AB ZİRVESİ VE FRANSA

Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanları 2008 yılının son zirvesini 11-12 Aralık 2008 tarihinde Brüksel’de gerçekleştirmiş bulunmaktadırlar. ABD’de başlayıp tüm dünyayı etkisi altına alan küresel mali krizin gölgesinde gerçekleştirilen zirve, aynı zamanda Fransa’nın Dönem Başkanlığının da son zirvesi olması hasebiyle önem arz etmektedir. 2007 Aralık Zirvesi sonuç bildirgesinde Türkiye’ye yönelik “katılım” ve “üyelik” ifadelerinin yer almamasını sağlayan Fransa bu defa, genişleme konusunun gündem dışı bırakılmasında ısrar etmiş ve yine başarılı olmuştur. Özellikle Türkiye’nin AB üyeliğini engelleme çabalarını yoğunlaştırma ve tam üyeliğe karşı alternatifler üretme planlarıyla 1 Temmuz 2008 tarihinde AB dönem başkanlığını devralan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, son altı ayda dünya siyasi ve ekonomik gündemine adeta bomba gibi düşen olaylar nedeniyle, bu emelini gerçekleştirme fırsatını bulamadan başkanlık koltuğunu devretme hazırlıklarına başlamış bulunmaktadır.“Avrupalı” olmadığı iddiasıyla, “bütün kriterleri yerine getirse bile, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkacağını” açıkça ifade eden Sarkozy’nin, büyük umutlar bağladığı dönem başkanlığı sürecini değerlendirmeye geçmeden evvel, 11-12 Aralık’ta düzenlenen AB Zirvesi’nin sonuçları hakkında kısaca bilgi vermekte fayda bulunmaktadır:

AB ekonomisinin, Küresel finansal krizin de etkisiyle ekonomik durgunluğa girdiği bir sırada gerçekleştirilen Zirve, alınan kararların niteliği itibariyle, üzerinde durmaya değerdir. Zira, Zirvede esas olarak 4 önemli konuda mutabakata varılmıştır ki bu kararlar ekonomik, siyasi ve toplumsal alanlarda AB’nin bir nevi yol haritası niteliğindedir. Bu kararları şu şekilde sınıflandırmamız mümkün bulunmaktadır;

– Liderler, küresel ekonomik krizi aşmak amacıyla, 200 milyar Euro’luk bir kurtarma paketi üzerinde anlaşmaya varmışlardır. Buna göre, AB gayri safi yurtiçi hâsılasının yüzde 1,5’ine karşılık gelen teşvik paketinin 170 milyar Euro’su üye devletlerin ulusal teşvik paketlerinin toplamından, 30 milyar Euro’su ise AB ortak bütçesinden ve Avrupa Yatırım Bankası kredilerinden oluşacaktır. Ayrıca paketin, ABD’nin de katılımıyla “Transatlantik kurtarma planı” şekline dönüştürülmesi çağrısı da bu zirvede yapılmış bulunmaktadır.

– 1990 yılı itibariyle Avrupa’dan atmosfere salınan sera gazı miktarının, 2020 yılına kadar yüzde 20 oranında düşürülmesi kararlaştırılmıştır. Bu kapsamda, Doğu Avrupa ülkelerine, ilaveten ücretsiz karbon kredisi verilecek, Batı Avrupa’daki sanayi işletmelerine de karbon emisyonlarını azaltma maliyetlerini düşürebilmeleri için önemli teşvikler sağlanacaktır. Ayrıca, 20-20-20″ adıyla anılan pakete göre, 2020 yılına kadar birlik ülkeleri genelinde tüketilen enerjinin yüzde 20’sinin yenilenebilir kaynaklardan elde edilmesi hedeflenmekte, yine 2020’ye kadar yüzde 20 oranında enerji tasarrufu yapılması öngörülmektedir.

– Bilindiği üzere, Lizbon Anlaşmasının (Reform Anlaşması) İrlanda halkı tarafından Haziran 2008 tarihinde reddedilmesi üzerine, AB yeni bir bunalımın içine doğru sürüklenmişti. İşte bu siyasi krizi aşmaya yönelik olarak,  İrlanda’nın, Lizbon Anlaşmasını 2009 yılında tekrar referanduma sunması karşılığında, bu ülkeye birtakım tavizler verilmesi kararlaştırılmıştır. Buna göre, İrlanda hükümeti, mevcut AB komisyonu’nun görev süresinin sona ereceği 2009 Kasım ayından önce Anlaşmayı tekrar halkoyuna sunacak, karşılığında, tüm üye ülkelerin AB Komisyonunda temsil edilmesi garanti altına alınacak ve bu ülkeye vergilendirme, işçi hakları, kürtaj ve tarafsızlık politikası gibi konularda AB müdahalesinden bağımsızlık tanınacaktır.

– AB zirvesine sunulan ”(Askeri) Kapasitenin Güçlendirilmesi Deklarasyonu”nda, mevcut ve gelecekteki tehditlere cevap verebilmesi için gelecek yıllarda AB’nin büyük bir operasyonda, 60 gün içinde 60 bin askeri konuşlandırma kapasitesine ulaşması gerektiğinin vurgulanması özellikle dikkat çekicidir. Zira, uluslar arası siyasi arenada bir türlü varlığını hissettiremeyen AB, küresel bir oyuncu olabilmek için, etkili bir askeri güce olan ihtiyacı daha çok hissetmeye başlamış bulunmaktadır. Mevcut askeri kapasitenin güçlendirilmesini ”en önemli” hedef olarak belirleyen belgede, uluslararası arenada AB’nin artık ”tanınan ve aranan oyuncu” haline geldiği ifade edilmektedir. AB’nin yakın coğrafyasındaki sorunların çözümünde ”bölgesel oyuncuların bir araya getirilmesi gerektiği” belirtilen belgede, ”Türkiye, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve Katar bölgede artan oranda önemli rol oynuyor. Medeniyetler İttifakı yoluyla yapılan da dâhil olmak üzere Türkiye ile birlikte çalışmak özel bir fırsat sunuyor” şeklinde bir ifadenin yer alması ise, Türkiye’nin jeostratejik öneminin anlaşılmaya başlandığını işaret etmektedir.

Görüldüğü üzere, AB Zirvesi’nde Liderler, genişleme konusuna herhangi bir atıfta bile bulunmadan, mevcut ve ileride ortaya çıkması muhtemel krizlerin çözülmesi için mesai harcamış ve krizleri aşabilecek önemli kararlar almış bulunmaktadırlar. Bu sayede, Liderler bir yandan, AB’nin geleceğinin şekillenmesi ve dünya siyasetinde etkili bir şekilde temsil edilmesini sağlayacak Lizbon Anlaşmasının önünü açarak, yaşanan siyasi şokun etkisini üzerlerinden atmış, bir yandan da Avrupa’yı ekonomik durgunluğa sürükleyen küresel finansal krizin nasıl aşılacağı konusunda AB devleri arasında yaşanan fikir ayrılıkları giderilerek, ortak bir kurtarma paketi üzerinde anlaşmaya varılabilmiştir. 2009 yılında yarım milyon insanın işsiz kalması beklenen Almanya’nın Başbakanı Angela Merkel’in bu defa ortak bir kurtarma paketine evet demesi, ekonomik krizin boyutlarını göstermesi bakımından dikkate değerdir.

Öte yandan, AB Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyinin 8 Aralık’ta gerçekleştirdiği toplantısında Kıbrıs ile ilgili söylemini sertleştirmesi, Rumların ve Yunanistan’ın kararlar üzerindeki etkisini açıkça ortaya koymaktadır. Zira, alınan kararda,  “AB Konseyi, Türkiye’nin Ek Protokolü bütüncül ve ayrım gözetmeden uygulama yükümlülüğünü yerine getirmemesini üzüntüyle karşılar” ifadesi yer almakta ve Türkiye’nin Kıbrıs Rum Kesimiyle ilişkilerini normalleştirme yolunda adım atmadığı iddia edilmektedir. 2008 Yılı Türkiye İlerleme Raporu’nda da benzer ifadelere yer veren AB, Kıbrıs konusunda Türkiye’ye karşı baskı politikası uygulamaya devam etmektedir.

Türkiye’nin AB üyeliğini engelleme anlamında Fransa’nın en yakın mesai arkadaşları olan Yunanistan ve onun taşeronu durumundaki GKRY, adeta birbirleriyle yarış halindedirler. Mesela, son olarak Sarkozy, genişleme konusunu AB Liderler Zirvesi gündemine aldırmamış, Kıbrıs Rum Yönetimi ise Türkiye’yi, Aralık ayında açılması planlanan müzakere başlıklarından olan Enerji Faslını veto etmekle tehdit etmiş bulunmaktadır. Bilindiği gibi, Fransa ve Kıbrıs Rum Kesiminin vetolarıyla çok sayıda müzakere başlığı zaten askıya alınmış durumdadır ve birçoğu da, Komisyon tarama raporlarını göndermediği için açılamamaktadır. 2005 yılı Ekim ayında başlayan ve 35 fasıldan oluşan müzakere başlıklarından şu ana kadar sadece sekiz tanesi görüşmeye açılmış ve yalnızca bir tanesi kapatılabilmiştir.

Türkiye’yi, reformların yapılmasında ve tam üyelik müzakerelerinin yürütülmesinde isteksiz davranmakla suçlayan AB’nin, esasen müzakerelerin yavaşlamasından bizatihi kendisinin sorumlu olduğunu görmesi gerekmektedir. Ayrıca, Türkiye ile aynı zamanda başlayan müzakereleri Hırvatistan için 2009 yılında bitirmeyi planlayan Avrupa Birliği’nin,  “ucu açık bir süreç” veya “imtiyazlı ortaklık” gibi belirsiz ifadelerle Türkiye’yi oyalamaya çalışması ise sürecin yavaşlamasının en büyük sebeplerinden bir tanesidir.

Bu noktada, katılım müzakerelerinin önündeki en büyük engellerden birisi olan Fransa’nın, 1 Temmuz’da başlayan AB Dönem Başkanlığı süreci hakkında kısaca bilgi vermekte yarar bulunmaktadır:

Bilindiği gibi Fransa, AB’nin 2007 Aralık Zirvesi sonuç bildirgesinde Türkiye’ye yönelik “katılım” ve “üyelik” ifadelerinin yer almamasını ısrarla istemiş, bu çabasında başarılı olmuş ve böylece Türkiye’ye karşı ayrımcılığa ve ırkçılığa varacak tavırlarına bir yenisini daha eklemişti.  Fransız Anayasa’sında birtakım değişiklikler yapmak suretiyle, Türkiye’nin tam üyeliğini referandumla engelleme gayretlerini sürdüren Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, 13 Temmuz’da Paris’te bir araya getirdiği, Türkiye dâhil 43 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarıyla Akdeniz İçin Birlik Zirvesini gerçekleştirmiştir. Türkiye’nin tam üyeliğine alternatif olarak geliştirildiği konusundaki şüphelerin bir türlü giderilemediği bu oluşum fikri, başlangıçta Sarkozy tarafından Fransa’nın milli çıkarlarını maksimize etmek üzere ortaya atılmış fakat bir AB projesine dönüştürülmek suretiyle inisiyatif büyük ölçüde AB’nin eline geçmiştir. Kuşkusuz, AB’nin Akdeniz İçin Birlik Projesini kendisine mal etmesi, Türkiye açısından belirsizlikleri gidermiş sayılmaz. Nitekim üye yapmayı düşünmediği komşu ülkeleri “en güçlü bağlarla Avrupa yapılarına tam olarak demirlemek” niyetinde olan AB, bu sayede hem kendisine bir güvenlik halkası tesis etme ve hem de bu ülkelerin üyeliğine alternatifler oluşturma hayalini sürdürmektedir.

Ne var ki, Sarkozy’nin büyük umutlar bağladığı AB Dönem Başkanlığı daha başlamadan, Haziran ayında, İrlanda halkının Lizbon Anlaşmasına hayır demesi ile gölgelenmiş oldu. 2005 yılında Fransa ve Hollanda halkı tarafından reddedilen AB Anayasasının kısa bir versiyonu olan ve Avrupa Birliği’nin geleceğinin şekillenmesi ve kurumsallaşmasının tamamlanması bakımından bir nevi yol haritası niteliğindeki Reform Anlaşmasının reddedilmesi, AB’yi yeni bir bunalımın içine sürüklemiş ve dönem başkanlığının Fransa için zor geçeceğinin ilk işaretlerini de vermişti.

Dönem Başkanlığı için 190 milyon Euro’luk bir bütçe hazırlayan Sarkozy’nin tüm planlarını bozan bir diğer gelişme, Ağustos ortalarında Rusya’nın Gürcistan’ı işgal etmesi ile başlayan Kafkasya krizi olmuştur. Rusya’nın adeta dünyaya meydan okurcasına Kafkasya’da başlattığı bu savaş, dünya siyasi gündemini haftalarca meşgul etmiş ve “yeni bir soğuk savaş mı başlıyor?” sorusunu akla getirmişti. AB Başkanı olarak küresel oyunculuğa soyunan Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, savaşın sona erdirilmesi için derhal Moskova’ya giderek bir çözüm paketini Rusya Devlet Başkanı Medvedev’e sunmuştu.  Sarkozy’nin bu çabaları kuşkusuz sonuç vermişti ancak tüm mesaisini bu konu üzerine harcamak suretiyle, esas gündem maddeleri üzerine yoğunlaşması mümkün olamamıştı.

Daha Kafkasya Savaşının dumanı tüterken bu defa ABD’nin en büyük yatırım bankalarından birisinin batması ile patlak veren küresel finansal kriz dünya gündemine bomba gibi düşmüş, önce Avrupa’yı ve sonra da tüm dünyayı bir ahtapot gibi saran küresel mali kriz, tabiî olarak dünyanın bir numaralı problemi haline gelmiş ve tüm dikkatler bu meselenin çözümü üzerinde yoğunlaşmıştır. Öyle ki, geçtiğimiz Ekim ayında yapılan Kriz zirvesinde Almanya ve Fransa, ortak çözüm paketi konusunda anlaşamamış ve Birliğin bu iki devi arasında ciddi gerginlikler yaşanmıştır. Geldiğimiz noktada ise, küresel mali kriz reel sektörü de etkileyerek ekonomik daralmaya doğru bir seyir izlemeye devam etmekte ve her gün yeni bir çözüm önerisi gündeme getirilmektedir.

Görüldüğü üzere, Sarkozy’nin 6 aylık AB dönem başkanlığı için hazırladığı, özellikle Türkiye’nin tam üyeliğinin engellenmesi yönündeki planları, çalkantılı dünya gündeminin gölgesinde kalmış bulunmaktadır. Ancak, yine de Türkiye açısından belirsizlik devam etmektedir. Çünkü Fransa Türkiye’yi engelleme çabalarından vazgeçmiş değildir ve ilk fırsatta kaldığı yerden devam etmesi sürpriz olmayacaktır.

Bu noktada, Türkiye’nin duruşu önem arz etmektedir. Zira, giderek enerjide dışa bağımlılığı artan ve bu nedenle enerji kaynaklarını çeşitlendirmek isteyen AB’nin, Doğu-Batı arasında enerji koridoru konumunda bulunan Türkiye’ye olan ihtiyacı daha da artacaktır. Kaldı ki, küresel bir oyuncu olma hedefine, Türkiye olmadan ulaşamayacağını iyi bilen AB karşısında Türkiye’nin elinde kozlar mevcuttur. Bu nedenle, AB’nin haksız dayatmalarına karşı sonuna kadar mücadeleye devam edilmesi gerekmektedir.

Netice itibariyle, 11-12 Aralık 2008 tarihlerinde yapılan AB Liderler Zirvesi, özellikle genişleme konusu gündeme alınmadığı için, Kıbrıs Rum Kesimi ile ilişkilerin normalleştirilmesi ve reformların hızlandırılması uyarılarını bir tarafa bıraktığımızda-ki bu uyarılar 2007 aralık Zirvesi’nde de yapılmıştı- Türkiye açısından yeni bir gelişme ortaya koymamıştır. Öyle ki,  Dışişleri Bakanlığı’nca yapılan resmi açıklamada, geçen yıl Bakanlıkça yapılan açıklamanın bu Zirve için de geçerliliğini koruduğu, Hükümetin müzakere sürecinin yürütülmesinde ve reformların sürdürülmesinde kararlı olduğu belirtilmiştir. Liderler, bu zirvede, daha ziyade Lizbon Anlaşması, küresel ekonomik kriz, enerji tasarrufu ve çevre kirliliği ile Avrupa Güvenlik Stratejisi gibi bilhassa kendi iç problemleri üzerinde mesai harcamayı tercih etmişler ve bu konularda önemli kararlar almışlardır. Fransa ise, dönem başkanlığı sürecinde zuhur eden beklenmedik olaylar karşısında, Türkiye’nin üyelik sürecini gündeme getirme fırsatını elde edememiştir.

Ne var ki, bu durum, 2009 yılının Türkiye-AB ilişkileri açısından belirleyici yıl olma özelliğini ortadan kaldırmamaktadır. Nitekim, her fırsatta Kıbrıs Rum Kesimi ile ilişkilerin 2009 Aralık zirvesine kadar ‘normalleştirilmesini’ isteyen AB, aksi halde müzakerelerin tümüyle askıya alınacağı tehdidini sürdürmektedir. 2009 Haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerine kadar bir çözüme ulaşma hevesine kapılmış olan Kıbrıslı liderlerin ise hüsrana uğramaları kaçınılmaz görünmektedir.

Kıbrıslı Rumların ve arka planda Yunanistan’ın şantajlarına boyun eğmeye devam eden AB, Kıbrıs meselesinin Rumlar lehine çözülmesi için ısrarlarını devam ettirmektedir. 2008 yılının son zirvesinde kendi iç meseleleri üzerinde yoğunlaşan Avrupalı liderler, 2009 yılında, hiç şüphesiz Türkiye’yi gündeme alacaklardır. Dönem başkanlığını Türkiye’ye karşı kullanma fırsatını kaçıran Fransa ise, 2009 yılında Kıbrıs Rum Yönetimini sahneye sürecek olmanın rahatlığı içerisindedir. O halde, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği ile ilgili olarak öngörülü hareket edilmesi, Türkiye’ye karşı uygulanması muhtemel senaryolara karşı müteyakkız olunması ve nihayet Kıbrıs dâhil olmak üzere hiçbir konuda taviz vermeden, tam üyelik müzakere sürecinin tamamen askıya alınmasını önleyecek alternatif çözümler üzerinde çalışılması, son derece yararlı olacaktır.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=299

 

Share This:

DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS VE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI

1. Giriş

Geçtiğimiz günlerde, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin 25. kuruluş yıldönümü, kamuoyunun dikkatinden uzak bir şekilde, sessiz sedasız kutlanmış bulunmaktadır. Zira, 15 Kasım 1983 yılında ilan edilen ve Kıbrıs Türk Toplumunun 25 yıl boyunca, kendi egemenlikleri altında, barış ve huzur içinde yaşamasını sağlayan K.K.T.C.’nin kuruluşunun, Kıbrıslı liderler arasında yürütülmekte olan kapsamlı çözüm müzakerelerinin gölgesinde kaldığını düşünmekteyiz. Kapsamlı müzakerelerin ise, Hristofyas’ın uzlaşmaz ve ikiyüzlü tavırlarının gölgesinde kaldığını müşahede etmekteyiz.  Zira, Rum liderin, devam eden uzlaşma sürecine aykırı bir şekilde, çözümü başka mecralarda aramayı sürdürmesi, nihayet K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Talat’ın sabrını taşırmış ve 25 Kasım’da yapılan 10’uncu görüşmede, liderler arasında ilk ciddi gerilimin yaşanmasına sebep olmuş ve “Kıbrıs’ta neler oluyor?” sorusunu bir kez daha gündeme getirmiş bulunmaktadır.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (K.K.T.C.) Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi (G.K.R.Y.) lideri Dimitris Hristofyas tarafından 3 Eylül’de esasları belirlenerek, 11 Eylül’de fiilen başlatılan ve haftalık periyodik toplantılarla devam eden kapsamlı Kıbrıs müzakereleri, ‘tam bir gizlilik’ içerisinde yürütülmekte ve görüşmelerin içeriği hakkında kamuoyuna herhangi bir açıklama yapılmamaktadır. Ne var ki, Kıbrıslı Liderler tarafından kapalı kapılar ardında yürütülen ve diplomasi kurallarına aykırı bir şekilde, kayıt altına bile alınmayan doğrudan görüşmeler hakkında, Kıbrıs Rum basını her nasılsa bilgi sahibi olabilmekte ve bu durum Rumlara psikolojik bir avantaj sağlamaktadır.

Liderlerin görüşmelerde neler konuştuğunu bilemeyiz ancak, Talat’ı “içeride başka, dışarıda başka konuşmakla” suçlayan Hristofyas’ın, Moskova’da verdiği aykırı mesajlar ve imzaladığı memorandum ile esasen bizatihi kendisinin çelişkiler içerisinde olduğunu iyi bilmekteyiz. Şüphesiz, Talat ve Hristofyas kendi halklarının ve uluslar arası toplumun baskılarından bağımsız olarak müzakere etmek amacıyla, toplantılar hakkında “açıklamada bulunmama” kararı almışlardır. Ancak, Hristofyas’ın, başka ülkelere gidip, görüşmelerde ele alınan hassas konularla ilgili açıklamalarda bulunması ve bu şekilde bir güven bunalımına yol açması, esasen Kıbrıs’ta çözümden ne kadar uzaklaşıldığını da işaret etmektedir.

2. Dünden Bugüne Kıbrıs

Kıbrıslı Liderler arasında devam etmekte olan müzakere sürecinden bahsetmeden evvel, K.K.T.C.nin 25. kuruluş yıl dönümü münasebetiyle, Kıbrıs Meselesinin geçmişten günümüze kadar süregelen, tarihi seyri hakkında kısaca bilgi vermenin yararlı olacağını düşünmekteyiz:

Bilindiği üzere, Kıbrıs 1571 yılında Osmanlı Devleti tarafından fethedilmiş, Osmanlı İdaresi altında süren 307 yıllık bir barış ve huzur döneminin ardından, 1878 yılında Ada, İngiltere’ye kiralanmak durumunda kalmıştır. 1914 yılında Kıbrıs’ı ilhak eden İngiltere, bu durumu, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Anlaşması’nın 20. maddesi ile tescil ettirmiştir. 1925 yılında İngiliz kolonisi ilan edilen Kıbrıs’ta, 1954 yılına kadar süren bir dönemde, Yunanlıların da tahrikleriyle, Türk ve Rum toplumları arasında cepheleşmeler başlamış, 1821 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla ortaya çıkan Enosis hayalini gerçekleştirmeye yönelik olarak, İngilizlere karşı Rum isyanları baş göstermiştir. 1954 yılında Yunanistan, self-determinasyon talebiyle Birleşmiş Milletlere başvurmuş fakat Türkiye’nin de karşı çıkmasıyla bu talep reddedilmiştir. 1955 yılında Yunan terör örgütü EOKA Ada’da faaliyete geçmiş ve Türklere yönelik saldırılar başlamıştır. 1957 yılında, Rum saldırılarına karşı müdafaa amacıyla Türk Mukavemet Teşkilatı kurulmuştur.

1959 yılında Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ilişkin Zürih ve Londra Anlaşmaları imzalanmış, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında Garanti; Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında imzalanan 1960 İttifak Anlaşmaları ile Kıbrıs Cumhuriyetinin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve güvenliği garanti altına alınmıştır. 1963 yılında, Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios, Türkleri Devlet yapılanmasından dışlamak amacıyla,  aralarında anayasanın değişmez maddelerinin de bulunduğu 13 maddeden oluşan anayasa değişikliği önerilerini sunmuştur. Bu teklif kabul edilmeyince, Rumlar tarafından Türklere karşı alçakça saldırılar başlamış ve yüzlerce Türk öldürülerek, evleri ve malları tahrip edilmiş ve binlerce Türk göç etmeye zorlanmıştır. Nihayet Rumlar, Türkleri Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti mekanizmasından tümüyle dışlamışlar ve Kıbrıs Cumhuriyetini tamamen Rumların kontrolü altına alarak, bu devleti adeta gasp etmişlerdir. 1964 yılında, Türkiye’nin Ada’ya bir askeri müdahale girişiminin, ABD tarafından engellenmesi- Tehditlerle dolu olan Johnson Mektubu, kamuoyunda büyük bir infial uyandırmıştı-, Türkiye-ABD ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuş, Türkiye’nin, başta Washington olmak üzere Batı Bloğuna olan güveni ciddi biçimde sarsıntıya uğramıştır.

1967 yılında, EOKA terör örgütünün Yunanistan tarafından desteklenmesiyle birlikte, Türklere yönelik saldırılar tekrar başlamış ve Yunanistan Ada’ya gayri resmi olarak 15 bin asker yerleştirmiştir. Türkiye’nin Ada’ya askeri müdahale girişimi üzerine Yunanistan’ın askerlerini geri çekmesiyle, 1967 buhranı yatıştırılmıştır. Çalkantılı geçen bir dönemin ardından, 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunan Cuntası, Cumhurbaşkanı Makarios’u bir darbeyle devirmiş ve EOKA-B Çetesi Lideri Nikos Sampson’u Cumhurbaşkanı ilan etmiştir. Darbenin ardından Devletin adı Kıbrıs Helen Cumhuriyeti olarak değiştirilmiştir.

Bunun üzerine, Garantör ülke olarak Türkiye, Ada’da barış ve huzuru yeniden tesis etmek üzere, 20 Temmuz 1974 tarihinde, Kıbrıs’a askeri bir harekât düzenlemiş, 14 Ağustos’ta başlatılan ve 2 gün süren 2. harekâtın ardından, Türk Silahlı Kuvvetleri, Ada’nın %37’sini kontrolü altına alarak harekâtı sona erdirmiştir. Barış harekâtının ardından katil Sampson yerini Klerides’e bırakarak Ada’dan kaçmıştır.

Siyasi bir varlık olarak uluslar arası toplumda yer edinme arzusunun, ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı ambargoya karşı duyulan tepkiyle birleşmesi üzerine, çok geçmeden, 13 Şubat 1975 tarihinde, Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edilmiştir. Bu devletin kuruluşu, aynı zamanda, ileride kurulması muhtemel bir Kıbrıs Federasyonunun Türk unsuru olmayı da amaçlamaktaydı. Nisan 1975 tarihinde Rauf Denktaş ile Makarios arasında başlayan Toplumlararası görüşmeler, 12 Şubat 1977 tarihinde bu iki lider arasında, 19 Mayıs 1979 tarihinde ise Denktaş ve Kyprianou arasında imzalanan “1. ve 2. Doruk Anlaşmaları” ile sonuçlanmıştır. Bu anlaşmalar, Kıbrıslı Rumların ilk defa iki topluma dayalı federal bir çözümü benimsemiş olmaları nedeniyle önem arzetmektedir. Ne var ki Rumların, bugün olduğu gibi, işgalleri altındaki Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında bir çözümde ısrar etmeleri nedeniyle, bu anlaşmaların uygulamaya geçirilmesi mümkün olamamıştır. Hristofyas bugün, bu anlaşmaları, verilmiş en ileri Rum tavizleri olarak değerlendirmekte ve daha ileri gidilmesinin mümkün olmadığını açıkça ifade etmektedir.

Siyasi eşitliğe sahip, iki toplumlu, iki kesimli federal bir çatı altında birleşme hedefinin gerçekleşme şansının kalmadığını gören Kıbrıs Türk Toplumu, self-determinasyon hakkını kullanarak, nihayet 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilân etmiş ve uluslar arası toplum nezdinde, bağımsız bir devlet olarak kendisini temsil etmeye başlamıştır. KKTC’nin kuruluş bildirgesini, Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş bizzat okumuştur. KKTC’nin kuruluşunun ardından birleşmiş Milletler nezdinde Kıbrıs ile ilgili çalışmalar yoğunlaştırılmış ve 1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeleri”, 1992 yılında ise BM Genel Sekreteri Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi”, çözüm olarak, Kıbrıs Türk ve Rum Halklarının önüne konulmuştur. Kıbrıs’ın birleştirilmesini amaçlayan, 1977 ve 1979 Doruk Anlaşmalarını teyid eden ve iki bölgeli, iki toplumlu federal bir cumhuriyeti esas alan bu çözüm önerilerinin her ikisi de Rumlar tarafından reddedildiği için rafa kaldırılmıştır.

3 Temmuz 1990 yılında, GKRY, tüm adayı temsilen, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adı altında, AB’ye üyelik başvurusu yapmış, bu başvuru 1993 yılında kabul edilmiş ve 1997 Lüksemburg Zirvesi kararıyla AB-GKRY üyelik müzakereleri başlatılmış, nihayet 1 Mayıs 2004 tarihinde, Kıbrıs Rum Kesimi, haksız bir şekilde, tek taraflı olarak AB üyesi yapılmıştır.

Görüldüğü üzere, 300 yıl boyunca Osmanlı Devlet İdaresi altında barış ve huzur içinde birlikte yaşayan Kıbrıslı Türkler ve Rumlar, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması ve Ada’nın İngiliz kontrolüne girmesiyle birlikte cepheleşmeye başlamışlar, mahallelerini, köylerini, şehirlerini birbirinden ayırmışlar ve nihayet Ada’yı ikiye bölmüşlerdir. Geldiğimiz noktada ise Kıbrıs Türk ve Rum Toplumları, artık bir arada yaşamaları imkânsız hâle gelen,  birbirine düşman iki halk olarak, uluslar arası kamuoyunun gündemini meşgul etmeye devam etmektedir.

3. Annan Planı ve GKRY’nin AB Üyeliği

Birleşmiş Milletler’in Ada’da barışın sağlanmasına yönelik çabaları devam etmiş, ne yazık ki, bu kapsamda hazırlanan Annan planı da, daha öncekilerle aynı akıbete uğramaktan kurtulamamıştır. 24 Nisan 2004 tarihinde, Adanın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulan ve Kıbrıs’ın bir bütün olarak AB’ye alınmasını öngören Plan, Türklerin %65 evet demesine rağmen, Rumların %76 hayır oyu ile reddedilmiştir. Böylece Rumlar, Kıbrıslı her iki toplumun ortak bir devlet çatısı altında, birlikte bir arada yaşamalarına imkân verebilecek son bir fırsatı daha tek taraflı reddederek, Kıbrıs’ta asıl uzlaşmaz tarafın kim olduğunu, tüm dünyaya açıkça göstermişlerdir. Esasen Rumlar,  Kıbrıslı Türkleri eriterek bir azınlık statüsüne indirgemek için, 15 yıl bile beklemeyi göze alamamışlardır. Çünkü, Annan Planı dikkatle incelendiğinde, Türkleri 15 yıl gibi bir sürede Ada’nın değişik yerlerine serpiştirmek suretiyle etkisizleştirmeyi ve böylece Rum egemenliğini hâkim kılmayı öngördüğünü anlamamız zor olmayacaktır.

Birçok olumsuzluklarına rağmen, uzlaşma adına Annan Planı’na “evet” diyen Kıbrıs Türk Toplumunun AB tarafından dışlanması ise, durumu daha da vahim bir hâle getirmiştir. Nitekim,  1 Mayıs 2004 tarihinde, Kıbrıslı Rumlar, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adı altında, güya tüm Ada’yı temsilen ve tek taraflı olarak, AB üyesi yapılmışlardır. Ne yazık ki AB, bu tutumuyla uluslar arası hukuku çiğnemekte tereddüt etmemiştir. Bilindiği gibi, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları’na göre, Kıbrıs’ın tamamen veya kısmen dahi olsa, garantör ülkelerin herhangi birisinin içinde yer almadığı bir devletler topluluğuna veya uluslar arası örgüte katılması yasaklanmış bulunmaktadır.

4. 21 Mart Süreci

Buna rağmen, Hristofyas’ın, Şubat 2008 tarihinde, Papadopulos’un ardından G.K.R.Y. Liderliğine seçilmesi ile birlikte, Ada’da olumlu bir hava esmiş ve Liderlerin 21 Mart’ta yaptığı görüşme ile, taraflar arasında çözüme dair umutlar  yeşermeye başlamıştır. Zaten, Ekim 2005 tarihinde, Türkiye-AB katılım müzakerelerinin resmen başlatılması ile birlikte, Kıbrıs’ta acil bir çözüm bulma arayışları hızlandırılmıştı. Ayrıca, AB’nin, KKTC’ye uyguladığı izolâsyonlarla Kıbrıslı Türklerin yaşam alanlarını daraltmaya devam etmesi, Ada’nın Kuzey Kesimi üzerinde baskıyı artırmakta ve ivedilikle bir çözüme ulaşma heveslerini tahrik etmektedir.

Uluslar arası toplumun birleşme yönündeki baskısı neticesinde, 21 Mart görüşmesi ile başlayan yeni uzlaşma süreci, liderlerin 23 Mayıs, 1 Temmuz, 25 Temmuz ve 3 Eylül’de yaptığı görüşmelerle devam etmiş, bu görüşmelerde bazı parametreler üzerinde mutabık kalınmış ve nihayet 11 Eylül 2008 tarihi itibariyle, kapsamlı müzakereler başlamış bulunmaktadır. Fakat, ne yazık ki, acele bir çözüme ulaşma hevesiyle, Rum Lider Hristofyas’ın “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kişilik” gibi temel kavramlara, tamamen Rum egemenliğini çağrıştıran anlamlar yüklemesine fazla ehemmiyet verilmemiş ve süreci engelleyeceği endişesiyle bu konuların görüşülmesi hep sonraya bırakılmıştır.

Geldiğimiz noktada ise, görüşmeler kapalı kapılar ardında, kayıt altına bile alınmadan yürütülmektedir. Bu durum ise, Liderlerin, meselenin kırılma noktasını teşkil eden yönetim ve güç paylaşımı konularında ne gibi pazarlıklar yürüttüğü ve ne gibi bir uzlaşmaya vardıkları konusundaki endişelerimizi daha da artırmaktadır. Her fırsatta, K.K.T.C.yi tanımadığını, buna karşın Rumların işgali altındaki ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin’ Ada’nın tek temsilcisi olduğu tezini tüm dünyaya kabul ettirmeye çalışan Rum Lider’in çözüm anlayışı ile Türklerin çözüm anlayışı, nasıl olup da ortak bir paydada buluşabilecektir? Kaldı ki, müzakerelerin devam ettiği bir ortamda, Hristofyas’ın “Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet haline dönüşecek olan Kıbrıs Cumhuriyetidir” şeklinde açıklamada bulunması, Rum liderin uzlaşmaz tutumundan zerre kadar taviz vermeyeceğini işaret etmektedir.

Varılacak muhtemel bir uzlaşmanın, her iki kesimde de eşzamanlı olarak referanduma sunulacak olması, Liderleri rahatlatmaktadır. Hatta, Talat’ın eleştirilere karşı yaptığı “Her şeyin kayıt altında olması, kayıt altına alınması diye bir kural olmadığı ve baş başa görüşmelerin siyasetin bir parçası olduğu, Cumhurbaşkanı olarak istediği şekilde görüşme yapabileceği, bu yetkinin kendisinde olduğu, bu görevi kendisine halkın verdiği” şeklindeki savunması dahi haklı görülebilir. Fakat, bir yandan “anavatanlardan kurtulmanın zamanı gelmiştir” diyerek, Ada’da inisiyatifin Kıbrıs halklarına ait olması gerektiğini iddia ederken, bir yandan da Türkiye’ye baskı yapması yönünde AB, İngiltere ve ABD’ye sürekli olarak çağrıda bulunan Rum Liderin içine düştüğü çelişkili durum, mutlaka dikkate alınmalıdır kanaatindeyiz.

5. Hristofyas’ın Farklı Çözüm Arayışları ve AB’nin Tutumu

Hristofyas, son olarak, Türkiye’yi şikayet etmek için gittiği Moskova’da, Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev ile 19 Kasım 2008 tarihinde bir memorandum imzalayarak, uluslar arası baskı politikası çerçevesinde, kışkırtıcı faaliyetlerini devam ettirmiştir. Rusya Federasyonu Cumhurbaşkanı Dimitri Medvedev’in, “Rusya’nın Kıbrıs sorununa BM Güvenlik Konseyi kararları zemininde adil bir çözüm bulma çabalarını desteklediği, Kıbrıs sorununun çözümünü Kıbrıslıların bulması gerektiği” şeklindeki beyanatının, Rumların Türkiye’yi ve K.K.T.C.yi dışlayan tutumlarıyla birebir örtüşmesi ise düşündürücüdür. Ne var ki, Kıbrıs’ta Rumlara arka çıkmak suretiyle, Ada üzerindeki stratejik hedeflerini gerçekleştirebilecek uygun bir zemin tesis etmeye gayret sarf eden Rusya’nın, içine düştüğü çelişkili durum, dünya kamuoyunun dikkatlerinde kaçmayacaktır. Nitekim, 2008 Şubat’ında, Kosova’nın bağımsızlık ilanına sert tepki vererek, Batıyı, K.K.T.C. ye karşı  “çifte standart”  uygulamakla suçlayan Moskova, Ağustos 2008 tarihinde, Güney Osetya ve Abhazya’nın Gürcistan’dan bağımsızlık ilanını resmen tanırken, K.K.T.C.yi gündeme getirmemiş ve aynı “çifte standardı” bu defa kendisi Kıbrıs Türklerine karşı gösterebilmiştir.

Öte yandan, AB, uluslar arası hukuku çiğneyerek, GKRY’yi, tek taraflı olarak üye yapmakla, esasen Kıbrıs’ta çözüme değil, çözümsüzlüğe katkıda bulunmuştur. Önce Yunanistan’ı, arkasından da Kıbrıslı Rumları içine alarak, Kıbrıs meselesini daha da içinden çıkılmaz bir hale sokan AB, Türkiye-AB üyelik sürecini de yokuşa sürmüş, bölgedeki Türkiye-Yunanistan ve Ada’daki Türk-Rum dengesinin, Yunan-Rum lehine bozulmasına sebebiyet vermiştir. AB’nin, ivedilikle Ada’yı yutma senaryosu, Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesiyle şimdilik bozulmuş gibi görünmektedir. Fakat, ne yazık ki bu proje, tam üyelik sürecinde Türkiye’ye baskı yapılmak suretiyle hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Kıbrıs’ın, 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan Türkiye-AB katılım müzakerelerinin devamının bir ön koşulu olarak Türkiye’ye dayatılması, müzakerelerin ne kadar zor geçeceğinin ilk işaretlerini vermiştir. Öyle ki, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ ile ilişkilerini normalleştirmediği gerekçesiyle 8 başlıkta müzakereleri askıya alan AB Konseyi, 2009 yılı Aralık zirvesine kadar Kıbrıs meselesinin çözüme ulaştırılması için Türkiye’ye süre tanımış, aksi takdirde katılım müzakerelerinin tümüyle askıya alınacağı tehdidinde bulunmuştur. Yunanistan ve GKRY’nin veto haklarını, Türkiye’ye karşı haksız bir şekilde kullanma girişimlerine karşı, Türkiye’nin çok yönlü politikalar üretmesi gerekmektedir.

6. Ada’nın Stratejik Önemi

Hristofyas’ın bir yandan AB’yi, diğer yandan ABD, Rusya ve İngiltere’yi, Türkiye’ye baskı yapmaya çağırırken, bu küresel oyuncuların farklı Kıbrıs stratejisine sahip oldukları hususunu ihmal etmektedir. Öncelikle ABD (ve dolayısıyla İsrail), İngiltere ve Rusya, Ada’nın bir AB eyaletine dönüşmesine kesinlikle karşı olmaları nedeniyle, Kıbrıs meselesinin, AB lehine çözülmektense, çözümsüz kalmasını daha uygun görmektedirler. Zira, Doğu Akdeniz’in tam kalbinde yer alan Kıbrıs, dünya devletleri için jeopolitik bir çekim merkezidir. Üç tarafı Müslüman Arap ülkeleri ile çevrili bulunan İsrail ile Orta Doğu’ya hâkim olmak isteyen ABD’nin, Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında, Ada ile ilgili ortak çıkarları bulunmaktadır. Orta Doğu’ya açılmak isteyen İngiltere ise, Ada’daki askeri üslerini muhafaza etmenin telaşı içerisindedir. Diğer taraftan, çok kutuplu yeni bir dünya düzeni kurma hevesine kapılan Rusya ise, Akdeniz’in sıcak sularına açılmak ve Doğu Akdeniz’de tutunabilmek için Kıbrıs Adası üzerinde hâkimiyet kurmayı planlamaktadır. Yine Fransa’nın, Akdeniz Birliği projesini gerçekleştirebilmek için Ada üzerinde emelleri malûmdur.

Görüldüğü gibi, jeopolitik konumu nedeniyle, uluslar arası oyuncular, Kıbrıs üzerinde farklı senaryolar geliştirmektedirler. Her biri farklı amaçlar güden bu planların ortak paydası Kıbrıs Adası üzerinde mutlak hâkimiyet sağlamaktır. Bu oyuncuların her biri, Ada’nın kontrolünün tamamen diğer bir tarafın eline geçmektense, gerginliğin sürüp gitmesini ve böylece çözümsüzlüğün kalıcı olmasını istemektedirler. Durum bu iken, Hristofyas’ın Kıbrıs’ı birleştirerek, Rumları Ada’nın tümü üzerinde egemen kılmak ve dolaylı da olsa Enosis’i gerçekleştirmek amacıyla, ABD ve Rusya’dan destek beklemesi nafile bir çaba olacaktır. Hristofyas’ın, AB, ABD, İngiltere ve Rusya’nın gerçek niyetlerini iyi tahlil etmesi ve bu güçlerin elinde bir oyuncak haline gelmekten sakınması özellikle de Rumların yararına alacaktır.

Bu noktada, Ada’ya en yakın Ülke olan Türkiye’nin jeopolitik konumu, Kıbrıs üzerindeki tarihi ve kültürel bağları, uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkileri, Ada’daki barış ve huzura sağladığı katkıları birlikte değerlendirildiğinde, Ada’da Türkiye’siz bir çözümün mümkün olmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Hepsinden önemlisi, Kıbrıs Adası, Türkiye’nin güvenliği açısından hayati bir öneme sahiptir ve bu nedenle, Kıbrıs’ın ne bir ‘Yunan Adası’ olmasına ve ne de ABD veya Rusya’nın uydusu haline getirilmesine müsaade edilemez. İşte bu yüzdendir ki, Türkiye, haklı Kıbrıs davasını yakından takip etmek, uluslar arası baskılara göğüs germek ve nihayet Kıbrıs’ta barış ve huzurun garantörlüğü misyonunu ilelebet sürdürmek mecburiyetindedir.

7. Türkiye’nin Kıbrıs Yaklaşımı

Hristofyas’ın bu uzlaşmaz tavırları ve çözümü başka mecralarda arama gayretleri karşısında, Türkiye’nin Kıbrıs politikalarında takındığı istikrarlı ve kararlı tutum ise memnuniyet vericidir. Bilindiği üzere, KKTC Cumhurbaşkanı Talat, doğrudan müzakerelerin başlamasından kısa bir süre önce Ankara’yı ziyaret etmiş, yaptığı bir dizi görüşmelerden sonra Türkiye’nin tam desteğini alarak Ada’ya dönmüştü. Bu görüşmeler sırasında, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin parametrelerini açıkça belirtmiş ve Talat’a bir nevi yol haritasını vermişti. Buna göre, Kıbrıs’ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Aynı yaklaşım, 2008 Türkiye Ulusal Programı’nda da kayda geçirilerek, AB’ye, gereken mesaj verilmiştir. Cumhurbaşkanı Gül, BM Genel Kurulu 63. Dönem görüşmeleri açılış konuşmasında da, uluslar arası topluma aynı hatırlatmayı yapma gereği hissetmiştir. Bu husus, en son 21 Kasım 2008 tarihinde Ankara’yı ziyaret eden K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından bir kez daha hatırlatılmıştır.

Öte yandan, tam da Kapsamlı Kıbrıs müzakerelerinin devam ettiği bir sırada, Türkiye’nin, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yapılan 1. tur oylamada, grubunda en çok oyu (151 oy) alarak, 2009-2010 Dönemi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Geçici üyeliğine seçilmiş olması, Hristofyas’ı ziyadesiyle tedirgin etmiştir. Öyle ki,  “Türkiye’nin üyeliğinin kendilerini memnun etmediğini” söyleyen Hristofyas’ın, vakit geçirmeksizin, BM Güvenlik Konseyi Daimi üyelerinden Çin’e ve arkasından Rusya’ya giderek Türkiye’yi şikâyet etme girişimlerinde bulunması, esasen Türkiye’nin doğru yolda olduğuna işaret etmektedir.

8. Müzakereler ve Gerçekler

Bütün bu gerginliklere rağmen, Kıbrıslı Liderler,  haftalık görüşmelerine BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi ve BM Misyon Şefi Taye Brook Zerihoun’un arabuluculuğunda devam etmektedirler. Bu kapsamda, son günlerde –görüşmelerin gizliliği ilkesine rağmen- Rum basınında çıkan haberlere göre, Kıbrıs Türk Tarafı, İsviçre’de uygulanan Başkanlık Konseyi modelini teklif etmiş, buna karşın Hristofyas, cumhurbaşkanı ile veto hakkına sahip olmayan yardımcısının dönüşümlü görev yapacağı başkanlık sistemini önermiştir. Her iki teklifin de karşılıklı olarak kabul görmediğini belirtmemiz, herhalde şaşırtıcı olmayacaktır. Liderlerin, nasıl bir çözüm üzerinde anlaşacaklarını öğrenebilmek için ise Rum basınını dikkatle izlemeye devam etmemiz gerekecektir.

Talat ve Hristofyas çok iyi bilmektedirler ki, ne garantörlük, ne Ada’daki Türk Barış Gücü, ne yerleşikler ve ne de toplumların siyasi eşitliği konusunda Türkiye’nin taviz vermesi mümkün değildir. Ayrıca, Rumların, Kıbrıs Türk Toplumunu bir azınlık statüsüne indirgemek suretiyle, işgalleri altındaki ‘Kıbrıs Cumhuriyetine’ eklemleme hayallerinin de gerçekleşmesi söz konusu olamayacaktır. Hepsinden önemlisi, iki toplumda da son derece zayıf olan birlikte yaşama arzusunun, temel belirleyici faktör olarak karşımıza çıkacağının gözlerden uzak tutuluyor olmasıdır. Rumlar, bu konudaki isteksizliklerini, Annan planı’nı reddederek açıkça ortaya koymuşlardır. Kıbrıslı Türklerin ise yaklaşık %60’ının Rumlarla birlikte yaşamak istemedikleri, kamuoyu yoklamaları ile ortaya konulmuştur. Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu II. Hrisostomos’un, 17 Kasım’da, liderler arasında yürütülmekte olan doğrudan müzakerelerden olumlu bir sonuç çıkmayacağından emin olduğunu, müzakerelerde çıkmazın kesinleşmesi durumunda KKTC ile Güney Kıbrıs arasındaki sınır kapılarının ve barikatların kapatılmasının en uygun çözüm olacağını” beyan etmesi ise Rumların bakış açılarını göstermesi bakımından dikkate değerdir.

Tüm bu gerçeklerin iyi bilinmesine rağmen, Kıbrıslı liderlerin, olmayacak duaya âmin demelerinin sebebinin izahında yarar bulunmaktadır. Mesela, Türkleri sindirebileceğini düşünen Hristofyas, eğer bir çözüme ulaşılamazsa, Ada’nın geri dönüşü olmayan bir bölünmeye doğru sürükleneceği endişesine kapılmıştır. Amacı, Kıbrıslı Türkleri de Rum egemenliğine dâhil ederek, tüm Ada’yı kontrol altına almak ve bu cihetle AB ve ABD’nin çıkarlarına hizmet etmektir. Talat ise, bir an evvel, Rumlar gibi, AB vatandaşlığını kapmanın peşine düşmüş vaziyettedir. Kuşkusuz, aynı coğrafyada yaşayan Kıbrıslı Türklerin de, tüm izolâsyonlardan kurtularak, Rumlar gibi AB vatandaşı olmaları ve Kıbrıs Türk Toplumunun dünya ile entegre olması yararlı olacaktır. Fakat, Kıbrıs Türklerinin, AB ile bütünleşmeye çalışırken, aynı zamanda millî onurunu, egemenliğini ve uluslar arası saygınlığını da muhafaza etmesi gerektiği hususu, izahtan varestedir.

1977-1979 Doruk Anlaşmaları ve BM Güvenlik Konseyi kararlarını çarpıtarak, BMGK Daimi üyeleri ile ortak siyasi deklarasyonlar imzalayan, Hristofyas, tedirginlik içersindedir. Zira, iyi bilmektedir ki Türkiye’nin Kıbrıs davasında eli güçlüdür ve zaman Türklerin lehine işlemektedir. Ayrıca Rum Lider, Annan Planı’na hayır demeleri nedeniyle, uluslar arası kamuoyunda, kendileri hakkında oluşan “uzlaşmaz taraf” imajından dolayı rahatsızlık hissetmektedir. Ortada, 25 yıllık, bağımsız bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vardır. Kuzey komşusu Kıbrıslı Türklerle, eşit şartlarda bir arada yaşamayı reddeden Rumlar, sonuçta mevcut statüyü kabul etmekten başka bir çare bulamayacaklardır. O halde Liderlerin, Kıbrıslı Türklerle Rumların birlikte bir arada yaşamalarının imkânsız olduğu gerçeğini kabul etmeleri ve bu temel üzerinde çözüm aramaları, son derece yararlı olacaktır. Kaldı ki, Türkiye’nin içinde yer almadığı bir Avrupa Birliği’ne Kıbrıslı Türkler dâhil edilseler bile, kısa zamanda bir azınlık durumuna düşürülmeleri kaçınılmaz olacaktır. Bu meyanda, K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Talat’ın, 34 yıldır Ada’da barış ve huzurun güvencesi olan Türkiye’nin hassasiyetleri çerçevesinde, millî bir politika takip etmesi ve Türkiye’siz bir AB’ye dâhil olmanın, Kıbrıs Türklerine yarardan ziyade zarar getireceğini bilmelidir.

9. Sonuç

Rumların, yerleşik BM parametreleri olan iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe sahip iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devletini bile kabule yanaşmadıkları artık aşikârdır. Rumlar, Türklerle eşit statüde bir arada yaşamak istememektedirler. Bu anlamda, Türkiye’yi süreçten dışlamak isteyen, Ada’daki Türk Barış Gücü’nü “işgal ve kolonizasyon” olarak nitelendiren Hristofyas’ın esasen, eski EOKA’cı Makarios veya Papadopulos’tan hiçbir farkının olmadığı, son zamanlarda sergilediği tavırlardan kolaylıkla anlaşılabilmektedir. Daha da önemlisi, Cumhurbaşkanı Talat’ın, Hristofyas’ın gerçek niyetini nihayet görmeye başlamış olmasıdır. Nitekim, 25 Kasım’da yapılan 10’uncu müzakere görüşmesinde, Hristofyas’ı, çözümü Ada dışında aramakla suçlayan Talat’ın, “…100 memorandum daha imzalasan ne olur, sorunun parametreleri değişmez. …Kıbrıs’ta tek halk olduğunu iddia ediyorsun. Bu tümüyle yanlış bir iddia. …Rum Cumhuriyeti’ne dönüşmüş olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bayrağını, Kuzey Kıbrıs sınırları içinde dalgalandıramayacağının bilincine varmalısın.” şeklindeki çıkışına, Hristofyas’ın “Seninle ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin’ egemenliğini tartışacak değilim…” diyerek sert karşılık vermesi, gelinen noktayı göstermesi bakımından önemlidir.

Durum bu iken, toplumları zorla bir araya getirmek yerine, Ada’daki gerçekler temelinde, her iki kesimin kendi siyasi egemenliğine sahip olduğu kalıcı bir çözüm üzerinde çalışılmasının daha doğru olacağını düşünmekteyiz. Böylesi bir çözüm için Rumların yapması gereken şey, Enosis’ten ve 1963 yılında hukuken geçerliliğini yitirmiş bulunan ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, tüm Ada’yı temsil ettiği şeklindeki iddialarından vazgeçmek ve Kuzey komşusu K.K.T.C.yi egemen bir devlet olarak tanımak olmalıdır. Aksi halde, Ada’da ne Rumlar ve ne de Türkler için kapsamlı, adil ve kalıcı bir çözüm bulunması mümkün olamayacaktır.

Kıbrıslı Liderler arasında devam eden görüşmeler, Türkiye’nin Kıbrıs parametreleri çerçevesinde devam ettiği sürece, Anavatan tarafından desteklenecektir. Fakat, eşitlik temelinde oluşturulacak bir federasyon fikrinin hatırlatılmasını bile “kışkırtıcı” olarak nitelendiren ve görüşmelerin devam ettiği bir ortamda, başka ülkelerle tek taraflı mutabakat muhtıraları imzalayarak müzakere sürecini baltalamaya çalışan Hristofyas ile bir uzlaşmaya varılamayacağı gerçeği de ortada durmaktadır.  Rum Lider, çözüm için, “Yeni Bir Ortaklık Devletinden” ziyade, “Yenilenmiş Kıbrıs Cumhuriyeti” tezini savunmaya devam etmektedir. Bunun ise, Kıbrıs Türkleri için çözüm değil, yıkım olacağı kesindir. Ayrıca Rum liderin, “Kıbrıslı çözüm” söylemiyle, esasen Türkiye’yi süreçten dışlamaya çalıştığı hususu herkesin malûmudur. Öyleyse, Talat ve Hristofyas’ın, gerek kendi toplumlarını ve gerekse uluslar arası kamuoyunu oyalamaktan vazgeçip, öngörülebilir çözümler üzerinde çalışmaları daha uygun olacaktır.

Son elli yılda verdikleri mücadeleler neticesinde, cemaat statüsünden bağımsız bir devlet statüsüne ulaşan Kıbrıslı Türklerin elde ettikleri kazanımlar, acil bir çözüm hevesine kurban edilmemelidir. Bu nedenle, ya K.K.T.C.nin, Kosova örneğinde olduğu gibi, uluslararası camia tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınması sağlanmalı ve Ada’da iki ayrı bağımsız devlet varlığını sürdürmeli ya da iki ayrı bağımsız devletin teşkil ettiği konfederal bir birlik tesis edilmelidir. Türkiye’nin Millî Kıbrıs Davasının “kırmızı çizgileri” dikkate alındığında, bu iki çözümden başka çıkar yol bulunmadığı anlaşılmaktadır.

2009-2010 döneminde, BM Güvenlik Konseyi üyeliğini yürütecek olan ve dünya siyasi arenasında ağırlığını giderek daha çok hissettiren Türkiye’nin ise, bağımsız K.K.T.C.nin uluslararası toplum tarafından tanınması için, diplomatik alanda yapabileceği çok şey bulunmaktadır. Nitekim, 14’üncü temsilciliğini Katar’ın başkenti Doha’da açan ve Avrupa Birliği ve İslam Konferansı Örgütü ülkelerinde yeni temsilcilikler açma hazırlıkları içerisinde bulunan K.K.T.C.nin bu son girişimleri, dünya ülkeleri ile entegre olma yolunda, ümit verici gelişmeler olarak karşımızda durmaktadır. Uluslar arası camia tarafından tanınmış, bağımsız bir K.K.T.C. ise, aynı zamanda, küresel oyuncuların Kıbrıs Adası üzerindeki çıkar hesaplarını nafile kılacak ve Türkiye’nin bölgesel güvenliğine katkıda bulunabilecektir.

http://www.turkyurdu.com.tr/modules.php?name=Dergi&file=article&sid=1426

Share This:

TARİHÎ TÜRK-İSLÂM YÜRÜYÜŞÜ

Share This:

50 Dakika

Share This:

NEJAT ÇOĞAL

Share This:

Nejat ÇOĞAL TRT AVAZ Dünya Bülteninde…

dbülteni15

 

NEJAT ÇOĞAL, TRT AVAZ’DA CANLI OLARAK YAYINLANAN “DÜNYA BÜLTENİ” PROGRAMINDA GÖKÇEN OĞAN’A KONUK OLDU…

 

 

Share This:

Tarihî Türk-İslam Yürüyüşü

turkyurdu

 

Nejat ÇOĞAL – Türk Yurdu Dergisi – Nisan 2015 – Yıl 104 – Sayı 332

Tarihî Türk-İslam Yürüyüşü

Tarih, Türkleri İslam ruhundan ayırarak Türk kimliğini parçalamayı ve böylece hem Müslümanlığı ve hem de Türkleri zayıflatmayı gaye edinen çok sayıda girişimlere sahne olmuştur. Ne var ki, İslami inanç ve ahlak sistemi ile yoğrulmuş Türk- İslam milliyetçiliği, ayrılmaz bir bütündür ve insanlık tarihini şekillendiren Türkleri ruhundan ayırmak, yani İslamsızlaştırmak hiçbir şekilde mümkün olamamıştır. Nitekim Fransız şair Lamartine’nin: “Türk’ün (Müslüman’ın) fazileti; ilahi iradeye dâimâ boyun eğmesindedir. … Her şeyi tabiattan çıkardıktan sonra, Allah’a döndürür. Dâimâ, Allah, onun fikrinde ve zikrindedir. Kısır bir fikir şeklinde değil, âdetâ elle tutulabilecek, açık, belli biçimde ve amelî bir hakikattir.” şeklindeki sözleri de Türkün Müslümanlığının Batılılar tarafından itirafından başka bir anlam ifade etmemektedir.
Türklerle Arapların 8. yüzyılda gerçekleşen tarihî buluşması, İslam’ın geleceği için bir dönüm noktası olmuştur. Öyle ki, aynı anda doğuya doğru ilerleyen Araplarla, batı yönünde hareket eden Türkler, ters istikamette esen iki sert rüzgârın birbirleri ile karşılaşması misali çarpışmışlar ve bu çarpışma neticesinde İslamiyet Türklere bir din ve uygarlık, Türkler de bu dine güçlü ordularını vermişlerdir.
Binlerce yıllık medeniyet tarihine sahip olan Türkler, kendi inanç ve yaşayışlarına zaten çok yakın olan Müslümanlığı kitleler hâlinde kabul etmelerinin ardından, asırlar boyunca İslamiyet’in en güçlü savunucusu olmuşlar, onbirinci yüzyılda başlayıp yüzyıllarca süren Hristiyan haçlı saldırılarına karşı da göğüslerini siper etmekten geri kalmayarak, kurdukları Türk- İslam medeniyetini günümüze kadar taşımayı başarmışlardır. Bu yüzdendir ki, İslam âleminde, Türk milletine “Seyf-ül İslam” adı verilmiştir.

Bir yandan İslam’ın kılıcı ve kalkanı olarak önemli hizmetler veren Türkler, bir yandan da tarih boyunca kurdukları imparatorluklarda, egemenlikleri altına aldıkları halklara din ve vicdan özgürlüğü tanıyarak, bunların birlikte, barış içinde yaşamalarını temin etmiş ve evrensel barışa büyük katkılar sağlamışlardır. Binlerce yıllık tarihi boyunca dünyada adaleti hâkim kılmak arzusuyla hareket eden Türkler, bir nevi bütün insanlığın sorumluluğunu üzerinde taşımıştır. Nitekim, Osmanlı Devleti’nin “Nizam-ı Âlem” davası, üç kıta üzerindeki farklı dinlere mensup kavim ve sınıflar arasında hukuki ve içtimai adaleti sağlayarak bir düzen içinde yaşamalarını gaye edinmiştir.
Tarih sayfalarını, İslam adına verdikleri hizmetler ve kahramanlıklarla dolduran Türklerin, aynı zamanda Müslümanlığın yayılmasına da en büyük katkıyı sağlayan, İslam’a en güzel eserleri bırakan ve İslam uygarlığını zirveye çıkaran bir milletin mensubu oldukları unutulmamalıdır. Öyle ki, bilhassa Selçuklular döneminde kendi kültürlerini İslam dünyasıyla buluşturan Türkler, nihayet İslam medeniyetini Türk- İslam medeniyetine dönüştürmüş ve böylece İslam dünyası ve medeniyetine, merhum Prof. Dr. Osman Turan’ın ifadesiyle yeni bir aşı ve hayatiyet kazandırmıştır.
Türkler, Müslüman olmaları sayesinde birliğe kavuşmuş ve eriyip yok olmaktan kurtulmuşlardır. Bugün yeryüzünde Müslüman olmayan Türk olmadığı gibi, Müslüman olduktan sonra millî şuurunu kaybedip tarihte yok olan bir Türk Topluluğu da olmamıştır. Diğer taraftan, İslam âlemi de Türklerin katılımıyla taze bir kan ve can bulmuş, Türkler İslam’ı kendileri için bir millî din hâline getirerek, bütün benlik ve samimiyetleriyle bu dine sarılmışlardır. Merhum Prof. Dr. Erol Güngör’ün ifadesiyle İslam, âdeta Türk milletinin yolunu aydınlatan bir ışık olmuş, Türk milleti bu ışığı takip ettikçe hep yükselmiştir.

Zira İslamiyet’i kabul etmelerinden itibaren Türkler, Müslüman kimliklerini hep ön plana çıkarmışlar ve hep bu isimle anılmışlardır. Nitekim, bir Türk- İslam devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun hükümdarları kendilerini aynı zamanda İslam’ın mücahidi ve İslam toplumlarının temsilcisi olarak görmüşlerdir. İşte bu yüzdendir ki, günümüzde Türkiye’yi Avrupa Birliği dışında bırakma gayretleri, esasen, Avrupalıların, Türkleri daima Müslüman olarak algılamış olmalarından mütevellit bir tavırdan başka bir şey değildir.
Kısaca bir kültür ve kimlik duyarlılığı olarak nitelendirebileceğimiz milliyetçilik düşüncesi, tarih boyunca Türklerin en ziyade hassasiyetlerinin başında yer almıştır. Zira 1.300 yıl önce, Göktürk alfabesiyle Orhun Kitabelerine kazınan Türk kültürü ve kimliği, Yusuf Has Hacib’in 1069 tarihli, Türk-İslam edebiyatının ilk yazılı eseri sayılan Kutadgu Bilig adlı eserinde, İslami düşünce ve bakış açısıyla yeniden vücud bulmuştur.

Anadolu topraklarını Müslüman Türk’e yurt yapan Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan, 26 Ağustos 1071’de, Malazgirt Meydanı’nda ordusuyla birlikte kıldığı cuma namazını müteakip, askerlerine dönerek “Ey mücahitler! Düşman ne kadar çok görünürse görünsün! Biz onlardan daha güçlüyüz. Çünkü biz Allah’a inanıyoruz…” dedikten sonra, atından inip toprak üzerinde secde ederek şöyle dua etmiştir; “Ya Rabbi! Sana tevekkül ettim. Hazreti Peygamberimiz aşkına bize yardım et! Fikrimizle fiilimiz bir değilse bizi helak et!”. Böylece, Alp Arslan’ın imanlı ordusu, sayıca kendisinden kat kat fazla olan Bizans ordusunu Malazgirt Meydanı’nda hezimete uğratarak, Türk-İslam tarihinin en büyük zaferlerinden birisini kayda geçirmeyi başarmıştır.
Osmanlı Devleti’nin ikinci Padişahı Orhan Gazi, Oğul’a Nasihat’ında, “Unutma ki, dünya saltanatı geçicidir. Lakin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamberimiz aleyhisselamın şefaatine mazhariyet için, bu fırsatı iyi değerlendir!..” demiştir. Bu düşünce tarzı, Türk kültürü ve İslam kültürü ile yoğrulmuş Osmanlı Devleti’nin, altı asır boyunca nasıl barış ve birlikte yaşama felsefesiyle hüküm sürebildiği sorusuna verilebilecek en açık cevaptır.
Cihan Padişahı Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’un fethini, sadece stratejik önemi sebebiyle değil, ama daha ziyade, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in (S.A.V.) “İstanbul elbet fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.” hadis-i şerifine mazhar olmak ve onun övgülerini kazanmak için gerçekleştirmiştir. İşte bu, çağ açıp, çağ kapatan Müslüman-Türk kumandan, İstanbul’u fethederken, onu bir Türk-İslam şehrine dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda, yüzyıllarca İslam toplumları arasına fitne sokan, Müslümanlara karşı Hristiyan haçlı seferleri tertipleyen ve İslam topraklarının genişlemesine engel teşkil eden bir şer yuvasını, Doğu Roma İmparatorluğu’nu da ortadan kaldırmıştır.
Şair Namık Kemal Yalçın Kaya’nın da ifade ettiği gibi;

Aranmakta Peygamber müjdesine bir emir, bir namzed

Kostantiniyyeyi İstanbul yapacak bir fatih; Sultan İkinci Mehmed.

Sıvadı kolları Osmanoğlu cihangir, çekerek besmeleyi

Ebedi fethin hazırlığına girişti, eserken seher yeli.

Döktü şahi topları, çelikten iman ordusu; ne güzel er

Böyle buyurmuştu Rasul; ve göklerde saf saf melekler.

İstanbul, dünyanın en güzel şehri, bizim İstanbul,

Büyük fethin timsali, kıyamete kadar Türk İstanbul.

Esasen Osmanlı, İslamiyet’in insanlığa vaat ettiği ideal barış ve istikrarı, himayesi altındaki topluluklar arasında hiçbir etnik, dinî ve kültürel ayırım gözetmeksizin yedi iklim ve üç kıtada asırlar boyunca gerçekleştirmeyi başarmıştır. Zira, İslamiyet’te hiçbir ırka, sınıfa, aileye veya kişiye imtiyaz tanınmamış olup, sadece İslâma hizmet eden ve İslâmı yücelten takva sahibi kimseler üstünlük elde edebileceklerdir. İşte Osmanlı bu bilinçle hareket ederek bir dünya devleti inşa etmeyi başarabilmiştir.

Öte yandan, Çanakkale’de göğsünü siper ederek düşmana geçit vermeyen Mehmetçiğin meşalesi de kuşkusuz iman aşkı ve vatan sevgisiydi. Şanlı Türk tarihini taçlandıran en büyük zaferlerden birisi olan Çanakkale Destanı, iman ve kardeşlik ruhunun şahlanışından başka bir şey değildi. Bir yandan Kur’an okuyup biryandan düşmanla savaşan Türk Askerinin, 3 dakika içinde öleceğini bildiği halde hiç tereddüt etmeden cepheye atılmasını sağlayan bu ruh, din, vatan, bayrak uğruna şehadetin, ulaşılabilecek en yüce makam olduğunu birkez daha ortaya koymuştur. Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Çanakkale şehitlerini ne güzel tarif etmiştir;

Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;

Yine, büyük Türk Şairi Ziya Gökalp, bundan yüzyıl önce, Balkan Savaşları sırasında Vatanın ve Milletin içine düştüğü durumu gösteren Asker Duası’nda şöyle demektedir;

Sancağım tevhid, bayrağım hilâl,

Birisi yeşil, ötekisi al,

İslâm’a acı, düşmandan öc al,

İslâm’ı âbâd eyle Yârabbi!

Düşmanı berbâd eyle Yârabbi!

Bu noktada, Türklerin tarih boyunca İslâm’a hizmetleri konusunda Kurtuluş Savaşı ve bu savaşın İslâm’a kazandırdıkları üzerinde de durulmalıdır.

Millî ve manevi bilincini aynen muhafaza eden Türkler, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün önderliğinde ve vatan, millet, bayrak sevgisi ile yoğrulmuş bir imanla İstiklâl Mücadelesini kazanıp Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmak suretiyle, Millî onurunu muhafaza etmiş ve bu cennet vatan topraklarında kurdukları bin yıllık Türk-İslâm medeniyetini sonsuza kadar yaşatma kararlılığını bir kez daha ortaya koymuşlardır. Nitekim Yahya Kemal, Kurtuluş Mücadelesini şu şekilde dile getirmiştir;

Şu kopan fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi,

Senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi.

Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın

Galip et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.

Mehmet Akif Ersoy da, İstiklal Marşı’nda, Türk Milletinin Hakk’a, bayrağa, bağımsızlığa, dinine ve vatanına olan bağlılığını en açık bir şekilde dile getirmiştir:

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,

Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

Günümüzde çarpıtılan şekliyle ırkçılığı değil, kültürü esas alan Türk Milliyetçiliği, binlerce yıllık tarihi, siyasi ve kültürel bir birikime dayanmaktadır. Türk Milletinin tarihin derinliklerinden süzülerek günümüze ulaşan maddi-manevi, kültürel-ahlaki değerlerini koruyarak gelecek kuşaklara aktarmak, bir Türk Milliyetçisinin asli vazifesi olmalıdır. Türk Ocakları Genel Başkanı Prof. Dr. Mehmet Öz’ün ifadesiyle, bizim millet, millî devlet anlayışımız tarihimize, milletimize bir bütün olarak sahip çıkmaya dayanır. İçi boş, tarihî ve kültürel muhtevası Türklüğün tarihî birikimini inkâr eden bir anlayış da tarihî ve kültürel realitelere aykırı olarak Türklüğü bir etnisiteye indirgeyen, milliyetçiliği kavmiyetçilik ve ırkçılık olarak görerek reddeden beynelmilelci yaklaşımlar da yanlıştır. İslam medeniyetinin tarihî gelişimini ve Türk-İslam medeniyeti gerçeğini ıskalayan, 20. yüzyılın nev-zuhur ve ithal İslamcılığı ne Türklüğe ne İslam âlemine ne de insaniyete kapsayıcı bir medeniyet tasavvuru sunabilir.

Ortak bir dile ve ortak bir tarihe sahip insanların milli kimlik ve kültür şuuruyla kendini ifade etmesi olarak tanımlayabileceğimiz bu milliyetçilik anlayışı mesela, Fransız düşmanlığından beslenen Alman milliyetçiliğinden tamamen farklı olarak, diğer milletlerin varlığına saygı duyan, cihanşümul bir karakteristiği haizdir. Türk-İslâm Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’nın da Avrupalı elçilere söylediği gibi, Türk fetihleri aslında, Hristiyan dünyasının amansız saldırıları karşısında verilen bir nefsi müdafaa, bir varlık-yokluk mücadelesi sebebiyle gelişmiştir. Kuşkusuz Türkler, tarih boyunca hem batı medeniyetinin sömürgecilik faaliyetleri karşısındaki en ciddi direnek noktası olmayı başarmışlar ve hem de hakimiyetleri altındaki halklara adaletle hükmetmişlerdir.

Türk Milliyetçiliği sevgiyi, kardeşliği ve hoşgörüyü esas alan kucaklayıcı ve birleştirici bir anlayışa sahiptir. Nitekim, bundan doksan yıl önce, Türkçülerin amacının, çağdaş bir İslam Türklüğü olduğunu söyleyen Ziya Gökalp, Türklerin, milli ülkülerini güçlendirmek için dindaşları ve yurttaşları olan hiçbir kavme karşı “millî kin” aşılamaya yeltenmediklerini, çağdaşlaşmak için, Müslüman olmayan kavimler hakkında, içinde bulunulan uygarlık yüzyılının gerektirdiği saygılı tutumu koruyacaklarını özellikle vurgulamıştır.

Nitekim, Yüce dînimiz İslama göre insanlar, Cenab-ı Hak tarafından, kabilelere ve milletlere bölünmüştür. Dolayısıyla, Müslümanların Arablar veya Türkler gibi milletler halinde bölünmeleri, insanların birbirlerini tanımaları gayesiyledir. Ancak, bu milletler arasında üstünlüğün sadece güzel ahlâk ve takvâ sahibi olmakla mümkün olabileceği de Kur’ân’da belirtilmiştir. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’in Hucurât Sûresi’nin 13. Ayetinde Yüce Allah “Ey insanlar ! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.” demektedir. Buna göre, Türkler, Allah’ın insanlar arasından oluşturduğu milletlerden bir tanesidir ve üstünlüğü soydan değil, İslâm adına verdiği hizmetler ve yaptığı iyi işlerden kaynaklanmaktadır.

Büyük Türk Hükümdârı Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethedip İslâm Halifeliğini Abbasilerden teslim alırken, Cuma namazında okunan hutbede kendisi için “Hâkim-i Haremeyni’ş-Şerîfeyn” (Mekke ve Medine’nin Hâkimi) diye bahsedilmesine itiraz etmiş ve Peygamber’e saygısından dolayı kıpkırmızı kesilen Koca Pâdişah, ayağa kalkarak, “Hayır, Hâdim-i Haremeyni’ş-Şerîfeyn” (Mekke ve Medine’nin Hizmetkârı) diye haykırmıştır. İşte Türkler bu anlayışla, 400 yıl boyunca İslâm Halifesi sıfatıyla, İslâmda birlik ve beraberliği temsil etmişlerdir.

Derin bir mütevazılıkla İslâma verdiği ve vereceği hizmetler sayesinde Türk Milleti, tarih boyunca hep küllerinden yeniden doğmayı başarabilmiştir. Bunun son örneği, emperyalist Batılı güçlerin bitmek bilmez Haçlı saldırıları karşısında yorgun ve bitkin düşen Türk Milletinin, Gazi Mustafa Kemal önderliğinde verdiği İstiklâl Mücadelesi neticesinde, tarih sahnesinde “Türkiye Cumhuriyeti” adıyla yeni bir sayfa açmış olmasıdır.

Netice itibariyle, adalet, hoşgörü, millî birlik ve beraberlik anlayışı içerisinde ve diğer dünya milletleri ile birlikte barış içinde yaşamayı esas kabul eden Müslüman Türk Milleti, tarihte olduğu gibi bugün de İslam’a hizmet etmeye ve onunla birlikte yükselmeye devam edecektir. Bunu da, ancak, millî değerlerine ve tarihine sahip çıkmak suretiyle gerçekleştirebileceğinin idrakindedir. Zira, yurt, bayrak, millî egemenlik ve milli kültür gibi değerlerine sahip çıkamayan milletlerin, mukaddesatını muhafaza etmeleri de mümkün bulunmamaktadır. Tarih boyunca Türkler, hep Hakk’ın rızasını kazanma, yeryüzünde adaleti hakim kılma ve milletine hizmet etme anlayışı içerisinde, sevinçte ve tasada birlik şuuruyla hareket etmişlerdir. Bu sayededir ki Türkleri İslamsızlaştırma ve tarih sahnesinden silme çabaları nafile sonuç vermiştir.

Unutulmamalıdır ki Türkler, ancak millî birlik ve beraberlik duygusuyla ve derin bir iman aşkıyla Malazgirt’de, Kosova’da, İstanbul’un fethinde, Çanakkale’de, Sakarya’da başarıya ulaşabilmişlerdir. Bu nedenle, birbirleri ile buluşmalarından itibaren hızla gelişen ve tarihin gördüğü en yüksek uygarlık seviyesine ulaşan Türk-İslâm Medeniyetinin zengin kültürel mirasını daha ilerilere taşımak, Çanakkale ruhunu rehber edinmiş Türk Milletinin yegâne vazifesi olmaya devam edecektir.

Nejat ÇOĞAL –  Türk Yurdu Dergisi – Nisan 2015 – Yıl 104 – Sayı 332

Share This:

Nejat ÇOĞAL İstihbarat Eğitimi Açılışına Katıldı…

Sn. Nejat ÇOĞAL’ın açılış konuşmasıyla başlayan ve kaçakçılıkla mücadelede etkinliği artırmak amacıyla hazırlanan Suç İstihbaratı Eğitimi;

Sayın Bakanımız Nurettin CANİKLİ’nin, Gümrükler Muhafaza Genel Müdürlüğünde bir İstihbarat Birimi oluşturulması, yönetimin merkezden olması ve seçilecek istihbarat personelinin eğitime tabi tutulması suretiyle Gümrük Muhafaza Teşkilatının istihbarat kapasitesinin geliştirilmesine yönelik talimatları doğrultusunda; öncelikle yeniden yapılandırılan Gümrükler Muhafaza Genel Müdürlüğü bünyesinde bir İstihbarat Dairesi Başkanlığı kuruldu. İstihbarat elemanı olarak görev yapabilecek Gümrük Muhafaza Amir ve Memurlarının seçimi ve Suç İstihbaratı Eğitimine alınması için ilgili kurumlarla müşterek çalışmalar yapılarak, 19.01.2015 tarihi itibariyle, Bakanlığımız Eğitim Dairesi Başkanlığında eğitime başlanılmıştır.

Genel Müdürlüğümüz İstihbarat Dairesi Başkanı Nejat ÇOĞAL yaptığı açılış konuşmasında; teşkilatın tarihçesinden, görevin öneminden, özverili çalışmalardan ve gerçekleştirilen eğitimin gerekliliğinden bahsederek, “Son yıllarda, gerek personel ve gerekse teknik kapasitesini güçlendirmek suretiyle kaçakçılıkla mücadelede ciddi başarılar elde etmiş bulunan Genel Müdürlüğümüz, 640 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin verdiği yetkiler çerçevesinde istihbarat kapasitesini de güçlendirerek, milli ekonomiyi, kamu güvenliğini ve toplum sağlığını tehdit eden kaçakçılık faaliyetlerini tümüyle ortadan kaldırmayı hedeflemektedir” dedi.

Share This:

Hala Sultan ve Kıbrıs

 

 Hala Sultan ve Kıbrıs

Nejat ÇOĞAL

Öncelikle, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğumunun 1443. Yıldönümünün bütün İslam Âlemi için hayırlara vesile olmasını dileriz. Kutlu Doğum Haftasının idrak edildiği şu günlerde, konuyu yine Kıbrıs’a getireceğiz ve bu vesileyle Kıbrıs’ın Müslümanlar için önemi üzerine kısa bir değerlendirmede bulunacağız.

“Bir gün Peygamberimiz, süt teyzesi olan büyük İslam kadını Ümmü Haramı (r.a.) ziyaret eder ve biraz sonra “öğle uykusuna” dalar. Az sonra uyanır ve tebessüm eder. Ümmü Haram (r.a.) buna bir anlam veremez ve “Ya Resûllallah, annem babam size fedâ olsun. Niçin gülüyorsunuz?” diye sorar. Peygamberimiz de “Ey Ümmü Haram, ümmetimden bir kısmının gemilere binip kâfirlerle savaşa gittiğini gördüm.” diye cevap verir. Ümmü Haram heyecanlanır ve onlardan biri olmayı arzu eder. “YâResûllallah, duâ etseniz de ben de onlardan biri olsam” diye ricada bulunur. Resûlallah (a.s.m.) onu kırmaz ve “Yâ Rabbi, bunu da onlardan eyle!” diye duada bulunur.

Aradan yıllar geçer ve büyük İslam Halifesi Hz. Osman’ın talimatıyla, Suriye ve Mısır’dan hareket eden İslam orduları uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Kıbrıs adasına ulaşır. O sırada 86 yaşında olan Hz. Ümmü Haram, Müslümanların ilk deniz seferine çıkan bu orduya iştirak eder. Nihayet, Hicretin 28. yılında, ilk deniz muharebesini gerçekleştiren İslam Ordusu Kıbrıs’ı fethederek büyük bir zafer kazanır.İslam Ordusunun Şam’a dönüşü sırasında, şehitliğe nâil olmamanın üzüntüsünü yaşayan Ümmü Haram’ın (r.a.) atı birdenbire huysuzlanır ve bu mübarek insan, çok özlediği şehadet mertebesine kavuşur.

Kıbrıs, uzun yıllar Müslümanların idaresinde kalır. Bir ara tekrar Hristiyanların eline geçer. 1571 yılında Osmanlılar tarafından tekrar fethedilerek yine Müslümanların eline geçer. Osmanlılar, Ümmü Haram’ın (r.a.) kabrini tamir edip Türbe yaparlar ve “Hala Sultan” ismini koyarlar. İşte Kıbrıs fethinin sembolü Ümmü Haram’ın Türbesi Larnaka yakınlarında bulunan Uz Gölü kıyısında bulunmaktadır.”(1)

80.000 şehit verilerek Müslümanlar tarafından 2. defa fethedilen Kıbrıs, 300 yıl Osmanlı İdaresi altında kaldı. Osmanlı Devleti’nin hoşgörülü yönetimi altında,  birlikte barış içinde yaşayan Türkler ve Rumlar, İngiltere’nin Ada’ya el koymasıyla birbirine düşman iki Halk haline geldiler. 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında bağımsız bir yönetime kavuşan Kıbrıslı Türkler ve Rumların bu birlikteliği çok uzun sürmedi. 1963 yılında Türklerin Devlet kademelerinden kovulmalarıyla birlikte Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti meşruluğunu yitirdi ve Türklere yönelik acımasız saldırılar başladı. Kıbrıslı Türkler 10 yıl süreyle, 400 yıl birlikte yaşadıkları Rumların saldırılarına maruz kaldılar ve Ada’nın %3’lük bir kısmına adeta hapsedildiler. Anavatan Türkiye bu zulümlere kayıtsız kalmadı ve nihayet 1974 yılı Temmuz’unda Türk Silahlı Kuvvetlerinin gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekâtıyla Kıbrıslı Türkler kendi yönetimleri altında barış ve huzur ortamı içinde yaşamaya başladılar.

İşte, Rumların ‘Megali İdea’  kapsamında Enosis hayallerine konu olan, birtakım Kıbrıslı Türklerin de AB üyeliği uğruna vazgeçmeye hazır oldukları Kıbrıs, Müslümanlar tarafından ilki 14 asır önce olmak üzere 3 defa fethedilmiş ve on binlerce şehit kanıyla sulanmıştır.

Kuşkusuz, Kıbrıs Adasının Müslümanların ilk deniz seferinin hedefi olması boşuna değildir. Zira Adanın tarihten günümüze kadar, ekonomik, siyasi ve jeostratejik bakımdan gerek bölgesel ve gerekse küresel boyuttaki önemi hiç azalmamıştır. Ada’ya en yakın Ülke olan Türkiye’nin jeopolitik konumu, Kıbrıs üzerindeki tarihi ve kültürel bağları, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkileri, Ada’daki barış ve huzura sağladığı katkıları birlikte değerlendirildiğinde bu husus günümüzde daha da büyük bir önem arz etmektedir.

Nitekim Mustafa Kemal Atatürk, 1937 yılında Kıbrıs ile ilgili olarak “Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu Ada bizim için önemlidir.”  demiştir. Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ise “Stratejik Derinlik” isimli kitabında Kıbrıs’la ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır: ““Orada (Kıbrıs’ta) tek bir Müslüman Türk olmamış olsa bile Türkiye’nin bir Kıbrıs meselesi olmak zorundadır. Hiç bir ülke kendi hayat alanının kalbinde yer alan böyle bir adaya kayıtsız kalamaz.”(2)

Doğu Akdeniz’in merkezinde yer alan Kıbrıs, dünya devletleri için jeopolitik bir çekim merkezidir. Bu nedenledir ki uluslararası oyuncular Kıbrıs üzerinde farklı senaryolar geliştirmektedirler. Her biri farklı amaçlar güden bu planların ortak paydası Kıbrıs Adası üzerinde mutlak hâkimiyet sağlamaktır. Bu bakımdan Türkiye’nin, güvenliği açısından hayati bir öneme haiz bulunan haklı Kıbrıs davasını yakından takip etmek, uluslararası baskılara göğüs germek ve nihayet Kıbrıs’ta barış ve huzurun garantörlüğü misyonunu ilelebet sürdürmek vazgeçilmez bir mecburiyettir.

Netice itibariyle, Bundan 14 Asır önce Müslümanların ilk deniz seferiyle fethedilen ve Peygamberimizin süt teyzesi olan büyük İslam Kadını Ümmü Haram’ın (r.a.) şehadetiyle şereflenen Kıbrıs Adasının bir “Yunan Adası” olmasına asla müsaade edilemez. “Hulefa-i Raşidin’in mirası ve Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan Kıbrıs ve Kıbrıs Türk Halkının yegâne güvencesi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir. Bu meyanda Türkiye, KıbrısTürk Halkı üzerindeki tarihi sorumluluğunun bilinciyle ve uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve yükümlülükleri çerçevesinde, hem Ada’da ve hem de Doğu Akdeniz’de barış ve huzura katkı sağlamaya devam edecektir. Kabri devamlı ziyaret edilen ve yüzyıllardır oradan feyiz ve bereket saçan “Hala Sultan” ise ilelebet Ada’nın bekçisi olarak kalacaktır. Allah ondan razı olsun.

———————————–

(1) İsmail MUTLU, “Dört Halife Devri”, Yeni Asya Gazetesi Neşriyatı, İstanbul, 1991, sf. 214-218.

(2) Prof. Dr. Ahmet DAVUTOĞLU, “Stratejik Derinlik-Türkiye’nin Uluslararası Konumu-”, Küre Yayınları, 28. Basım, Nisan 2009, sf. 179.

http://turkyurdu.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=683:hala-sultan-ve-kibris&catid=191:subat-2014-cilt-34-say-318&Itemid=195

Share This:

Çanakkale Şehitlerine

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı’
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedi serhaddi;
‘O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme’ dedi.
Asım’ın nesli…diyordum ya…nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın…Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber

Share This: