan’ın, Güney Kıbrıs ve uluslararası sularda, 2-6 Haziran tarihleri arasında yapmayı planladığı “Argonaftis”  isimli ortak askeri tatbikat gibi kışkırtıcı faaliyetler, AB’nin bu olumlu yaklaşımıyla açıkça çelişki halindedir.

Kuşkusuz, Fransa ve Yunanistan’ın bu girişimleri, Doğu Akdeniz’de hâkimiyet sağlamak amacıyla, Güney Kıbrıs Rum Yönetimini kullanma gayretlerinden başka bir şey değildir. Zira, Rum Ordusunun Yunanlı Generaller tarafından yönetildiği bilinmektedir. Akdeniz Birliği Projesinin mimarı olan Fransa’nın bölgede ortak askeri tatbikat düzenlemesi de boşuna değildir. Türkiye ise Doğu Akdeniz’e geniş kıyıları olan bir ülkedir ve bu anlamda bölgenin kimin kontrolünde olacağı hususu tabii olarak ilgi alanına girmektedir. Bölgede jeostratejik bir öneme sahip bulunan Kıbrıs Adası ise, Türkiye’nin Güney Kıyılarının hemen karşısında, (Anamur Burnu’na 65 km mesafede) tabiri caizse burnunun dibinde yer almakta. Ada’nın Türkiye’ye bakan kuzey kesimi ise Türkiye’nin garantörlüğü altında bulunan K.K.T.C. nin egemenliği altında bulunmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’nin gerek güney kıyılarını güven altına alma ve gerekse Kıbrıs’ta huzur ve barışın devamını sağlama bakımından Doğu Akdeniz’de hâkimiyeti elinde bulundurması bir zarurettir. İşte bu nedenlerle, Kıbrıs Türkiye’nin milli bir davasıdır ve bu meselenin Türkiye’nin milli menfaatlerine halel getirmeyecek bir şekilde çözüme kavuşturulması gerekmektedir.

Bu kapsamda, Rum Kesiminin, Kuzey Kıbrıs’taki yerleşikler ve Adadaki Türk Askeri varlığı konusundaki rahatsızlıkları karşısında, K.K.T.C. nin üst düzeydeki temsilcileri tarafından yapılan açıklamalar, Türkiye’nin çözüm sürecindeki vazgeçilmez statüsünün açıkça ifade edilmesi bakımından değer taşımaktadır. Buna göre,  K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın, Türk askerinin Adadaki varlığının, Kıbrıslı Türkler için son derece önemli olduğu,  K.K.T.C. Başbakanı Ferdi Sabit Soyer’in ise Türkiye’nin garantörlüğünün tartışma konusu bile olamayacağı, 1960 Garanti ve İttifak anlaşmalarına karşı çıkılmasının anlamsız ve temelsiz olduğu, şeklindeki beyanatlarıyla, Türkiye’nin desteği olmadan Ada’da “adil ve kalıcı bir çözüme” ulaşılmasının mümkün olamayacağı gerçeği, aynı zamanda tüm dünyaya ilan edilmiş olmaktadır.

Netice itibariyle, 21 Mart 2008 tarihli Talat-Hristofyas Zirvesi ile Kıbrıs’ta başlayan olumlu süreç, zaman zaman tehlikeye girse de, Liderlerin sağduyulu yaklaşımları sayesinde yeniden rotasına girmiş gibi görünmektedir. 23 Mayıs görüşmesinde, siyasi eşitliğe dayalı, iki toplumlu, iki bölgeli, Türk ve Rum kurucu devletlerinin oluşturduğu, federal bir hükümet üzerinde mutabakata varılması, Kıbrıs Türk Toplumu ve Türkiye açısından son derece mühim bir gelişmedir. Zira, siyasi eşitlik, iki kesimlilik, ortaklık devleti gibi Türk tezinin esasını teşkil eden kavramlar, bugüne kadar Rumların asla kabul etmedikleri ifadelerdi. Bu bakımdan, Hristofyas’ın, Kıbrıs Rum Kesiminin “şahinleri” tarafından şiddetle eleştirilmesi sürpriz olmamıştır. Öte yandan, Haziran sonunda başlatılması öngörülen barış görüşmelerinin Hristofyas tarafından ertelenmeye çalışılmasının ne anlama geldiği konusunda, Türk tarafının kapsamlı bir değerlendirmede bulunmasının zaruri olduğu düşüncesindeyiz.

AB tarafından olumlu karşılanan ve Türkiye’nin de destek verdiği bu görüşmelerin, belki Cumhurbaşkanı Talat’ın öngördüğü gibi 2008 yılı sonuna kadar bir çözümle sonuçlanması mümkün olmayabilecektir. Ancak, Rumların, her geçen gün Türk tezine daha da yaklaştığını dikkate aldığımızda, sürecin devamının Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumu açısından yararlı olacağı ve bu nedenle desteklenmesi gerektiği kanaatindeyiz. Garantörlük Anlaşmaları kapsamında Ada’da bulunan Türk Askerinin, barış ve huzurun teminatı olduğu gerçeğinden hareketle, Birleşmiş Milletler çerçevesinde kapsamlı, adil ve kalıcı bir çözüm sağlamaya yönelik her türlü girişim, tabii olarak Türkiye’nin de desteğini alabilecektir. Sonuçta, Ek Protokolün 2009 yılı sonuna kadar uygulanmaması halinde AB’nin, Türkiye ile müzakereleri tümüyle durdurma kararı alabileceğini göz önüne aldığımızda, Kıbrıs meselesinin çözümünün, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği açısından da ne kadar mühim bir mevzu olduğu ortaya çıkmaktadır.

Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=283

 

Share This:

KIBRIS’TA MEMORANDUM KRİZİ

 

Esasen, en azından Haziran sonunda yapılacak Talat-Hristofyas görüşmesine kadar, Kıbrıs ile ilgili yeni bir yazı yazmayı düşünmüyorduk. Fakat, Londra’da, İngiltere Başbakanı Gordon Brown ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas’ın, 21 Mart ve 23 Mayıs görüşmeleri çerçevesinde gelişen uzlaşma sürecini adeta hiçe sayan bir memoranduma, sürpriz bir şekilde imza atmış olmaları, bizi, bu yazıyı yazmaya zorlamış bulunmaktadır. Rum Lider Hristofyas, İngiltere’nin Kıbrıslı Rumlara, “K.K.T.C.yi tanımayacağı ve Ada’da bölünmeye ya da ayrı bir siyasi oluşumun gelişmesine destek vermeyeceği’ne dair söz verdiği” bu mutabakat muhtırasını imzalamakla, maalesef ciddi bir güvenirlik sorununun ortaya çıkmasına sebebiyet vermiş bulunmaktadır.

Kıbrıs’ta tarafların eşitliği ilkesine aykırı bir şekilde kaleme alınan ve halen devam eden uzlaşma sürecine ciddi hasarlar verebilecek unsurları bünyesinde ihtiva eden söz konusu memorandum, gerek Türkiye ve gerekse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tarafından sert tepkiyle karşılanmıştır.

İlk açıklamayı yapan K.K.T.C. Cumhurbaşkanlığı, söz konusu memorandumu sert bir şekilde eleştirmiş ve “Kuzey Kıbrıs`ta hiçbir geçerliliğe veya etkiye sahip değildir” denilmiştir. Açıklamada ayrıca, “Kıbrıs Rum tarafının, son zamanlardaki çabaları ile, Kıbrıs sorununun çözümünü başka yerde aradığını göstermiş olduğu, ne yazık ki, İngiltere’nin de, Kıbrıs Rum tarafı ile bozulan ilişkilerini düzeltmek uğruna, Kıbrıs Rum tarafının bu çabasına destek verdiği; Kıbrıs sorununa taraflardan birinin bulunmadığı bir ortamda şekil verme çabasına alet olduğu” ifadelerine yer verilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı da, İngiltere ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (G.K.R.Y.) arasında ortak mutabakat muhtırası imzalanmasına tepki göstermiş, yapılan açıklamada özellikle, Kıbrıs’ta iki liderin görüşme süreci içinde bulundukları bir dönemde imzalanan Mutabakat Muhtırasının yapıcılıktan uzak unsurlar içerdiği belirtilerek, Kıbrıs sorununa kalıcı ve adil bir çözüm bulunması çabalarına gölge düşürüldüğü vurgulanmıştır. Açıklamada ayrıca, “Söz konusu mutabakatın Rum tarafı lehine seçici bir anlayışla iktibas edilmesi ve yeni unsurlar eklenmesi, görüşme sürecinin desteklendiği beyanlarıyla çelişmektedir.” ifadesi kullanılmıştır.

Görüldüğü üzere, Kıbrıs Türk ve Rum Toplumu liderlerinin yeni bir uzlaşma sürecini devam ettirdikleri bir sırada, İngiltere’yi haksız bir şekilde sürecin içine dâhil etme girişimleri, Rumların samimiyeti konusundaki kuşkuları daha da artırmış bulunmaktadır.

Daha önceki yazılarımızda, 21 Mart görüşmesinin, her ne kadar büyük umutlara yol açan yeni bir barış döneminin başlayacağına dair bir hava estirmiş olsa da, Talat-Hristofyas dostluğunun tek başına bu sürecin garantisi olamayacağını söylemiştik. Aradan geçen zaman içerisinde, liderlerin karşılıklı birbirlerini suçlamaya varan tutumları bizleri umutsuzluğa sevk etmiş ve fakat 23 Mayıs liderler görüşmesi ile umutlar tekrar yeşermişti. Hatta Hristofyas, 23 Mayıs görüşmesinde, uzlaşma adına bir adım ileri giderek iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe dayalı iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devletini kabul ettiğine dair mesajlar vermişti. Ne var ki, çok geçmeden, 5 Haziran 2008 tarihinde, Kıbrıs’ın garantör devletlerinden birisi olan İngiltere’nin Başbakanı Gordon Brown ile G.K.R.Y. Lideri Dimitris Hristofyas’ın imzaladığı memorandum ile süreç, büyük bir hasar görmüş gibi gözükmektedir.

Peki, nedir bu Türkiye ve K.K.T.C.nin sert tepkilerine yol açan İngiliz-Rum Memorandumu?

İkili ilişkileri geliştirmeye yönelik olarak, İngiliz ve Rum Liderler tarafından Londra’da imzalanan mutabakat muhtırasına göre, garantör devlet olan İngiltere, “K.K.T.C.yi tanımayacağı, Ada’da bölünmeye ya da ayrı bir siyasi oluşumun gelişmesine destek vermeyeceği, Kıbrıs’ta ayrı bir devlet ve siyasi otoriteyi kabul etmeyeceğine” dair Kıbrıslı Rumlara söz vermektedir.  Ayrıca, memorandumda, İngiltere’nin, BM’nin Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin mevcut 541 ve 550 sayılı kararlarının arkasında olduğu hususu da belirtilmiştir. Şüphesiz, burada kastedilen ayrı bir devlet veya siyasi oluşum Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olmaktadır. Esasen Kıbrıs Rum Yönetimi ile İngiltere, Kıbrıs’ta, Kıbrıs Rum Yönetiminden gayrı bir devlet veya siyasi oluşum istemediklerini söylemeye çalışmaktadırlar.

Görüldüğü üzere Hristofyas, bu son tutumuyla aslında iki ayrı noktada çelişkiye düşmektedir. Birincisi, bir yandan Kıbrıs meselesinin ancak Ada’da yaşayan Kıbrıs Türk ve Rum Toplumlarının kendi aralarında, kendi hür iradeleri ile yapacakları görüşmelerle bir çözüme kavuşabileceği iddiasıyla özellikle Türkiye’yi sürecin dışında bırakmaya çabalarken, bir yandan İngiltere’yi, kendi tarafına çekme amacına yönelik olarak, sürecin bir parçası haline getirmeye gayret göstermesidir. Hristofyas’ın içine düştüğü İkinci çelişki ise, Başkan seçilmesiyle birlikte, kendi insiyatifi ile başlayan yeni uzlaşma sürecinin temel kriteri olan, “tarafların eşitliği” prensibine tamamen aykırı bir tutum sergilemeye başlamış olmasıdır.

Hatırlayalım; 23 Mayıs’ta, K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile G.K.R.Y. Lideri Dimitris Hristofyas arasında yapılan görüşmede Hristofyas, Bu konuda, Kıbrıs Birleşik Federal Cumhuriyeti (United Federal Republic of Cyprus) olması yönünde ortak bir pozisyonumuz var” demek suretiyle, iki toplumlu, iki bölgeli, Türk ve Rum Kurucu Devletlerinin oluşturacağı Federal bir Ortaklık Devletinin kurulması konusunda bir mutabakata varıldığı mesajını vermişti. Ancak, İngiltere Başbakanı ile yaptığı ikili anlaşmada, yeni bir devlet veya siyasi oluşuma karşı olduklarını belirtmek suretiyle, gerçekte, çözümden kastettiği şeyin, iki toplumun siyasi eşitliği değil, “Kıbrıs Cumhuriyeti” tezi çerçevesinde, G.K.R.Y. egemenliğinde bir Kıbrıs olduğu anlaşılmış bulunmaktadır. Bu noktada, Papadopulos ve ekibinin Hristofyas üzerindeki baskısının etkili olduğunu da söylememiz mümkündür.

Ancak, daha önce, aynı İngiltere Başbakanının, Türkiye Başbakanı ile izolasyonların kaldırılmasına ve Annan planına atıf yapan bir deklarasyon imzaladığını da Hristofyas’ın hatırlamasında yarar bulunmaktadır. Ekim 2007 tarihinde Başbakan Recep Tayip Erdoğan ile İngiltere Başbakanı Gordon Brown tarafından imzalanan stratejik işbirliği belgesi, “K.K.T.C.nin düzeyini yükselttiği” gerekçesiyle Kıbrıslı Rumlar tarafından büyük tepki görmüştü. Hatta, bu memoranduma karşı, Kıbrıs Rum Kesiminden bir üst düzey yetkilinin “İngilizlerin bu hareketinden sonra Londra’yla aramızda bir cephe açıldığını düşünüyoruz. Bu gelişmeler altında İngiliz Üsleri konusuna yeniden bakmaya mecburuz. İngiltere’yle ilişkilerimizde mütekabiliyet olup olmadığını denetlemeliyiz. Önümüzdeki günlerde hükümet bu yönde bir düzeltme yapacak.” şeklinde tepki verdiği de bilinmektedir.

Ancak, her ne kadar biz şimdi hatırlatıyor olsak da, Hristofyas’ın aslında bu anlaşmayı hiç unutmadığı ortaya çıkmaktadır. Zira, aradan çok fazla bir zaman geçmeden Kıbrıslı Rumlar rövanşı almış ve tabii ki İngiltere de, Rumlarla ilişkilerini düzeltmiş ve kendince Ada’daki üslerini garantilemiş gibi gözükmektedir.
Netice itibariyle, 5 Haziran 2008 tarihinde, İngiltere Başbakanı ile G.K.R.Y. Lideri arasında imzalanan memorandum, bize açıkça şunu göstermektedir ki, Türk Kamuoyu, Hristofyas’ın Ada’da bir çözüm isteyip istemediği konusunda şüphe duymakta ziyadesiyle haklıdır. Hristofyas, Kıbrıs Türk ve Rum Toplumlarının siyasi eşitliğine ve Ada’da Rumların dışında bir devlete ve siyasi oluşuma karşı olduğunu ortaya koymak suretiyle, 21 Mart ve 23 Mayıs mutabakatlarıyla çelişir bir tutum içine girmiş bulunmaktadır. Rum Liderin bu son girişimi, Ada’da adil ve kalıcı bir çözüm bulma arayışlarına gölge düşürdüğü gibi, bir güvenirlik sorununu da beraberinde getirmiştir. Bu şartlar altında, Haziran sonunda, kapsamlı barış görüşmelerine nasıl başlanabileceği de merak konusudur.

Öte yandan, yeni uzlaşma sürecini desteklediğini açıklayan İngiltere’nin, Kıbrıs Türk Toplumunu dışlayarak, bütün Kıbrıs adına sadece Rum Kesimini muhatap alması ise süreci baltalayacak derecede tutarsız bir davranıştır ve Türk Milleti tarafından mutlaka değerlendirilecektir kanaatindeyiz.

Bir yandan Doğu Akdeniz’de Fransa ve Yunanistan ile bir ortak askeri tatbikat düzenleyip, diğer yandan Londra’da güya bütün Kıbrıs adına bir muhtıraya imza atan Hristofyas, bu şekilde Kıbrıs Türk Toplumunu köşeye sıkıştırabileceğini düşünmektedir. Görünürde, Kıbrıs meselesinin, iki toplum liderinin kendi aralarında yapacakları görüşmelerle çözülmesi gerektiği imajını veren Hristofyas’ın, gerçekte çözümü başka mecralara sürüklemeye çalıştığını görmekteyiz. Eğer, Rumlar, Türkiye’nin, AB üyeliği uğruna Kıbrıs’ta taviz vereceği veya dayatmalara boyun eğeceği hayaline kapılmışlarsa, hüsrana uğramaları kaçınılmaz olacaktır.

Yaşanan bu gelişmeler, Türkiye’nin garantörlüğünün asla tartışma konusu olamayacağı, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtıyla birlikte Ada’ya kalıcı huzur ve barışı getiren Türk askeri varlığının ise Kıbrıs Türk Toplumunun yegâne güvencesi olduğu ve Türkiye’nin bu misyonunu devam ettirme kararlılığından asla vazgeçmeyeceği gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermiş bulunmaktadır. Elbette, İngilizlerle tek taraflı olarak imzalanan bu mutabakat muhtırasının, Türk Toplumu için hiçbir değeri ve etkisi olmayacaktır. Hristofyas görmek istemese de, Ada’da var olan K.K.T.C., Kıbrıs Türklerinin bağımsız Devleti ve siyasi bir oluşumudur. Ve ayrıca bilinmelidir ki, Kıbrıs, Türkiye’nin millî davasıdır. Bu nedenle, Ada’da, ya Kıbrıs Türk Toplumunun siyasi eşitliğine dayalı adil ve kalıcı bir çözüm ivedilikle sağlanacaktır ya da bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilelebet yaşatılacaktır.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=284

Share This: