Erol Güngör’ün Milliyetçilik Anlayışı

           Erol Güngör’ün Milliyetçilik Anlayışı

Nejat ÇOĞAL

 

  1. Yüzyılın yetiştirdiği en önemli ilim ve fikir adamlarından olan Erol Güngör’ü, ölümünün 33. Yıl dönümünde rahmetle anıyoruz. 25 Kasım 1938 tarihinde dünyaya gelen Erol Güngör’ün hayatı ve fikirleri üzerine onlarca tez, makale ve kitap yazılmıştır. 24 Nisan 1983 tarihinde vefat eden sosyal-psikolog Prof. Dr. Erol Güngör, kısa ömrüne, çok sayıda kitap, sayısız makale sığdırmıştır. Güngör, bunlarla da yetinmemiş, batı kültürünün temellerini teşkil eden başlıca kitapları Türkçe’ye çevirerek Türk gençliğine ve düşünce hayatına armağan etmiştir.

Eserlerinde problemleri ortaya koymakla kalmayıp, bunların çözüm yollarını da gösteren Erol Güngör’ün üzerinde en çok durduğu meseleler; kültür değişmesi ve modernleşme, Türk kültürü ve medeniyeti, tarih ve milliyetçilik, aydın-halk ikiliği, İslâmiyet ve muhafazakârlık olarak sıralanabilir. Erol Güngör, gençliğinde Ziya Gökalp’tan bir hayli etkilenmiştir. Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu, Hilmi Ziya Ülken, Hüseyin Nihal Atsız ve Dündar Taşer gibi milliyetçi yazarlar da fikir dünyasına etki eden diğer isimlerdir.

Erol Güngör’ün bütün çalışmalarına yön veren esas özellik milliyetçilik olmuştur. O’nun milliyetçilik anlayışının temelinde ise Ülkesine ve insanına karşı duyduğu sevgi yatmaktadır. “…İnsanları sevmek, onlara hizmet etmeyi gerektirir; bu hizmetin de medeniyetçi olan bir milliyetçilikten daha başka bir yolda yapılabileceği şüphelidir.

Erol Güngör, milliyetçiliği tamamen milli kültür ve tarih şuuruna dayalı bir fikir hareketi olarak sistemleştirmiştir. O’na göre milliyetçiliğin ana hedefi Türkiye’de milli kültür bütünlüğünü ve onunla birlikte siyasi bütünlüğü kurmaktır. Güngör’ün çalışmaları, milliyetçilik, İslâmiyet ve Osmanlı mirası arasında bir çeşit uzlaştırma hareketi olarak görülebilir.

Erol Güngör’e göre milliyetçilik esas itibariyle, tarih hakkında bir yorum ve bu yoruma bağlı olarak öngörülen pratiklerden ibarettir. Hayatı ve hayat tecrübesi birbirinden farklı fakat kendi içinde benzerlik gösteren topluluklar birer millet teşkil ederler. Millet için hayat denince tarihi, hayat tecrübesi denince de kültürü anlıyoruz. Millet tarih içinde oluştuğu için, millet ile tarih arasında hem objektif hem de sübjektif bir münâsebet vardır. Bu sebeple Erol Güngör, tarih ve dili milliyetçilik için çok önemli görmüştür. Güngör, “Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik” isimli kitabında şöyle demektedir; “…Dilimizin kaynağı eskilerdedir; dinimizin kaynağı eskilerdedir; soyumuzun kaynağı eskilerdedir… Mesela Türk Dilinin en az Göktürk’ler kadar eski olduğunu bütün dünya bilmektedir; böyle bir dilin mevcudiyeti Türkçe’nin Göktürkler’den de yüzyıllarca önce var olduğunu isbat etmeye yeterlidir…”

Türk dilinin korunmasında Türkler’in hâkim millet oluşlarının da büyük rolünün olduğunu belirten Erol Güngör, “Tarihte Türkler” adlı kitabında bu konuyla ilgili olarak şunları ifade etmektedir; “…Nitekim Türkçe’nin büyük eserlerinden Dîvânu Lûgati’t-Türk yazarı Kâşgarlı Mahmud, Peygamberimizin Türkleri övdüğünü, Dünyâ hâkimiyetinin Allâh tarafından Türklerê verilmiş olduğunu, bu yüzden Türkler’in dilini öğrenmekte herkes için büyük faydalar bulunduğunu söylemektedir. Kâşgarlı Mahmud bu eseri 1077’de Bağdad’daki Abbâsî Halîfesi’ne takdim etmiştir.”

Öte yandan, Erol Güngör’e göre, Türk milleti uzun tarihi boyunca kazandığı bütün gücünü ve tecrübesini birleştirerek Osmanlı İmparatorluğunu kurdu. Bizim tarihimizin bütün evvelki safhaları bu büyük eserin meydana getirilmesi için yapılmış birer prova gibidir. Teşkilatçılık, idarecilik, hâkimiyet duygusu, adalet ve şefkât, vekar, yiğitlik, fedakârlık ve feragat, manevi derinlik gibi kültürümüzün bütün mümeyyiz vasıfları hiçbir zaman bu devirdeki kadar işlenmiş ve geliştirilmiş değildir.

Güngör, düşünce ikliminin tahtına, kuşkusuz kültürü oturtmuştur. Kültür-medeniyet ayrımını da reddederek halkın oluşturduğu tüm değerleri tek potada değerlendiren Güngör bu hususta şöyle söylemektedir: “Bir Türk medeniyeti vardır ve başlı başına bir kıymeti vardır. (…) Batı medeniyetinin ne reddi ne kabulü söz konusudur. Bizim onunla bir medeniyet olarak alışverişimiz olabilir.”

Güngör bu bakış açısı sayesinde, modernleşmeyi toplum ve kültür açısından bir sorun olma zorunluluğundan da kurtarmıştır. Milliyetçiliği de zaten, çağdaş bir Türk kültürü inşa ederek milleti yüceltmenin yolu olarak görmektedir. Türk milliyetçiliği onun için bir ilim ve kültür meselesidir, siyasî bir ideoloji değil. Milliyetçilik bir kültür hareketi olduğu için ırkçılığı, halka dayalı bir siyasi hareket olduğu için de otoriter idari sistemleri reddeder.

Öte yandan Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik isimli kitabında belirleyici öneme sahip iki soruyu gündeme getirmektedir:

Milli kültürlerin varlığı ve zenginliği dünya medeniyeti için bir kayıp mı yoksa kazanç mıdır?

Milliyetçiler bu hareketleriyle medeniyet dışında kalma gayreti mi gösteriyorlar?”

Güngör, bu sorularını, kültür değişmeleri mevzusu çerçevesinde cevaplandırmaktadır. Batı’yı örnek alan ülkelerdeki taklitçilik salgınının netice vermemesinin ana sebebini bir kültürün kendi kaynağından uzaklaştıkça orijinalliğini kaybedeceği ve çok defa basit bir taklid konusu haline geleceği fikrine bağlıyor. Güngör burada uzaklaşma sözcüğünü coğrafi mesafe kadar da sosyal mesafe anlamında kullanıyor ve örneklendiriyor:

Amerika ile Türkiye hem coğrafi hem de sosyal mesafe bakımından birbirinden uzaktır.”

Fakat bunun yanında Amerika ile Meksika’nın coğrafi mesafesine rağmen sosyal mesafelerinin en az Türkiye kadar uzak olduğunu belirtiyor.

Erol Güngör’ün fikirlerinde önemli bir yer tutan diğer bir faktör İslâmiyettir. Milliyetçiliğin İslâmiyet’e aykırı olmadığı, tersine dinin Türk milliyetçiliği fikir sistemiyle aynı olduğu yorumunu yapan Erol Güngör, esasında, dini bir kültür meselesi olarak ele almaktadır. O’na göre, Türkiye’deki aydınların misyonerlik gibi ciddî bir meseleyi kültür problemi olarak ele almaları gerekirdi. Erol Güngör kültür mücadelesi olarak gördüğü misyonerlik faaliyetleri ile ilgili şu değerlendirmede bulunmaktadır:

Netice itibariyle, Türkiye, millî kültür meselesini hâlledip, kendi millî kıymetler nizamını kurmadıkça, dev bir medeniyet karşısında hiçbir zaman kuvvetli bir unsur olmayacaktır. Hıristiyan kültürünün yayılması da bu nizamsızlıktan istifade etmektedir.”

Erol Güngör’e göre Türk kültürünün üç ana kaynağından biri de İslam medeniyetidir. Çünkü Erol Güngör, İslam dinini, Türk milliyetçiliğini geliştiren, çeşitli Türk kavimlerini bir araya getiren ve Türklerin bir millet halinde bugünlere kadar yaşamasını sağlayan yegâne unsur olarak görmektedir. Ona göre, “Türkler Müslüman olmasalardı değişik isimlerde kavimler halinde dağılıp gidebilirlerdi.” Erol Güngör’ün ifadesiyle İslamiyet Türk Milletine cihanşümul bir vazife yükledi ve onu bu vazife için gerekli şeylerle teçhiz etti. İslâm, Türk milletinin birliğini sağlamış ve bunu yaparken Türk millî karakterini tahrip etmemiştir.

1960’lara kadar Türk Milliyetçileri dikkatlerini daha çok İslam öncesi Türk tarih ve kültürü üzerinde topluyorlardı. İbrahim Kafesoğlu, Osman Turan, Dündar Taşer ve Erol Güngör’ün ilmi çalışmaları sayesinde “İslam çağı” önem kazanmış ve “Türklük” ile “İslam” birbiriyle kaynaştırılmıştır. Erol Güngör’ün ifadesiyle Türk milliyetçiliğinin temel meselesi İslamiyet’in savunulması olmuş ve Milliyetçi Türk aydınları her türlü fikir akımlarına karşı İslamiyet’i savunmuşlardır.

Güngör’e göre Türklük ve Müslümanlık birbirinden ayrı şeyler olarak düşünülemezdi. Yapılacak iş, bu unsurlardan birine bilhassa önem vererek diğerini ihmal eden milliyetçi liderleri bu noktada birleşmeye davet etmekti. Yüzyıllar boyunca Türk milli özellikleri İslam potası içinde eridiğinden Türk ve Müslüman aynı manaya gelmekteydi. Öyle ki İslamlığı kabul eden milletler arasında hiçbiri, kendi milli kimliğini eriterek İslam ümmeti içinde Türklerden daha ileri gitmemiştir.

İslâm dininin üniversel bir din olmak itibariyle insanlar arasında ırk, soy, sosyal sınıf vs. farkları gözetmediğini belirten Erol Güngör, “İslâmın Bugünkü Meseleleri” adlı kitabında şöyle söylemektedir; “…Kur’ân’da insanların ‘birbirlerini tanımaları için şubeler ve kabileler hâlinde’ yaratıldıkları bildiriliyor. Bu bizim anladığımız kadarıyla ‘kültürlerin farklılığı ve çokluğu’ demektir ki medeniyetin gelişmesi, hattâ bizzat insan soyunun gelişmesi bakımından son derece önemli bir vâkıanın ifadesidir. Ancak İslâmiyet insanların falan veya filan soya mensup olmakla diğerlerine üstünlük iddiâsını yasaklamaktadır. Bu açıdan İslâm’da “kavmiyetçilik” yasaktır.”     Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’in Hucurât Sûresi’nin 13. Ayetinde Yüce Allah “Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.” demektedir.

Erol Güngör’ün Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olarak gördüğü ve üzerinde en çok durduğu meselelerden biri de Türkiye’deki aydınlar ile halk arasındaki kopukluktur. Erol Güngör, bu halktan kopuk aydın karşısında elbette bir ideal milliyetçi aydın tipi de çizmektedir. Fakat bu tipleme, beklenildiği gibi tamamen halkın içinde değildir. Şaşırtıcı ama bir o kadar da gerçekçi bir tahlilde bulunuyor Güngör:

Milliyetçiler, bir ‘seçkin’ grup olarak, henüz modernleşmemiş bir cemiyet karşısında modernizmi temsil etmektedirler. Şu hâlde kendilerini halka ne kadar yakın veya onunla aynı hissederlerse etsinler, halkın şimdilik yabancı olduğu bir değer sistemini ve bir hayat tarzını temsil ediyorlar demektir.”

Halk aydından kendi gibi gözükmesini değil, kendisine rehberlik etmesini bekler. Milliyetçi aydının farkı ise, halk ile aynı millî kültürden beslenmesi, jakoben ve elitist bir tavır takınmaması, hedeflerinin tamamen halk yararına olması ve bu yolda millî vasıtaları kullanması olacaktır.

Erol Güngör, “Sosyal Meseleler ve Aydınlar” isimli kitabında, Türk aydınlarının kafa karışıklığına dikkat çekiyor ve şu soruyu soruyor; “Memlekete sahip çıkmanın bir yolu da onun kültür ve medeniyetine sahip çıkmak değil midir?” Türkiye’deki aydın zümrenin yerli kültüre olan yabancılığını eleştiren Güngör, buna rağmen, meseleye ümitkâr bir açıdan yaklaşmakta ve şöyle demektedir; “Fakat muhakkak ki Türkiye’de aydın zümrenin bünyesi değişiyor ve kozmopolitizme karşı yerli bir hüviyet bulma gayreti her yerde görülüyor. Önümüzdeki yıllarda böyle bir kültür hamlesine şahit olmamız için pek çok sebep mevcut bulunuyor.”

Öte yandan, “Türk Kültürü ve Milliyetçilik” isimli kitabında Erol Güngör şöyle söylemektedir;

Milliyetçilik kitabı ve peygamberi bulunan bir doktrin olmadığı için, ona karşı genel itirazlarda bulunmak doğru değildir. Milli kudretin geliştirilmesi bir memlekette istilacı bir politikaya imkân verebilir, bir başka memlekette bağımsızlık hareketi halinde inkişaf edebilir, bir başka yerde bir kültür ve medeniyet hareketi halini alabilir. Yunan milliyetçiliğinde kilise büyük bir rol oynamıştır, bugünkü Arap milliyetçiliği dini ikinci plana atarak Arap dili ve sosyalizme dayanan bir birliği gerçekleştirmeye çalışıyor. Sömürgelikten yeni kurtulmuş ülkelerde eski sömürgecilere karşı düşmanlık milli hareketin esas itici gücünü teşkil ediyor, eski kudretine kavuşmak isteyen küçük devletlerde ise milli kültür ve tarih şuuru bu gücü veriyor. Bütün bu milliyetçilik hareketlerini bir tek örneğe bakarak toptan red veya kabul etmek elbette yanlış olur.”

Milliyetçiliği Türkiye ile sınırlı tutsa da, Güngör için Türk milleti bu sınırların ötesinde de vardır. Ancak Erol Güngör, Türkiye dışındaki Türkler ile sadece kültürel bir bağ kurmaktadır. Diğer birçok milliyetçinin aksine siyasî bir birlik fikrine çok sıcak bakmamaktadır.

Erol Güngör’e göre her şeyden önce milliyetçilerin temel prensibi: Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüdür. “Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik” adlı Kitabında Güngör şunları ifade etmektedir; “…Ülke ve milletin bölünmezliği prensibi, her türlü mezhep ve bölge ayrılıklarını da reddettiği için bu türlü ayrılıkları siyasi menfaat için basamak yapmak isteyenlerin karşısında milliyetçiler yine birleşecek, birleştirici olacaklardır. Milliyetimizin İslâm dini dışında düşünülemeyeceği fikri yine milliyetçileri birleştiren bir prensiptir. İslâmiyet millî kültürümüz içinde mütalâa edildiği için burada lâiklik prensibine aykırılık diye bir şey zaten bahis konusu olamaz. Milliyetçiler Türk devleti, Türk milleti ve vatanı gibi Türk tarihinin de bölünmez bir bütün olduğunu kabul ederler. Türk Milleti Suriye veya Irak gibi tarihin belli bir anında birdenbire ortaya çıkmamış, çok eski zamanlardan bu yana tabiî olarak teşekkül etmiştir.”

Erol Güngör, Türk milliyetçilerinin yönünü Batı’dan kendi milletine çevirdiğinde millette iki gerçeği gördüğünü belirtmektedir. Bunları ise şöyle özetlemektedir: “…Bir defa İslam dini bizim milliyetçiliğimizin en mühim bir unsuruydu ve onun ihmal edilmesi için hiçbir ciddi sebep de mevcut değildi. Diğer taraftan bizi başka Müslüman cemiyetlerden ayıran pek çok hususiyetlerimiz vardır ki bunlar bizim bir millet halinde teşekkül edişimizden yani Türk olmamızdan ileri geliyordu.”

Netice itibariyle, Erol Güngör’ün milliyetçilik anlayışı hoşgörülü, ılımlı ve diğer milletlere karşı saygılıdır. O, Türk Milletine duyduğu derin sevgisini ilim ciddiyetiyle birleştirebilmis bir sevgi ve ilim adamıdır. Erol güngör, herhangi bir meseleye dışarıdan objektif olarak bakmış, mevzulara hiçbir zaman hissi olarak yaklaşmamış, devamlı meselelerin farklı boyutlarını düşünmüş ve farklı düşünenleri de dikkate almıştır.

Güngör, bir “Kültür Milliyetçisi” idi. Onun milliyetçilik kavramına yaklasımı ideolojik ve doktriner değildi. Türkiye’de Türk Milliyetçiliği fikriyatına ilmî haysiyet kazandıran Erol Güngör’ün bütün çalısmalarında milliyetçiliğin merkeze alındığı görüyoruz. Güngör’de milliyetçilik milli tarih anlayışıyla bütünleşmistir. Öyle ki Güngör, milliyetçiliğin doğuşuyla milli tarihin doğuşunu bir saymaktadır. Milliyetçilik, milli kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı haline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık pazar yeri halinden kurtarmak hareketidir. Binaenaleyh milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet dâvasıdır.

 

Milliyetçilik anlayışının temeline Türk kültürü, Türk tarihi ve İslam dinini koyan Erol Güngör, Türklerin islamiyeti kabul etmesiyle birlikte millet olma şuurunun daha da arttığını belirtmektedir. Türklük şuuru ile İslam inancının birbiriyle iyi bir şekilde kaynaştığını, zira İslam inancına içten ve dıştan yapılan saldırılara karşı hep türk milliyetçilerinin karşı koyduğunu vurgulamaktadır.

 

Erol Güngör, Türk milletinin ileriye gitmesi ve tarih sahnesinde varlığını sürdürmesini ancak kendi tarihine, kültürüne ve inancına sımsıkı bağlanması ve bunu gelecek olan nesillere aktarmasına bağlamaktadır. O, Türk tarihinin bütün evrelerine sahip çıkmakla birlikte, Osmanlıyı “yaratıcı gücümüzün en büyük sembolü” olarak görmüş ve onun “milletimize sonsuz bir ilham kaynağı” olacağına inanmıştır.

 

Milli kültürün devamlılığına büyük önem veren Erol Güngör, Türk milletinin Batılılasma hareketleriyle hüviyet degistirmek yerine kendine dönmesi ve maziden intikal eden kültür mirasına sahip çıkması gerektiğine işaret etmektedir. Güngör, Türk milletinin bir başkasını model almayacak kadar orijinal bir medeniyete sahip olduğuna inanmaktadır.

 

Neticede, Erol Güngör milli kültürü esas alan ve bu esas içerisinde İslam faktörüne ağırlık veren bir milliyetçilik ortaya koymaya çalısmıstır. Güngör’e göre, milliyetçilik “birlik” prensibine dayanmaktadır ve milliyetçiler de bir memlekette birliği kurmak veya ayakta tutmak için uğraşan insanlardır. O, “Milli birliğin fikir temellerini işlemenin ve birlik şuurunu kuvvetlendirmenin, en büyük vazifemiz olması gerektiğini” söylemektedir.

 

Erol Güngör, Türk milliyetçilerinin mukaddes vazifesini şu şekilde izah eder: “Biz Türk kültürünü yeniden kurmak mecburiyetindeyiz. Bu yolda kaybedecek bir saniyemiz bile yoktur. Türk kültüründe açılan yaralar bu memlekette milli birliği bozacak derecede ağır olmuştur. Gittikçe de ağırlaşmaktadır…

Velhasıl, Erol Güngör’ün bundan tam 33 yıl önce yaptığı “kaybedecek bir saniyemiz bile yoktur” şeklindeki uyarısını dikkate aldığımızda, günümüz Türk aydını ve bilhassa Türk gençliğinin ne ağır bir sorumluluk yüklenmiş olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Bu vesileyle, fikirleri ve eserleriyle Türk gençliğine yol gösteren Prof. Dr. Erol Güngör’e Allah’tan rahmet diliyoruz.

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/6611/erol-gungor-un-milliyetcilik-anlayisi.html

 

Share This:

Konferans-Araştırmacı-Yazar Nejat ÇOĞAL, Türk Ocakları Akademik Kurulu’nda Konuştu…

Araştırmacı-Yazar Nejat ÇOĞAL, Türk Ocakları Akademik Kurulu’nun geleneksel konferans etkinliklerinde, “Kıbrıs’ta Çözüm Mümkün mü?” konusunda sohbet etti…

Kıbrıs’ta Çözüm Mümkün mü?

Türk Ocakları Çankaya Şubesi’nin “Cuma Gecesi Sohbetleri” programı kapsamında 18 Şubat 2016 günü saat 19.00’da Genel Merkez binasında gerçekleştirilen “Kıbrıs’ta Çözüm Mümkün mü?” isimli programa Yazar, Nejat Çoğal konuk oldu.

Programa Kıbrıs’ın tarihsel geçmişinden kısaca bahsederek başlayan Sayın Nejat Çoğal, Kıbrıs’ta çözüm mümkün mü? Sorusu kapsamında, özellikle üç sorunun cevabını aramaya çalışacağını, bunların ise:

1- Kıbrıs’ta çözülmeye çalışılan problem nedir?

2- Ada’da taraflar nasıl bir çözüm istemektedir?

3- Elli yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesinin şimdi, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür? Olduğundan bahsederek. Konuşmasına Kıbrıs’ta problemin ne olduğu? Sorusunu cevaplandırarak devam etti.

Çoğal, “Kıbrıs’ta problem; Zürih ve Londra Anlaşmaları ile tesis edilen 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyetinin, 1963 yılında Rumlar tarafından yıkılması ve Kıbrıslı Türklerin bu devlet mekanizmasından tamamen dışlanarak, tedhiş ve katliamlara maruz bırakılmasıdır. Kıbrıs’ta problem, GKRY’nin, uluslararası camia tarafından Ada’nın meşru hükümeti olarak kabul edilmesidir. Kıbrıs’ta problem, Rumların haksız bir şekilde AB üyesi yapılmış olmasıdır. Kıbrıs’ta problem, Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini tanımaması ve Kıbrıs Türk Halkını azınlık olarak görmesidir.” Dedi.

Nejat Çoğal, Kıbrıs’ta tarafların nasıl bir çözüm istediği? Sorusuna ise: “Kıbrıs’ta taraflar, birbirinden tamamen farklı çözümler istemektedirler. Kuşkusuz bu farklılık, tarafların probleme farklı teşhisler koymalarından kaynaklanmaktadır. Türkiye ve Kıbrıs Türk Halkının meseleye bakışı ve çözüm parametreleri oldukça basittir ve BM ile aynı doğrultudadır. Buna göre, Kıbrıs’ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi devam edecektir. Rumların çözüm beklentileri ise tamamen farklıdır. Buna göre Kıbrıs Rum tarafı çözümü, yeni bir ortaklıkta değil, Rumların egemenliğindeki sözde Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında olacaktır. GKRY eski Lideri Hristofyas ‘Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet haline dönüşecek olan Kıbrıs cumhuriyetidir.’ Demiştir. Yine, Eski Rum Liderlerden Papadopulos ise, ‘Ben halkımdan bir devlet teslim aldım. Onu topluma dönüştüremem’ demiştir. Ayrıca, Rumlar’a göre Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlükten kalkacak, Ada’daki Türk Askeri geri çekilecek, onbinlerce yerleşik Türkiye’ye dönecektir.” Diyerek konuşmasına devam etti.

Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm müzakerelerinin başarı şansını azaltan ana sebeplerden bahseden Çoğal, “Görüşmelerin başarı şansını azaltan en önemli faktör, Hristofyas’ın ‘Biz sessiz ve özlü çalışırız.’ Şeklinde özetlediği ikiyüzlü Rum ve Yunan politikalarıdır. Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm görüşmelerinin başarıyla sonuçlanmasını engelleyen bir diğer faktör ise görüşmelerin ‘her konuda anlaşma sağlanmadan, hiçbir konuda anlaşma sağlanmış sayılmayacağı’ prensibiyle yürütülmesidir. Rum tarafı, güvenlik ve garantörlük sisteminin devam etmesini istememekte ve AB’nin garantörlüğünü yeterli görmektedir. Türk tarafı ise Türkiye’nin garantörlüğünü vazgeçilmez kabul etmektedir. Türk tarafı, mülkiyet konusunun takas ve tazminat yöntemiyle toplu olarak çözümünden yanayken, Rum tarafı bu konunun bireysel olarak ve iade yöntemiyle çözülmesinde ısrar etmektedir. Ayrıca, Türk tarafı müzakereleri takvime bağlamayı ve uluslararası toplumun sürece hakemlik yapmasını savunurken, Rum tarafı buna şiddetle karşı çıkmaktadır. Rum ve Yunan tarafı, ‘tek egemenlik’, ‘tek vatandaşlık’ ve ‘tek uluslararası kişilik’ gibi temel kavramlara, tamamen Rum egemenliğini çağrıştıran anlamlar yüklemektedirler. Uluslararası toplum, GKRY’ni meşru Kıbrıs Hükümeti olarak tanımaktadır. Rum tarafı haksız bir şekilde AB üyesi yapılmıştır.” Dedi.

Çoğal, bu olumsuzlukların bir arada değerlendirdiğinde üçüncü soru olan “Elli yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesinin, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür? Cevabını da aslında tahmin etmiş olduğumuzdan yani, Kıbrıs Rum tarafının çözüm parametrelerini değiştirmeyeceği için, Kıbrıs’ta yakın zamanda bir çözümün mümkün olmadığından bahsederek; Şubat 2013 ayında Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan Rum Lider Dimitris Anatasiadis ile müzakere yürüten Nisan 2015 ayında K.K.T.C. Cumhurbaşkanı olan Mustafa Akıncı’ya ise şu hususları:

– Kıbrıs Türk Halkının yakın geçmişte yaşadığı acı olayları,

– Türkiye’nin, Ada’daki kalıcı barış ve huzur ortamının yegane teminatı olduğunu,

– Ana Vatansız bir KKTC’nin var olamayacağını,

– Türkiye’nin Ada üzerindeki garantörlük hak ve yetkisinin, KKTC’deki göçmenler ile Ada’daki Türk Askeri varlığının asla tartışma konusu yapılamayacağını,

– Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs Türklerinin meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulmasının mümkün olmadığını,

– Sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmadığını, olmayacağını,

– Enosis hayalinin çöpe atılmadığını, atılmayacağını,

– Anastasiadis’in bir Klerides’ten veya Hristofyas’tan hiçbir farkının bulunmadığını,

– İhtiyatlı bir iyimserlik içerisinde müzakere yürütülmesi gerektiğini,

Türk Ocakları çatısı altında bir kez daha hatırlatmak gerektiğini söyledi.

Nejat Çoğal, “Nihayet, bilinmelidir ki Kıbrıs meselesi sonsuza dek masada kalamaz. Bu nedenle, makul bir süre içerisinde, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde                   -gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir- mevcut statünün devamını, yani K.K.T.C.’nin uluslararası toplum tarafından tanınmasını sağlamanın en doğru yol olacağını da tüm tarafların dikkatine sunmak isteriz.” Diyerek konuşmasını bitirdi.

Program soru, cevap ve katılımcılara ikramlar ile sona erdi.

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/6247/cankaya-subesinden-kibris-ta-cozum-mumkun-mu-konferansi.html#.VseJscboeU4.facebook

 

 

Share This:

MAKALE – Türk-İslam Ülküsü- buulke.net

Nejat ÇOĞAL’ın, TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ başlıklı makalesi, www.buulke.net ve Türk Ocakları Web Sitesinde yayınlandı…

http://buulke.net/2016/02/16/turk-islam-ulkusu/

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/6228/turk-isl-m-ulkusu.html

Nejat ÇOĞAL

Nejat ÇOĞAL

turkocagi@turkocagi.org.tr

17 Şubat 2016

 Türk-İslâm Ülküsü
17 Şubat 2016
 2015 yılı ne yazık ki, Ülkemizin, iç ve dış kaynaklı çok sayıda bölücü ve yıkıcı saldırılara maruz kaldığı bir yıl olmuştur. Türkiye aleyhinde, birçok “zıt kuvvet” el ele vermiş, Siyonist, kapitalist ve komünist çevreler, Ülkemize karşı rahatlıkla işbirliğine gidebilmişlerdir. Düşmanlarımız,  “dıştan saldırma” imkanı bulamayınca, bu sefer “içten saldırma” metotlarına başvurmuşlardır.

Bu hain saldırılara örnek olarak, kendi topraklarından binlerce km uzakta, Suriye’de bir Rus savaş uçağının, sınırlarımızı ihlâl teşebbüsünde bulunmasını gösterebiliriz. Yine, mesela, içerideki taşeron çetelerin Ülkemizi bölmek için  şehirlerimize hendek kazıp, Devletimize meydan okuma cüretini göstermeleri, içten yapılan saldırıların en son örneğini teşkil etmektedir. Fakat, tüm Dünya da şahit olmuştur ki Büyük Türk Devleti, bir yandan Rus savaş uçağını yere çakmasını, öte yandan da bölücü anarşistleri kendi kazdıkları hendeklere gömmesini bilmiştir. Tüm iç ve dış düşmanlarımızın şunu iyi bilmeleri gerekmektedir: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür, parçalanamaz. Ayrıca, milli sınırlarına ve Devletine uzanan elleri kesmekle kalmaz, o ellere hükmeden kafaları da yok etmesini bilir.

Türk-İslâm kültür ve medeniyetine karşı düşmanlığı bulunan, Milletimizi tarihi bağlarından koparmak isteyen ve Dünya Türklüğünü dağıtmak isteyen bu şer odakları, Ülkemizde hiç yoktan, bölgesel farklılıklara dayalı, siyasi mezhep ve etnik grup temelli, sınıflar ve nesiller arası çatışmalar icat etmekte ve bu vesileyle kitleleri kışkırtmaktadırlar. Kısaca “böl-parçala-yönet” düsturuyla hareket eden bu hain mihraklar, bölgesinin en istikrarlı ve güçlü Ülkesi olan Türkiye’yi, kan gölüne çevirdikleri Ortadoğu bataklığına sürüklemenin gayreti içerisine girmişlerdir.

Ne var ki, binlerce yıllık devlet tecrübesi, kültür ve medeniyet birikimi ile tarihin kaydettiği en dinamik milletlerden bir olan Türkler, “demokrasi ve özgürlük” maskesi arkasına sığınan bu kahpe oyunları bozabilecek yeteneğe sahiptir. İslam’da hürriyet “Allah’tan gayrisine boyun bükmemek” ve “Allah’ın emirlerine ters düşmemek kaydıyla milli örfe itaat etmek” şeklinde karşılık bulur. İşte, Sevgili Peygamberimizin “Cemaatten bir karış ayrılan, İslâm gerdanlığını boynundan çıkarmıştır” hadisine uygun olarak, Türk-İslâm Ülkücüsü ahlâkını kurarken aklını kullanacak, millî ruh ve şuurunu koruyarak, İslâm ahlâkının ve Türk töresinin aydınlığında yürüyecektir.

Hiç bir millet, dininin, dilinin, kültür ve medeniyetinin, devlet ve vatanının parçalanması gayretlerine müsamaha gösteremez. Bayrağının düşürülmesi karşısında sessiz kalamaz. Türk Milletinin dostluğunun da düşmanlığının da muhteşem olduğunu çok iyi bilen dış güçler, bu milletin tarihî yeniden şahlanışına engel olamayacaklardır.

Osmanlı Devleti’nin, üç kıta üzerindeki farklı dinlere mensup kavim ve sınıflar arasında hukuki ve içtimai adaleti sağlayarak bir düzen içinde yaşamalarını gaye edinen “Nizam-ı Âlem” davası başarıyla takip edilmiştir. Yakın gelecekte ise Müslüman-Türk Milletinin “Nizam-ı Âlem Ülküsünün” bir hayal olmadığına, bilakis damarlarında akan kan kadar gerçek olduğuna tüm Dünya şahit olacaktır.

Sevgili Peygamberimizin “Bir elime Güneş’i, bir elime Ay’ı verseniz yine dâvamdan dönmem” diyerek özetlediği ahlak anlayışını benimsemiş olan Türk-İslâm Ülkücülerinin bu mukaddes davadan vazgeçmeleri asla söz konusu olamaz.

Bilinmelidir ki Türkiye Cumhuriyeti, büyük Türk Milletinin tek ve bağımsız kalesi olup, aynı zamanda bütün Dünya Türklüğünün de ümidi durumundadır. Ay-Yıldızlı Al bayrağın dalgalanabildiği tek ülke olan Türkiye’miz, çetin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik problemlerin ardından, Allah’ın izniyle, yeni bir diriliş ve şahlanışın eşiğinde bulunmaktadır. Türk Milleti, 21. Yüzyıla damgasını vuracak, hiç bir güç de buna engel olamayacaktır.

Bir yandan İslâm’ın kılıcı ve kalkanı olarak önemli hizmetler veren Türkler, bir yandan da, tarih boyunca kurdukları imparatorluklarda, egemenlikleri altına aldıkları halklara din ve vicdan özgürlüğü tanıyarak, bunların birlikte, barış içinde yaşamalarını temin etmiş ve evrensel barışa büyük katkılar sağlamışlardır. Binlerce yıllık tarihi boyunca Dünyada adaleti hâkim kılmak arzusuyla hareket eden Türkler, bir nevi bütün insanlığın sorumluluğunu üzerinde taşımıştır.

Hiç şüphesiz, Türk Milleti, tarihî sorumluluğunun farkında olarak “cihan hâkimiyeti mefkuresi” için mücadelesini sürdürecektir. Günümüzde, Dünyanın her yerinde, emperyalist devletlerin ve onların taşeronu olan terör örgütlerinin saldırılarıyla vahşice katledilen binlerce Müslüman’ın dökülen kanlarından beslenen kara ve kızıl emperyalizm canavarına karşı tek direnç noktası Türkiye’dir, Türk-İslâm Ülkücüsüdür. Sevgili Peygamberimizin “Haksızlıklar karşısında susan, dilsiz şeytandır” Hadis-i Şerifi çerçevesinde, Türk-İslâm Ülkücüsü susmayacak, zalimler karşısında Hakk’ı savunmaya devam edecektir.

Günümüzde, Dünya Devletlerinin yaklaşık üçte birini teşkil eden Müslümanlar, kara ve kızıl emperyalizmin kucağında istismar edilmekte ve sömürülmektedir.  Kapitalizmin, komünizmin ve Siyonizm’in pençesinde inleyen Dünya Müslüman-Türkleri için sadece Türkiye’de bir ümit ışığı belirebilir. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, Allah yolunda savaşan ve kınayanların kınamasına aldırmayan, İslâm iman ve ahlâkıyla yoğrulmuş yeni bir ülkücü nesil, tarihimizin bağrından fışkırarak ve her gün biraz daha güçlenerek gelmektedir. Bu nesil, Allah’ın Türk Milletine ve İslâm Âlemine ihsanıdır. Yine bu nesil,Yahya Kemal’in, Kurtuluş Mücadelesinde işaret ettiği kahramanların neslidir;

Şu kopan fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi,

Senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi.

Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın

Galip et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.

Bugün, Milletçe, Türk-İslâm Ülküsü etrafında kenetlenmekten başka çare yoktur. Türk-İslam Ülküsü açısından düşünürsek, mutlak irade Allah’ındır. O dilerse “milli iradeyi”, yine O dilerse “tarihin iradesini” harekete geçirerek milletlerin kaderine yön verir. Yeter ki ülkemiz için çalışalım, millî birlik ve beraberliğimizi koruyalım, inançlı-vatansever nesiller yetiştirelim, gençliğimize sahip çıkalım…

Tasada ve kıvançta birleşmiş, millî tarih ve kültür ile yoğrulmuş, milletçe bütünleşmiş, Sevgili Peygamberimizin buyurduğu gibi “bir yeri ağrıdığı zaman bütün vücudu ile ıstırap duyan” bir organizma olmayı başarmış yeni Türk Gençliğinin, nefsani ihtiraslardan kurtulup Türk-İslâm Ülküsünde fâni olmasının zamanı gelmiştir.

Allah Türk Vatanını ve Türk Milletini korusun. Millî birlik ve beraberliğimizi bozmasın…

 

Share This:

Nejat ÇOĞAL Ocakbaşı Sohbetlerinde Konuştu…

Ocakbaşı Sohbetlerinde Kıbrıs Meselesinin Güncel Durumu Konuşuldu

 Yer
  • Türk Ocakları Galip Erdem Salonu
  • Tarih
    23 Ocak 2016

Türk Ocakları Genel Merkezi’nin her hafta düzenli olarak yaptığı Ocakbaşı Sohbetlerinde bu hafta “Son Gelişmeler Işığında Kıbrıs Meselesi” konu başlığı üzerine araştırmacı yazar Nejat Çoğal bir konuşma gerçekleştirdi. Açılış konuşmasını Türk Ocakları Genel Merkezi Gençlik Kolları Yönetim Kurulu üyesi Hasan Furkan Celil yaptıktan sonra konuşmasını yapmak üzere Nejdet Çoğal’ı kürsüye davet etti.

 

KIBRIS MESELESİ DÜNYANIN EN KARMAŞIK SİYASİ PROBLEMİ

 

Konuşmasına Güneydoğu Anadolu bölgesinde şehit düşen güvenlik güçlerimize rahmet dileyerek başlayan Çoğal, Kıbrıs’ın inişli çıkışlı da olsa milli bir dava olduğunu ifade etti. Dünyada Kıbrıs meselesi kadar uzun süren ve karmaşık olan başka bir siyasi problemin olmadığına değinen Çoğal, son gelişmeleri anlamak için geçmişi iyi bilmek gerektiğinden bahsetti. Özellikle belirttiği üç sorunun cevaplanması gerekliliğinden bahseden Çoğal, bu soruları şöyle sıraladı;

 

1-     Kıbrıs’ta oluşan problemlerin çözümleri nedir?

2-     Taraflar nasıl bir çözüm istiyor?

3-     Yıllardır çözülemeyen sorun birkaç ayda çözülebilecek mi?

 

KIBRIS RUMLARI CUMHURİYETİ GASP ETMİŞTİR

 

Rum kesimini çok sinsice hareket ettiğini söyleyen Çoğal, Adnan Menderes ve Fatin Zorlu’nun çabalarıyla Lozan’da kaybedilen toprakların geri alındığını dile getirdikten sonra Türkiye, İngiltere, Yunanistan arasında anlaşmaların yapıldığını ve ada üzerinde süren sömürü düzeninin bittiğini aktardı. 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin uzun süre ayakta kalamadığından bahseden Çoğal, Rumların, Kıbrıs Anayasası’nın değişmesi teklif edilemeyecek olan maddelerini değiştirme, bürokraside ve sivil toplumda Türkleri bastırma teşebbüsleri ve Türklerin bu teşebbüslere direnmesi üzerine yüz kişiden fazla Türk’ü öldürdüğünü ve birçoklarını göçe mecbur ettiğini nakletti. Ayrıca Çoğal, “Güney ve Kuzey’in ayrılmasının fitilleri burada ateşlendi” dedi.

 

1974 senesinde Yunan cuntasının Kıbrıs’ta bir darbe gerçekleştirdiğini ve yönetimin el değiştiğini ifade eden Çoğal, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin darbe sonucunda Kıbrıs Helen Cumhuriyeti’ne dönüştüğünü aktardı. Makaryaos’un Yunanlılara işgalci demesi üzerine kendisine yöneltilen ‘Kıbrıs’ı sen böldün’ eleştirilerinin var olduğunu belirten Çoğal, işgalci yaftasının bugün Türklere yapıştırıldığını ifade etti.

 

RUMLAR ÇÖZÜM İSTEMİYOR

 

“Uluslararası Antlaşmalar ve haklardan dolayı Türkiye 20 Temmuz’da Kıbrıs Barış Harekâtı’nı başlatmış ve bu harekât sayesinde Kıbrıslı Türkler ancak nefes alabilmiş, barış kalıcı kılınmıştır. Kuruluş Bildirgesi’nin 1983’te Rauf Denktaş tarafından okunmasının ardından kapılar her zaman birleşmeye açık oldu. Fakat Rumlar çözüm önerilerini her fırsatta reddetmiş ve Kıbrıs Meselesi’ni itibarsızlaştırmışlardır. Rumların ve Yunanistan’ın tek amacı Kıbrıs Meselesi’ni Avrupa Birliği’ne taşıyabilmek ve kendi lehlerine karar çıkmasına uğraşmaktır” diyen Çoğal, 2004 Annan Planı ile Kıbrıs Rumlarının çözümü reddetme politikasının açıkça görüldüğünü ifade etti. 2008 yılında Hristofyas ve Talat arasındaki dostluğun adada çok iyi bir hava estirdiğini ve insanların, çözüme çok yaklaşıldığını düşündüğünü aktaran Çoğal, yüzün üzerinde gerçekleşen görüşmelerin ardından bile çözümün sağlanamadığını ve hem Talat’ın hem de Hristofyas’ın ertesi seçimlerde sandığa gömüldüğünü söyledi. Hristofyas’ın ardından seçilen Anastasiadis’in, Talat’ın ardından seçilen Eroğlu ile bir yıl boyunca müzakere masasına dahi oturmamış olduğunu nakleden Çoğal, meselenin Rumlar tarafından çözülmek istenmediğini tekrar net bir şekilde ortaya koydu.

 

ÇÖZÜMÜN ÖNÜNDEKİ ENGELLER

 

Taraflar arasında “Her konuda anlaşma sağlanmadan hiçbir konuda anlaşma sağlanamaz” prensibinin herhangi bir anlaşmaya müsaade etmediğini söyleyen Çoğal, tarafların çözüm beklentilerinin tamamen farklı olduğunu, Rumların Türkiye Cumhuriyeti’ni denklem içerisinde görmek istemediğini ve uluslararası anlaşmalara aykırı olmasına rağmen Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Avrupa Birliği’ne alınmasının ve Rumların tek meşru taraf olarak gösterilmesinin çözümün önündeki en büyük engel olduğunu ifade etti. “Rumların mülkiyet meselesi, güvenlik ve garantörlük konuları ve uluslararası hakem tanımama meselesi çözümün önündeki diğer büyük engellerdir” diye ekledi.

 

“Bugün, Akıncı ve Anastasiadis arasındaki görüşmeler kapalı kapılar ardında gerçekleşmektedir” diyen Çoğal, KKTC hükümetine dikkatli olmasını önerdi. Çoğal, Rauf Denktaş’ın Kıbrıs şehitliğinde söylediği şu sözlerle konuşmasına son verdi: “…Anadolu dağlarına bakarak ağlayacağız, şehitlerimizi yine gizli gizli gömeceğiz. Kaçacak yer arayacağız, Ama bulamayacağız.”  Ardından soru-cevap kısmına geçildi ve program sona erdi.

 

Haber: Hilal Süyümbike Maraş, Hasan Güler

http://turkocaklari.org.tr/faaliyetdetay/225/ocakbasi-sohbetlerinde-kibris-meselesinin-guncel-durumu-konusuldu.html

 

Share This:

Ocakbaşı Sohbetleri- Araştırmacı-Yazar Nejat ÇOĞAL, Türk Ocakları Genel Merkezi’nde, Ocakbaşı Sohbetlerinde…

Araştırmacı-Yazar Nejat ÇOĞAL, 23 Ocak 2016 tarihinde, Türk Ocakları Genel Merkezi’nde, Ocakbaşı Sohbetlerinde, “Son Gelişmeler Işığında Kıbrıs Meselesi” konulu bir konferans verecektir…

Share This:

Yaş Günü

Kıymetli Çalışma arkadaşlarım bugün bana hoş bir sürpriz yaptılar. Beni ziyadesiyle mutlu eden bu anlamlı sürpriz karşısında ne söyleyeceğimi bilemedim. İyi ki sizlerle çalışıyorum. Hepinize teşekkür ediyorum. Sağolun, varolun…

Share This:

Nejat ÇOĞAL, MASAK’ın Düzenlediği Çalıştay’a Katıldı…

Share This:

Gümrük Muhafaza Derneği Ziyareti

Gümrük Muhafaza Personeli Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Muhammet Altunalan , Başkan Yardımcısı Semra Çelebi Yazar ile Yönetim Kurulu Üyeleri ziyaretimize gelmişlerdir. Ziyarette, Gümrük Muhafaza Teşkilatının sorunları ve çözüm önerileri üzerinde karşılıklı istişarelerde bulunulmuştur…

Share This:

Kıbrıs’ta Çözüm Mümkün Mü?

Kıbrıs’ta Çözüm Mümkün mü?

 

Nejat ÇOĞAL

 

Son günlerde Kıbrıs’ta ilginç gelişmeler olmaktadır. Mesela, Kıbrıs Türk tarafında “Aylar içerisinde çözüme ulaşabiliriz” söylemi sıkça dillendirilmeye başlandı. Ya da, Kıbrıs Rum tarafında 1/4 nüfus oranından bahsedilmekte. Neymiş, Ada’da her 4 Rum’a karşılık 1 Türk olacakmış!.. Üstüne üstlük, geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen Türkiye-AB Zirvesi’yle birlikte Türkiye-AB ilişkilerinde yeni ve dinamik bir sürecin başlatılmış olması, Kıbrıslı Rumları cesaretlendirmiş bulunmaktadır. Bilindiği gibi Türkiye-AB katılım müzakere süreci Kıbrıs nedeniyle adeta durma noktasına gelmişti. İşte Rum/Yunan tarafı, ilişkilerdeki bu yeni sürecin istismar edilmesine yönelik şantajlarını yeniden gündeme getirmenin hesabını yapmaktadır.

 

Esasen, uluslararası anlaşmalara ve AB’nin temel prensiplerine aykırı bir şekilde GKRY’nin 2004 yılında tam üye yapılmasıyla çıkmaza giren Türkiye-AB müzakere sürecinin, bugün yeni bir ivme kazanması için büyük çaba sarf edilmektedir. Son pişmanlık fayda etmez misali, Angela Merkel’in bu konudaki pişmanlığının da bugün Türkiye-AB ilişkilerine hiçbir faydası bulunmamaktadır. Siz haksız bir şekilde Güney Kıbrıs’ı tam üye yapıp, ardından da Türkiye ile katılım müzakereleri başlatacaksınız, sonra da Türkiye’nin AB katılım sürecini “Kıbrıs Şartına” bağlayacaksınız. Türkiye ile aynı tarihte müzakerelere başlayan Hırvatistan’ı apar topar tam üye yapacaksınız, Türkiye’ye ise “ucu açık süreç” diyeceksiniz. Maalesef, Brüksel’in bu çifte standartlı yaklaşımı ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır.

 

Siz, bir yandan, Türkiye sözde “Kıbrıs Cumhuriyetini” tanımıyor diye 8 müzakere başlığını askıya alıp, açılmış olanları da kapatmayacağım diyeceksiniz. Bundan cesaretlenen GKRY de 6 müzakere başlığını tek taraflı olarak veto edeceğini ilan edecek. Sonra da çıkıp Türkiye’yi “Ya AB, Ya Kıbrıs” dayatmasıyla karşı karşıya bırakacaksınız. Türkiye’nin bu kirli oyunu bozabilecek ve klasik Rum/Yunan şantajını bertaraf edebilecek güce ve tecrübeye sahip bir ülke olduğunu özellikle Avrupalı siyasetçilerin bilmesini isteriz.

 

Geldiğimiz noktada ise Brüksel, kendi hatasını Türkiye’ye mal etmeye çalışmaktadır. Yani, “Artık Güney Kıbrıs Rum Kesimi AB üyesidir ve siz onu resmen ve fiilen tanımak zorundasınız. Kıbrıs’ta Rumlar lehine bir çözüme evet diyeceksiniz…” demektedir. Peki, bunun adı nedir? Bunun adı “sessiz, özlü ve sinsi Rum politikasıdır“. Son 25 yılda Rum/Yunan tarafının adım adım işlettiği, Kıbrıs meselesinin AB üzerinden çözülmesi senaryosudur. 1995 Türkiye-AB Gümrük Birliği Anlaşması, 1999 Helsinki Zirvesi, 2002 Kopenhag Zirvesi, 2004 Annan Planı Referandumu ve bir hafta sonra Rumların tek taraflı olarak AB üyesi yapılması, 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye-AB Müzakere sürecinin başlatılması, 2006 Aralık Brüksel Zirvesi sonuçları, 2009 Aralık’ta GKRY’nin 6 faslı veto edeceğini açıklaması, Fransa’nın 5 faslı veto etmesi, hepsi bu hain senaryonun mihenk taşları olarak tarihe geçmiştir.

 

Türkiye-AB katılım müzakereleri 10 yıldan fazladır devam ediyor. 35 fasıldan, bugün itibariyle sadece 15 tanesi açılmış (Bu makalenin kaleme alındığı gün itibariyle 17. fasıl olan Ekonomik ve Parasal Politikalar Faslı da müzakerelere açılmış olacağından, açılan başlık sayısı 15 olacaktır) ve bunlardan da sadece bir tanesinin geçici kapatılması yapılmıştır. Geriye kalanlardan 18’i de Kıbrıs ve Fransa vetosuna takılmaktadır. Bu şekilde müzakereler nasıl yürüyecektir? Diyelim ki Kıbrıs’ta AB’nin istediği çözüme ulaşıldı. Yine de Türkiye’nin önü açılacak mıdır? Cevabını hemen verelim, kocaman bir “HAYIR”.

 

Öte yandan, Kuzey Kıbrıs’ta Mustafa Akıncı’nın KKTC Cumhurbaşkanı seçilmesiyle, özellikle Rum tarafında olumlu bir hava esmişti. Bu olumlu hava halen de devam etmektedir. Neymiş, “Kıbrıs’ta değil yıllar, aylar içinde bir çözüme ulaşılabilirmiş“. Neymiş efendim, “Kıbrıs’ta Türkiye’nin garantörlüğüne gerek yokmuş. AB’nin garantörlüğü yetermiş! Garantörlük tabu değilmiş!”

 

Peki, KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı kiminle müzakere yürütmektedir? Söyleyelim: Göreve gelir gelmez “Türkiye doğalgaza karışmasın, kapalı Maraş’ı bize iade etsin, o zaman AB’deki vetomuzu kaldırmayı düşünürüz…” diyen, KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile müzakere masasında kavga edip, “Bugüne kadar kabul edilenler beni ilgilendirmez, sadece benim kabul edeceğim konular görüşülmeli, benim istediğim olacak!..” diye dayatan, “Kıbrıs’ta Çözüm, yeni bir ortaklıkta değil, Rumların kontrolündeki sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ altında olacak” iddiasında bulunan ve nihayet Türkiye’nin Ada üzerindeki garantörlüğüne kesinlikle kaşı çıkan klasik bir Rum Siyasetçisi olan Nicos Anastasiades.

 

1968 yılından bu yana Ada’daki iki toplum arasında görüşmeler devam etmektedir. 1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeleri“, 1992 yılında Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi“, 2004 Annan Planı, 2008 yılında 21 Mart Süreci 47 yıldır devam eden görüşmelerin öne çıkan çözüm planlarıdır. Ne yazık ki bu çabaların hiçbirisi uygulamaya girememiştir. Peki neden? Sebebi çok basit. Gelin Rumların ağzından öğrenelim sebebini: “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan, laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık“(Glafkos Klerides).  “Biz sessiz ve özlü çalışırız” (Dimitris Hristofyas).

 

Bu anlamda, Anastasiadis’in bir Klerides’ten ya da bir Hristofyas’tan farkı yoktur. 47 yıldır adı geçen Rum Liderlerle bir çözüme ulaşılamamışken şimdi ne değişmiştir de, aylar içinde adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşma ümidi belirmiştir? KKTC Lideri Akıncı, klasik Rum/ Yunan siyasetinden haberdar değil midir? Kuşkusuz Rumları bizlerden çok daha iyi tanımaktadır. Kıbrıslı Türklerin geçmişte yaşadıkları acı olayların da bizzat şahididir.

 

Kıbrıslı Türklerin 1963, 1964, 1967 ve 1974 yıllarında uğradığı katliamlar, Kıbrıs Türk Halkının kolektif hafızasına adeta kazınmış bulunmaktadır. Benzer olayların tekrarlanmamasını kim garanti edebilir? AB mi? Yoksa, Türkiye’nin sınırlarını ihlal ederek Bayır Bucak Türkmenlerinin üzerine bomba yağdıran Rus uçaklarına havalimanlarını açan Rumlar mı? Elbette Hayır. Kıbrıslı Türk soydaşlarımızın güvenliğinin yegâne garantörü Anavatan Türkiye’dir. Ada’da 41 yıldır barış ve huzurun güvencesi olan Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’dir. Gerçekler bu kadar ortada iken, Rumlardan veya Brüksel’den medet ummak tabiri caizse abesle iştigaldir.

 

Kuşkusuz Türkiye’nin AB Katılım müzakere sürecinin önünün açılması ve Türkiye’nin Avrupa perspektifinin netlik kazanması önemlidir. Ne var ki bunun için Türk Milleti ne Kıbrıs’tan vazgeçer ne de Brüksel’in çifte standartlı yaklaşımlarına boyun eğer. AB Siyasetçileri artık Türkiye’ye karşı samimi olmak ve oyalama taktiklerinden vazgeçmek zorundadır. AB tarihinde görülmemiş şekilde Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklık“, “serbest dolaşımsız üyelik” gibi ne olduğu belirsiz alternatifler sunmak ise Türkiye’den çok AB’ye zarar verecektir.

 

Netice itibariyle, kritik sorularımızı soralım: Suriye’de Türkmenlere hayatı zindan eden Rus savaş uçaklarına askeri üslerini açan, Doğu Akdeniz’deki doğalgaz kaynaklarını İsrail ile paylaşma planları yapan, Türkiye’nin AB tam üyelik sürecini engelleyen, Kıbrıs Türk Halkının eşit egemenliğini tanımayan Rumlarla çözüme ulaşılması mümkün müdür? Velev ki bir çözüm oldu, Türkiye’nin AB sürecinin önündeki engeller kalkacak mıdır? Peki, Türkiye’nin Garanti ve İttifak Anlaşmalarından kaynaklanan hak ve yükümlülüklerini kabul etmeyen, Kıbrıs Türk Halkının siyasi eşitliğini tanımayan bir çözüm, çözüm müdür? Türkiye’nin tam üye olmadığı bir AB’de Kıbrıslı Türklerin onurlu bir yaşam sürmeleri mümkün müdür? Hepsinin tek bir cevabı vardır: “HAYIR”.

 

Bu dört soruya sadece Rum tarafı “EVET” diyebilir. Kıbrıs Türk tarafında, bu sorulara “Evet” diyebilecek birisi var mıdır bilinmez. Eğer varsa, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün ne anlama geldiğini anlamamış demektir. Bu noktada, her zaman yaptığımız uyarıyı bir kez daha hatırlatmak isteriz: Türkiye, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmeli, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemelidir. KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ise, Kıbrıs Türk Halkının yakın geçmişte yaşadığı acı olayları, Türkiye’nin, Ada’daki kalıcı barış ve huzur ortamının yegâne teminatı olduğunu, Türkiye’nin Ada üzerindeki garantörlük hak ve yetkisinin, KKTC’deki göçmenler ile Ada’daki Türk Askeri varlığının asla tartışma konusu yapılamayacağını, sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmadığını, olmayacağını, Enosis hayalinin çöpe atılmadığını, atılmayacağını, Anastasiadis’in bir Klerides’ten veya Hristofyas’tan hiçbir farkının bulunmadığını unutmadan, ihtiyatlı bir iyimserlik içerisinde müzakere yürütmelidir. Allah, Kıbrıslı Türkler ve Suriyeli Türkmenler başta olma üzere, dünyanın her yerindeki Soydaşlarımızın yâr ve yardımcısı olsun. Onları zalimlerin eline terk etmesin…

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/5973/kibris-ta-cozum-mumkun-mu.html

 

Share This:

Nejat ÇOĞAL Romanya Milli Günü Resepsiyonuna Katıldı…

Nejat ÇOĞAL ve Hanımefendi, Ankara HiltonSa da düzenlenen Romanya Milli Günü (National Day) Resepsiyonuna, Romanya’nın Ankara Büyükelçisi Sayın Radu ONOFREI’nin davetlisi olarak katılım sağladılar…Bu vesileyle, Sayın Büyükelçi nezdinde Romanya Halkının Milli Gününü tebrik ediyoruz…

Share This: