KIBRIS’TA MEMORANDUM KRİZİ

 

Esasen, en azından Haziran sonunda yapılacak Talat-Hristofyas görüşmesine kadar, Kıbrıs ile ilgili yeni bir yazı yazmayı düşünmüyorduk. Fakat, Londra’da, İngiltere Başbakanı Gordon Brown ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas’ın, 21 Mart ve 23 Mayıs görüşmeleri çerçevesinde gelişen uzlaşma sürecini adeta hiçe sayan bir memoranduma, sürpriz bir şekilde imza atmış olmaları, bizi, bu yazıyı yazmaya zorlamış bulunmaktadır. Rum Lider Hristofyas, İngiltere’nin Kıbrıslı Rumlara, “K.K.T.C.yi tanımayacağı ve Ada’da bölünmeye ya da ayrı bir siyasi oluşumun gelişmesine destek vermeyeceği’ne dair söz verdiği” bu mutabakat muhtırasını imzalamakla, maalesef ciddi bir güvenirlik sorununun ortaya çıkmasına sebebiyet vermiş bulunmaktadır.

Kıbrıs’ta tarafların eşitliği ilkesine aykırı bir şekilde kaleme alınan ve halen devam eden uzlaşma sürecine ciddi hasarlar verebilecek unsurları bünyesinde ihtiva eden söz konusu memorandum, gerek Türkiye ve gerekse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tarafından sert tepkiyle karşılanmıştır.

İlk açıklamayı yapan K.K.T.C. Cumhurbaşkanlığı, söz konusu memorandumu sert bir şekilde eleştirmiş ve “Kuzey Kıbrıs`ta hiçbir geçerliliğe veya etkiye sahip değildir” denilmiştir. Açıklamada ayrıca, “Kıbrıs Rum tarafının, son zamanlardaki çabaları ile, Kıbrıs sorununun çözümünü başka yerde aradığını göstermiş olduğu, ne yazık ki, İngiltere’nin de, Kıbrıs Rum tarafı ile bozulan ilişkilerini düzeltmek uğruna, Kıbrıs Rum tarafının bu çabasına destek verdiği; Kıbrıs sorununa taraflardan birinin bulunmadığı bir ortamda şekil verme çabasına alet olduğu” ifadelerine yer verilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı da, İngiltere ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (G.K.R.Y.) arasında ortak mutabakat muhtırası imzalanmasına tepki göstermiş, yapılan açıklamada özellikle, Kıbrıs’ta iki liderin görüşme süreci içinde bulundukları bir dönemde imzalanan Mutabakat Muhtırasının yapıcılıktan uzak unsurlar içerdiği belirtilerek, Kıbrıs sorununa kalıcı ve adil bir çözüm bulunması çabalarına gölge düşürüldüğü vurgulanmıştır. Açıklamada ayrıca, “Söz konusu mutabakatın Rum tarafı lehine seçici bir anlayışla iktibas edilmesi ve yeni unsurlar eklenmesi, görüşme sürecinin desteklendiği beyanlarıyla çelişmektedir.” ifadesi kullanılmıştır.

Görüldüğü üzere, Kıbrıs Türk ve Rum Toplumu liderlerinin yeni bir uzlaşma sürecini devam ettirdikleri bir sırada, İngiltere’yi haksız bir şekilde sürecin içine dâhil etme girişimleri, Rumların samimiyeti konusundaki kuşkuları daha da artırmış bulunmaktadır.

Daha önceki yazılarımızda, 21 Mart görüşmesinin, her ne kadar büyük umutlara yol açan yeni bir barış döneminin başlayacağına dair bir hava estirmiş olsa da, Talat-Hristofyas dostluğunun tek başına bu sürecin garantisi olamayacağını söylemiştik. Aradan geçen zaman içerisinde, liderlerin karşılıklı birbirlerini suçlamaya varan tutumları bizleri umutsuzluğa sevk etmiş ve fakat 23 Mayıs liderler görüşmesi ile umutlar tekrar yeşermişti. Hatta Hristofyas, 23 Mayıs görüşmesinde, uzlaşma adına bir adım ileri giderek iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe dayalı iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devletini kabul ettiğine dair mesajlar vermişti. Ne var ki, çok geçmeden, 5 Haziran 2008 tarihinde, Kıbrıs’ın garantör devletlerinden birisi olan İngiltere’nin Başbakanı Gordon Brown ile G.K.R.Y. Lideri Dimitris Hristofyas’ın imzaladığı memorandum ile süreç, büyük bir hasar görmüş gibi gözükmektedir.

Peki, nedir bu Türkiye ve K.K.T.C.nin sert tepkilerine yol açan İngiliz-Rum Memorandumu?

İkili ilişkileri geliştirmeye yönelik olarak, İngiliz ve Rum Liderler tarafından Londra’da imzalanan mutabakat muhtırasına göre, garantör devlet olan İngiltere, “K.K.T.C.yi tanımayacağı, Ada’da bölünmeye ya da ayrı bir siyasi oluşumun gelişmesine destek vermeyeceği, Kıbrıs’ta ayrı bir devlet ve siyasi otoriteyi kabul etmeyeceğine” dair Kıbrıslı Rumlara söz vermektedir.  Ayrıca, memorandumda, İngiltere’nin, BM’nin Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin mevcut 541 ve 550 sayılı kararlarının arkasında olduğu hususu da belirtilmiştir. Şüphesiz, burada kastedilen ayrı bir devlet veya siyasi oluşum Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olmaktadır. Esasen Kıbrıs Rum Yönetimi ile İngiltere, Kıbrıs’ta, Kıbrıs Rum Yönetiminden gayrı bir devlet veya siyasi oluşum istemediklerini söylemeye çalışmaktadırlar.

Görüldüğü üzere Hristofyas, bu son tutumuyla aslında iki ayrı noktada çelişkiye düşmektedir. Birincisi, bir yandan Kıbrıs meselesinin ancak Ada’da yaşayan Kıbrıs Türk ve Rum Toplumlarının kendi aralarında, kendi hür iradeleri ile yapacakları görüşmelerle bir çözüme kavuşabileceği iddiasıyla özellikle Türkiye’yi sürecin dışında bırakmaya çabalarken, bir yandan İngiltere’yi, kendi tarafına çekme amacına yönelik olarak, sürecin bir parçası haline getirmeye gayret göstermesidir. Hristofyas’ın içine düştüğü İkinci çelişki ise, Başkan seçilmesiyle birlikte, kendi insiyatifi ile başlayan yeni uzlaşma sürecinin temel kriteri olan, “tarafların eşitliği” prensibine tamamen aykırı bir tutum sergilemeye başlamış olmasıdır.

Hatırlayalım; 23 Mayıs’ta, K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile G.K.R.Y. Lideri Dimitris Hristofyas arasında yapılan görüşmede Hristofyas, Bu konuda, Kıbrıs Birleşik Federal Cumhuriyeti (United Federal Republic of Cyprus) olması yönünde ortak bir pozisyonumuz var” demek suretiyle, iki toplumlu, iki bölgeli, Türk ve Rum Kurucu Devletlerinin oluşturacağı Federal bir Ortaklık Devletinin kurulması konusunda bir mutabakata varıldığı mesajını vermişti. Ancak, İngiltere Başbakanı ile yaptığı ikili anlaşmada, yeni bir devlet veya siyasi oluşuma karşı olduklarını belirtmek suretiyle, gerçekte, çözümden kastettiği şeyin, iki toplumun siyasi eşitliği değil, “Kıbrıs Cumhuriyeti” tezi çerçevesinde, G.K.R.Y. egemenliğinde bir Kıbrıs olduğu anlaşılmış bulunmaktadır. Bu noktada, Papadopulos ve ekibinin Hristofyas üzerindeki baskısının etkili olduğunu da söylememiz mümkündür.

Ancak, daha önce, aynı İngiltere Başbakanının, Türkiye Başbakanı ile izolasyonların kaldırılmasına ve Annan planına atıf yapan bir deklarasyon imzaladığını da Hristofyas’ın hatırlamasında yarar bulunmaktadır. Ekim 2007 tarihinde Başbakan Recep Tayip Erdoğan ile İngiltere Başbakanı Gordon Brown tarafından imzalanan stratejik işbirliği belgesi, “K.K.T.C.nin düzeyini yükselttiği” gerekçesiyle Kıbrıslı Rumlar tarafından büyük tepki görmüştü. Hatta, bu memoranduma karşı, Kıbrıs Rum Kesiminden bir üst düzey yetkilinin “İngilizlerin bu hareketinden sonra Londra’yla aramızda bir cephe açıldığını düşünüyoruz. Bu gelişmeler altında İngiliz Üsleri konusuna yeniden bakmaya mecburuz. İngiltere’yle ilişkilerimizde mütekabiliyet olup olmadığını denetlemeliyiz. Önümüzdeki günlerde hükümet bu yönde bir düzeltme yapacak.” şeklinde tepki verdiği de bilinmektedir.

Ancak, her ne kadar biz şimdi hatırlatıyor olsak da, Hristofyas’ın aslında bu anlaşmayı hiç unutmadığı ortaya çıkmaktadır. Zira, aradan çok fazla bir zaman geçmeden Kıbrıslı Rumlar rövanşı almış ve tabii ki İngiltere de, Rumlarla ilişkilerini düzeltmiş ve kendince Ada’daki üslerini garantilemiş gibi gözükmektedir.
Netice itibariyle, 5 Haziran 2008 tarihinde, İngiltere Başbakanı ile G.K.R.Y. Lideri arasında imzalanan memorandum, bize açıkça şunu göstermektedir ki, Türk Kamuoyu, Hristofyas’ın Ada’da bir çözüm isteyip istemediği konusunda şüphe duymakta ziyadesiyle haklıdır. Hristofyas, Kıbrıs Türk ve Rum Toplumlarının siyasi eşitliğine ve Ada’da Rumların dışında bir devlete ve siyasi oluşuma karşı olduğunu ortaya koymak suretiyle, 21 Mart ve 23 Mayıs mutabakatlarıyla çelişir bir tutum içine girmiş bulunmaktadır. Rum Liderin bu son girişimi, Ada’da adil ve kalıcı bir çözüm bulma arayışlarına gölge düşürdüğü gibi, bir güvenirlik sorununu da beraberinde getirmiştir. Bu şartlar altında, Haziran sonunda, kapsamlı barış görüşmelerine nasıl başlanabileceği de merak konusudur.

Öte yandan, yeni uzlaşma sürecini desteklediğini açıklayan İngiltere’nin, Kıbrıs Türk Toplumunu dışlayarak, bütün Kıbrıs adına sadece Rum Kesimini muhatap alması ise süreci baltalayacak derecede tutarsız bir davranıştır ve Türk Milleti tarafından mutlaka değerlendirilecektir kanaatindeyiz.

Bir yandan Doğu Akdeniz’de Fransa ve Yunanistan ile bir ortak askeri tatbikat düzenleyip, diğer yandan Londra’da güya bütün Kıbrıs adına bir muhtıraya imza atan Hristofyas, bu şekilde Kıbrıs Türk Toplumunu köşeye sıkıştırabileceğini düşünmektedir. Görünürde, Kıbrıs meselesinin, iki toplum liderinin kendi aralarında yapacakları görüşmelerle çözülmesi gerektiği imajını veren Hristofyas’ın, gerçekte çözümü başka mecralara sürüklemeye çalıştığını görmekteyiz. Eğer, Rumlar, Türkiye’nin, AB üyeliği uğruna Kıbrıs’ta taviz vereceği veya dayatmalara boyun eğeceği hayaline kapılmışlarsa, hüsrana uğramaları kaçınılmaz olacaktır.

Yaşanan bu gelişmeler, Türkiye’nin garantörlüğünün asla tartışma konusu olamayacağı, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtıyla birlikte Ada’ya kalıcı huzur ve barışı getiren Türk askeri varlığının ise Kıbrıs Türk Toplumunun yegâne güvencesi olduğu ve Türkiye’nin bu misyonunu devam ettirme kararlılığından asla vazgeçmeyeceği gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermiş bulunmaktadır. Elbette, İngilizlerle tek taraflı olarak imzalanan bu mutabakat muhtırasının, Türk Toplumu için hiçbir değeri ve etkisi olmayacaktır. Hristofyas görmek istemese de, Ada’da var olan K.K.T.C., Kıbrıs Türklerinin bağımsız Devleti ve siyasi bir oluşumudur. Ve ayrıca bilinmelidir ki, Kıbrıs, Türkiye’nin millî davasıdır. Bu nedenle, Ada’da, ya Kıbrıs Türk Toplumunun siyasi eşitliğine dayalı adil ve kalıcı bir çözüm ivedilikle sağlanacaktır ya da bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilelebet yaşatılacaktır.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=284

Share This:

AB’DE İRLANDA BUNALIMI

Avrupa Birliği, bir yandan 2005 yılında Fransa ve Hollanda seçmeni tarafından reddedilen AB Anayasasının yol açtığı şoku atlatmaya çalışırken, bu defa büyük umutlar bağladığı Lizbon Anlaşmasının (Reform Anlaşması) İrlanda halkı tarafından reddedilmesi üzerine yeni bir bunalımın içine doğru sürüklenmektedir. AB Anayasasının kısa bir versiyonu olan ve AB’nin geleceğini şekillendirmesi bakımından son derece önemli sayılan Lizbon Anlaşması, 13 Haziran 2008 tarihinde yapılan referandum ile İrlanda seçmeninin %53.4 “Hayır” oyu ile reddedilerek, yeni bir krizin kapıları aralanmış bulunmaktadır. Böylece, yaklaşık 600 bin İrlanda seçmeninin, yaklaşık 500 milyon Avrupalının geleceğini abluka altına almış gibi bir durum ortaya çıkmış bulunmaktadır.

2001 yılında yapılan referandum ile Nice Anlaşmasına hayır diyerek krize yol açan İrlanda, bu defa,  bugüne kadar 18 AB üyesinin onay sürecini tamamlamış bulunduğu Reform Anlaşmasını reddetmek suretiyle, AB’nin geleceğini şekillendirme çabalarına ağır bir darbe indirmiş oldu. 27 Üye ülke içinde sadece İrlanda’nın referanduma sunduğu Anlaşma, herhangi bir üyenin onaylamaması halinde yürürlüğe giremiyor. Her ne kadar, İrlanda seçmeninden gelen “hayır” oyu, diğer ülkelerin Anlaşmayı onaylamalarına engel teşkil etmese de, AB’yi sancılı bir dönemin içine doğru sürüklediğini söylememiz mümkündür. Zira, AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso başta olmak üzere, bazı üye ülke liderleri, “Hayır” la sonuçlanan referanduma ilk tepkilerini, “geri kalan üye ülkelerin onay sürecini devam ettirmeleri” çağrısında bulunmak suretiyle göstermişlerdir.

AB Anayasasının 2005 yılında Fransa ve Hollanda seçmeni tarafından reddedilmesi üzerine, bu defa, İrlanda hariç diğer bütün üye ülkeler, Lizbon Anlaşmasını halkoyuna götürmek yerine, parlamentolarında onaylama yolunu seçmişlerdi. Çünkü geçmiş tecrübeler, yeni AB projelerinin halktan yeterli desteği göremediğini ortaya koymuştu. Lakin bu defa, İrlanda Hükümeti Anayasası gereği olarak halkoyuna gitmiş ve belki de Reform Anlaşmasını halka iyi tanıtamayarak, bu olumsuz sonuca katkı sağlamış gibi görünmektedir. 1973 yılında AB’ye üye olan 4 milyon nüfuslu İrlanda, günümüzde 40.000 Doların üzerinde kişi başına geliri ile, bir yandan AB’nin kaynaklarından en çok yararlanan ülke konumunda iken, diğer yandan, AB içerisinde en çok krize yol açan ülke statüsünü de devam ettirmektedir.

AB’nin kurumsal yapısında önemli değişiklikler öngören ve küresel sorunlarla mücadelede daha etkili bir şekilde temsil edilebilmesine imkân verecek olan Lizbon Anlaşması’nın, 2008 yılı sonuna kadar tüm üye ülkelerce onaylanmasını müteakip, 1 Ocak 2009 tarihi itibariyle yürürlüğe girmesi beklenmekteydi. Anlaşma, halen uygulanmakta olan 6 aylık dönem başkanlığı yerine, 2,5 yıllığına seçilecek ve yılda 4 defa toplanacak olan Konseye başkanlık edecek bir “AB Başkanı” uygulamasını getirmekte, aynı zamanda komisyon başkan yardımcılığı görevini de yürütecek bir“Dışişleri ve Güvenlik Politikası Birlik Yüksek Temsilcisi” görevlendirilmesi suretiyle, dış politikada tek sesliliğin sağlanmasını hedeflemekteydi. Öte yandan, Türkiye’nin, üye olabilmesi halinde, 71 milyonluk nüfusuyla, çifte çoğunluk sistemine dayanan karar alma sürecinde, kritik bir konum elde etmesi mümkün olabilecekti.

Peki, AB cephesinde bundan sonra neler olabilir?

Öncelikle, İrlanda’nın kapılarını araladığı yeni kriz, ilk olarak 19-20 Haziran’da Brüksel’de yapılacak AB liderler Zirvesinde değerlendirmeye alınacak ve AB’nin yeni bir bunalım ortamına girmesini önleyecek çözüm yolları üretilmeye çalışılacaktır. Şüphesiz, henüz Lizbon Anlaşmasının onay sürecini tamamlamayan ülkelerin, ivedilikle onay prosedürünü tamamlamaları istenecektir. Bu meyanda, kalan 8 ülkenin, hızla onay sürecini tamamlamaları beklenmektedir. Nitekim, Avrupa Parlamentosu (AP) Başkanı Hans Gert Pöttering de AB’nin daha önce de benzer krizler yaşadığını hatırlatarak, “2009 Avrupa seçimleri öncesinde bir çözüm bulunabileceğini umuyorum” diyerek, çözüme dair umutlu olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır.

AB’nin, bu kriz karşısında bir B planı olup olmadığı ise bilinmemektedir. Kaldı ki, Reform Anlaşmasının kendisi bizatihi, 2005 yılında benzer şekilde reddedilen AB Anayasasının yol açtığı bunalımın B planı olarak vücuda getirilmişti. Her ne kadar, İrlanda, Anlaşmanın yeniden müzakere edilerek birtakım düzeltmeler yapılmasını istese de, bu öneri AB otoriteleri tarafından pek kabul görmemektedir. Bu durumda, 2002 yılında Nice Anlaşmasının onay sürecinde yaşandığı gibi, ikinci bir referanduma gidilmesi ihtimali yüksek gibi görünmektedir. Ancak, İrlanda seçmeninin bu defa da Referandumda ”hayır”  oyu kullanma ihtimali, herhalde AB’lilerin hiç de yabana atamayacakları bir vakıa olarak karşılarında durmaktadır.

Eğer, 26 üye ülke, onay sürecini 2009 yılından önce tamamlamaları halinde, İrlanda üzerinde ciddi bir baskı uygulanarak, Anlaşmayı kabule zorlanabilir veya İrlanda’nın yer almadığı bir platformda Lizbon Anlaşması uygulamaya geçirilebilir.

Öte yandan, AB’nin geleceğe dönük büyük umutlar bağladığı değişim projelerinin, son yıllarda ve farklı üye ülke seçmenleri tarafından reddedilmesi, halka rağmen, sadece hükümet veya parlamento onayları ile yola devam edilemeyeceği ve Avrupa Kamuoyunun, AB’nin geleceğe dönük planları konusunda ciddi şüphelerinin bulunduğu gerçeğini de gözler önüne sermiştir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, halkın iradesine dayanan, demokratik karar alma yöntemleri ekseninde yeni bir meşruluk tartışmasının gündeme geleceğini söylememiz mümkündür.

AB için öngörülebilecek en kötü senaryo ise, Lizbon anlaşmasının tümü ile rafa kaldırılmak zorunda kalınmasıdır. Bu durumda AB, 2005 yılındaki Anayasa krizinin yol açtığı bunalımdan belki de daha ağır bir kriz sürecine girecektir. Nitekim AB, siyasi ve kurumsal yapısını güçlendirme ve geleceğini şekillendirme anlamında, Lizbon Anlaşmasına büyük umutlar bağlamış bulunmaktadır.

Bu noktada, AB’nin içine sürüklendiği bu yeni krizin Türkiye’yi nasıl etkileyebileceği konusu üzerinde de biraz durmamızda yarar bulunduğu kanaatindeyiz:

AB’nin içine düştüğü bu yeni kriz ortamının, Türkiye-AB ilişkilerinde ciddi bir değişikliğe yol açmayacağı kanaatindeyiz. Kendi içinde derin bir bunalım yaşayan AB, buna ilaveten bir de Türkiye ile yeni bir krizi göze alamayacaktır. Bu defa, 2005 Anayasa bunalımında olduğu gibi, AB tekrar kendi içine kapanabilir ve dış dünya ile ilişkilerinde ciddi bir adım atmaya çekinebilir.

Diğer taraftan, 1 Temmuz’dan itibaren AB Dönem Başkanlığını devralacak olan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin de tüm planları alt üst olmuş gibi gözükmektedir. Bilindiği gibi Sarkozy, AB dönem başkanlığına aşırı derecede önem vermekte, gerek Türkiye’nin AB üyeliğini engelleme ve “imtiyazlı ortaklık” eksenine kaydırma ve gerekse Fransa’nın millî çıkarlarını maksimize etme anlamında birtakım planlar hazırlamış durumdadır. 6 aylık dönem başkanlığı için 190 milyon Euro tutarında dev bir bütçe ayıran Sarkozy, herhalde önemli projeleri hayata geçirmeyi düşünmektedir. Ne var ki, İrlanda’nın başlattığı referandum krizi, Sarkozy’nin de rotasını değiştireceğine kesin gözüyle bakılmaktadır. AB’yi içine düştüğü bunalımdan kurtarmak için yoğun mesai harcamak zorunda kalacak olan Dönem Başkanı Fransa’nın, bir yandan da Türkiye’nin tam üyeliğini sık sık gündeme getirme ve Türkiye ile yeni kriz kapılarını aralama fırsatını elde edebilmesinin artık düşük bir ihtimal olduğunu düşünmekteyiz.

Ancak, her ne kadar, AB içinde yaşanan bir kriz ortamının, Türkiye-AB ilişkilerinde olumlu yansımaları beklense de, bunalımın aşılamaması halinde ilişkilerin orta ve uzun vadede olumsuz etkilenebileceği gerçeğini de göz ardı etmememiz gerekmektedir. Zira, AB’nin yapısal sorunlarını çözmeden, yeni bir genişleme dalgasını harekete geçirmeyeceğini düşünmekteyiz.  Avrupa Parlamentosu Anayasa Komisyonu Başkanı Jo Leinen’in, kriz ile ilgili olarak yaptığı “Lizbon anlaşmasına hayır demek genişlemeye hayır demektir” şeklindeki yorumu da bu tezimizi destekler mahiyettedir.

Netice itibariyle,  İrlanda halkının 13 Haziran’da yapılan referandum ile Lizbon Anlaşmasını reddetmesi, AB’yi derinden sarsmış bulunmaktadır. Zira, AB liderleri, AB’nin kurumsallaşması ve dünya siyasi arenasında küresel bir güç olarak temsil edilmesi gibi ana hedefleri ihtiva eden bu Vizyon Belgesine büyük umutlar bağlamışlardı. Hatta, yeni AB Başkanı’nın kim olacağı konusundaki tartışmalarla birlikte, muhtemel adayların kulis çalışmaları da başlamış bulunmaktadır.

AB başkentleri, bir kez daha, üye bir ülkenin demokratik yollardan aldığı bir karar karşısında ne yapacağını bilemez bir duruma düşmüş vaziyettedirler.  Öyle ki, Sarkozy ve Merkel, yaptıkları ortak açıklamada, “İrlandalıların demokratik tercihini gereken saygıyı göstererek not ettik, ancak bu bizi azamisiyle üzdü” demek suretiyle yaşadıkları çelişkiyi ortaya koymuşlardır. Bu durum, esasen, AB’nin kendi halkları ile arasındaki mesafenin ne kadar açılmış olduğunun da bir göstergesidir. Zira, diğer üye ülkelerde de referanduma gidilmiş olması halinde, benzer bir sonucun alınamayacağına dair kimsenin garanti veremeyeceğini düşünmekteyiz .

AB’nin içine düştüğü bu yeni kriz ortamının, Türkiye tarafından çok kapsamlı bir şekilde değerlendirmeye tabi tutulması gerekmektedir. Kendi içinde problemler yaşayan AB, Türkiye ile yeni bir krizi herhalde göze alamayacaktır. Buna paralel olarak, dönem başkanı olacak Sarkozy’nin, bir yandan krizi aşmaya çalışırken, bir yandan da Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili yeni krizlere yelken açması, biraz zor görünmektedir. Bununla birlikte, Lizbon Anlaşması, genişlemenin önünü açabilecek ve üye olması halinde Türkiye’yi, AB’nin karar alma sürecinde güçlü bir konuma kavuşturabilecektir. Ayrıca, uygulamaya sokacağı “AB Başkanı” sistemiyle, Rumların 2012 yılındaki AB dönem başkanlığı sırasını ortadan kaldırarak, Kıbrıs Meselesinde Türk tarafının ciddi bir endişesini de bertaraf edebilecektir. Bu meyanda, Türkiye’nin, her iki senaryo üzerinde de hassasiyetle durması ve uygun stratejiler üretmesi son derece yararlı olacaktır.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=285

Share This:

İRAN NÜKLEERDEN VAZGEÇMİYOR

 

AB Ortak Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Javier Solana’nın Tahran Yönetimine 14 Haziran 2008 tarihinde bizzat sunduğu “teşvik paketi”nin İran tarafından anında reddedilmesi üzerine, İran ile AB arasındaki ilişkilerde gergin bir döneme girilmiş oldu. BM Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEA) Başkanı Muhammed El Baradey’in 21 Haziran’da sürpriz bir şekilde yaptığı “İran’a askeri bir saldırı olursa istifa ederim” beyanatı ise, ABD’nin İran’a olası bir saldırı ihtimalinin ne kadar yakın olduğunun da bir göstergesidir kanaatindeyiz.

BM Güvenlik Konseyi’nin 5 Daimi Üyesi olan ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin ile birlikte Almanya’nın oluşturduğu “5+1” ülkeleri dışişleri bakanları ve AB Ortak Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Javier Solana tarafından imzalanan ve Solana’nın bizzat kendisi tarafından, Tahran’da, İran Dışişleri Bakanı Manuçehr Muttaki’ye verilen öneri paketinde yer alan uranyum zenginleştirme işleminin durdurulması teklifi, İran tarafından “kırmızı çizgi” olarak nitelendirilerek anında reddedilmiş bulunmaktadır. Uranyum zenginleştirme çalışmalarının durdurulması talebinin daha önce Tahran yönetimince defalarca reddedildiği ve nükleer hakkı tanımayan hiçbir önerinin kabul edilmeyeceğinin açıklandığını dikkate aldığımızda, Tahran Yönetiminden “en kısa sürede cevap beklediğini” ifade eden Solana’nın, aldığı bu yanıt fazla şaşırtıcı olmamalıdır. Öyle ki, geçen ay BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ile Almanya ve bazı uluslararası kuruluşlara, dünya meselelerinin çözümüne ilişkin bir öneri paketi sunan İran’a henüz resmi bir cevap verilmemiş olmasının da, İran’ın bu kesin tavrı üzerinde etkili olduğu değerlendirilmektedir.

ABD, AB ve BM’nin aylardır üzerinde çalıştığı paket, esasen, 2006 yılında önerilen ve Tahran Yönetiminin reddettiği teşvik paketinin revize edilmiş yeni bir versiyonundan başka bir şey değildir. Uranyum zenginleştirmeyi askıya alması durumunda İran’a ekonomik ve teknolojik yardım öneren teklif paketinde, başta nükleer teknoloji olmak üzere, uçak sanayi, enerji, yüksek teknoloji ve tarımda ticari işbirliğini kapsayan teklifler bulunmaktaydı.

İran’ın dünyanın en eski medeniyetlerinden olduğu vurgulanarak, İran halkının kültür ve tarihleriyle gurur duymalarının doğal olduğunun belirtildiği teklif paketinde, uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurması halinde İran’a, “barışçı amaçlarla nükleer enerji üreten ülke” muamelesi yapılarak, bu kapsamda teknolojik yardımda bulunulacağı vaat edilmekteydi. Fakat, İran’ın Dünya Ticaret Örgütüne kabul edilmesi, ihracat kısıtlamalarının kaldırılması gibi bir dizi ekonomik öneriyi de kapsayan bu teşvik paketi, karşılıksız bir teklif olmaktan öteye gidememiştir. Zira, İran Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Gulam Hüseyin İlham, “uranyum zenginleştirmenin askıya alınması konusunun gündemde olmadığını, bu nedenle teşvik paketini incelemeyeceklerini” ifade etmek suretiyle, teklifin üzerinde tartışmaya bile gerek görmedikleri mesajını dünya kamuoyuna ilan etmiştir.

Buna karşın, “cömert bir teklif” olarak nitelendirdiği önerinin Tahran tarafından hemen reddedilmesinden dolayı “hayalkırıklığı” yaşadığını ifade eden ABD Başkanı George W. Bush, “İran yönetiminin bu öneriyi reddetme kararının, halkının gelecekte de tecrit edilmesini istediğini ortaya koyduğunu” belirtmiş ve bu tavrı Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarafından da destek bulmuştur. İran’ın “dünyanın baş terörizm sponsoru olduğu ve Basra’dan Beyrut’a tüm Ortadoğu’nun istikrarını ve özellikle İsrail halkının varlığını tehdit ettiğini” ileri süren ABD, bu gelişme karşısında, herhalde kendisini askeri bir operasyona bir adım daha yaklaşmış gibi hissetmektedir. Zira, BM Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEA) Başkanı Muhammed El Baradey’in, muhtemel bir askeri operasyondan duyduğu endişeleri dile getirmesi ve New York Times gazetesinde yayınlanan, İsrail’in İran’a saldırı provası yaptığı şeklindeki haberler bu tezimizi destekler mahiyettedir.

Bölgesel bir güç olma mücadelesi veren İran, terörizmi destekleme, Orta Doğu barış sürecini engelleme, insan hakları ihlalleri ve nükleer çalışmaları nedeniyle uluslar arası izolasyonlara maruz kalmakta ve özellikle ABD tarafından tecrit edilmektedir. İçine düştüğü bu yalnızlıktan kurtulmak isteyen İran, mesela Şangay İşbirliği Örgütü ile yakın ilişkiye girmekte ve böylece Rusya ve Çin’in desteğini almaya gayret göstermektedir. Benzer şekilde, AB ile ilişkilerini geliştirmek suretiyle, yine ABD’nin kendisine yönelik tehditlerini bertaraf etmek ve üzerindeki uluslar arası baskıyı zayıflatmak niyetindedir.

Hızla artan enerji ihtiyacına paralel olarak enerji kaynaklarını çeşitlendirmek ve enerji yollarını güven altına almak isteyen AB ise, bir yandan doğu sınırlarındaki ülkelerle daha yakın ve daha derin işbirliğine gidilmesi temeline dayanan “doğu boyutu” projesini hayata geçirmeye çalışırken, bir yandan da nükleer silah üretme çalışmalarına son vermiş bir İran ile nükleer müzakereleri başlatmak suretiyle ilişkilerini geliştirme arayışı içerisindedir. Nitekim AB, İran’a yaptığı son teklifinde, Tahran yönetimine, “nükleer faaliyetlerine son vermesi karşılığında, Orta Asya’daki doğal kaynakların Avrupa’ya, ağırlıklı olarak İran üzerinden ihraç edilmesi” fikrine destek verdiği mesajını iletmiştir. Ne var ki, 2005 yılında Cumhurbaşkanı seçilen Mahmut Ahmedinejat’ın, izlediği sert ve saldırgan dış politikanın gereği olarak, nükleer çalışmalarından asla vazgeçmeyeceğini kesin bir şekilde ve defalarca ilan etmesi, ilişkilerin düzelme şansını neredeyse ortadan kaldırmış gib görünmektedir.

İran’ın bu jet yanıtına AB’nin tepkisi ise çok gecikmemiştir. Nitekim, AB üyesi ülkelerin dışişleri bakanları, 23 Haziran 2008 tarihinde, Lüksemburg’da, İran’a yeni yaptırımlar uygulanması konusunda anlaşmaya varmış bulunmaktadırlar. Buna göre, İran’ın en büyük bankasının AB deki şubeleri kapatılacak, uranyum zenginleştirme çalışmalarına katılan bilim adamlarının AB’ye girişleri yasaklanacak ve banka hesapları dondurulacaktır. Öte yandan, aynı gün, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy İsrail’de yaptığı bir konuşmada “İsrail’i yoketmeye çalışan herkes karşısında Fransa’yı bulacaktır” demek suretiyle, bir yandan İsrail’e göz kırparken bir yandan da İran’a karşı politikalarında sertleşeceği mesajını vermektedir. Tüm bu gelişmelere rağmen, AB’nin, İran ile diyalog kapılarını açık tutmaya devam edeceğini de burada belirtmek isteriz.

Her ne kadar, nükleer çalışmaları nedeniyle AB ve ABD İran’a karşı ortak bir tavır almakta iseler de, aslında AB, jepolitik bir öneme sahip İran’ın ABD’nin hegemonyasına girmesine razı değildir. Irak’ın işgali ile başlayan bölgesel hâkimiyet mücadelesinin bu aşamasında AB, insiyatifi tamamen ABD’ye bırakmak istememekte ve bu kapsamda İran’a bir askeri operasyon yapılmasından ziyade, sorunun müzakereler yoluyla ve BM kararları çerçevesinde çözülmesinden yana tavır koymaktadır. Bu anlamda, ağırlıklı olarak AB görüşüne yakın olan son teşvik paketinin İran tarafından reddedilmesi, esasen ABD’nin elini güçlendirmiş gibi görünmektedir.

Öte yandan, Tahran yönetiminin nükleer silah elde etme arayışını sürdürmesi nedeniyle Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan’ın da nükleer silahlanma yarışına katılabileceği endişesini taşıyan ABD, sık sık Türkiye’yi de “kurallara uyması” konusunda uyarmaktan geri kalmamaktadır. Aralarında 529 km uzunluğunda bir sınır bulunan Türkiye ile İran arasında, son yıllarda ticari ilişkiler artış göstermiş ve iki ülke arasındaki ticaret hacmi 7 milyar dolara ulaşmıştır. Türkiye ve İran jeopolitik konumları itibariyle bölgenin en önemli iki komşu ülkesi durumundadırlar ve bu ülkeler arasında, rejim farklılığına rağmen geliştirilecek çok boyutlu ilişkiler her iki tarafın da yararına olabilecektir. Nitekim, bölgesel güç olma mücadelesi veren bu iki komşu ülke birbirlerini, ülkelerinin Orta Asya’ya ve Batıya açılan birer kapısı gibi görmektedirler.

Tam da bu gelişmelerin arifesinde, 2 Haziran 2008 tarihinde, Türkiye ile ABD, 26 Temmuz 2000 tarihinde Ankara’da imzalanan Nükleer Enerjinin Barışçıl Kullanımına İlişkin İşbirliği Anlaşması”nı uygulamaya geçirmiş bulunmaktadırlar. Bu suretle, Türk ve Amerikan sanayi sektörleri arasında, karşılıklı teknoloji, materyal, reaktör, nükleer araştırma ve nükleer güç üretimiyle ilgili unsurların paylaşımı imkânı elde edilmiştir. Her ne kadar, bu gelişme, ABD’nin İran’a karşı tutumuyla doğrudan ilgisi yok gibi görünse de, bölgede ne Türkiye’nin ve ne de İran’ın hâkim güç olmasını istemeyen ABD’nin, NATO üyesi müttefiki Türkiye’yi İran’a karşı denge faktörü olarak kullanma planlarının bir parçası olarak değerlendirilmektedir.

Bu meyanda ABD, BM Güvenlik Konseyi’nin İran’a karşı aldığı  kararlarda öngörülen yaptırım politikalarını tam olarak uygulaması gerektiği yönünde, Türkiye’yi uyarmaktan da geri kalmamaktadır. Bölgede herhangi bir hegemon gücün varlığını istemeyen ABD, bu tutumuyla, Türkiye-İran ilişkilerinin gelişmesinden duyduğu rahatsızlığı ortaya koymaktadır. Türkiye’nin, nükleer silahlara sahip bir İran olasılığına karşı kendisiyle aynı kaygıyı taşımasını bekleyen ABD, herhalde Türkiye’nin, İran’ın nükleer çalışmalarına karşı sergilediği sessiz tavrını işaret etmektedir.

Netice itibariyle, nükleer silaha sahip bir İran’ın Orta Asya, Kafkasya ve Orta Doğu bölgesinde ciddi bir güvenlik problemini gündeme getirebileceği gibi bazı Arap ülkelerini de nükleer silah üretme yoluna sevkedebileceği düşünülmektedir. Ayrıca, ABD ve İsrail’in İran’a yönelik muhtemel bir askeri saldırısının, bölgedeki dengeleri iyice bozması ve ortaya çıkacak belirsizlik ortamından en çok Türkiye’nin zarar görmesi ihtimali mevcuttur. İran’ı müzakere masasına çekme amacını taşıyan son teşvik paketinin de İran tarafından reddedilmesi karşısında, zaten kendi içinde krizler yaşayan AB’nin, bu dönemde, İran konusunda dikkate değer bir adım atması da beklenmemektedir.

Bu nedenle, gerek  bölgesel güvenlik ve istikrarın teminat altına alınması suretiyle barış ortamının sağlanması ve gerekse İran’a karşı muhtemel bir askeri operasyonun önlenmesi bakımından Türkiye’nin, İran’ın nükleer silah politikasına karşı sessizliğini bozması gerekmektedir. Bilinmelidir ki, ne İran’ın nükleer silah edinmesi ve ne de ABD’nin bu ülkeye askeri saldırıda bulunması bölge ülkelerinin yararına olmayacaktır. Bu kapsamda, Türkiye’nin, İran ile ilişkilerine halel getirmeden, bu ülkenin barışçıl amaçlı nükleer enerji üretimi çerçevesi dışına çıkmasını engellemeye yönelik çabalarda aktif bir rol üstlenmesi faydalı olacaktır kanatindeyiz.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=286

 

Share This:

KIBRIS’TA TAVİZ Mİ VERİLİYOR?

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (G.K.R.Y.) Lideri Dimitris Hristofyas, 21 Mart mutabakatı çerçevesinde üçüncü  zirvelerini 1 Temmuz’da gerçekleştirmiş bulunmaktadırlar. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Kıbrıs’taki Özel Temsilcisi ve Birleşmiş Milletler Misyon Şefi Taye-Brook Zerihoun’un ara bölgede bulunan resmi konutunda yapılan görüşme, Hristofyas’ın Haziran başlarında Londra’da imzaladığı Kıbrıs memorandumu ve toplantı arifesinde Türkiye aleyhine sarf ettiği sözlerin gölgesinde gerçekleştirilmiştir. Görüşmenin ardından yapılan ortak açıklama da göstermektedir ki, Hristofyas’ın bu uzlaşmaz yaklaşımı Toplantıya damgasını vurmuş ve Rumlar Talat’tan önemli bir tavizi daha koparmış bulunmaktadırlar.

Toplantının hemen ardından, Zerihoun tarafından okunan ortak açıklamada yer alan  “İki lider tek egemenlik ve vatandaşlık konusunda görüştüler ve bu konular üzerinde prensipte anlaşmaya vardılar. Bu konuların uygulanmasının detaylarını, kapsamlı müzakereler çerçevesinde görüşme konusunda uzlaşıya vardılar.”  ifadesi,  Türk tarafının çok tehlikeli bir durumla karşı karşıya olduğunu işaret etmektedir kanaatindeyiz.  Zira, Hristofyas’ın “tek egemenlik” ten kastının, K.K.T.C. veya kurulacak yeni bir “ortaklık devleti”nden ziyade, Rum egemenliğine dayanan bir “Kıbrıs Cumhuriyeti” olduğunu tahmin etmek, herhalde zor olmayacaktır. Bu nedenle, Talat’ın, Hristofyas’ın gerçek niyetini bildiği halde “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” konusunun müzakereye açılmasını kabul etmesi, Rumlara verilmiş tehlikeli bir taviz olarak değerlendirilmelidir.

Ortak bildiride ayrıca, Liderlerin aynı zamanda, çalışma grupları ve teknik komitelerin çalışmalarını son bir kez gözden geçirmek üzere, 25 Temmuz 2008’de yeniden bir araya gelme kararı da aldıkları ifade edilmiştir. Bu da göstermektedir ki, Hristofyas, oyalama taktiğini başarılı bir şekilde uygulamaya devam etmektedir. Nitekim, 21 Haziran’da yapılması öngörülen bu Zirve, Hristofyas’ın yurtdışı gezisi gibi sudan bahanelerle 1 Temmuz’a ertelenmişti. Yine, 21 Mart mutabakatında öngörülmesine rağmen, bu tarihten itibaren en geç 3 ay içinde kapsamlı görüşmelere başlanılamamış ve doğrudan müzakerelerin ne zaman başlayacağı konusunda da herhangi bir tarih belirlenememiştir.

Bilindiği üzere, Hristofyas’ın, Papadopulos’un ardından G.K.R.Y. Liderliğine seçilmesi ile birlikte, Ada’da, olumlu bir hava esmiş, Liderlerin 21 Mart’ta yaptığı görüşme ile, taraflar arasında çözüme dair umutlar  yeşermeye başlamış, hatta Kıbrıs’ta bir “fırsat penceresi” açıldığı yönünde açıklamalarda bulunulmuştu. Bu toplantıda Liderler, BM’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde 3 ay sonra kapsamlı müzakerelere başlanması ve en kısa sürede soruna çözüm bulunması  konusunda anlaştıklarını ilan etmişlerdi. Zirvede ayrıca, Lokmacı Kapısının geçişlere açılması kararlaştırılmış, kısa bir süre sonra söz konusu kapı törenle açılmış ve müteakiben de  8 Temmuz Anlaşmasında öngörülen 6 adet çalışma grubu ile teknik komiteler, 21 Nisan itibariyle çalışmaya başlamışlardı. Ancak çok geçmeden, Rum tarafının Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumuna karşı  müteaddit defalar ve açık bir şekilde  hasmane beyanatlar vermeye başlaması üzerine ortam gerginleşmiş, tam da “Kıbrıs’ta umutlar sönüyor mu?” sorusu akla gelmişken, 23 Mayıs liderler buluşması ile bu olumsuz hava giderilerek, sürecin devam edeceği ve Haziran sonunda tekrar bir araya gelineceği kararı alınmıştı.

21 Haziran’da yapılması öngörüldüğü halde, 1 Temmuz’a ertelenen üçüncü zirve toplantısı arifesinde, G.K.R.Y. Lideri Hristofyas, ileri sürdüğü yeni tezler ve Türkiye’nin Ada’daki konumu ve K.K.T.C. ile ilişkileri konusundaki mesnetsiz iddialarını tekrar gündeme getirmek suretiyle, Türk tarafını köşeye sıkıştırma ve uzlaşmaz taraf konumuna sokma gayretlerini yinelemiştir. Bu kapsamda, Avusturya’da yayımlanan “Kurier” gazetesine yaptığı açıklamada  Hristofyas “Talat ile Türk ‘işgaline’ ve ana vatana bağımlılığa karşı mücadele ettikleri, iki toplumun ve kültürlerinin güvenliğini arzuladıkları” ifadesini kullanmıştır. Burada asıl üzerinde durulması gereken noktanın, Rum Lider’in bu küstahça iddialarına karşı K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Talat’ın şu ana kadar herhangi bir yalanlama ya da düzeltmede bulunmamış olmasıdır. Ancak iyi bilinmelidir ki, Talat’ın bu tavrı hem Kıbrıs Türk Toplumu ve hem de Türk Milleti tarafından mutlaka değerlendirmeye tabi tutulacaktır.

Diğer taraftan, Kıbrıs Türk tarafını Türkiye’ye bağımlı olmakla suçlayan ve Ada’da çözümün ancak tarafların kendi iradeleri ile ve aralarında yapacakları görüşmelerle çözülebileceğini iddia eden Hristofyas, gerçekte tam tersi istikamette yol almaya deva etmektedir. 23 Mayıs görüşmesinin hemen ardından, 5 Haziran’da Londra’da, İngiltere’nin Kıbrıslı Rumlara, “K.K.T.C.yi tanımayacağı ve Ada’da bölünmeye ya da ayrı bir siyasi oluşumun gelişmesine destek vermeyeceği’ne dair söz verdiği” bir mutabakat muhtırasını imzalayan Rum Lider, maalesef ciddi bir güvenirlik sorununun da ortaya çıkmasına sebebiyet vermiş bulunmaktadır. Ayrıca, Kıbrıs meselesini AB platformuna taşıyan ve AB’nin Kıbrıs’ta daha aktif rol oynaması gerektiğini iddia eden Hristofyas, Türkiye’siz ama AB’li ve İngiltere’li bir çözüme ulaşmanın peşindedir. Aynı şekilde, Kıbrıs konusunda sessizliğini koruyan Yunanistan’ın, esasen gemiyi AB gibi sağlam bir limana demirlemiş olmanın rahatlığı içerisinde olduğunu görmekteyiz.

Hristofyas, birtakım oyalama taktikleri ile çözüm sürecini uzatmak niyetindedir. Nitekim, Talat’ın 2008 sonu itibariyle kapsamlı bir çözüme ulaşılması hedefine karşılık olarak Hristofyas, “Kendisi için 2008 yılının sonu diye bir takvimin olmadığını” ifade etmek suretiyle cevap vermektedir. Rum Liderin bu tavrının arkasında, meseleyi 2009 yılında AB’ye çözdürme hayallerinin yattığını düşünmekteyiz. Bilindiği gibi, AB, Türkiye’ye, 2008 yılı Aralık Zirvesi’ne kadar Gümrük Birliği Ek Protokolünü G.K.R.Y. bakımından da uygulaması için süre vermiş, aksi halde müzakere sürecinin tümüyle askıya alınacağını kararlaştırmıştı. Hristofyas, bu sayede, bahse konu protokol nedeniyle zaten 8 başlıkta müzakereleri askıya alınmış olan Türkiye üzerinde baskı oluşturmak istemekte ve 2009’dan önce varılacak erken bir çözümü menfaatlerine uygun görmemektedir. Ne var ki, Rumlar, adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde, Ada’nın geri dönüşü olmayan bir bölünmeye doğru sürükleneceği endişesini de derinden hissetmektedirler.

Öte yandan, Kıbrıs Türk Toplumu, 2004 yılında, birçok eksikliklerine rağmen Annan planını kabul ederek uzlaşma iradesini açıkça ortaya koymasına rağmen, Hristofyas’ın her defasında, Türkleri, uzlaşmayı baltalayan taraf olarak gösterme gayretleri, güven bunalımını derinleştiren bir diğer faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. AB’nin, Türk tarafının bu uzlaşma iradesini görmezden gelip, sadece Rum Kesimi’ni tam üyeliğe kabul etmiş olması ve Kıbrıs Türklerine karşı uygulanan izolasyonları devam ettirmesi de ayrı bir çifte standart göstergesidir.

Sonuçta, 1 Temmuz’da gerçekleştirilen üçüncü Talat-Hristofyas görüşmesinin tam bir fiyaskoyla sonuçlandığını düşünmekteyiz. Öyle ki, Rum Lider, bir yandan oyalama taktiğiyle süreci kendisi için en uygun olacak bir tarihe kadar uzatma  gayretlerinde başarılı olurken, bir yandan da neyi kastettiği pekâlâ bilinen “tek egemenlik” tezinin müzakere edilmesi konusunda Talat’ı ikna etmiş bulunmaktadır. Böylece, Hristofyas, Türk tarafının “kırmızı çizgilerinden”  birisini aşabileceği hayaline kapılmış durumdadır. Ayrıca, Hristofyas’ın, Talat adına ve üstelik de Türkiye aleyhine sarf ettiği sözlerine karşı, Talat’ın şu ana kadar herhangi bir yalanlama veya düzeltmede bulunmamış olması da düşündürücü bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kıbrıs’ta  çözüme ulaşılması konusunda liderlerin başarısız olmaları halinde, Ada’nın mevcut bölünmüş statüsü kalıcı bir hâl alacak ve K.K.T.C.nin, Kosova örneğinde olduğu gibi, uluslar arası camia tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınması gündeme gelebilecektir. Böyle bir ihtimalden büyük rahatsızlık duyan Rumların ise süreci uzatma gayretlerinin varacağı nokta konusunda nasıl bir beklenti içinde oldukları merak konusudur. Bu nedenle, Kıbrıs meselesinde Türkiye ve K.K.T.C.nin elinin güçlü olduğu ve Talat’ın tavizkâr bir tutum içine girmesi için hiç bir sebebin bulunmadığı bilhassa göz önünde bulundurulmalıdır. Garantör Devlet olarak Türkiye, AB üyelik müzakerelerinin askıya alınması pahasına Kıbrıs’ta geri adım atmaktan imtina ederken, Talat’ın çözüm için acele etmesi ve gerek K.K.T.C.nin ve gerekse Türkiye’nin mevcut statülerinin müzakere masasına yatırılması teklifine olumlu yaklaşması, Kıbrıs millî davasına ciddi zararlar verebilecek talihsiz bir gelişme olarak değerlendirilmektedir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=287

Share This:

SARKOZY’NİN KÜRESEL HAYALİ: AKDENİZ İÇİN BİRLİK

 

Aylardır yoğun bir mesai sarf eden Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, nihayet AB üyesi ülkelerle Akdeniz’e kıyısı bulunan ülkelerden oluşan ve yaklaşık 760 milyon nüfusu temsil eden, Türkiye dahil toplam 43 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarını 13 Temmuz’da Paris’te bir araya getirmeyi başarmış bulunmaktadır. Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Koucher’in “Akdeniz’de yeni bir diyalog rüzgarı esiyor” sözleriyle tanımladığı ve Sarkozy’nin gövde gösterisine dönüşen Zirve ile birlikte, Akdeniz İçin Birlik’in temelleri atılmış oldu. İlk aşamada Akdeniz’in temizlenmesi, kara ve deniz ulaşımı, sivil savunma, alternatif enerji, yükseköğretim ve ortak Avrupa-Akdeniz Üniversitesi kurulması ve orta ve küçük ölçekli şirketlere yönelik kalkınma planından oluşan toplam altı projenin benimsendiği Birliğin ilk dönem eşbaşkanlığını Fransa ve Mısır’ın yapması kararlaştırıldı.

Suriye, İsrail ve Filistin liderlerinin de katıldığı Akdeniz İçin Birlik Zirvesine Türkiye son ana kadar katılıp katılmama konusunda kararsız kalmıştı. Ancak, gerek Sarkozy’nin Japonya’da yapılan G-8 Zirvesi sırasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı telefonla arayıp Zirveye davet etmesi ve Akdeniz İçin Birlik projesinin Türkiye’nin AB üyeliğine alternatif teşkil etmeyeceğine dair güvence vermesi ve gerekse AB’ye üyelik için otomatik referandum koşuluna 3/5 istisnası getiren teklifin Fransız ulusal Meclisinde kabul edilmesi üzerine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından Paris’e gitme kararı alınmıştır.

Nitekim, AB üyeliğinin onaylanması konusunda, Türkiye’ye karşı getirilen %5 formülünün Fransız Senatosu tarafından reddedilmesinin ardından, Ulusal Meclis’te kabul edilen yeni uzlaşma formülünün, Türkiye’nin Paris’te yapılacak Zirveye katılım kararı üzerinde etkili olduğunu düşünmekteyiz. Söz konusu Anayasa değişikliği teklifine göre, otomatik referandum genel kural olmakla birlikte, Parlamentonun beşte üçünün talebi üzerine Cumhurbaşkanı  AB’ye üyelik sözleşmesini yeniden oylanmak üzere Meclis ve Senato’nun birleşik oturumuna götürülebilecek ve buradan beşte üç oy alınması halinde yeni AB üyeliği onaylanmış sayılacaktır. Türkiye’yi doğrudan hedef almayan ve %5 formülünün aksine Parlamento onayını mümkün kılan bu yeni formülün, tam da 13 Temmuz Zirvesinden hemen önce Fransız Ulusal Meclisinde kabul edilmiş olması düşündürücüdür. Ancak, bu gelişmenin, esas itibariyle Türkiye’yi Paris zirvesine çekme amacına yönelik bir manevra olup olmadığını anlamak için biraz beklememiz gerekecektir.

Fransa’nın yoğun diplomatik girişimleri karşısında son ana kadar taviz vermekten kaçınan Türkiye’nin, bu sayede sağladığı bir diğer olumlu gelişme ise, Zirve Sonuç Bildirisinde istediği ifadelere yer verilmiş olmasıdır. Buna göre, Bildirinin 13. maddesinde, “Akdeniz İçin Birlik’in, AB’nin genişleme politikasından, müzakere ve ön üyelik sürecinden bağımsız olacağı”  hususu not edilmiş ve ayrıca Hırvatistan ve Türkiye ile ilgili olarak “AB ile tam üyelik müzakerelerine katılan ülkeler” ifadesi bildiride yer almıştır. Türkiye’nin endişelerini büyük ölçüde gideren bu gelişmeye rağmen, Sarkozy’nin, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı yürüttüğü amansız mücadele göz önüne alınarak, ihtiyatın elden bırakılmaması  gerektiği kanaatindeyiz.

Cumhurbaşkanlığı kampanyası sırasında ortaya attığı Akdeniz Birliği projesini, Elysee Sarayı’na çıktıktan sonra Fransız dış politikasının önceliklerinden birisi haline getiren Nicolas Sarkozy, eski sömürgeleri olan Kuzey Afrika ülkeleri üzerinde hâkimiyetini yeniden kazanmayı ve Fransa’yı Akdeniz ve Ortadoğu’da söz sahibi kilit bir ülke haline getirmek suretiyle bölgedeki jeopolitik konumunu güçlendirmeyi hedeflemektedir.
Ancak, Mayıs ayından itibaren Avrupa Komisyonu’nun inisiyatifi ele alması ve projeyi yeniden değerlendirmek suretiyle orijinal Fransız ekseninden uzaklaştırarak bir AB projesi haline getirmesi üzerine, birçok AB ve Akdeniz ülkesinin endişeleri de giderilmiş oldu. Bu kapsamda, Proje’nin adı “Akdeniz Birliği”nden “Akdeniz İçin Birlik” e dönüştürülmüş ve Barselona sürecinin bir devamı olarak gelişmesi öngörülmüştür.
AB’den bağımsız olarak faaliyet gösteremeyecek olan Birliğin, biri AB üyesi ülkelerden, diğeri ise geriye kalan Akdeniz ülkelerinden seçilecek olan iki eşbaşkanı ve iki direktörü olacaktır. AB adına eşbaşkanlığı, AB dönem başkanı olan ülke yürütecek, Lizbon Anlaşmasının onaylanması halinde ise AB Konseyi Başkanı bu görevi üslenecektir. 2009 yılına kadar AB adına eşbaşkan  olacak Fransa’nın ortağı ise beklendiği gibi Mısır olacaktır. Akdeniz İçin  Birlik üyesi ülkelerin liderleri, her iki yılda bir düzenlenecek zirvede bir araya gelerek hedefleri masaya yatıracaklar, üye ülkelerin Dışişleri Bakanları ise  yılda bir kez toplanacaklardır. Öte yandan, Birliğin merkezi olacak ülke konusunda Fransa, Kuzey Afrika ülkelerinden birisini önerirken, Avrupa Komisyonu, Sekreterya’nın Brüksel’de olmasını istemektedir. Akdeniz Birliği’nin 2013 yılına kadar bütçesi 16 milyar Euro olarak öngörülmekte ve Birliğe özel yatırımcıların da mali destek sunması beklenmektedir.
Görüldüğü üzere, Fransa tarafından Paris eksenli olarak ortaya atılan Akdeniz Birliği projesi, Avrupa komisyonu tarafından bir AB projesine dönüştürülmüş ve Sarkozy’nin kişisel çıkar hesapları önemli ölçüde bozulmuştur.
Ne var ki, proje, Fransız çerçevesinden önemli ölçüde uzaklaştırılmış ve AB eksenine oturtulmuş olsa da, başarılı olup olamayacağına dair kuşkular hâlâ geçerliliğini sürdürmektedir. Birinci engel, Türkiye’nin, Sarkozy’nin gerçek niyeti üzerinde duyduğu haklı şüphelerdir. Zira, Avrupa Birliği ile katılım müzakerelerini yürüten Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklık” öneren ve “bütün kriterleri yerine getirse bile, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkacağını” söyleyerek, Türkiye’nin tam üyeliğine karşı açıkça faaliyet yürüten Sarkozy’nin, Akdeniz Birliği projesini Türkiye’nin tam üyeliğine alternatif bir proje olarak geliştirdiğine dair tereddütler tamamen giderilmiş değildir. Son aylarda, Türkiye’ye gönderdiği üst düzey temsilcileri marifetiyle Türkiye’de ikna turları atan Paris, Akdeniz’in kilit konumundaki güçlü ülkesi Türkiye’yi sürece dahil edebilmek için yoğun çaba sarf etmiştir.  Keza, Fransızlar pekâlâ bilmektedir ki, Türkiye’siz bir Akdeniz Projesinin başarıya ulaşması mümkün değildir.

Sarkozy son anda yaptığı manevralarla Türkiye’nin, 13 Temmuz’da Paris’te yapılan Zirveye katılmasını sağlamayı başarmıştır, ancak Türkiye’nin Proje ile ilgili endişeleri tamamen giderilmiş değildir ve bu durum “Barselona Süreci:Akdeniz İçin Birlik” projesinin geleceği açısından ciddi bir belirsizlik alameti olarak karşımızda durmaktadır.

Projenin uygulanabilirlik kabiliyetini zayıflatan bir diğer husus ise, Ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel anlamda aralarında “derin farklılıklar” ve çatışmalar bulunan İsrail, Filistin, Lübnan gibi Ortadoğu ülkeleri, otoriter rejimlerle idare edilen Kuzey Afrika Ülkeleri ile AB üyesi ülkelerin nasıl bir araya getirilip ortak bir paydada buluşturulacağı konusunda duyulan endişelerdir. Mesela, Libya Lideri Kaddafi’nin, “Bizler hem Arap Birliği hem de Afrika Birliği’ne mensup ülkeleriz, bu birliği bozacak hiçbir girişimi kabul etmeyeceğiz” diyerek Akdeniz Birliği projesine karşı tavır alması ve bu nedenle  Zirveyi katılmayacağını açıklaması, ayrıca, Fas Kralı’ı Muhammed ile Ürdün Kralı 2. Abdullah’ın son anda Zirveye katılmayacağını bildirmesi, Birliğin gelecekte sancılı dönemler yaşayabileceğini işaret eden olaylara bir örnek olarak gösterilebilecektir.

Akdeniz’in kuzey ve güney yakası arasında özellikle son 15 yıl içinde önemli bir şekilde artış gösteren gelişmişlik farkı halen dünyada görülebilecek en yüksek noktaya ulaşmış durumdadır ve Akdeniz’in bilhassa kuzey kıyılarında yer alan ülkelerin istikrarını tehdit edebilecek düzeydedir. Ayrıca, Akdeniz Bölgesi dünyanın iklim değişikliğinden ve özellikle de kuraklıktan en ciddi şekilde etkilenecek bölgesidir. Bu nedenle, Sarkozy’nin kişisel hesaplarını bir tarafa bırakacak olursak, çevre, içme suyu, göç, enerji, ulaştırma ve sürdürülebilir kalkınma alanlarında sağlanacak yakın işbirliği ortamı, özellikle Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerine barış, refah ve istikrar getirme çabalarına önemli katkılar sağlayabilecektir. Ayrıca 13 Temmuz Zirvesinde, Akdeniz’in ve Ortadoğu’nun nükleer, kimyasal, biyolojik tüm silahlardan tamamen arındırılması konusunda alınan ilke kararı, her ne kadar pratik bir anlam ifade etmese de umutları beslemesi açısından önem arz etmektedir.

Netice itibariyle, arka bahçesi olarak gördüğü Doğu komşuları ve Akdeniz ülkeleri ile yakın ilişkiler geliştirmek amacıyla Doğu Boyutu ve Akdeniz Birliği gibi projelere destek veren Avrupa Birliği, bu şekilde, kendisine bir güvenlik çemberi oluşturmaya çalışmaktadır. Avrupa Birliği, başlangıçta, Sarkozy’nin, Fransa’nın milli çıkarlarını maksimize etmek üzere ortaya attığı Akdeniz Birliği projesini bir AB projesine dönüştürmek suretiyle belki de bir taşla iki kuş vurmayı hedeflemektedir. Zira, üye yapmayı düşünmediği bu komşu ülkeleri “en güçlü bağlarla Avrupa yapılarına tam olarak demirlemek” niyetinde olan AB, bu sayede hem kendisine bir güvenlik halkası tesis etme ve hem de bu ülkelerin üyeliğine alternatifler oluşturma hayaline kapılmış vaziyettedir. Ayrıca, Akdeniz İçin Birlik Projesinin, esasen Fransa’yı  Akdeniz’in hakimiyet merkezi haline getirme ve bu ülkeyi Orta Doğuya açma gibi, Sarkozy’nin stratejik hedeflerine alet edilmeye çalışıldığı gerçeği de göz ardı edilmemelidir.

Projenin, AB üyeliğine alternatif oluşturmadığına dair alınan güvenceler, Türkiye’nin Paris’teki zirveye katılmasını sağlamıştır. Bu önemli bir gelişmedir. Çünkü, bir zamanlar Türk Gölü olan Akdeniz’in en büyük ülkelerinden birisi olan Türkiye’nin, bölgede oluşturulacak bir projenin dışında kalmasının,  ne kendisine ve ne de diğer Akdeniz ülkelerine bir fayda getirmeyeceği bilinmektedir. Türkiye’nin Akdeniz’de, Fransa’ya göre daha avantajlı bir konumda olduğu gerçeği de gözden uzak tutulmamalıdır. Türkiye elbette bölgede huzur, barış ve istikrarı en çok isteyen ülkelerden birisidir ve bu nedenle Akdeniz İçin Birlik oluşumunda aktif rol oynamak durumundadır. Ancak bu yapılırken, bir yandan AB’nin Türkiye’yi oyalama taktiklerine karşı müteyakkız olunmalı, bir yandan da Birliğin, Fransa’nın küresel hırslarına alet edilmesine fırsat verilmemelidir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=288

Share This:

KIBRIS NEREYE GİDİYOR?

 

K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Dimitris Hristofyas, 25 Temmuz’da, “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” tartışmalarının gölgesinde, dördüncü buluşmalarını gerçekleştirdiler.  BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Taye-Brook Zerihoun’un ara bölgedeki ikametgâhında gerçekleşen Zirvede Talat, nihayet Hristofyas’tan kapsamlı müzakerelere başlama tarihi alabilmeyi başarmıştır. Liderler, 3 Eylül’de kapsamlı görüşmelere başlamayı ve sağlanacak anlaşmayı her iki kesimde eş zamanlı olarak referanduma sunmayı kararlaştırmış bulunmaktadırlar. Ulaşılacak bir çözümün halkoyuna sunulması kararı, Talat’ı rahatlatmış gibi görünmektedir. Fakat, hâlâ yanıtlanması gereken soruların mevcudiyetini koruyor olması, ihtiyatın elden bırakılmaması gerektiğine işaret etmektedir.

Kapsamlı müzakerelerin, Kıbrıs sorununa iki tarafça da kabul edilebilir ve her iki tarafın meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulunmasını amaçlayacağı konusunda uzlaşmaya varıldığı anlaşılmaktadır. Buna karşın, müzakerelerin parametrelerinin neler olacağı hususu hâlâ belirsizliğini korumaktadır. Ancak, net olmamakla birlikte, müzakere çerçevesinin, en azından Türkiye açısından, şu şekilde olması beklenmektedir;

1- Kurulacak yeni ortaklık devletinin adı “Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti” olacak.
2- Ortaklık devleti siyasi eşitliğe dayalı, iki toplumlu, iki bölgeli federasyondan teşekkül edecek.
3- Kurulacak yeni devleti, eşit statüdeki Türk ve Rum kurucu devletleri oluşturacak.
4- Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, tek egemenliği, tek vatandaşlığı ve tek uluslararası kimliği olacak.

Ne var ki, Rumların gerçek niyetlerinin, bu çerçevenin büyük ölçüde dışında bir çözümü öngördüğünü söylemekte tereddüt etmemekteyiz.

25 Temmuz görüşmesini değerlendirmeye geçmeden evvel, Talat-Hristofyas tarafından başlatılan uzlaşma sürecinin tarihi gelişimine şöyle bir göz atmamızda fayda bulunmaktadır:

Hristofyas’ın, Şubat 2008 tarihinde, Papadopulos’un ardından G.K.R.Y. Liderliğine seçilmesi ile birlikte Ada’da olumlu bir hava esmiş ve Liderlerin 21 Mart’ta yaptığı görüşme ile, taraflar arasında çözüme dair umutlar  yeşermeye başlamıştır. Hatta, Kıbrıs’ta bir “fırsat penceresi” açıldığı yönünde açıklamalarda bulunulmuştu. Bu toplantıda Liderler, BM’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, 3 ay sonra kapsamlı müzakerelere başlanması ve en kısa sürede soruna çözüm bulunması  konusunda anlaştıklarını ilan etmişlerdi. Zirvede ayrıca, Lokmacı Kapısının geçişlere açılması kararlaştırılmış, kısa bir süre sonra söz konusu kapı törenle açılmış ve müteakiben de  8 Temmuz Anlaşmasında öngörülen 6 adet çalışma grubu ile 7 teknik komite, 21 Nisan itibariyle çalışmaya başlamışlardı.

26 Mart 2008 tarihinde, K.K.T.C.ye resmi bir ziyaret gerçekleştiren Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, ziyareti sırasında, Türk askerinin Kıbrıs’ta barış için bulunduğunu, 1974’ten beri de barışı sağladığını, adil ve kalıcı barış sağlanana kadar bu kutsal görevin devam edeceğini özellikle vurgulama gereği duymuştur.

Ancak çok geçmeden, Rum tarafının, Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumuna karşı  müteaddit defalar ve açık bir şekilde  hasmane beyanatlar vermeye başlaması üzerine ortam gerginleşmiş, tam da “Kıbrıs’ta umutlar sönüyor mu?” sorusu akla gelmişken, 23 Mayıs liderler buluşması ile bu olumsuz hava giderilerek, sürecin devam edeceği ve Haziran sonunda tekrar bir araya gelineceği kararı alınmıştı.

23 Mayıs görüşmesinin hemen ardından, 5 Haziran’da Londra’da, İngiltere’nin Kıbrıslı Rumlara, “K.K.T.C.yi tanımayacağı ve Ada’da bölünmeye ya da ayrı bir siyasi oluşumun gelişmesine destek vermeyeceği’ne dair söz verdiği” bir mutabakat muhtırasını imzalayan Rum Lider, ciddi bir güvenirlik sorununun da ortaya çıkmasına sebebiyet vermişti.

1 Temmuz’da üçüncü görüşmelerini yapan Kıbrıs Türk ve Rum liderler, “ tek egemenlik ve vatandaşlık konusunda görüştüklerini ve bu konular üzerinde prensipte anlaşmaya vardıklarını” açıklamaları üzerine, bu kavramların ne anlama geldiği konusunda Türk kamuoyunda ciddi bir tartışma başlamıştır. Kendisine yöneltilen eleştirilere  K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, “tek egemenliği, egemenliğin iki halktan kaynaklanması şartıyla kabul ettiklerini, yeminine sadık olduğunu ve Rumlara teslim ettikleri bir şey olmadığını” söylemek suretiyle kendisini savunmak durumunda kalmıştır.

Talat’ın bu beyanatı Türk kamuoyunu yeterince tatmin etmemiş olacak ki Kıbrıs Barış Harekâtının yıl dönümü kutlamaları nedeniyle K.K.T.C.ye giden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından açık ve net bir şekilde uyarılma gereği hasıl olmuştur. Başbakan Erdoğan, 20 Temmuz’da Kıbrıs’ta, “…Kimse, ama hiç kimse, Kıbrıs Türk halkının kendi yönetiminden, eşit statü ve eşit ortaklıktan vazgeçmesini ve azınlık olarak yaşamayı kabul etmesini beklemesin. Hiç kimse boş hayaller kurup bu parametreleri değiştirme gayretkeşliği sergilemesin. Kapsamlı çözüm, Kıbrıs Türk halkı ve K.K.T.C.nin kurucu ve eşit olarak yer alacağı yeni bir ortaklıkla mümkün olacaktır”  demek suretiyle, “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” tartışmalarına, Türkiye’nin “kırmızı çizgilerini” hatırlatarak cevap verme ihtiyacı duymuştur.

İşte bu gelişmelerin ışığında gerçekleşen 25 Temmuz Liderler buluşması, başta garantör devletler (Türkiye, İngiltere ve Yunanistan) olmak üzere, AB ve ABD’yi de memnun edecek  bir şekilde neticelenmiş gibi gözüküyor. Nitekim, görüşmenin hemen ardından,  Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada Türkiye’nin, Kıbrıs’ta 3 Eylül’de başlatılacak müzakere sürecine tam destek vereceği ifade edilmiştir. AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso da gelişmeyi, Kıbrıs’ın yeniden birleşmesi yolunda “çok önemli bir adım” olarak değerlendirmiştir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Talat ve Hristofyas bu görüşmede, 3 Eylül’de kapsamlı görüşmelere başlanılması, ulaşılacak anlaşmanın her iki tarafta da eş zamanlı olarak referanduma sunulması gibi temel konularla, Yeşilırmak kapısının açılması konusunda çalışmaların başlatılması gibi tali konularda uzlaşmaya varmış bulunmaktadırlar. Ayrıca, 3 Eylül’de başlaması öngörülen müzakerelerde, BM Genel Sekreteri’nin, özel temsilcisi olarak yeni atadığı eski Avustralya Dışişleri Bakanı Alexander Downer’in “arabuluculuk” görevi yapacağını da burada belirtmemizde yarar bulunmaktadır.

Peki ne oldu da, kapsamlı müzakereleri başlatma konusunda isteksiz davranan ve hatta süreci uzatmak için elinden gelen gayreti sarf eden Hristofyas, Talat’a müzakere tarihi verdi? Ya da şöyle soralım. Acaba, uzlaşma süreci devam ederken, 5 Haziran’da, İngiltere ile tek taraflı olarak imzaladığı memorandum ile bu ülkeyi yanına çekmek suretiyle uzlaşmaz tutumunu perçinleştiren Rum Lider, şimdi ne değişti de kapsamlı müzakerelere başlama kararı verdi? Kıbrıslı Rumların ve özellikle de Hristofyas’ın geçmişini dikkate aldığımızda, bu soruların yanıtı alınmadan sürecin sağlıklı işlemesinin mümkün olmadığını da burada belirtmemizde yarar bulunmaktadır. Zira, yakın tarihe şöyle bir göz attığımızda,  güç koşullarda kurulan uzlaşma ortamını 1963 yılında şiddet ve katliamlarla kana bulayan Rumların, 2004 yılında Annan Planını reddetmek suretiyle Birleşik Kıbrıs projesini nasıl baltaladıklarını kolaylıkla görebilmekteyiz.

Görüşme öncesinde, “Hedefimiz erken zamanda çözüme ulaşmak. Aylarca, yıllarca sürecek bir görüşmeden söz etmiyorum. Ben 2008 sonuna kadar bunun yetişebileceğini düşünüyorum” diyen Talat penceresinden hadiseye baktığımızda ise, Talat’ın, 45 yıldır çözüme yanaşmayan Rumları nasıl olacak da birkaç ay içinde adil ve kalıcı bir çözüme razı edeceği sorusu aklımıza gelmektedir.

Ayrıca, 34 yıldır Ada’da barış ve huzurun güvencesi olan Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerinin durumu ne olacaktır? Adadaki Türk askeri varlığını “işgal ve kolonizasyon” olarak gören, Türkiye’nin garantörlük statüsünün artık geçerli olamayacağını iddia eden, bir yandan İngiltere’yle tek taraflı memorandum imzalarken diğer yandan Türkiye’yi K.K.T.C.ye müdahale etmekle suçlayan Kıbrıslı Rumlarla nasıl olacak da “adil ve kalıcı bir çözüme” ulaşılabileceği konusu belirsizliğini korumaktadır.

Öte yandan, Rus “Gazeta” gazetesine verdiği demeçte, K.K.T.C.nin 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın adanın birleştirilmesi için hiçbir şey yapmadığını, kendisinin Kıbrıs’ın birleştirilmesi taraftarı olduğunu ifade eden Talat’ın, geçmişi haksızca eleştirmek yerine, “Birleşik Kıbrıs” hakkındaki parametrelerinin neler olduğu konusuna açıklık getirmesinin yararlı olacağını düşünmekteyiz.

Talat’ın “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” kavramları üzerindeki sis perdesi aralanmadan, Annan Planı’nın “bakir doğum” ilkesinin temelini oluşturan “iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe dayalı iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devleti” tezini nasıl hayata geçireceği merak konusudur. Yoksa, bu ilkeden vaz mı geçilmiştir?  Bu bakımdan, K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın, “Kıbrıslı Rumların Ada’nın tamamını yeniden ele geçirme yönünde emeli olabileceğine dair” duyduğu endişelerini ciddiye alması gerekmektedir.

Öte yandan İngiltere’nin, Kıbrıs konusunda izlediği politikadan da kısaca bahsetmemizde yarar bulunmaktadır. Öyle ki İngiltere’nin, bir yandan Türkiye’nin AB üyeliğini destekler gibi görünürken, bir yandan da Kıbrıs’ta taraflar arasında gerginliği tırmandırıcı nitelikte yanlı politikalar izlediğine şahit olmaktayız. Nitekim İngiltere’nin, Ada’daki askeri üslerini muhafaza etmek için aynı anda hem Türkiye’yi ve hem de Rum-Yunanistan tarafını idare ettiği, zaman zaman da taraflardan her birisi ile tek yanlı olarak imzaladığı birtakım anlaşmalarla tarafları birbirine düşürmeye gayret gösterdiği bilinmektedir. Ne gariptir ki Hristofyas,  bu ülkenin çıkar hesaplarına alet olmakta bir sakınca görmemektedir.

Eğer Rumların “ulusal Kıbrıs davalarında” bir sapma söz konusu değilse -ki bu mümkün görünmüyor- Rumların çözüm beklentileriyle Türklerin çözüm beklentilerinin birbiriyle uyuşmasını beklemek nafile bir çaba olacaktır. Hristofyas’ın bu son manevralarının esasen “enosis” hayalinin bir parçası olmadığını kim iddia edebilir. Tarih, Rumlarla Türklerin birlikte bir arada yaşamalarının imkânsızlığını gösteren birçok olaya şahit olmuştur. Her fırsatta, K.K.T.C.yi tanımadığını, buna karşın Rumların işgali altındaki “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin Ada’nın tek temsilcisi olduğu tezini tüm dünyaya kabul ettirmeye çalışan Rum Lider ile 2008 yılı sonuna kadar nasıl bir kalıcı çözüme ulaşabileceği merak konusudur. Talat’ın çözüm için gösterdiği  aceleci tutum ise ayrı bir soru işareti olarak karşımıza çıkmaktadır. İlaveten, AB, ABD, İngiltere ve Yunanistan’ın memnuniyetle karşıladığı bir sürecin sonunda varılacak çözümün, Türkiye’nin millî menfaatleriyle ne derecede uyum sağlayabileceği hususu da üzerinde önemle durulması gereken başka bir mevzudur.

Sonuç olarak, ne garantörlük, ne Ada’daki Türk Barış Gücü ve ne de yerleşikler konusunda Türkiye’nin taviz vermesi mümkün değildir. Rum Lider, aynı anda hem K.K.T.C.yi ortadan kaldırıp, Rum işgali altındaki “Kıbrıs Cumhuriyeti’ne” Kıbrıs Türklerini azınlık olarak eklemlemeyi ve hem de Türkiye’yi Ada’dan dışlayarak Kıbrıs’ta kontrolü tamamen eline geçirmeyi planlamaktadır. Ne var ki Türk Milletinin böyle bir gelişmeye fırsat vermesi söz konusu bile değildir.

İngiltere’nin, Ada’daki askeri üslerini muhafaza edebilmek için garantörlük statüsünü bir yana bırakıp, kolaylıkla Rumların taraftarı pozisyonuna kayabildiği gerçeğini göz önüne aldığımızda, Türkiye’nin garantörlük görevine sadık kalmasının, gerek Ada’daki barış ve huzurun devamı ve gerekse Doğu Akdeniz Bölgesinin istikrarı açısından son derece önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.

Doğu Akdeniz’in tam kalbinde ve Türkiye’nin Güney Kıyılarının hemen karşısında, (Anamur Burnu’na 65 km mesafede) tabiri caizse burnunun dibinde yer alan Kıbrıs Adası, jeopolitik açıdan hassas bir konuma sahiptir ve bu nedenle de K.K.T.C.nin yaşatılması, bölgesel bir güç olan Türkiye’nin stratejik bir hedefi durumundadır. Türkiye’nin bu jeostratejik hedefinden vazgeçmesi demek, Kıbrıs’ın bir “Yunan Adası” olması demektir. Bu nedenlerle, Kıbrıs Türkiye’nin millî davasıdır ve bu davadan taviz verilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, eğer Kıbrıs Türk toplumunun Rumların hâkim olacağı bir devlete azınlık olarak yamalanmasını istemiyorsa, elindeki kozları çok iyi değerlendirmeli, Türkiye’nin garantörlüğünü ve Ada’daki askeri varlığını bir destek olarak görmeli ve nihayet Rumların gizli emellerini çok iyi tahlil etmelidir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=289

Share This:

TÜRKİYE IMF İLE DEVAM ETMELİ Mİ?

 

Türkiye’nin yıl sonunda 50 milyar doları bulması beklenen cari açığı, Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Hükümet arasında yeni bir tartışmanın başlamasına sebep olmuştur.  IMF İcra Direktörleri Kurulu’nun, “büyük ve genişlemeye devam eden cari açıktan dolayı, kayda değer dış zafiyetlerin yerinde durmaya devam ettiğini” belirterek “yola bizimle devam edin” çağrısında bulunduğu açıklamaya, Hükümetten sert tepki geldi. Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, “Cari açığın esasen IMF Programının yan ürünü olarak ortaya çıktığını” belirtmiş ve “2001’deki krizde IMF programı yok muydu?” sorusunu yönelterek, Türkiye’nin IMF ile yaptığı stand-by anlaşmalarının yararlılığı konusunda yeni bir tartışmayı gündeme getirmiş bulunmaktadır.

Bilindiği üzere, Türkiye-IMF arasında imzalanan stand-by programları Mayıs 2008 tarihi itibariyle sona ermiş, program sonrası değerlendirme çalışmalarını geçen hafta tamamlayan İcra Direktörleri Kurulu, 1999-2008 arasında imzalanan Anlaşmaların sonuçlarını değerlendiren bir açıklamada bulunmuştur. Türkiye’nin ekonomik gündemine bomba gibi düşen ve küresel finans piyasalarındaki kırılganlığı işaret ederek Türkiye ile yeni bir anlaşma öneren bu açıklama, Hükümet tarafından tepkiyle karşılanmıştır.

Türkiye’nin yeni bir vizyon ve yeni bir programla yoluna devam etmesi gerektiğini ifade eden Devlet Bakanı Şimşek, aslında, Türkiye’nin IMF ile son 40 yılda imzaladığı 18 Anlaşmanın Türk ekonomisine arzulanan seviyede katkıda bulunamadığını söylemeye çalışmaktadır. Gerçekten de, IMF destekli  ekonomik istikrar ve enflasyonu düşürme programlarının başarı düzeyi, özellikle 2001 krizinden sonra Türkiye gündeminde daima tartışma konusu olmuştur ve çoğunluğu başarısızlıkla sonuçlanan bu programların gerekliliği konusundaki kuşkular giderek artış göstermiştir. Nitekim, büyük umutlarla hazırlanan ve döviz kurunu esas alan IMF destekli 1999 ekonomik istikrar programı, 2001 yılı Şubat ayında derin bir finansal kriz ile sonuçlanmış, Türk ekonomisinin barış döneminde yaşanan en derin ekonomik durgunluk içerisine girmesine yol açmış ve nihayet 2001 yılında ekonomi %9.5 oranında daralmıştır.

Geldiğimiz noktada, IMF İcra Direktörleri Kurulu, Türkiye’nin IMF ile yola devam etmesi gerektiğini belirtirken, bir yandan da öz eleştiri yapmaktan geri kalmamaktadır. Yapılan açıklamada, “Direktörler, Fon’un siyasi tavsiyelerinin genel olarak yerinde olduğunu düşünüyor. Ancak bazı Direktörler özellikle ilk dönemde, IMF’nin temel alanına girmeyen konularda üzerinde durulan ‘yapısal koşulluluğun’ aşırıya kaçmış olabileceği görüşünde…” denilmek suretiyle, programların başarısızlığında esasen IMF’nin de payı olduğunu itiraf etmektedirler. Kuşkusuz, imzalanan her stand-by anlaşmasının önemli bir unsurunu teşkil eden “yapısal reformlar” anlamında, IMF’nin sık sık uzmanlık alanı dışına çıktığı yönündeki itiraf kabule şâyandır. Öyle ki, emekli maaş artışlarından, bakanlıkların örgütlenme yapısına kadar uzanan bir yelpazede vuku bulan müdahaleler, zaman zaman geniş halk kitleleri tarafından da tepkiyle karşılanmıştır.

Öte yandan, Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in, IMF’nin 2001 ekonomik krizindeki sorumluluğunu gündeme getirmek suretiyle, yaşanan bu acı tecrübenin, Türkiye’nin yola tek başına devam edip etmeyeceği konusundaki kararını oluşturma aşamasında önemli bir referans olarak değerlendirmeye alınacağını işaret etmektedir. Her ne kadar, söz konusu kriz siyasi bir sebepten patlak vermiş ise de, aslında gerçek sebebin, Hükümetten gereken desteği görememiş olan 1999 istikrar programının temelini oluşturan döviz kuru politikasının güvenilirliği ve sürekliliği hakkında süregelen şüphelerin bir türlü giderilememiş olmasıdır.

Bu noktada, Türkiye-IMF ilişkilerinin tarihi gelişimine kısaca göz atmamızda yarar bulunduğu kanaatindeyiz:

Enflasyon 1970 yılından bu yana Ülkemizin yaşadığı en önemli ekonomik problem olmuş, bu nedenle Türkiye, IMF ile birlikte birçok anti-enflasyonist programa imza atmıştır. Bu dönemde, Türkiye mali piyasalarını ve sermaye hareketlerini serbestleştirmiş, bu programların başarıya ulaşabilmesini sağlamak amacıyla, ekonominin serbestleştirilmesi ve istikrara kavuşturabilmesi yönünde, son 40 yılda IMF ile çoğu başarısızlıkla sonuçlanan farklı Anlaşmalar yapılmış olup, döviz kuru, özellikle nominal döviz kuru politikaları, bu ekonomik istikrar programlarında anahtar rol oynamıştır.

1980’lerde Türk Ekonomisi hem dahili ve hem de harici olarak tümüyle serbestleştirilerek, iç piyasaya dönük ithal ikamesi politikası terk edilmiş ve ihracata dayalı büyüme politikası benimsenmiştir. Aynı yıllarda, Hükümet bankalara döviz işlemleri yapma iznini vermiş;  bankaları ve onların kısa dönem likidite ihtiyaçlarını karşılamak üzere İnterbank Para Piyasası oluşturulmuş; Sermaye Piyasası Kurulu teşkil edilmiş; İstanbul Menkul Kıymetler Borsası yeniden açılmış; sonuç olarak Türk ekonomisinin finansal derinliği artırılmıştır.

1990’lı yıllarda, Gayri Safi Milli Hâsılanın (GSMH), değişken bir yapı gösteren yabancı sermaye girişinin etkilerine, 1980’li yıllara kıyasla daha fazla bağlı bir hale geldiği görülmektedir. 1994 yılında yaşanan finansal krizle birlikte, enflasyon oranı 3 rakamlı bir sayıya ulaşmış ve nominal kur bir günde %39 değer kaybetmiştir. Ülkeden büyük miktarlarda sermaye çıkışına yol açan bu krizin hemen ardından Türkiye- IMF arasında yeni bir ekonomik istikrar programı imzalanmıştır. Söz konusu Stand-by anlaşmasının desteği ile önemli ölçüde yabancı sermaye girişi başlamış ve Türk ekonomisi 1995–1997 döneminde yıllık %7’den daha yüksek bir kalkınma hızını gerçekleştirebilmiştir. Bu dönemde, Merkez Bankası reel döviz kuru politikasını etkili bir şekilde takip etmiş ve 1994’teki yüksek devalüasyonun etkisiyle ihracat rakamlarında hızlı bir iyileşme sağlanmıştır. Bununla birlikte, hızlı ekonomik büyümeye rağmen, dış ticaret dengesi istikrarlı bir seviyede tutulabilmiş ancak, Asya Krizi nedeniyle, büyüme hızı 1998’de %3,1’e gerilemiştir.

1997 yılında yaşanan Doğu Asya Krizi ve 1998 yılında yaşanan Rusya Krizinin olumsuz etkileriyle mücadele etmek zorunda kalan Türkiye, 1999’da meydana gelen ve ekonomik ve sosyal hayatı sarsan depremlerle daha da güç koşullar içerisine sürüklenmiştir. Yüksek enflasyon ve reel faiz oranları, artan kamu açıkları nedeniyle bozulan ekonomik istikrarı yeniden sağlayabilmek amacıyla, Kasım 1999’da, Hükümet yeni bir enflasyonla mücadele programını başlatmış ve IMF ile yeni bir stand-by anlaşması imzalanmıştır.

IMF’nin büyük umutlar bağlanan 1999 ekonomik istikrar programı, 2001 yılı Şubat ayında derin bir ekonomik krizle âdeta duvara çarpmış, önceden ilan edilen nominal döviz kuru  politikası terk edilerek, döviz kurunun serbestçe dalgalanmasına izin verilmiştir. Krizin etkisiyle birlikte, enflasyon TEFE’de, 2000 yılında %32.7’den 2001 yılı sonunda %88.6’ya kadar yükselmiştir. Kriz sonrasında ekonomik programda revizyona gidilmiş, krizin ardından kurun önemli ölçüde değer kaybetmesi, dış ticarette rekabet gücünün artmasını sağlamış ve ekonomi 2002 yılından itibaren toparlanma eğilimine girmiştir.

IMF-Türkiye arasında, 2002–2004 yıllarını kapsayan yeni bir stand-by anlaşması imzalanarak hedefler revize edilmiş, uygulanan yeni ekonomik tedbirlerle, göstergeler hızla iyileşmeye başlamıştır.

2001 krizinin ardından ekonomik göstergelerde meydana gelen iyileşmeler ve sağlanan ekonomik istikrar ortamının daha ziyade, hükümetin yeni ekonomik tedbirlerin uygulanması konusundaki kararlılığı, uygun uluslararası ekonomik konjonktür ve kriz sonrası ekonominin izlediği doğal ve olumlu seyirden kaynaklandığını söylememiz mümkündür. Nitekim, gelişmiş ekonomilerde faiz oranlarının 2000 yılından itibaren hızlı bir düşüş eğilimi göstermesi üzerine, gelişmekte olan ülkelere doğrudan yabancı sermaye akışında ciddi bir artış olmuştur. Bu da, tabii olarak krizden çıkmış bir ekonominin finansman sorununun çözümüne önemli ölçüde katkı sağlamıştır.

Öte yandan, cari açığın, 2002 yılından itibaren sürekli olarak büyüyen Türk Ekonomisinin en büyük problemi olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz. Zira, Cari İşlemler Hesabının yıl sonuna kadar 50 milyar dolar açık vermesi beklenmektedir. Aşırı değerlenmiş YTL ile yüksek reel faiz oranlarının, son yıllarda artış eğilimi gösteren cari açık üzerinde baskı oluşturarak ileride bir ödemeler dengesi probleminin yaşanmasını muhtemel hale getirdiğini düşünmekteyiz.

Yaşanan bu gelişmelerin de katkısıyla cari açık ekseninde gelişen Türkiye-IMF ilişkilerinin geleceği hakkındaki tartışma, karşılıklı suçlamalarla hız kazanmış bulunmaktadır. Ne var ki,  Türk Ekonomisinin gittikçe kronikleşen bir problemi haline gelen cari açığın, uygulanan IMF programlarının bir yan ürünü olduğunu ileri sürerken, aynı zamanda sağlanan ekonomik büyüme, enflasyon ve kamu borçlarındaki düşüş gibi olumlu gelişmelerin de bu programlar dönemine rast geldiği unutulmaktadır.

Netice itibariyle, özellikle 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’de uygulanan IMF destekli ekonomik istikrar programlarının başarı seviyeleri dikkate alındığında, Türkiye-IMF ilişkilerinin tarihi süreçteki yansımalarının derinlemesine tahlil edilmesi ve buna göre, geleceğe dönük yeni bir yol haritası çizilmesi zamanının geldiği kanaatindeyiz. Zira Türkiye’nin kendine has ekonomik problemlerine, toplumsal ihtiyaçları da gözetecek şekilde ve kendi gerçekleri temelinde çözüm yolları üretilmesi ve bu doğrultuda programlar hazırlanması halinde, halkın desteğini almak ve başarı şansını artırmak daha da kolay olabilecektir.

Dolayısıyla, Türkiye’nin kendine özgü, yeni bir program ve vizyonla yola devam etmesi gerektiği düşüncesine olumlu bakılmalıdır. Kaldı ki, dış finansman konusunda sorun yaşamadığı sürece bir ekonominin, IMF desteğine ihtiyaç duymaksızın ve tamamen milli kaygılarla hazırlanmış, sürdürülebilir ekonomik büyüme ve etkili bir enflasyonla mücadele programıyla yola devam etmesi mümkün bulunmaktadır. Bu yüzdendir  ki Hükümet şu günlerde, Türkiye’nin IMF destekli yeni bir ekonomik programa ihtiyacının olup olmadığı hususunu tartışma konusu yapmakta ve IMF’nin bu konudaki çağrılarına ihtiyatla yaklaşmaktadır.

Bununla birlikte, dünya piyasalarını tehdit eden küresel krizin etkileri sona erinceye kadar, daha esnek bir çerçevede hazırlanmış bir ihtiyati stand-by anlaşmasının seçenekler arasında yer alması belki Hükümetin hareket kâbiliyetini artırabilecektir. Ancak uzun vadede hazırlanacak bir ekonomik istikrar programının başarısı, yapısal reformlar, mali disiplin, tutarlı para ve döviz kuru politikalarını gerekli kıldığı gibi, aynı zamanda, uygulanan programa yönelik güçlü ve sürekli bir güven duygusunu da ihtiyaç haline getirmektedir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=290

Share This:

KAFKASYA’DA ADI KONMAMIŞ BİR SAVAŞ

 

Rusya ile Gürcistan arasındaki gerginliğin nihayet bir sıcak çatışmaya dönüşmesi pek sürpriz olarak karşılanmamıştır, çünkü daha önceki bir yazımızda da belirttiğimiz gibi bölgede her an bir sıcak çatışma çıkma ihtimali vardı ve savaş rüzgarları giderek şiddetini artırmaktaydı. Neticede, “Rus vatandaşlarını koruma ve bölgede barışı tesis etme” gerekçesiyle Güney Osetya’ya ve daha da ileriye giderek Gürcistan topraklarına şiddetli bir askeri operasyona girişen Rusya, Kafkasya’yı bir savaş alanına çevirmiş durumdadır. İşin daha da vahim olan tarafı, ABD ve AB’ye güvenerek Güney Osetya’ya askeri operasyon başlatan Tiflis’in,  umduğu desteği bulamaması ve Rusya’nın amacını aşan misillemesi karşısında siyasi egemenliğini kaybetme korkusuyla  tek taraflı savaş ilanının hemen ardından yine tek taraflı ateşkes ilan etmek zorunda kalmış olmasıdır. Ne var ki Rusya, savaş halini bile kabul etmeyerek, yakaladığı bu fırsatı sonuna kadar değerlendirmek niyetindedir.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, 1991 yılında Gürcistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte bölgede ayrılıkçı hareketler ivme kazanmıştır. Çoğunluğunu etnik Ruslar ve Gürcü olmayan başka toplulukların oluşturduğu Güney Osetya, aynı durumdaki diğer iki bölge olan Abhazya ve Acaristan’da olduğu gibi Gürcistan’a bağlanmamak için direndiler. Bunlardan Acaristan fazla direnç gösterememiş ve Tiflis’e boyun eğmek durumunda kalmıştır. Buna karşın, 1994 yılında fiilen bağımsızlığını ilan eden, ancak bugüne kadar hiçbir ülke tarafından tanınmamış bulunan Abhazya ve Güney Osetya’da gerginlik artarak devam etmiş, Rusya Federasyonu barış gücü askeri bulundurmak suretiyle, bu bölgede barışın korunması sorumluluğunu üzerine almıştır.

Şubat 2008 tarihinde ABD ve AB bayraklarının gölgesinde, Kosova’nın, Rusya’nın uydusu Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan etmesi karşısında Moskova’nın tepkisi sert olmuştu. Tüm meydan okumalarına rağmen Batı tarafından ciddiye alınmayan Rusya, uluslararası itibarını ciddi biçimde sarsan bu gelişmeyi bir kenara not etmiş ve intikamını almak için fırsat kollamaya başlamıştı. Bu kapsamda, 2-4 Nisan’da Bükreş’te yapılan NATO tarihinin en büyük zirvesinde ilk stratejik atağını yapmış, ABD’nin tüm çabalarına rağmen Ukrayna ve Gürcistan’ın resmi adaylık statüsü kazanmalarına engel olmuştu. Artık Rusya, ABD ve NATO’ya bir tepki olarak, ayrılıkçı Güney Osetya ve Abhazya kartını açıkça oynamakta bir sakınca görmeyecektir. Nitekim öyle de oldu. Kremlin, öncelikle, resmen tanımamakla birlikte Abhazya ile doğrudan siyasi ve ekonomik ilişki kuracağını ilan etti. Müteakiben, bölgedeki ayrılıkçı güçler, Rusya’nın da desteğiyle Gürcistan’a karşı kışkırtıcı eylemlerini yoğunlaştırmaya başladılar. Putin’in, giderayak Abhazya ve Güney Osetya’da  bulundurduğu barış gücü kuvvetlerine dahil asker sayısını 5 Mayıs itibariyle takviye etmesi, Tiflis’in huzursuzluğunu had safhaya çıkaran bir gelişme olarak bölgede tansiyonu artırdı..

Tüm bu tahrik edici hareketlerin üstüne bir de son günlerde Osetyalı askeri kuvvetlerin Gürcü topraklarını top ateşine tutması, Tiflis için bardağı taşıran son damla oldu ve Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili, Gürcü askerlerine saldırı emrini vermek durumunda kaldı. Gürcü silahlı kuvvetlerinin, tam da Pekin Olimpiyatlarının başladığı 8 Ağustos günü Güney Osetya bölgesinin içlerine doğru yaptığı askeri operasyonlar sonucunda, Rus barış gücü askerlerinin de dahil olduğu çok sayıda Osetyalı sivilin ölmesi üzerine, Rusya için askeri operasyon fırsatı da doğmuş oldu. Ne var ki Rusya, gerçekleştirdiği askeri saldırının ölçüsünü kaçırdı ve barış gücü hattını da aşarak Gürcü topraklarının içlerine kadar operasyonu genişletti. Artık, kozlar Rusya’nın eline geçmiş durumdadır ve nerede duracağına da kendisi karar verecektir. Gelinen noktada, Saakasvili’nin yaşadığı hayal kırıklığı dünya kamuoyunun gözünden kaçmamaktadır. Zira, Rusya’nın kendi topraklarını bombalaması karşısında çok güvendiği ABD ve AB’den umduğu desteği bulamamış ve ülkesini Rusya ile çaresiz bir savaşın içine doğru sürüklemiştir. Ülkesinin Toprak bütünlüğünü ve siyasi egemenliğini tamamen kaybetme riski ile karşı karşıya kalan Gürcü Cumhurbaşkanı, şimdilerde adı bile konmamış bu savaşa ateşkes önermekte ve emperyalist Rusya’nın elinden kurtulabilmek için Batı dünyasından medet ummaktadır.

NATO ve AB’ye üye olmak suretiyle hem bölgesel güvenliğini garanti altına alma ve hem de ekonomisini kalkındırma hayalleri kuran Gürcistan, bir yandan Batı ile yakın ilişkiler geliştirirken, bir yandan da, Güney Kafkasya’nın kontrolünü elinden bırakmak istemeyen Rusya’nın düşmanlığını kazanmaktadır. 2003 yılında gerçekleşen “pembe devrimle” iktidara gelen Mihail Saakaşvili, Batı desteğiyle ülkesinin toprak bütünlüğünü sağlamayı hedeflemektedir. Ne var ki, Tiflis’in NATO ile yakın temasını kendisine meydan okuma olarak değerlendiren Rusya, buna, ayrılıkçı Abhazya ve Güney Osetya Özerk Cumhuriyetlerini desteklemek ve nihayet eline geçen ilk fırsatı değerlendirerek askeri bir operasyon yaparak cevap vermiştir.

Kafkasya’da yaşanan bu gelişmeler esasen bölgeyi içinden çıkılması zor bir çelişkiler yumağı haline getirmiş durumdadır. Öyle ki, Kosova’nın bağımsızlığı, özellikle kendi ülkesindeki Çeçenistan hareketi olmak üzere, ayrılıkçı eylemleri tahrik edeceği endişesiyle, Rusya tarafından şiddetle reddedilmiştir. Fakat, Rusya, ayrılıkçı Güney Osetya ve Abhazya hareketlerini destekleyerek çifte standardını da ortaya koymaktan geri kalmamaktadır. Bir zamanlar Batıyı çifte Standard uygulamakla suçlayan Rusya bu defa bizatihi kendisinin aynı duruma düşmesinde bir sakınca görmemiş ve ayrılıkçı Çeçenistan hareketini desteklemekle suçladığı Gürcistan’a karşı kısasa kısas taktiğini uygulama çabası  içine girmiştir. Ayrıca Rusya’nın, ABD ile birlikte Türkiye’yi de Gürcistan’a askeri destek vermekle suçlaması, Türkiye-Rusya ve Türkiye-Gürcistan ilişkilerinin geleceği açısından da karmaşık bir vaziyet arz etmektedir.

Ayrıca Rusya, her ne kadar Güney Osetya’daki Rus vatandaşlarının korunması, Gürcistan’ın barışa zorlanması gibi gerekçelerle Gürcistan’a saldırdığını iddia etse de, perde arkasında Rusya’nın Güney Kafkasya bölgesine yönelik jeostratejik hedeflerinin yattığını söylememiz mümkündür. Zira, Enerji üretim ve dağıtım potansiyelini dış politikada bir silah olarak kullanmaya çalışan Rusya, dünyanın en zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip Kafkasya ve Orta Asya üzerinde hâkimiyet kurma çabası içerisindedir.  Ayrıca, Orta Asya ile Avrupa arasında bir köprü niteliğini haiz Kafkasya’nın ve dolayısıyla bölgede stratejik bir konuma sahip Gürcistan’ın kontrol altında tutulması, Rusya Federasyonu için vazgeçilmez öncelikler arasındadır.

Görev süresi boyunca sürekli Batıya meydan okuyan, “şahin” olarak nitelendirebileceğimiz Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 7 Mayıs günü, Başkanlık görevini Dmitriy Medvedev’e devretmişti. Rusya’nın başına, “daha fazla kişisel özgürlük ve ekonomik serbesti” üzerine yoğunlaşacağını açıklayan ılımlı ve batı yanlısı bir liderin geçmiş olması, bölgede tansiyonun düşmesine katkı sağlayacak bir gelişme olarak değerlendirilmişti. Ancak, göreve gelir gelmez Putin’i Başbakanlığa atayan Medvedev’in Kafkasya’da başlattığı savaş ortamı, tüm beklentileri altüst etmiş durumdadır.

Öte yandan, Rusya’nın arka bahçesi olan Güney Kafkasya bölgesine sızabilmek gayesiyle Ukrayna ile birlikte Gürcistan’ı NATO’ya üye yapmak için büyük çaba sarf eden ve bu uğurda Gürcistan ile yakın ilişki kurmak suretiyle Saakasvili’yi Rusya’ya karşı cesaretlendiren ABD’nin, Rusya’nın bu ciddi askeri operasyonu karşısında fiilen tepkisiz kalması düşündürücüdür. Acaba, Gürcistan NATO üyesi yapılsaydı Rusya böyle bir operasyon yapabilir miydi? Görünen o ki Gürcü Cumhurbaşkanı zamanlamayı yanlış yapmıştır. NATO üyesi olmadan Batının tam desteğini arkasına almayı hesaplamış fakat bu hesap tutmamıştır. Dahası, karşı cephe genişlemiş, Güney Osetya’daki operasyonlardan cesaret alan ayrılıkçı Abhazya Bölgesi silahlı kuvvetleri de Gürcü topraklarına saldırıya geçmişlerdir. Böylece Tiflis, kendi başlattığı bir operasyonda geri adım atmak zorunda bırakılmış ve dahası topraklarının önemli bir kısmını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmıştır.

Ancak, bu savaştan Rusya’nın da galip çıkacağını söylemek için çok erkendir. Zira, Batı ile ilişkilerini geliştirme eğiliminde olan Medvedev, savaşı Güney Osetya’nın da ötesine, Gürcü topraklarına taşıyarak, Kafkasları bir ateşin içine sürüklemesi halinde, Batı ile ilişkilerinin ciddi biçimde bozulması kaçınılmazdır. Bu ise, küresel sisteme entegre olmaya çalışan Rusya için bir stratejik gerileme olacaktır. Diğer taraftan, Güney Osetya’dan çekilmesi halinde, özellikle buradaki etnik Ruslar açısından eskisinden de zor bir dönem başlayabilecektir. Dolayısıyla, esasen Rusya’nın da bir açıdan Gürcistan kadar riskli bir pozisyona girdiğini söylememiz mümkündür.

Kafkasya’daki gelişmeler şüphesiz, Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Türkiye’de yaklaşık bir milyon gürcü kökenli vatandaşın bulunduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca Türkler, Gürcistan’ın ikinci büyük etnik grubunu teşkil etmektedir. Hatta, hiçbir zaman gündeme getirmemiş olsa da, 1921 tarihli Kars Anlaşması gereğince, Acaristan üzerinde Türkiye’nin garantörlük hakkı bulunmaktadır.

Türkiye ile Rusya arasında bir tampon bölge işlevi gören, Kafkasya’nın 4.7 milyon nüfuslu kilit ülkesi Gürcistan’ın istikrara kavuşması, bölgesel güvenlik açısından da önem arz etmektedir. Kafkasya coğrafyasında etkinlik mücadelesi veren Türkiye için Gürcistan, Türkistan’a açılan bir kapı olması nedeniyle de stratejik bir değer taşımakta, Türkiye-Gürcistan ekonomik ilişkileri hızla gelişmekte ve bu kapsamda dev projelere imza atılmaktadır. 2006 yılında hizmete giren Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı, İpek Demiryolu Projesi gibi ortak yatırımlar bunlara örnek olarak gösterilebilir.

Gürcistan’la iyi ilişkiler geliştiren Türkiye’nin Rusya ile de dengeli bir siyaset izlediği ve bu ülke ile ekonomik ilişkilerinin iyi düzeyde olduğu hususunu da gözardı etmememiz gerekmektedir. Ayrıca, Türkiye-Rusya arasında, enerji dağıtım güzergâhı ve Güney Kafkasya’nın hâkimiyeti konusunda bir rekabet söz konusu olsa da, bu durumun iki ülkenin siyasi ve ekonomik ilişkilerini menfi yönde etkilemesine izin verilmemesi ve Rusya ile enerji alanında muhtemel işbirliği fırsatlarının iyi değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyiz.

Bu nedenle, Türkiye’nin Kafkasya’da etkili bir politika yürütmesi ve bunu yaparken her iki komşu ülke ile ilişkilerinin bozulmasına fırsat vermemesi gerekmektedir. Bunun ön şartı olarak, Türkiye’nin bölgede yaşanan sıcak çatışmanın dışında kalması ve tarafsızlığını koruması çok önemlidir. Fakat, bölgede var olan çelişkiler yumağının, aynı zamanda Türkiye’nin tarafsızlığını korumasını da ne kadar güçleştirdiği ortadadır. Öyle ki, Güney Osetya ve Abhazya hareketlerini ayrılıkçı terör olarak değerlendirip Gürcistan’ın siyasi egemenliği ve toprak bütünlüğünü savunması halinde, bu defa Rusya işgalci konumuna düşecek ve doğal olarak bu ülkenin tepkisiyle karşılaşacaktır. Şayet, Gürcistan’ın bu özerk bölgeleri işgal ettiğini kabul edecek olsa bu defa bu ülke ile olan ilişkisi zarar görebilecektir. Ayrıca, Rusya’nın, açıkca Türkiye’yi ABD ile birlikte Gürcistan’a silah satmakla suçlaması-bir zamanlar Çeçenistan’a destek vermekle suçladığı gibi- Türkiye’nin tarafsızlığını koruma anlamında, ne kadar hassas bir konumda olduğunu işaret etmektedir.

Netice itibariyle, Türkiye’nin, bölgedeki komşuları Gürcistan, Rusya ve Azerbaycan ile yakın ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirdiği, Ermenistan ile diyalog kapılarının açılabileceğine dair işaretlerin belirdiği bir dönemde, Kafkasya’da patlak veren bu savaş, talihsiz bir gelişme olarak değerlendirilmektedir.

ABD’nin Kafkasya’da tahrik ettiği gerginliğin de etkisiyle bölgede sıcak bir çatışma ve hatta adı konmamış bir savaş patlak vermiş ve binlerce sivil hayatını kaybetmiş bulunmaktadır. Tüm Kafkasya’ya yayılması ihtimali bulunan bu savaşın, ABD’nin Avrasya coğrafyasına hâkim olma mücadelesinin bir parçası olup olmadığını ve bölgede ortaya çıkan istikrarsız ortamın neticede bu ülkenin jeostratejik çıkarlarına ne şekilde hizmet edeceğini görmek için biraz beklememiz gerekecektir.

Bölgede patlak veren savaştan, Rusya ve Gürcistan kadar ABD’nin de sorumluluğunun bulunduğu bilinmektedir. Bu nedenle, her ne kadar Kafkaslarda tansiyonu düşürmek bu ülkelerin görevi olsa da, esasen, istikrarlı bir yapıya sahip Türkiye’nin de bu süreçte etkin bir rol oynaması gerektiği kanaatindeyiz. Bu durumda, jeopolitik öneme sahip bölgesel bir güç olarak Türkiye’nin, tarafları müzakere masasına oturtmak ve sorunu diplomatik yollardan çözmek için, Kafkasya’daki tüm ülkeleri bir araya getirmek suretiyle, arabuluculuk işlevini yerine getirmesi yararlı olacaktır. Bu şekilde, bölgesinde itibar gören bir ülke olarak Türkiye, hem Kafkasya’da kalıcı bir barışın temellerinin atılması ve hem de bölgesel istikrarı bozmaya yönelik dış müdahalelere karşı ortak bir direnç noktası oluşturulması bağlamında inisiyatif kullanmış olabilecektir.

Share This:

KAFKASYA’DA İSTİKRAR ARAYIŞLARI

 

Kafkasya’da, Rusya ve Gürcistan arasında beş gün süren sıcak çatışmaların ardından, şimdi de yoğun bir uluslararası diplomasi savaşı başlamış bulunmaktadır. Bu kapsamda, 13-14 Ağustos’ta Moskova ve Tiflis’e giden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Lideri Dimitriy Medvedev ile Gürcü Lider Mihail Saakaşvili’ye “Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu” adı altında bir oluşum önerisinde bulunmuş ve bu teklif meslektaşları tarafından olumlu karşılanmıştır.

Bölgesel barış, ortak güvenlik, ekonomik işbirliği ve enerji güvenliğini esas alan, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) ilkelerine dayalı, ortak kriz çözme ve yönetme mekanizmasına sahip bir platform olarak başlatılması öngörülen bu yeni sürece, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütünün de dahil edilmesi planlanmaktadır. Ocak 2000 tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından önerilen ve daha sonra beklenen ilgiyi görmemesi nedeniyle rafa kaldırılan, Rusya’nın dâhil olmadığı “Kafkasya İstikrar Paktı” fikrine yakın görünen bu yeni oluşum düşüncesi, Kafkasya’da kalıcı barış ve istikrar umutlarını artırmış gibi görünse de, esasen böylesi bir projeye engel teşkil edebilecek gelişmelerin de göz ardı edilmemesi gerektiği kanaatindeyiz.

Nitekim, Rusya’nın 5 gün süren karşı saldırısının ardından, AB Dönem Başkanı sıfatıyla Moskova’ya giden Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin önerdiği 6 maddelik Geçici Ateşkes Anlaşması çerçevesinde, Rusya askeri operasyona son vermiştir. Fakat, gerek ABD’nin tahrik edici düzeyde Rusya’yı küresel sistemden ve Batı dünyasından tecrit etme tehditleri ve gerekse Kremlin’in “Gürcistan’ın toprak bütünlüğünden söz edilemeyeceği” şeklinde açıklamada bulunması, Kafkasya’da gerginliğin devam edeceğini işaret etmektedir.

Daha önceki bir yazımızda, Pekin Olimpiyatlarının başladığı 8 Ağustos 2008 tarihinde patlak veren Kafkasya-Gürcistan Savaşı ile ilgili olarak, jeopolitik öneme sahip bölgesel bir güç olarak Türkiye’nin, tarafları müzakere masasına oturtmak ve sorunu diplomatik yollardan çözmek için, Kafkasya’daki tüm ülkeleri bir araya getirmek suretiyle, arabuluculuk işlevini yerine getirmesinin yararlı olacağını belirtmiştik. Her ne kadar zor bir süreci gerektirse de, bölgesinde itibar gören bir ülke olarak Türkiye’nin, hem Kafkasya’da kalıcı bir barışın temellerinin atılması ve hem de bölgesel istikrarı bozmaya yönelik dış müdahalelere karşı ortak bir direnç noktası oluşturulması bağlamında inisiyatif kullanması mümkün olabilecektir kanaatindeyiz.

Geldiğimiz noktada, gizli gündemi olmayan bağımsız bir aktör olarak bölgesinde bulunan tüm ülkelerle görüşme yapabilen Türkiye’nin, diplomasiye ağırlığını koyduğu ve bölgesindeki barış ve istikrar arayışlarının vazgeçilmez unsuru olarak dünya siyaset sahnesinde yerini aldığını görmekteyiz. Öyle ki, bir yandan Başbakan, Fransa Cumhurbaşkanını gölgede bırakarak Moskova’da, Rusya Devlet Başkanı ve Başbakanı ile arabulucuk misyonunu icra ederken, bir yandan Cumhurbaşkanı, İstanbul’da İran Cumhurbaşkanı ile bölgesel meseleler hakkında görüşmeler yürütmüştür.

Hatırlanacağı üzere, Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili ABD’ye güvenerek, Rusya’ya karşı kumar oynamış, Gürcü Silahlı Kuvvetleri Güney Osetya bölgesine askeri operasyonda bulunmuş, fakat Rusya’nın şiddetli karşı operasyonuyla hezimete uğrayan Gürcistan, savaş ilanından iki saat sonra ateşkes ilan etmek zorunda bırakılarak, Rusya karşısında çaresiz bir duruma düşmüştür. Beş gün süren Rus-Gürcü savaşının ardından Kremlin,  Sarkozy daha Moskova’ya ulaşmadan hemen önce, Batı dünyasına bir jest yaparcasına askeri operasyonu bitirdiğini ilan etmiştir. Neticede, Rusya, Güney Osetya bölgesinden daha da ilerilere, Gürcistan topraklarının içlerine kadar ilerlemiş ve burada durmuştur. Gürcistan şimdi “de-facto işgal” vaziyeti ile karşı karşıya bulunmaktadır.

Böylece, Rusya, büyük bir ustalıkla hazırlamış olduğu Kafkasya’yı işgal senaryosuna Saakaşvili’yi dahil etmeyi başarmış ve nihayet kozları eline geçirmiş bulunmaktadır. Hayatının en büyük hatasını yapan Saakaşvili ise, ABD ve AB tarafından yalnız bırakılmanın verdiği hayal kırıklığıyla, hem ülkesini ve hem de kendi pozisyonunu riske atmıştır. Zira, Rusya’nın üst düzey yetkilileri, artık Saakaşvili ile görüşmelerinin mümkün olmadığını açıklamak suretiyle, bundan sonraki süreçte, Gürcü liderin statüsünü koruyabilmesinin ne kadar zor olacağına dair ilk işareti vermiş bulunmaktadırlar.

Beş gün süren yıkıcı bir istilanın ardından, Rusya nihayet arzuladığı noktaya kadar ilerlemiş olacak ki, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin teklif ettiği 6 maddelik bir Ateşkes Anlaşmasını kabul etmekte bir sakınca görmemiştir. 16 Ağustos itibariyle Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili ve Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev tarafından imzalanan söz konusu Geçici Anlaşmaya göre, taraflar arasında düşmanlık sona erecek, insani yardım koridoru açılacak, Rus askerleri Gürcü topraklarından çıkmakla birlikte Güney Osetya’daki barışı koruma görevine devam edecek, ayrıca bölge dışında kısıtlı da olsa devriye gezme imkânına kavuşacak olan Ruslar, Güney Osetya sınırının 10 km. ötesine dek Gürcü topraklarına girebilecek ve Güney Osetya ile Abhazya’daki “Rus barış güçleri” uluslar arası barış gözetim mekanizması kurulana dek ek güvenlik önlemleri alabilecektir.

Ancak her ne kadar, Gürcistan’ın “bağımsızlığı ve egemenliği” ifadeleri geçse de, Gürcistan’ın “toprak bütünlüğünden” bahsetmeyen bu ateşkes anlaşması, esasen Gürcistan için tam bir yıkım olarak değerlendirilmekte ve gelecekte bölgede olası sıcak çatışmaları kaçınılmaz kılmaktadır.

Enerji üretim ve dağıtım potansiyelini dış politikada bir silah olarak kullanmaya çalışan Rusya’nın, dünyanın en zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelik stratejik hedefleri vardır. Ayrıca bölgenin, Orta Asya ile Avrupa arasında bir enerji geçiş noktasında yer alması, Kafkasya’nın tam kalbinde yer alan Gürcistan üzerinde, Rusya’nın emperyalist hayaller kurmasına sebep olmaktadır.

Öte yandan, ABD ve NATO ile ilişkilerini geliştirmek suretiyle toprak bütünlüğünü korumaya çalışan Gürcistan, aynı zamanda Batı dünyası ile entegre olmayı da hedeflemektedir. Ne var ki, ABD’ye güvenerek giriştiği Güney Osetya Operasyonunda, Batıdan umduğu desteği bulamayan Saakaşvili, Rusya tarafından hezimete uğratılmış, tabiri caizse, kaş yapayım derken göz çıkarmıştır. Geldiğimiz noktada ise Gürcü Lider, ülkesini bölünmenin eşiğine getirmiş durumdadır. Ateşkesin hemen ardından, Washington Post Gazetesinde yayınlanan makalesinde Saakaşvili, “Eğer Batı bizimle değilse kiminle?” sorusunu yönelterek, ABD ve AB’nin, Rusya’ya karşı tavrını netleştirmesini isteyerek, ülkesini bu zor durumdan kurtarmaya çalışmaktadır.

Bu gelişmeler, Rusya’nın, Gürcistan’ın NATO üyeliğini engellemekle, esasen ne gibi stratejik hesapların peşinde olduğu hakkında bir fikir vermektedir. Ne var ki, Kafkasya’da giriştiği 5 günlük savaş, Gürcistan’ın NATO üyeliğini hızlandırıcı bir etki yapacaktır. Nitekim, savaş sonrası Medvedev ve Saakaşvili ile görüşen ve bugüne kadar Gürcistan ile Ukrayna’nın NATO üyeliğine karşı çıkan Almanya Başbakanı Angela Merkel, “Gürcistan’ın NATO’ya üyelik yolunda olduğunu” açıklamak suretiyle, Rusya’ya karşı bir tavır değişikliğine gittiğinin ilk işaretlerini vermiştir. Aynı şekilde, NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer, 19 Ağustos tarihli NATO toplantısı arifesinde “Gürcistan’ın günün birinde NATO üyesi olacağını” belirtmek suretiyle, üyeler üzerinde baskı oluşturmaya çalışmıştır. Bunun yanında,  küresel sisteme entegre olmaya çalışan Rusya Federasyonu’nun, Kafkasya’da istikrarı bozarak, Batı dünyası ile ilişkilerinin geleceğini de ciddi biçimde tehlikeye attığını yakın zamanda görecektir.

Geldiğimiz noktada, Kafkasya’daki savaş geçici de olsa sona ermiş gibi gözükmektedir. Bundan sonra yapılması gereken, yeni bir sıcak çatışmaya meydan vermeksizin, müzakereler yoluyla, bölgede kalıcı bir barış ortamının sağlanması yönünde diplomatik girişimlerin başlatılmasıdır. Gürcü Lider, barışın sadece Batılı arabulucularla sağlanabileceğini iddia etmektedir. Bu anlamda, bölgesinde güven duyulan istikrarlı bir ülke olarak Türkiye’nin ortaya attığı “Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu” projesi, bölgesel barışa katkı sağlayacak iyi niyetli bir girişim olarak gündemdeki yerini almalıdır kanaatindeyiz. Fakat, böylesi bir projenin uygulanabilirlik kabiliyetini kısıtlayan faktörlerin üzerinde de önemle durulması gerekmektedir. Bu vesileyle, Kafkasya İttifakı projesine gölge düşürebilecek hususlara kısaca bir göz atmamızda yarar bulunmaktadır:

– Rusya Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü hiçe saymakta bunu açıkça dünyaya ilan etmektedir. Nitekim, Güney Osetya ve Abhazya Liderlerini Moskova’da ağırlayan Rusya’nın Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Gürcistan’ın toprak bütünlüğü ölü bir konu” demiştir.  Buna karşın, Türkiye, AB ve ABD, Gürcistan’ın toprak bütünlüğü ve siyasi egemenliğini kuvvetle desteklemektedir.

– Gürcistan Parlamentosu, Rusya’ya tepki olarak, bu ülkenin liderlik ettiği Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)’den (Rusya Federasyonu, Belarus, Gürcistan, Ukrayna, Moldova, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Ermenistan’dan oluşmaktadır) ayrılma kararı almıştır.

– ABD, Rusya’yı, Zenginler Kulübü olarak bilinen G-8’den çıkarmak ve Dünya Ticaret Örgütü üyeliğini engellemek için girişim başlatma hazırlığındadır.

– ABD ve İngiltere, protesto amacıyla, Japon denizinde yapılacak olan “Rusya-NATO Ortak Deniz Tatbikatından” çekildiğini açıklaması üzerine tatbikat iptal edilmiştir.

– Rusya, ABD’nin etkisinde kalmakla suçladığı Gürcü Lider Saakaşvili ile görüşmelerinin mümkün olmadığını, dolayısıyla, mevcut hükümetin değişmesi gerektiğini ileri sürmekte, buna karşın, Türkiye, ABD ve AB Saakaşvili hükümetini desteklemektedirler. Nitekim, ABD basınında, Rusya’nın Tiflis’teki hükümeti devirmek amacıyla bu askeri operasyona giriştiğine dair iddialar yer almıştır.

– Geçici Ateşkes Anlaşmasında, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün korunacağına dair herhangi bir ifade yer almamakta, ayrıca, Anlaşmayla Rus askerlerine bölgede kalıcı bir statü verilmektedir.

– Alman Der Spiegel Dergisine demeç veren Gürcü Lider Saakaşvili “Biz en son Rus askeri Gürcü topraklarından çıkana kadar savaşacağız. Asla teslim olmayacağız”, diyerek, barış konusunda Rusya’ya güvenmediğini itiraf etmiştir.

– ABD ve müttefiklerinin Kafkasya’ya yönelik stratejik hedefleri, Rusya’nın jeopolitik hesaplarıyla çatışma halindedir.

Tüm bu gelişmeler açıkça göstermektedir ki, önümüzdeki dönemde Kafkasya’da gerginlik azalmayacak, bilakis artacaktır. Rusya, Batı dünyası tarafından ciddi biçimde tecrit edilmeye çalışılacak, bu da Moskova’yı tahrik ederek daha saldırgan politikalar üretmesine yol açacaktır. Nitekim,  ABD’nin çağrısı üzerine, 19 Ağustos 2008 tarihinde, Brüksel’de olağanüstü toplanan NATO Dışişleri Bakanları, “Rusya ile ilişkilerin askıya alınmasını” kararlaştırmış bulunmaktadırlar. Anlaşılıyor ki, uluslararası sisteme entegre edilmiş ve Batının demokratik değerlerini benimsemiş bir Rusya’nın, emperyalist hayallerinden arındırılabileceği ve daha ılımlı bir konuma getirilebileceği umudu, tükenme noktasına gelmiştir.

Öte yandan, daha savaşın dumanı tüterken, ABD ve Rusya Liderlerinin tansiyonu düşürmek yerine, karşılıklı meydan okumalarla diplomatik girişimlerin önünü tıkamaları, bu ülkelerin gerçekte barış isteyip istemedikleri konusundaki şüpheleri artırmaktadır. Zira, gerginliğin had safhada olduğu bir sırada ABD Başkanı George W. Bush, Medvedev için “Soğuk savaş bitti, derebeylik yapmasın” demiş, buna cevap olarak Medvedev, Rusya’nın bugüne kadarki eylemlerini ”ılımlı” olarak değerlendirerek “Batının gerilimi tırmandırması halinde, en radikal güçlerin bile hayal edemeyeceği bir ortam yaratılacağı” tehdidinde bulunmuştur. Ayrıca, Kafkasya’da patlak veren krizin sebep olduğu kargaşa ortamında Polonya ile ortak füze savunma sistemi anlaşmasını imzalayan ABD, Rusya’dan rövanşı almış gibi görünmekle birlikte, esasen yeni bir soğuk savaşın da ilk işaretlerini vermiş bulunmaktadır.

Netice itibariyle, Kafkasya’da yaşanan gerginliğin esasen Küresel aktörlerin Avrasya coğrafyasına hakim olma mücadeleleri kapsamında yürüttükleri bir danışıklı dövüş olduğuna dair kuşkularımız artmaktadır. Çünkü, Rusya-Gürcistan savaşının sonuçta ne ayrılıkçı Güney Osetya’nın ve ne de Gürcistan’ın menfaatlerine hizmet etmediği, buna karşın, Kafkasya’da yaşanan gerginliğin hem Rusya ve hem de ABD’nin stratejik hedeflerine hizmet eder mahiyet arz ettiğini söyleyebiliriz. Zira, sürüp gidecek bir gerginlik, her iki ülkeye de, bölgeye daha fazla nüfuz etme fırsatları verecektir. Savaşın ardından, NATO ve ABD savaş gemilerinin Boğazları geçerek Karadeniz’e girmesi, bu tezimizi doğrular niteliktedir. Ayrıca ABD, Kafkasya ülkelerinin emperyalist Rusya Federasyonuna karşı besledikleri düşmanlıkları tahrik etmek suretiyle, bu ülkelerle ilişkilerini geliştirme fırsatlarını da yakalamış bulunmaktadır. Buna karşın, Kafkasya’da askeri ve diplomatik üstünlük elde  eden Moskova, bir yandan bölge ülkelerine gözdağı verirken, bir yandan da savaş öncesine göre daha güçlü olarak müzakere masasına oturabilecektir.

Rusya’nın, eski Sovyetler Birliği dönemindeki etkinlik alanını tekrar kazanma ve Kafkasya haritasını buna göre yeniden çizme hayallerini gerçekleştirmek için somut adımlar atmaya hazır olduğu, bu kapsamda savunma pozisyonundan saldırı pozisyonuna geçtiği görülmektedir. Ne var ki karşısında, hiçbir gücün  bölgede tek başına hakim olmasını istemeyen küresel bir güç, ABD durmaktadır. Dolayısıyla, Gürcistan, Kafkasya’daki bölgesel hâkimiyet mücadelesinin oyun alanlarından sadece birini teşkil etmektedir. Kuşkusuz, bölgede gerginlik artarak devam edecektir. Zira, kıymetli madenler ile zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olan Kafkasya, aynı zamanda Doğu-Batı enerji ulaşım yolları üzerindedir ve bu yönüyle, bir yandan küresel aktörlerin ilgisini çekerken, bir yandan da dinamik etnik ve dinsel fay hatları nedeniyle, potansiyel bir çatışma alanı konumunu muhafaza etmektedir.

Rusya-Gürcistan savaşı vesilesiyle öne sürülen “Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu” düşüncesi, bölgesel istikrarsızlıktan büyük rahatsızlık duyan Türkiye’nin iyi niyetli bir diplomatik atağıdır. Türkiye bu şekilde, hem bölgesinde insiyatifi eline geçirme ve hem de komşularıyla iyi ilişkiler geliştirme niyetindedir. Fakat, gerek Kafkasya’nın karmaşık etnik ve siyasi yapısı ve gerekse ABD ve Rusya’nın birbiriyle çatışma halindeki bölgesel jeopolitik çıkarları, en azından yakın gelecekte, bölgede kalıcı bir istikrar ortamının sağlanmasının zor olduğunu işaret etmektedir. Buna rağmen, bölgesindeki sorunlara çözüm yolları üretebilme potansiyeline sahip bir ülke olarak Türkiye’nin, milli karakterine uygun, özgün dış politikalar geliştirerek, arabuluculuk misyonunu devam ettirmesi ve bu sayede, bölgesel barış ve istikrar arayışlarına katkı sağlaması mümkün görünmektedir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=291

Share This:

YENİ BİR SOĞUK SAVAŞA DOĞRU

 

Son yirmi yıl içerisinde Dünya sahnesinde meydana gelen siyasi gelişmeler, ülkelerin jeopolitik konumlarında ve stratejik hedeflerinde ciddi değişmelere yol açmıştır. Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından, soğuk savaş dönemi sona ermiş ve iki kutuplu dünya düzeninden,  ABD’nin rakipsiz küresel hâkimiyetine dayalı yeni bir dünya düzenine geçilmiştir. Hegamonik gücünü başka herhangi bir ülke ile paylaşmaya yanaşmaksızın ve askeri yöntemler kullanmak suretiyle dünyaya hükmetmeye çalışan ABD, bu amaçla, küresel enerji kaynaklarının dörtte üçüne sahip bulunan Avrasya’ya nüfuz etme faaliyetlerini hızlandırmış bulunmaktadır.

Buna karşın, eski gücünü yeniden kazanarak tekrar küresel bir güç haline gelmek ve Avrasya’nın zengin doğal kaynaklarını kontrolü altına almak isteyen Rusya’nın, bölgede insiyatifi ABD’ye kaptırmamak için, değişik senaryolar üzerinde çalıştığı, mesela, Şanghay İşbirliği Örgütü gibi yeni oluşumlara, Çin’i de yanına alarak öncülük etmeye kalkıştığını görmekteyiz.

Öte yandan, başlangıçta, Rusya’ya karşı milli kimliklerini muhafaza etme ve bağımsızlıklarını koruma açısından Amerika’nın güdümüne razı olan Orta Asya Cumhuriyetleri, zamanla, Rusya’nın da baskısıyla tavır değiştirmeye başlamışlar ve Atlantik ötesi bir gücün Avrasya kıtasındaki varlığını sorgular hâle gelmişlerdir.

ABD, Orta Asya Bölgesinde kendisine karşı yürütülen bu faaliyetlere cevap vermekte çok gecikmemiş ve 11 Eylül 2001 saldırılarının hemen ardından, uluslararası terörle mücadele ve demokrasi ihraç etme bahanesiyle, Asya kıtasının jeopolitik açıdan en kritik bölgesinde yer alan Afganistan’ı işgal etmiştir. Yine benzer bahanelerle 2003 yılında Irak’ı işgal eden Amerika, böylece, kısmen Türkiye’yi de içine alan Büyük Ortadoğu Projesini hayata geçirmek için en önemli stratejik adımını da atmış oldu. Bir yandan bölgesel güç mücadelesi veren İran’a karşı İsrail ile birlikte saldırı planları yapan ve bir yandan da Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya yerleştireceği füze savunma sistemleri ile Rusya’yı tedirgin eden Amerika, küresel hâkimiyetini devam ettirebilmesi için Avrasya arenasında başrolü kimseye kaptırmaması gerektiğinin farkındadır.

Nitekim, NATO tarihinin en geniş katılımlı zirvesinin, Nisan 2008 tarihinde, eski Sovyet Bloku ülkelerinden Romanya’nın başkenti Bükreş’te yapılması anlamlıdır.  Fakat, Rusya, bu zirvede, ABD’nin tüm çabalarına rağmen, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliğini engellemeyi başarmıştır. Esasen Rusya, arka bahçesi konumundaki Kafkasya’ya ABD’nin sızma girişimlerini engellemekle, stratejik açıdan ne kadar önemli bir adım attığını da yakın zamanda tüm dünyaya göstermiştir.

Bilindiği üzere, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in tüm meydan okumalarına rağmen, Kosova Parlamentosu,  Şubat 2008 tarihinde, AB ve ABD bayraklarının gölgesinde, Rusya’nın uydu devleti olan Sırbistan’dan bağımsızlığını ilân etmiş ve bu karar vakit geçirilmeksizin başta ABD olmak üzere Batılı Devletlerce tanınmıştı.

Moskova, bu gelişmeyi, kalesine atılan bir gol olarak değerlendirmiş ve ABD’den rövanşı almak için planlar yapmaya başlamıştır. Nitekim, Kremlin’in büyük bir ustalıkla ve aylar öncesinden hazırladığı intikam senaryosuna, ABD yanlısı Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili kolaylıkla alet olmuş ve Rusya’nın istediği fırsatı eline vermiştir. 7 Ağustos’da Gürcü Kuvvetlerinin Güney Osetya’ya operasyon düzenlemesi üzerine, 8 Ağustos’ta Rusya yıkıcı bir güçle karşılık vermiş ve Gürcistan’ı işgal etmiştir. Çok geçmeden, bu defa Osetyalılar ve Abhazyalılar Rus bayraklarının gölgesinde bağımsızlıklarının Kremlin tarafından resmen tanınmasını kutlamışlardır. Rusya, Batıya karşı, özellikle de Kosova’nın rövanşını almıştır. Öyle ki  Güney Osetya ve Abhazya, Rusya tarafından fiilen ilhak edilmiş durumdadır. Artık, Moskova kozları eline geçirmiş ve Kafkasya’yı kontrol altına alma planlarını gerçekleştirmek ve ABD’ye meydan okumak için, savunma pozisyonundan saldırı pozisyonuna geçmiş durumdadır. Esasen, bu tavrıyla Rusya, ABD’nin küresel hâkimiyetine son vermek üzere yeni bir soğuk savaşın ilk adımlarını da atmış bulunmaktadır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından büyük bir boşluğa düşen Rusya Federasyonu, sahip olduğu zengin enerji kaynaklarının da yardımıyla ekonomisini toparlamış ve askeri gücünü yeniden kazanmış gibi görünmektedir.  Artık, kendisini ABD’nin karşısında dengeleyici bir güç olarak gören Rusya, Atlantik ötesi bir gücün, kendi coğrafyasına nüfuz etme çabalarına karşı fiilen tepki vermeye başlamıştır. Ne var ki, Rusya’nın bu politikalarının ABD’yi bölgeden çıkarmayı mı yarayacağı, yoksa tam tersine bölgeye daha derinlemesine nüfuz etmesine mi yol açacağı konusunda şimdiden kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Zira, Kafkasya’da yaşanan Rusya-Gürcistan gerginliğinin ABD-Rusya arasında süren danışıklı bir dövüşten ibaret olduğu konusundaki şüphelerimiz hâlâ devam etmektedir. Nitekim, her ne kadar Beyaz Saray tarafından yalanlanmış olsa da, Rusya Başbakanı Vladimir Putin’in, Kafkasya’daki gerginliğin, Başkan Adaylarından birisinin seçimlerde avantaj elde etmesi için, bizzat Washington tarafından tahrik edildiğini ileri sürerek, ABD Başkanı George W. Bush’u suçlaması, bölgede suni bir gerginlik yaratıldığına dair kanaatimizi destekler mahiyettedir.

Öyle ki, Kafkasya’da yaşanan bu gerginlik neticesinde, NATO ve Rusya karşılıklı olarak restleşmişler ve ilişkilerini askıya almışlardır. Ne yazık ki tarafların, tansiyonun yükselmesinde bir sakınca görmediklerini müşahede etmekteyiz. Mesela, saldırgan tutumuyla bir yandan Batıya meydan okuyan Moskova, bir yandan da Ukrayna ve Azerbaycan gibi ABD yanlısı bölge ülkelerine gözdağı vermek suretiyle bu gerginlikten istifade etmeye çalışmaktadır.

Kafkasya’da yaşanan gerginlikten Rusya’nın sağladığı bir diğer stratejik avantaj ise, bu ülkenin Akdeniz’e açılması için eline yeni fırsatlar vermiş olmasıdır. Tam da bu gerginlik sırasında Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev’in, Amerika ve İsrail tarafından Ortadoğu’da baskı altında tutulan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı Soçi’de ağırlaması manidardır. Zira, bu ziyaret sırasında, Rus savaş gemilerinin Suriye limanlarında demirlemesi, karşılığında bu ülkeye askeri yardım yapılması gibi stratejik işbirliği anlaşmaları yapılmış ve Rusya’nın bundan böyle sıcak denizlere ineceği ve özellikle de Ortadoğu’da varlık göstereceğinin ilk işaretleri verilmiştir.

Peki, bu danışıklı dövüşten ABD’nin çıkarları ne şekilde etkilenecektir? Rusya’nın Gürcistan’ı işgal etmesiyle, ABD kalesine bir gol yemiş gibi gözükse de, neticede Avrasya’ya yönelik jeostratejik hedefleri bakımından oldukça kârlı çıkacağını düşünmekteyiz.

Nitekim, Rusya’nın saldırgan tutumunu iyi değerlendiren ABD, tam da gerginliklerin zirveye çıktığı bir sırada, Sovyet Dönemi korkularını hâlâ üzerinden atamamış olan Polonya ile füze savunma sistemleri anlaşmasını imzalayarak, önemli bir stratejik kazanım sağlamıştır. Yine, Rus-Gürcü Savaşıyla birlikte NATO içindeki, başta Almanya olmak üzere Gürcistan karşıtı ülkelerin görüşleri değişmiş ve Gürcistan’ın yakın zamanda NATO üyesi olmasının yolu açılmıştır. Bu ABD için önemli bir zaferdir. Zira,  artık Rusya’nın arka bahçesine dalış yapabilmek için uygun bir fırsat yakalamış durumdadır. Ayrıca, Rusya’nın yayılmacı yüzünü yeniden göstermesinden ürken Kafkasya ülkeleri şimdi, Batının ve özellikle ABD’nin himayesine girmek için ellerini daha çabuk tutacaklardır. Böylece ABD, emperyalist emellerini gerçekleştirirken, Afganistan ve Irak’taki gibi maliyetli yöntemlere başvurmak mecburiyetinde kalmayacaktır.

Kafkasya’da yaşanan gerginliğin ABD’ye sağlayacağı bir diğer stratejik avantaj ise, bu ülkenin, Kafkasya’ya hâkim olma ve potansiyel düşmanı olan İran’ı Kuzeyden abluka altına alma planlarının önemli bir ayağını teşkil eden, Karadeniz Havzasını nüfuzu altına alma fırsatlarını beraberinde getirmiş olmasıdır. Nitekim bu fırsatın daha şimdiden değerlendirilmeye başlandığını müşahede etmekteyiz. Gürcistan’a insani yardım götürme ve NATO tatbikatı bahaneleriyle boğazları geçerek Karadeniz’e giren onlarca ABD ve NATO savaş gemisi şu anda bölgede cirit atmaktadır. ABD halen Karadeniz’dedir ve ne zaman çıkacağı da belirsizdir. Rusya ise, arka bahçesine sızan düşman gemilerini saymakla ve bunların geri döneceği zamanı hesaplamakla meşguldür.

Diğer taraftan, ABD’yi provokatörlük yapmakla suçlayan Rusya, kıtalararası balistik füze denemesi yaparak Batıya gözdağı vermekten geri kalmamakta, tansiyonu yükseltmek suretiyle bir yandan uzlaşma fırsatlarını bertaraf ederken, bir yandan da Kafkasya’yı âdeta bir çelişkiler yumağı haline getirmektedir. Ne yazık ki, 45 yıllık soğuk savaş dönemini bile huzur ve barış içinde geçiren Karadeniz Havzası ve etnik yapısı tahrik edilen Kafkasya artık emperyalist güçlerin oyun alanı haline gelmiş bulunmaktadır. Öyle ki, Karadeniz’de, ABD ve Rus savaş gemilerinin her an sıcak bir çatışmaya girebileceğine dair senaryolar üretilmeye başlanmıştır.

Şu günlerde, Rusya’ya karşı uygulanabilecek yaptırımlar konusunda çalışmalar yürüten AB’nin ise bu konuda ne kadar etkili olabileceği hususunda şüphelerimiz bulunmaktadır. Zira, son yıllarda geçirdiği derin siyasi krizlerle sarsılan, dünya sahnesinde arzuladığı temsil kabiliyetini bir türlü elde edemeyen, üstelik enerji kaynakları bakımından Rusya’ya bağımlı olan bir AB’nin, bu ülkeye karşı eli zayıf görünmektedir. Petrol ihtiyacının %15’ni, doğalgaz tüketiminin %25’ni karşıladığı Avrupa’nın, enerji bakımından kendisine olan bağımlılığını iyi değerlendiren Rusya, önümüzdeki günlerde vanaları kapatma tehdidiyle AB’nin karşısına çıkacaktır. Nitekim, Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Vladimir İvanovskiy, “Araba için ne gerekiyor; petrol, benzin… Önümüz kış, hem Türkiye’nin, hem Avrupa’nın gaza ihtiyacı olacak” şeklindeki beyanatıyla, Rusya’nın hem AB’ye ve hem de Türkiye’ye karşı enerji silahını kullanmaktan çekinmeyeceği mesajını vermektedir. Kısaca, AB’nin Rusya’ya karşı caydırıcı gücü bulunmamaktadır ve bu durum, Kremlin’in daha da cesaretlenmesine yol açmaktadır. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Zirvesi sırasında, AB içinde cereyan eden ve Rusya’ya yaptırım uygulanmasına yönelik olan tartışmaların, “Batının zihin karışıklığının ve hastalıklı hayal gücünün ürünü” olduğu şeklindeki beyanatı, Moskova’nın AB’ye bakış açısı hakkında bir fikir edinmemize yardımcı olmaktadır.

Neticede, soğuk savaşın ardından daha 20 yıl bile geçmeden, yeni bir soğuk savaşın ilk işaretlerine şâhit olmaktayız. Kafkasya’da başlayan gerginlik hızla tüm dünyayı sarmakta ve tabiri caizse bir sinir harbine dönüşmektedir. Bu durum, dünya siyaset sahnesinde yeni bir kutuplaşma rüzgârı estirmekte, askeri seçenekler masaya yatırılmakta, Doğu ile Batı arasında saflar daha da netlik kazanmaktadır. Rusya, uluslararası itibarını yeniden kazanmak ve kendisinin de başrolü oynayacağı yeni bir dünya düzeni kurmak hevesiyle, Batı ile ilişkilerini kopma noktasına getirmekte bir sakınca görmemektedir. Bu noktada asıl merak edilen konu, Batı’nın Rusya’yı uluslararası sistemden nasıl tecrit edeceğinden ziyade, Moskova’nın bu saldırgan tutumuna karşı ABD’nin nasıl bir misillemede bulunacağıdır. Bu bağlamda, ABD’nin önümüzdeki birkaç hafta içinde İran’a karşı düzenleyeceği bir askeri operasyon pek de sürpriz olmayacaktır kanaatindeyiz.

Ne var ki, küresel güç mücadelesi bu defa, tam da Türkiye’nin merkezinde bulunduğu bir coğrafyaya kaymış durumdadır. Kuşkusuz bu durum, hassas jeopolitik konumu nedeniyle Türkiye’yi ciddi sıkıntılarla karşı karşıya bırakabilecektir. Bir yanda, ekonomik, sosyal ve siyasi alanlarda iyi ilişkiler geliştirdiği komşusu Gürcistan, en büyük ticari ortağı olan Rusya’nın emperyalist güdüleriyle işgal edilmekte ve etnik olarak bölünmekte, diğer yanda müttefiki olan ABD ve NATO savaş gemilerinin, Rusya’yı kışkırtacak şekilde Karadeniz’e sızmaları karşısında, Montrö Sözleşmesinin delinmesi tehlikesi belirmekte ve bu durum Rusya ile ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir. Öyle ki Rusya, daha şimdiden, Türk mallarına karşı ambargo uygulamaya başlamış bulunmaktadır.

Görüldüğü üzere,  NATO üyesi olan ve AB ile katılım müzakereleri yürüten Türkiye, Rusya ile Batı dünyası arasında sıkışmış vaziyettedir. Yani, aynı anda hem batılı müttefiklerini idare etmek ve hem de yayılmacı Rusya ile iyi ilişkilerini sürdürmek gibi zor bir sınavla karşı karşıyadır. Nitekim Rusya, Montrö Sözleşmesini tarafsız bir şekilde uygulaması yönünde Türkiye’yi uyarmakta ve Türkiye’yi bu gerginliğin bir parçası haline getirmek için çaba göstermektedir. Oysa, iyi bilmektedir ki, Türkiye’nin, belirli bir süre için (21 gün) Karadeniz’e girmesine izin verdiği savaş gemilerinin geri dönmemesi halinde, elinde bir yaptırım gücü bulunmamaktadır. Diğer taraftan ABD, NATO üyesi olan Türkiye’nin, müttefiklerinin yardım taleplerine karşı kayıtsız kalamayacağı beklentisi içerisindedir.

Dolayısıyla, Rusya ile Batı arasında gerginlik arttıkça, Türkiye’nin tarafsızlığını koruması daha da zorlaşacak, Rusya ve ABD arasında tercihini açıkça yapması konusunda, üzerindeki baskı ağırlaşacaktır. Kuşkusuz, bir taraftan komşusu Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü savunurken, bir yandan da bunun tam tersi istikamette yol alan Rusya’yla iyi ilişkilerini sürdürebilmek, Türkiye için son derece zordur. Fakat ne kadar zor olsa da, Türkiye’nin, her ikisi de emperyalist güdülere sahip bulunan ABD ve Rusya arasında cereyan eden soğuk savaşın bir parçası olmamak için azami gayret göstermesi, taraflardan herhangi birinin yanında olduğunu hissettirecek tutumlardan özellikle kaçınmak suretiyle dengeli bir politika yürütmesi ve nihayet Montrö Sözleşmesinden kaynaklanan yetkilerini kullanırken, geçen 72 yılda olduğu gibi, tarafsızlığından taviz vermemesi, son derece önem arz etmektedir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=292

Share This: