Etiket arşivi: KIBRIS

KIBRIS’TA ÇÖZÜMÜN YENİ ADI: HRİSTOFYAS

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas, 21 Mart 2008 tarihinde, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Temsilcisi Michael Möller’in ara bölgedeki ikametgâhında bir araya gelerek, “BM’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde 3 ay sonra kapsamlı müzakerelere başlanması ve en kısa sürede soruna çözüm bulunması” konusunda anlaştıklarını ilan ettiler. Ayrıca Liderler, Lokmacı Kapısı’nın en kısa sürede açılmasını da karalaştırmış bulunmaktadırlar. Kıbrıs meselesinin çözümü sürecinde büyük umutlar bağlanan bu buluşmanın, beklentileri tam olarak karşılamasa bile bir uzlaşma sürecinin başlangıç noktası olması muhtemel görünmektedir. Ancak, Rum Lider Hristofyas’ın, toplantının hemen ardından “Umarız iki eski dost olarak bu görüşmelerin sonunda iki düşman haline gelmeyiz” şeklindeki ifadesinin ise yeni müzakere sürecinin göründüğü kadar kolay olmayacağını işaret etmektedir.

Annan Planı’nı reddeden, Kıbrıs meselesinin AB platformunda ve belirsiz bir zaman sürecinde çözümünü savunan eski EOKA Lideri Papadopulos, bu uzlaşmaz tutumunun bedelini Şubat ayında yapılan başkanlık seçimlerini kaybederek ödemiştir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Başkanlığına seçilen Komünist AKEL Partisi lideri Dimitris Hristofyas ise Adanın her iki kesiminde de yeni umutların yeşermesine yol açmıştır. Zira, Papadopulos’un uzlaşmaz tavırları neticesinde, iki toplum arasındaki sınırların daha da belirginleştiği ve bölünme sürecinin sonuna yaklaşıldığını ve dolayısıyla Rumların kontrolünde birleşik bir Kıbrıs oluşturma hayalinden hızla uzaklaşıldığını gören Hristofyas, Kıbrıslı Türklerle uzlaşma adına bir şeyler yapılması gerekliliğini pekâlâ kavramıştı. Hatta,  Rusya Devlet Başkanı Putin’in, Kosova’nın bağımsızlık ilanından birkaç gün önce “Avrupa ülkelerini, Kıbrıs ve Kosova konusunda çifte standart uygulamakla suçlamasının” ardından, Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan, KKTC’nin dünya devletleri tarafından tanınabileceği endişesine kapılmışlardır.

Ancak, AB ve ABD tarafından alkışlanan 21 Mart görüşmesiyle beraber, Kıbrıs Meselesinin çözümü konusunda Talat ile Hristofyas arasındaki önemli görüş farklılıklarını da göz ardı etmememiz gerekmektedir. Zaten, Hristofyas’ın, görüşme sonrasında, iki arkadaşın yeni süreç içerisinde iki düşman haline gelebileceği endişesini açıkça belirtmesi, bu görüş ayrılıklarının varlığını ortaya koymaktadır.

İki toplum arasındaki uzlaşmayı baltalayabilecek nitelikteki bu önemli görüş farklılıklarından bahsetmeden yeni bir müzakere sürecinin başarısı konusunda fikir ileri sürmemiz zor görünmektedir. Zira, Kıbrıs meselesinin çözüm sürecinde, Hristofyas, 8 Temmuz Anlaşmasını hareket noktası olarak kabul edilmesi gereğini savunurken, Türk tarafı, Annan Planı’nın temel alınmasını istemektedir. Nitekim, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, AB Komisyonu ve 26 AB üyesi devletin liderlerine gönderdiği 7 Mart tarihli Kıbrıs mektubunda, Annan Planı’nın, yeni müzakere sürecinde esas teşkil etmesi gerektiğini belirtmiştir.

KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Eski Lideri Tasos Papadopulos tarafından, BM Genel Sekreterinin eski yardımcısı İbrahim Gambari’nin başkanlığında 8 Temmuz 2006’da Lefkoşa’da, ara bölgede yaptıkları görüşmede imzalanan ve Papadopulos’un, Kıbrıs sorununun çözümünü zamana yayma taktiği nedeniyle hayata geçirilemeyen 8 Temmuz Anlaşması (Gambari Süreci), iki taraf arasındaki, insan kaçakçılığı, kuş gribi gibi gündelik sorunların görüşülerek halledilmesi için teknik komiteler kurulmasını, Kıbrıs sorununun özüne ilişkin konuların ele alınması için de çalışma grupları oluşturulmasını öngörmekteydi.

Buna karşın, 24 Nisan 2004 tarihinde Kuzey ve Güney Kıbrıs’ta eş zamanlı olarak yapılan referandumlarda, bazı olumsuzluklarına rağmen Kıbrıslı Türkler tarafından  % 65 oyla kabul edilen ancak Kıbrıslı Rumlarca % 76 oyla reddedilen 31 Mart 2004 tarihli Annan Planı, “iki kesimlilik”, “iki toplumluluk” ve “siyasi eşitlik” gibi temel kriterlere dayanıyordu. Ayrıca, Türkiye ile birlikte Birleşik bir Kıbrıs’ın AB üyesi olacağı öngörüsüne dayanan Annan Planı, garanti ve ittifak anlaşmalarının aynen devamını güvence altına almakta ve Türkiye’nin, AB üyeliğinden sonra da Kıbrıs’ta  asker bulundurmasına imkân vermekte idi.

Kıbrıs Adası’nın bölünmeye doğru hızla yaklaştığını gören Rum Kesimi, istemediği bu gidişata engel olabilmek için elini çabuk tutması gerektiğini fark etmiştir. Zira, dünya devletleri tarafından tanınmış bir KKTC’nin varlığı herhalde Kıbrıslı Rumların isteyebileceği en son şey olacaktır. Bu nedenledir ki, Kıbrıs Rum Toplumunda hatırı sayılır derecede bir tutum değişikliği baş göstermiştir.  Zira, Liderler, 21 Mart 2008 tarihli görüşmede bulunan ara formülle, 8 Temmuz Anlaşması çerçevesinde kurulacak komiteler seviyesinde başlayan görüşmelerden kısa bir süre sonra ve bunların varacağı sonuçlara dayanarak BM Genel Sekreteri’nin gözetiminde tam teşekküllü müzakereleri başlatmak konusunda anlaşmaya varmışlardır. Meselenin çözümünün BM çatısı altına taşınacağı yolundaki açıklamalar bu olumlu tavır değişikliğine bir delil teşkil etmektedir. Zira, BM’nin çözüm önerileri genellikle iki bölgeli, iki toplumlu, bağımsız kurucu devletlerden oluşan birleşik bir Kıbrıs Cumhuriyetini esas almıştır.

Ancak, Hristofyas ile başlayan yeni sürecin bir “fırsat penceresi” olarak değerlendirilebilmesi için zamanın henüz erken olduğunu düşünmekteyiz. Zaten, Türkiye’nin de bu önemli görüşmenin sonuçlarına ilişkin olarak “çok ihtiyatlı” bir tutum izlediği görülmektedir. Kuşkusuz, Kıbrıs Meselesi’nin kalıcı bir çözüme kavuşturulması özellikle Türkiye-AB ilişkileri açısından büyük bir rahatlamaya yol açacaktır. Zira, Türkiye’nin Gümrük Birliği Ek Protokolünü Güney Kıbrıs Rum Kesimine uygulamadığı gerekçesiyle, 8 başlıkta müzakereler AB tarafından askıya alınmış bulunmaktadır. Ancak, ne var ki, Türkiye’nin, Rum Kesimi’ni tanımak anlamına gelecek herhangi bir tasarruftan kaçınması, bu aşamada en doğal hakkı olacaktır.  Bu nedenledir ki, Ek Protokolün imzalanmasının Rum Kesimi’ni tanıma anlamına gelmediği hususu, eş zamanlı bir deklarasyonla tüm dünyaya ilan edilmiştir.

Güney Kıbrıs Rum Kesimi Yönetimi’nin “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında tüm Ada’yı temsil ettiği iddiasının, AB’nin dayatmalarıyla Türkiye’ye ve Kıbrıslı Türklere kabul ettirilebilmesinin imkânsız olduğunun nihayet Kıbrıslı Rumlar tarafından anlaşılması ve farklı çözüm arayışı içine girilmesi elbette sevindirici bir gelişmedir. Kıbrıs haritasında “KKTC” ibaresini bile görmeye tahammül edemeyen Kıbrıs Rumlarıyla kalıcı bir çözümün sadece Talat ve Hristofyas’ın dostluğuna bağlanması da doğru olmayacaktır kanaatindeyiz. Zira, Türkiye’nin Ada’daki askeri varlığını ‘işgal’ olarak nitelendiren Hristofyas’ın uzlaşma mesajlarına karşı bir jest olsun diye Ada’daki Türk Asker sayısını azaltmayı düşünen KKTC’nin, 1960 ve 1970’li yıllarda Rumların Enosis hayali uğruna Kıbrıslı Türklere karşı uyguladıkları katliamları unutmaması gerektiğini burada belirtmeliyiz.

Sonuç olarak, Türkiye’nin 1960 Garanti, İttifak ve Kuruluş Anlaşmalarından kaynaklanan hak ve mükellefiyetlerine halel getirmeyecek şekilde ve kendi kaderini tayin etme hakkı kapsamında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin müzakereleri kendisinin yürütmesi, Türkiye açısından bir sorun teşkil etmeyecektir. Ancak, bu konuda Türkiye’nin kırmızı çizgilerini her zaman hatırlamak gereği ortadadır. Türkiye ise, siyasi eşitliğe dayalı, bağımsız, iki bölgeli, iki toplumlu bir federal cumhuriyeti, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün vazgeçilmez unsuru olarak görmektedir. BM kapsamlı böylesi bir çözüm planının, hem Ada’da barış ve huzuru sağlayacağından ve hem de Türkiye-AB ilişkilerine yeni bir ivme kazandıracağından dolayı, Garantör Devlet olan Türkiye tarafından da destek görmesi elbette mümkün olacaktır.

Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=277

Share This:

KIBRIS’TA UMUTLAR SÖNÜYOR MU?

 

“Kıbrıs’ta Çözümün Yeni Adı: Hristofyas” başlıklı, 1 Nisan 2008 tarihli yazımızda, 21 Mart Zirvesi için estirilen çok olumlu havaya karşılık, Kıbrıs Meselesinin çözümü konusunda Talat ile Hristofyas arasındaki önemli görüş farklılıklarının da göz ardı edilmemesi gerektiği, iki arkadaşın yeni süreç içerisinde iki düşman haline gelebileceği ihtimalinin mevcut olduğunu özellikle belirtmiştik. Son günlerde yaşanan gelişmelerin bu konudaki haklılığımızı işaret ettiğini görmekteyiz. Büyük umutlar bağlanan 21 Mart Buluşması, yeni bir çözüm sürecinin başlangıcı olarak değerlendirilmiş, her iki lider tarafından aşırı iyimser tablolar çizilmişti. Ne var ki,  geldiğimiz noktada, her iki Liderin de söylemlerinde önemli farklılıklar belirmeye başlamış ve olumlu sürecin tersine döndüğüne dair alametler kendini göstermiştir. Bu sapmanın, tam da, Talat’ın Lokmacı Kapısından Rum Tarafına medya eşliğinde yürüyerek geçmesi ve burada Rumlarla birlikte dondurma yemesinin hemen ardından yaşanması büyük bir  talihsizlik olarak değerlendirilmelidir.

Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas, “Ankara’nın siyasetini değiştirmemesi durumunda çözüme yönelik yolun açılamayacağını” ifade etmesi ve Adadaki Türk Barış Kuvvetlerinin varlığını  “işgal ve kolonizasyon” olarak değerlendirmesi, KKTC Cumhurbaşkanı Talat’ın, “bu sözlerin ortamı zehirlemekten başka işe yaramadığı” şeklindeki açıklaması ile yankı bulmuştur. Burada dikkat edilmesi gereken asıl noktanın ise, 21 Mart Buluşmasından evvel, Hristofyas’ın uzlaşma mesajlarına karşı bir jest olsun diye, Ada’daki Türk Asker sayısını azaltmayı teklif eden Talat’ın bugün, Kıbrıs sorununun çözümünde Türkiye’nin vazgeçilmez desteğinin gerekliliğine özellikle vurgu yapıyor olmasıdır. Bu olumlu tavır değişikliği kuşkusuz, Türk kamuoyunun dikkatinden kaçmamıştır.

Peki ne oldu da, “Kıbrıs sorununun çözümünün, yaşamındaki en büyük hedef olduğunu” iddia eden Hristofyas, uzlaşma yollarının tıkanabileceğini ima eder bir noktaya gelmiştir? Bu sorunun cevabını verebilmek için öncelikle yeni bir sürecin başlangıcı olarak görülen 21 Mart Zirvesinden sonra, Kıbrıs’ta yaşananlara kısaca bir göz atmakta fayda bulunmaktadır.

Bilindiği gibi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas, 21 Mart 2008 tarihinde, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Temsilcisi Michael Möller’in ara bölgedeki ikametgâhında bir araya gelerek, “BM’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde 3 ay sonra kapsamlı müzakerelere başlanması ve en kısa sürede soruna çözüm bulunması” konusunda anlaştıklarını, tüm dünyaya ilan etmişlerdi.

Kıbrıs Meselesinin çözümü yolunda bir fırsat penceresi olarak görülen bu buluşmadan kısa bir süre sonra, 26 Mart 2008 tarihinde, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt KKTC’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Bu ziyaretinde Orgeneral Büyükanıt, Türk askerinin Kıbrıs’ta barış için bulunduğunu, 1974’ten beri de barışı sağladığını, adil ve kalıcı barış sağlanana kadar bu kutsal görevin devam edeceğini özellikle vurgulamıştır. KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ise, Türk askerlerinin garanti ve ittifak anlaşmaları kapsamında adadaki görevini yerine getirdiğini, adil ve kalıcı bir barış sağlanıncaya kadar da bu görevini yerine getirmeye devam edeceğini, belirtmek suretiyle desteğini ortaya koymuştur. Türkiye’nin Kıbrıs politikasının özünü teşkil eden bu açıklamalar, Adadaki Türk Askerlerini “İşgal kuvveti” olarak gören Rum Lider Hristofyas’a verilebilecek en kararlı cevaplar olarak tarih sayfalarında yerini bulacaktır düşüncesindeyiz.

Bu tarihi nitelikteki ziyareti müteakip, 21 Mart zirvesinde kararlaştırıldığı şekilde, 45 yıldır kapalı bulunan ve Lefkoşe’yi ikiye bölen Lokmacı Kapısı, 3 Nisan 2008 tarihinde, törenle açılmış ve karşılıklı geçişler başlamıştır. KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile Rum lider Hristofyas’ın eşlerinin yeşil hatta bir araya gelerek kahve içmelerinden kısa bir süre sonra, Talat, Lokmacı Kapısından yürüyerek Rum tarafına geçmiş, burada Rumlarla birlikte dondurma yiyerek, başta Güney Kıbrıs Rum toplumu ve Yunanistan olmak üzere tüm dünyaya uzlaşma mesajları vermiştir.

AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ve Komisyonun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, 10-12 Nisan 2008 tarihlerine rast gelen 3 günlük Türkiye ziyaretleri sırasında, Kıbrıs konusu üzerinde ağırlıklı olarak durmuşlar, tam üyelik müzakerelerinin devam edebilmesi için Gümrük Birliği Ek protokolünün Türkiye tarafından uygulanmasının şart olduğunu bir kez daha vurgulamışlardır. Aralık 2009 AB Zirvesi’ne kadar süre tanınan Türkiye’nin, Rum Kesimi’nin tanınması anlamına geleceğinden, müteaddit defalar dile getirilen bu konuda herhangi bir tasarrufta bulunması, en azından şimdilik mümkün görünmemektedir.

Tüm bunlar yaşanırken, Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas, bir etkinlikte yaptığı konuşmada “Ankara’nın siyasetini değiştirmemesi durumunda çözüme yönelik yolun açılamayacağını” ifade etmesi ve Adadaki Türk Askerlerinin varlığını  “işgal ve kolonizasyon” olarak değerlendirmesi, 21 Mart’ta aralanan fırsat penceresinin tekrar kapatılmasına yol açabilecek bir adım olarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır. Bu hasmane beyanatlara karşılık olarak Talat’ın, bu sözlere ’’ortamı zehirlemekten başka işe yaramadığını’’ belirtmek suretiyle yanıt vermesi, karşılıklı söz düellosunun başlamasına yol açmıştır.

Ancak, tam da her şey yolunda gidiyor derken ve 21 Mart uzlaşma zirvesinin ardından bir ay bile geçmeden, Hristofyas’ın, bu olumlu gidişatı engelleyebilecek nitelikte açıklamalarda bulunması, çözüm konusunda ne kadar samimi olduğuna dair şüphelerimizi haklı çıkarır niteliktedir. Tarafların birbirlerini suçlayıcı beyanatlarının bu şekilde devam etmesi halinde, yeni başlayan çözüm sürecinin tersine dönmesi kaçınılmaz görünmektedir.

Sonuç itibariyle, her iki liderin bu noktaya gelebileceği ihtimali, 1 Nisan tarihli yazımızda da öngörülmüş ve ihtiyatın elden bırakılmaması özellikle tavsiye edilmiştir. Bu meyanda, 21 Mart Görüşmesi ile başlayan yeni uzlaşma sürecini değerlendirirken, Kıbrıs Meselesinin çözümü konusunda Talat ile Hristofyas arasındaki önemli görüş farklılıklarının da dikkate alınması gerektiği hususunun özellikle altı çizilmiştir. Bu farklı bakış açılarını ise, Hristofyas, 8 Temmuz Anlaşmasını hareket noktası olarak kabul edilmesini isterken, Türk tarafının, Annan Planı’nı temel kabul etmesi; Adadaki Türk Askeri varlığının Hristofyas tarafından işgal olarak görülmesi; Gümrük Birliği Ek Protokolünün Güney Kıbrıs Rum Kesimine de uygulanması hususunun Türkiye-AB ilişkilerinin ön şartı olarak ileri sürülmesi, şeklinde ifade etmemiz mümkündür.

Kıbrıs’ta adil ve kalıcı bir çözüme ulaşma yolunda, taraflar arasındaki bu derin görüş farklılıklarının ciddi bir engel teşkil edebileceğine dair endişelerimizde ne kadar haklı olduğumuz, geçen kısa zaman içerisinde anlaşılmış bulunmaktadır. Neticede, Hristofyas’ın Türkiye’yi dışlayarak Kıbrıs’ta bir çözüme ulaşma gayretlerinin, beyhude çabalar olmaktan ileri gitmesi mümkün görünmemektedir. Ve her hâlükârda şu unutulmamalıdır ki, Türkiye’nin haklı Kıbrıs davasında eli sağlamdır ve bu konunun, AB’nin dayatmalarına rağmen, müzakere sürecinde pazarlık konusu edilmesine asla fırsat verilmeyecektir.

Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=279

 

Share This:

KIBRIS’TA YENİ BİR DÖNEMEÇ: 23 MAYIS GÖRÜŞMESİ

 

 

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Liderlerinin, son günlerde, sanki 21 Mart buluşması hiç yapılmamış gibi, karşılıklı olarak birbirlerini suçlayıcı tavır içine girmeleri, “Kıbrıs’ta umutlar sönüyor mu?” sorusunu akla getirmişti. Neyse ki Liderler, sağduyulu davranarak, büyük umutlarla başlayan yeni uzlaşma sürecinin tersine gittiğini görmüş ve durumu yeniden değerlendirmek üzere, 23 Mayıs 2008 tarihinde bir araya gelerek gergin havanın yumuşatılmasını başarabilmişlerdir. BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Taye-Brook Zerihoun’un ara bölgedeki ikametgâhında yapılan görüşme, yaklaşık 3 saat sürmüş, toplantı sonrasında Talat ve Hristofyas, Kıbrıs sorununun çözümü konusundaki kararlılıklarını dünya kamuoyuna açıklamak suretiyle, bir nevi umut tazelemişlerdir.

21 Mart görüşmesi çerçevesinde kurulan ve 21 Nisan’da fiilen çalışmaya başlayan altı çalışma grubu ve yedi teknik komitenin faaliyetlerinin değerlendirildiği 23 Mayıs Zirvesinde Liderler, Haziran ayının ikinci yarısında tekrar bir araya gelmeyi kararlaştırmış, toplantı sonrasında, Yeşilırmak Kapısının geçişlere açılması ve sivil ve askeri güven artırıcı önlemlerin tekrar gözden geçirilmesi konularında anlaşmaya varmışlardır. Ancak, Haziran’da kapsamlı görüşmelere başlanılması konusunda Talat ve Hristofyas’ın uzlaşma sağlayamadıkları görülmüştür.

23 Mayıs görüşmesi uzlaşma sürecinin devam edeceğini işaret etmektedir. Fakat, bu buluşmanın en dikkat çekici yanı, kuşkusuz,  Kıbrıs’ın yeni statüsü konusunda kendisine yöneltilen bir soru üzerine Hristofyas’ın verdiği ““Bu konuda, Kıbrıs Birleşik Federal Cumhuriyeti (United Federal Republic of Cyprus) olması yönünde ortak bir pozisyonumuz var” şeklindeki cevabıdır. Ortak açıklama ile de teyit edilen bu görüş ile, siyasi eşitliğe dayalı, iki toplumlu, iki bölgeli, Türk ve Rum Kurucu Devletlerinin oluşturacağı Federal bir Ortaklık Devletinin kurulması konusunda bir uzlaşmaya varıldığı ortaya çıkmaktadır.

2004 yılında Annan Planı’nı reddeden ve bugüne kadar, 1960 yılında kurulan ve başarısız olan Kıbrıs Cumhuriyeti tezini ileri süren Rum tarafının, Kıbrıslı Türklerle siyasi eşitliğe dayalı bir ortaklık devletini kabul etmesi, Kıbrıs sorununun çözüm sürecinde son derece önemli bir gelişmedir. Türkiye ve K.K.T.C.nin “adil ve kalıcı çözüm” fikrine çok yakın olan bu yaklaşım, Türk Kamuoyu tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Ancak, Hristofyas’ın bu uzlaşmacı tavrını “tavizkar bir tutum” olarak değerlendiren, başta eski Rum Lider Papadopulos olmak üzere Güney Kıbrıslı “şahinlerin”, bu süreci baltalamak için ellerinden gelen gayreti sarf ettiklerini de gözden uzak tutmamak gerekmektedir.

Belki de Hristofyas, üzerinde hissettiği bu baskılar nedeniyle, Haziran sonunda başlaması öngörülen doğrudan müzakereleri, çalışma grupları ve teknik komitelerin çalışmalarını yeterli bulmadığı gerekçesiyle erteleme düşüncesindedir. Nitekim K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, barış görüşmelerinin ne zaman başlayacağı konusunda yöneltilen bir soru üzerine “Bu konuda farklı görüşlerimiz olduğunu biliyorsunuz. Bu konuya ilişkin görüşlerimiz devam ediyor.” demek suretiyle, endişelerini ortaya koymuştur. Ancak, dünya kamuoyu tarafından da pek sıcak karşılanmayan bu erteleme fikrinin, Kıbrıs’ın, kendilerinin istemediği şekilde bir bölünmeye doğru gittiğini gören Rum Toplumu tarafından da pek kabul görmeyeceğini düşünmekteyiz. Hristofyas’ın zaman kazanmaya yönelik bu tutumunun, Rumların, uzlaşma sürecini tıkayan taraf olma vasıflarını ön plana çıkarma ihtimalini de, Rum Kamuoyunun değerlendireceği kanaatindeyiz.
Öte yandan, 23 Mayıs’ta yapılan görüşme sonrasında BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Taye-Brook Zerihoun’un yaptığı ortak açıklama, gerek Türkiye ve gerekse AB tarafından destek görmüştür. Bu kapsamda, Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Brüksel’de, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu toplantısında Kıbrıs ile ilgili yaptığı açıklamada,”Talat ve Hristofyas’ın son yaptığı açıklamayı verdiğimiz desteği daha önce açıkladık. BM müktesebatı çerçevesinde iki tarafın siyasi eşitliliği ve iki kesimlilik temelinde müzakerelerin sürdürülmesi önemli. Bu süreci destekliyoruz.” demiştir. Ayrıca, Kıbrıs’taki Avrupa Komisyonu Temsilciliği Başkanı Androulla Kaminara, Komisyonun,  tarafların istemesi halinde, BM şemsiyesi altında, sürece destek vermeye istekli ve hazır olduğunu belirtmek suretiyle, görüşmeleri olumlu karşıladıklarını ifade etmiştir. Ne var ki, bir yanda Kıbrıs Türklerinin yaşam alanlarını daraltan izolasyonlar, diğer tarafta Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Fransa ve Yunanistan’ın, Güney Kıbrıs ve uluslararası sularda, 2-6 Haziran tarihleri arasında yapmayı planladığı “Argonaftis”  isimli ortak askeri tatbikat gibi kışkırtıcı faaliyetler, AB’nin bu olumlu yaklaşımıyla açıkça çelişki halindedir.

Kuşkusuz, Fransa ve Yunanistan’ın bu girişimleri, Doğu Akdeniz’de hâkimiyet sağlamak amacıyla, Güney Kıbrıs Rum Yönetimini kullanma gayretlerinden başka bir şey değildir. Zira, Rum Ordusunun Yunanlı Generaller tarafından yönetildiği bilinmektedir. Akdeniz Birliği Projesinin mimarı olan Fransa’nın bölgede ortak askeri tatbikat düzenlemesi de boşuna değildir. Türkiye ise Doğu Akdeniz’e geniş kıyıları olan bir ülkedir ve bu anlamda bölgenin kimin kontrolünde olacağı hususu tabii olarak ilgi alanına girmektedir. Bölgede jeostratejik bir öneme sahip bulunan Kıbrıs Adası ise, Türkiye’nin Güney Kıyılarının hemen karşısında, (Anamur Burnu’na 65 km mesafede) tabiri caizse burnunun dibinde yer almakta. Ada’nın Türkiye’ye bakan kuzey kesimi ise Türkiye’nin garantörlüğü altında bulunan K.K.T.C. nin egemenliği altında bulunmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’nin gerek güney kıyılarını güven altına alma ve gerekse Kıbrıs’ta huzur ve barışın devamını sağlama bakımından Doğu Akdeniz’de hâkimiyeti elinde bulundurması bir zarurettir. İşte bu nedenlerle, Kıbrıs Türkiye’nin milli bir davasıdır ve bu meselenin Türkiye’nin milli menfaatlerine halel getirmeyecek bir şekilde çözüme kavuşturulması gerekmektedir.

Bu kapsamda, Rum Kesiminin, Kuzey Kıbrıs’taki yerleşikler ve Adadaki Türk Askeri varlığı konusundaki rahatsızlıkları karşısında, K.K.T.C. nin üst düzeydeki temsilcileri tarafından yapılan açıklamalar, Türkiye’nin çözüm sürecindeki vazgeçilmez statüsünün açıkça ifade edilmesi bakımından değer taşımaktadır. Buna göre,  K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın, Türk askerinin Adadaki varlığının, Kıbrıslı Türkler için son derece önemli olduğu,  K.K.T.C. Başbakanı Ferdi Sabit Soyer’in ise Türkiye’nin garantörlüğünün tartışma konusu bile olamayacağı, 1960 Garanti ve İttifak anlaşmalarına karşı çıkılmasının anlamsız ve temelsiz olduğu, şeklindeki beyanatlarıyla, Türkiye’nin desteği olmadan Ada’da “adil ve kalıcı bir çözüme” ulaşılmasının mümkün olamayacağı gerçeği, aynı zamanda tüm dünyaya ilan edilmiş olmaktadır.

Netice itibariyle, 21 Mart 2008 tarihli Talat-Hristofyas Zirvesi ile Kıbrıs’ta başlayan olumlu süreç, zaman zaman tehlikeye girse de, Liderlerin sağduyulu yaklaşımları sayesinde yeniden rotasına girmiş gibi görünmektedir. 23 Mayıs görüşmesinde, siyasi eşitliğe dayalı, iki toplumlu, iki bölgeli, Türk ve Rum kurucu devletlerinin oluşturduğu, federal bir hükümet üzerinde mutabakata varılması, Kıbrıs Türk Toplumu ve Türkiye açısından son derece mühim bir gelişmedir. Zira, siyasi eşitlik, iki kesimlilik, ortaklık devleti gibi Türk tezinin esasını teşkil eden kavramlar, bugüne kadar Rumların asla kabul etmedikleri ifadelerdi. Bu bakımdan, Hristofyas’ın, Kıbrıs Rum Kesiminin “şahinleri” tarafından şiddetle eleştirilmesi sürpriz olmamıştır. Öte yandan, Haziran sonunda başlatılması öngörülen barış görüşmelerinin Hristofyas tarafından ertelenmeye çalışılmasının ne anlama geldiği konusunda, Türk tarafının kapsamlı bir değerlendirmede bulunmasının zaruri olduğu düşüncesindeyiz.

AB tarafından olumlu karşılanan ve Türkiye’nin de destek verdiği bu görüşmelerin, belki Cumhurbaşkanı Talat’ın öngördüğü gibi 2008 yılı sonuna kadar bir çözümle sonuçlanması mümkün olmayabilecektir. Ancak, Rumların, her geçen gün Türk tezine daha da yaklaştığını dikkate aldığımızda, sürecin devamının Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumu açısından yararlı olacağı ve bu nedenle desteklenmesi gerektiği kanaatindeyiz. Garantörlük Anlaşmaları kapsamında Ada’da bulunan Türk Askerinin, barış ve huzurun teminatı olduğu gerçeğinden hareketle, Birleşmiş Milletler çerçevesinde kapsamlı, adil ve kalıcı bir çözüm sağlamaya yönelik her türlü girişim, tabii olarak Türkiye’nin de desteğini alabilecektir. Sonuçta, Ek Protokolün 2009 yılı sonuna kadar uygulanmaması halinde AB’nin, Türkiye ile müzakereleri tümüyle durdurma kararı alabileceğini göz önüne aldığımızda, Kıbrıs meselesinin çözümünün, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği açısından da ne kadar mühim bir mevzu olduğu ortaya çıkmaktadır.

Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=283

 

Share This:

KIBRIS’TA MEMORANDUM KRİZİ

 

Esasen, en azından Haziran sonunda yapılacak Talat-Hristofyas görüşmesine kadar, Kıbrıs ile ilgili yeni bir yazı yazmayı düşünmüyorduk. Fakat, Londra’da, İngiltere Başbakanı Gordon Brown ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas’ın, 21 Mart ve 23 Mayıs görüşmeleri çerçevesinde gelişen uzlaşma sürecini adeta hiçe sayan bir memoranduma, sürpriz bir şekilde imza atmış olmaları, bizi, bu yazıyı yazmaya zorlamış bulunmaktadır. Rum Lider Hristofyas, İngiltere’nin Kıbrıslı Rumlara, “K.K.T.C.yi tanımayacağı ve Ada’da bölünmeye ya da ayrı bir siyasi oluşumun gelişmesine destek vermeyeceği’ne dair söz verdiği” bu mutabakat muhtırasını imzalamakla, maalesef ciddi bir güvenirlik sorununun ortaya çıkmasına sebebiyet vermiş bulunmaktadır.

Kıbrıs’ta tarafların eşitliği ilkesine aykırı bir şekilde kaleme alınan ve halen devam eden uzlaşma sürecine ciddi hasarlar verebilecek unsurları bünyesinde ihtiva eden söz konusu memorandum, gerek Türkiye ve gerekse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tarafından sert tepkiyle karşılanmıştır.

İlk açıklamayı yapan K.K.T.C. Cumhurbaşkanlığı, söz konusu memorandumu sert bir şekilde eleştirmiş ve “Kuzey Kıbrıs`ta hiçbir geçerliliğe veya etkiye sahip değildir” denilmiştir. Açıklamada ayrıca, “Kıbrıs Rum tarafının, son zamanlardaki çabaları ile, Kıbrıs sorununun çözümünü başka yerde aradığını göstermiş olduğu, ne yazık ki, İngiltere’nin de, Kıbrıs Rum tarafı ile bozulan ilişkilerini düzeltmek uğruna, Kıbrıs Rum tarafının bu çabasına destek verdiği; Kıbrıs sorununa taraflardan birinin bulunmadığı bir ortamda şekil verme çabasına alet olduğu” ifadelerine yer verilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı da, İngiltere ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (G.K.R.Y.) arasında ortak mutabakat muhtırası imzalanmasına tepki göstermiş, yapılan açıklamada özellikle, Kıbrıs’ta iki liderin görüşme süreci içinde bulundukları bir dönemde imzalanan Mutabakat Muhtırasının yapıcılıktan uzak unsurlar içerdiği belirtilerek, Kıbrıs sorununa kalıcı ve adil bir çözüm bulunması çabalarına gölge düşürüldüğü vurgulanmıştır. Açıklamada ayrıca, “Söz konusu mutabakatın Rum tarafı lehine seçici bir anlayışla iktibas edilmesi ve yeni unsurlar eklenmesi, görüşme sürecinin desteklendiği beyanlarıyla çelişmektedir.” ifadesi kullanılmıştır.

Görüldüğü üzere, Kıbrıs Türk ve Rum Toplumu liderlerinin yeni bir uzlaşma sürecini devam ettirdikleri bir sırada, İngiltere’yi haksız bir şekilde sürecin içine dâhil etme girişimleri, Rumların samimiyeti konusundaki kuşkuları daha da artırmış bulunmaktadır.

Daha önceki yazılarımızda, 21 Mart görüşmesinin, her ne kadar büyük umutlara yol açan yeni bir barış döneminin başlayacağına dair bir hava estirmiş olsa da, Talat-Hristofyas dostluğunun tek başına bu sürecin garantisi olamayacağını söylemiştik. Aradan geçen zaman içerisinde, liderlerin karşılıklı birbirlerini suçlamaya varan tutumları bizleri umutsuzluğa sevk etmiş ve fakat 23 Mayıs liderler görüşmesi ile umutlar tekrar yeşermişti. Hatta Hristofyas, 23 Mayıs görüşmesinde, uzlaşma adına bir adım ileri giderek iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe dayalı iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devletini kabul ettiğine dair mesajlar vermişti. Ne var ki, çok geçmeden, 5 Haziran 2008 tarihinde, Kıbrıs’ın garantör devletlerinden birisi olan İngiltere’nin Başbakanı Gordon Brown ile G.K.R.Y. Lideri Dimitris Hristofyas’ın imzaladığı memorandum ile süreç, büyük bir hasar görmüş gibi gözükmektedir.

Peki, nedir bu Türkiye ve K.K.T.C.nin sert tepkilerine yol açan İngiliz-Rum Memorandumu?

İkili ilişkileri geliştirmeye yönelik olarak, İngiliz ve Rum Liderler tarafından Londra’da imzalanan mutabakat muhtırasına göre, garantör devlet olan İngiltere, “K.K.T.C.yi tanımayacağı, Ada’da bölünmeye ya da ayrı bir siyasi oluşumun gelişmesine destek vermeyeceği, Kıbrıs’ta ayrı bir devlet ve siyasi otoriteyi kabul etmeyeceğine” dair Kıbrıslı Rumlara söz vermektedir.  Ayrıca, memorandumda, İngiltere’nin, BM’nin Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin mevcut 541 ve 550 sayılı kararlarının arkasında olduğu hususu da belirtilmiştir. Şüphesiz, burada kastedilen ayrı bir devlet veya siyasi oluşum Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olmaktadır. Esasen Kıbrıs Rum Yönetimi ile İngiltere, Kıbrıs’ta, Kıbrıs Rum Yönetiminden gayrı bir devlet veya siyasi oluşum istemediklerini söylemeye çalışmaktadırlar.

Görüldüğü üzere Hristofyas, bu son tutumuyla aslında iki ayrı noktada çelişkiye düşmektedir. Birincisi, bir yandan Kıbrıs meselesinin ancak Ada’da yaşayan Kıbrıs Türk ve Rum Toplumlarının kendi aralarında, kendi hür iradeleri ile yapacakları görüşmelerle bir çözüme kavuşabileceği iddiasıyla özellikle Türkiye’yi sürecin dışında bırakmaya çabalarken, bir yandan İngiltere’yi, kendi tarafına çekme amacına yönelik olarak, sürecin bir parçası haline getirmeye gayret göstermesidir. Hristofyas’ın içine düştüğü İkinci çelişki ise, Başkan seçilmesiyle birlikte, kendi insiyatifi ile başlayan yeni uzlaşma sürecinin temel kriteri olan, “tarafların eşitliği” prensibine tamamen aykırı bir tutum sergilemeye başlamış olmasıdır.

Hatırlayalım; 23 Mayıs’ta, K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile G.K.R.Y. Lideri Dimitris Hristofyas arasında yapılan görüşmede Hristofyas, Bu konuda, Kıbrıs Birleşik Federal Cumhuriyeti (United Federal Republic of Cyprus) olması yönünde ortak bir pozisyonumuz var” demek suretiyle, iki toplumlu, iki bölgeli, Türk ve Rum Kurucu Devletlerinin oluşturacağı Federal bir Ortaklık Devletinin kurulması konusunda bir mutabakata varıldığı mesajını vermişti. Ancak, İngiltere Başbakanı ile yaptığı ikili anlaşmada, yeni bir devlet veya siyasi oluşuma karşı olduklarını belirtmek suretiyle, gerçekte, çözümden kastettiği şeyin, iki toplumun siyasi eşitliği değil, “Kıbrıs Cumhuriyeti” tezi çerçevesinde, G.K.R.Y. egemenliğinde bir Kıbrıs olduğu anlaşılmış bulunmaktadır. Bu noktada, Papadopulos ve ekibinin Hristofyas üzerindeki baskısının etkili olduğunu da söylememiz mümkündür.

Ancak, daha önce, aynı İngiltere Başbakanının, Türkiye Başbakanı ile izolasyonların kaldırılmasına ve Annan planına atıf yapan bir deklarasyon imzaladığını da Hristofyas’ın hatırlamasında yarar bulunmaktadır. Ekim 2007 tarihinde Başbakan Recep Tayip Erdoğan ile İngiltere Başbakanı Gordon Brown tarafından imzalanan stratejik işbirliği belgesi, “K.K.T.C.nin düzeyini yükselttiği” gerekçesiyle Kıbrıslı Rumlar tarafından büyük tepki görmüştü. Hatta, bu memoranduma karşı, Kıbrıs Rum Kesiminden bir üst düzey yetkilinin “İngilizlerin bu hareketinden sonra Londra’yla aramızda bir cephe açıldığını düşünüyoruz. Bu gelişmeler altında İngiliz Üsleri konusuna yeniden bakmaya mecburuz. İngiltere’yle ilişkilerimizde mütekabiliyet olup olmadığını denetlemeliyiz. Önümüzdeki günlerde hükümet bu yönde bir düzeltme yapacak.” şeklinde tepki verdiği de bilinmektedir.

Ancak, her ne kadar biz şimdi hatırlatıyor olsak da, Hristofyas’ın aslında bu anlaşmayı hiç unutmadığı ortaya çıkmaktadır. Zira, aradan çok fazla bir zaman geçmeden Kıbrıslı Rumlar rövanşı almış ve tabii ki İngiltere de, Rumlarla ilişkilerini düzeltmiş ve kendince Ada’daki üslerini garantilemiş gibi gözükmektedir.
Netice itibariyle, 5 Haziran 2008 tarihinde, İngiltere Başbakanı ile G.K.R.Y. Lideri arasında imzalanan memorandum, bize açıkça şunu göstermektedir ki, Türk Kamuoyu, Hristofyas’ın Ada’da bir çözüm isteyip istemediği konusunda şüphe duymakta ziyadesiyle haklıdır. Hristofyas, Kıbrıs Türk ve Rum Toplumlarının siyasi eşitliğine ve Ada’da Rumların dışında bir devlete ve siyasi oluşuma karşı olduğunu ortaya koymak suretiyle, 21 Mart ve 23 Mayıs mutabakatlarıyla çelişir bir tutum içine girmiş bulunmaktadır. Rum Liderin bu son girişimi, Ada’da adil ve kalıcı bir çözüm bulma arayışlarına gölge düşürdüğü gibi, bir güvenirlik sorununu da beraberinde getirmiştir. Bu şartlar altında, Haziran sonunda, kapsamlı barış görüşmelerine nasıl başlanabileceği de merak konusudur.

Öte yandan, yeni uzlaşma sürecini desteklediğini açıklayan İngiltere’nin, Kıbrıs Türk Toplumunu dışlayarak, bütün Kıbrıs adına sadece Rum Kesimini muhatap alması ise süreci baltalayacak derecede tutarsız bir davranıştır ve Türk Milleti tarafından mutlaka değerlendirilecektir kanaatindeyiz.

Bir yandan Doğu Akdeniz’de Fransa ve Yunanistan ile bir ortak askeri tatbikat düzenleyip, diğer yandan Londra’da güya bütün Kıbrıs adına bir muhtıraya imza atan Hristofyas, bu şekilde Kıbrıs Türk Toplumunu köşeye sıkıştırabileceğini düşünmektedir. Görünürde, Kıbrıs meselesinin, iki toplum liderinin kendi aralarında yapacakları görüşmelerle çözülmesi gerektiği imajını veren Hristofyas’ın, gerçekte çözümü başka mecralara sürüklemeye çalıştığını görmekteyiz. Eğer, Rumlar, Türkiye’nin, AB üyeliği uğruna Kıbrıs’ta taviz vereceği veya dayatmalara boyun eğeceği hayaline kapılmışlarsa, hüsrana uğramaları kaçınılmaz olacaktır.

Yaşanan bu gelişmeler, Türkiye’nin garantörlüğünün asla tartışma konusu olamayacağı, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtıyla birlikte Ada’ya kalıcı huzur ve barışı getiren Türk askeri varlığının ise Kıbrıs Türk Toplumunun yegâne güvencesi olduğu ve Türkiye’nin bu misyonunu devam ettirme kararlılığından asla vazgeçmeyeceği gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermiş bulunmaktadır. Elbette, İngilizlerle tek taraflı olarak imzalanan bu mutabakat muhtırasının, Türk Toplumu için hiçbir değeri ve etkisi olmayacaktır. Hristofyas görmek istemese de, Ada’da var olan K.K.T.C., Kıbrıs Türklerinin bağımsız Devleti ve siyasi bir oluşumudur. Ve ayrıca bilinmelidir ki, Kıbrıs, Türkiye’nin millî davasıdır. Bu nedenle, Ada’da, ya Kıbrıs Türk Toplumunun siyasi eşitliğine dayalı adil ve kalıcı bir çözüm ivedilikle sağlanacaktır ya da bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilelebet yaşatılacaktır.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=284

Share This:

KIBRIS’TA TAVİZ Mİ VERİLİYOR?

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (G.K.R.Y.) Lideri Dimitris Hristofyas, 21 Mart mutabakatı çerçevesinde üçüncü  zirvelerini 1 Temmuz’da gerçekleştirmiş bulunmaktadırlar. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Kıbrıs’taki Özel Temsilcisi ve Birleşmiş Milletler Misyon Şefi Taye-Brook Zerihoun’un ara bölgede bulunan resmi konutunda yapılan görüşme, Hristofyas’ın Haziran başlarında Londra’da imzaladığı Kıbrıs memorandumu ve toplantı arifesinde Türkiye aleyhine sarf ettiği sözlerin gölgesinde gerçekleştirilmiştir. Görüşmenin ardından yapılan ortak açıklama da göstermektedir ki, Hristofyas’ın bu uzlaşmaz yaklaşımı Toplantıya damgasını vurmuş ve Rumlar Talat’tan önemli bir tavizi daha koparmış bulunmaktadırlar.

Toplantının hemen ardından, Zerihoun tarafından okunan ortak açıklamada yer alan  “İki lider tek egemenlik ve vatandaşlık konusunda görüştüler ve bu konular üzerinde prensipte anlaşmaya vardılar. Bu konuların uygulanmasının detaylarını, kapsamlı müzakereler çerçevesinde görüşme konusunda uzlaşıya vardılar.”  ifadesi,  Türk tarafının çok tehlikeli bir durumla karşı karşıya olduğunu işaret etmektedir kanaatindeyiz.  Zira, Hristofyas’ın “tek egemenlik” ten kastının, K.K.T.C. veya kurulacak yeni bir “ortaklık devleti”nden ziyade, Rum egemenliğine dayanan bir “Kıbrıs Cumhuriyeti” olduğunu tahmin etmek, herhalde zor olmayacaktır. Bu nedenle, Talat’ın, Hristofyas’ın gerçek niyetini bildiği halde “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” konusunun müzakereye açılmasını kabul etmesi, Rumlara verilmiş tehlikeli bir taviz olarak değerlendirilmelidir.

Ortak bildiride ayrıca, Liderlerin aynı zamanda, çalışma grupları ve teknik komitelerin çalışmalarını son bir kez gözden geçirmek üzere, 25 Temmuz 2008’de yeniden bir araya gelme kararı da aldıkları ifade edilmiştir. Bu da göstermektedir ki, Hristofyas, oyalama taktiğini başarılı bir şekilde uygulamaya devam etmektedir. Nitekim, 21 Haziran’da yapılması öngörülen bu Zirve, Hristofyas’ın yurtdışı gezisi gibi sudan bahanelerle 1 Temmuz’a ertelenmişti. Yine, 21 Mart mutabakatında öngörülmesine rağmen, bu tarihten itibaren en geç 3 ay içinde kapsamlı görüşmelere başlanılamamış ve doğrudan müzakerelerin ne zaman başlayacağı konusunda da herhangi bir tarih belirlenememiştir.

Bilindiği üzere, Hristofyas’ın, Papadopulos’un ardından G.K.R.Y. Liderliğine seçilmesi ile birlikte, Ada’da, olumlu bir hava esmiş, Liderlerin 21 Mart’ta yaptığı görüşme ile, taraflar arasında çözüme dair umutlar  yeşermeye başlamış, hatta Kıbrıs’ta bir “fırsat penceresi” açıldığı yönünde açıklamalarda bulunulmuştu. Bu toplantıda Liderler, BM’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde 3 ay sonra kapsamlı müzakerelere başlanması ve en kısa sürede soruna çözüm bulunması  konusunda anlaştıklarını ilan etmişlerdi. Zirvede ayrıca, Lokmacı Kapısının geçişlere açılması kararlaştırılmış, kısa bir süre sonra söz konusu kapı törenle açılmış ve müteakiben de  8 Temmuz Anlaşmasında öngörülen 6 adet çalışma grubu ile teknik komiteler, 21 Nisan itibariyle çalışmaya başlamışlardı. Ancak çok geçmeden, Rum tarafının Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumuna karşı  müteaddit defalar ve açık bir şekilde  hasmane beyanatlar vermeye başlaması üzerine ortam gerginleşmiş, tam da “Kıbrıs’ta umutlar sönüyor mu?” sorusu akla gelmişken, 23 Mayıs liderler buluşması ile bu olumsuz hava giderilerek, sürecin devam edeceği ve Haziran sonunda tekrar bir araya gelineceği kararı alınmıştı.

21 Haziran’da yapılması öngörüldüğü halde, 1 Temmuz’a ertelenen üçüncü zirve toplantısı arifesinde, G.K.R.Y. Lideri Hristofyas, ileri sürdüğü yeni tezler ve Türkiye’nin Ada’daki konumu ve K.K.T.C. ile ilişkileri konusundaki mesnetsiz iddialarını tekrar gündeme getirmek suretiyle, Türk tarafını köşeye sıkıştırma ve uzlaşmaz taraf konumuna sokma gayretlerini yinelemiştir. Bu kapsamda, Avusturya’da yayımlanan “Kurier” gazetesine yaptığı açıklamada  Hristofyas “Talat ile Türk ‘işgaline’ ve ana vatana bağımlılığa karşı mücadele ettikleri, iki toplumun ve kültürlerinin güvenliğini arzuladıkları” ifadesini kullanmıştır. Burada asıl üzerinde durulması gereken noktanın, Rum Lider’in bu küstahça iddialarına karşı K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Talat’ın şu ana kadar herhangi bir yalanlama ya da düzeltmede bulunmamış olmasıdır. Ancak iyi bilinmelidir ki, Talat’ın bu tavrı hem Kıbrıs Türk Toplumu ve hem de Türk Milleti tarafından mutlaka değerlendirmeye tabi tutulacaktır.

Diğer taraftan, Kıbrıs Türk tarafını Türkiye’ye bağımlı olmakla suçlayan ve Ada’da çözümün ancak tarafların kendi iradeleri ile ve aralarında yapacakları görüşmelerle çözülebileceğini iddia eden Hristofyas, gerçekte tam tersi istikamette yol almaya deva etmektedir. 23 Mayıs görüşmesinin hemen ardından, 5 Haziran’da Londra’da, İngiltere’nin Kıbrıslı Rumlara, “K.K.T.C.yi tanımayacağı ve Ada’da bölünmeye ya da ayrı bir siyasi oluşumun gelişmesine destek vermeyeceği’ne dair söz verdiği” bir mutabakat muhtırasını imzalayan Rum Lider, maalesef ciddi bir güvenirlik sorununun da ortaya çıkmasına sebebiyet vermiş bulunmaktadır. Ayrıca, Kıbrıs meselesini AB platformuna taşıyan ve AB’nin Kıbrıs’ta daha aktif rol oynaması gerektiğini iddia eden Hristofyas, Türkiye’siz ama AB’li ve İngiltere’li bir çözüme ulaşmanın peşindedir. Aynı şekilde, Kıbrıs konusunda sessizliğini koruyan Yunanistan’ın, esasen gemiyi AB gibi sağlam bir limana demirlemiş olmanın rahatlığı içerisinde olduğunu görmekteyiz.

Hristofyas, birtakım oyalama taktikleri ile çözüm sürecini uzatmak niyetindedir. Nitekim, Talat’ın 2008 sonu itibariyle kapsamlı bir çözüme ulaşılması hedefine karşılık olarak Hristofyas, “Kendisi için 2008 yılının sonu diye bir takvimin olmadığını” ifade etmek suretiyle cevap vermektedir. Rum Liderin bu tavrının arkasında, meseleyi 2009 yılında AB’ye çözdürme hayallerinin yattığını düşünmekteyiz. Bilindiği gibi, AB, Türkiye’ye, 2008 yılı Aralık Zirvesi’ne kadar Gümrük Birliği Ek Protokolünü G.K.R.Y. bakımından da uygulaması için süre vermiş, aksi halde müzakere sürecinin tümüyle askıya alınacağını kararlaştırmıştı. Hristofyas, bu sayede, bahse konu protokol nedeniyle zaten 8 başlıkta müzakereleri askıya alınmış olan Türkiye üzerinde baskı oluşturmak istemekte ve 2009’dan önce varılacak erken bir çözümü menfaatlerine uygun görmemektedir. Ne var ki, Rumlar, adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde, Ada’nın geri dönüşü olmayan bir bölünmeye doğru sürükleneceği endişesini de derinden hissetmektedirler.

Öte yandan, Kıbrıs Türk Toplumu, 2004 yılında, birçok eksikliklerine rağmen Annan planını kabul ederek uzlaşma iradesini açıkça ortaya koymasına rağmen, Hristofyas’ın her defasında, Türkleri, uzlaşmayı baltalayan taraf olarak gösterme gayretleri, güven bunalımını derinleştiren bir diğer faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. AB’nin, Türk tarafının bu uzlaşma iradesini görmezden gelip, sadece Rum Kesimi’ni tam üyeliğe kabul etmiş olması ve Kıbrıs Türklerine karşı uygulanan izolasyonları devam ettirmesi de ayrı bir çifte standart göstergesidir.

Sonuçta, 1 Temmuz’da gerçekleştirilen üçüncü Talat-Hristofyas görüşmesinin tam bir fiyaskoyla sonuçlandığını düşünmekteyiz. Öyle ki, Rum Lider, bir yandan oyalama taktiğiyle süreci kendisi için en uygun olacak bir tarihe kadar uzatma  gayretlerinde başarılı olurken, bir yandan da neyi kastettiği pekâlâ bilinen “tek egemenlik” tezinin müzakere edilmesi konusunda Talat’ı ikna etmiş bulunmaktadır. Böylece, Hristofyas, Türk tarafının “kırmızı çizgilerinden”  birisini aşabileceği hayaline kapılmış durumdadır. Ayrıca, Hristofyas’ın, Talat adına ve üstelik de Türkiye aleyhine sarf ettiği sözlerine karşı, Talat’ın şu ana kadar herhangi bir yalanlama veya düzeltmede bulunmamış olması da düşündürücü bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kıbrıs’ta  çözüme ulaşılması konusunda liderlerin başarısız olmaları halinde, Ada’nın mevcut bölünmüş statüsü kalıcı bir hâl alacak ve K.K.T.C.nin, Kosova örneğinde olduğu gibi, uluslar arası camia tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınması gündeme gelebilecektir. Böyle bir ihtimalden büyük rahatsızlık duyan Rumların ise süreci uzatma gayretlerinin varacağı nokta konusunda nasıl bir beklenti içinde oldukları merak konusudur. Bu nedenle, Kıbrıs meselesinde Türkiye ve K.K.T.C.nin elinin güçlü olduğu ve Talat’ın tavizkâr bir tutum içine girmesi için hiç bir sebebin bulunmadığı bilhassa göz önünde bulundurulmalıdır. Garantör Devlet olarak Türkiye, AB üyelik müzakerelerinin askıya alınması pahasına Kıbrıs’ta geri adım atmaktan imtina ederken, Talat’ın çözüm için acele etmesi ve gerek K.K.T.C.nin ve gerekse Türkiye’nin mevcut statülerinin müzakere masasına yatırılması teklifine olumlu yaklaşması, Kıbrıs millî davasına ciddi zararlar verebilecek talihsiz bir gelişme olarak değerlendirilmektedir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=287

Share This:

KIBRIS NEREYE GİDİYOR?

 

K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Dimitris Hristofyas, 25 Temmuz’da, “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” tartışmalarının gölgesinde, dördüncü buluşmalarını gerçekleştirdiler.  BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Taye-Brook Zerihoun’un ara bölgedeki ikametgâhında gerçekleşen Zirvede Talat, nihayet Hristofyas’tan kapsamlı müzakerelere başlama tarihi alabilmeyi başarmıştır. Liderler, 3 Eylül’de kapsamlı görüşmelere başlamayı ve sağlanacak anlaşmayı her iki kesimde eş zamanlı olarak referanduma sunmayı kararlaştırmış bulunmaktadırlar. Ulaşılacak bir çözümün halkoyuna sunulması kararı, Talat’ı rahatlatmış gibi görünmektedir. Fakat, hâlâ yanıtlanması gereken soruların mevcudiyetini koruyor olması, ihtiyatın elden bırakılmaması gerektiğine işaret etmektedir.

Kapsamlı müzakerelerin, Kıbrıs sorununa iki tarafça da kabul edilebilir ve her iki tarafın meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulunmasını amaçlayacağı konusunda uzlaşmaya varıldığı anlaşılmaktadır. Buna karşın, müzakerelerin parametrelerinin neler olacağı hususu hâlâ belirsizliğini korumaktadır. Ancak, net olmamakla birlikte, müzakere çerçevesinin, en azından Türkiye açısından, şu şekilde olması beklenmektedir;

1- Kurulacak yeni ortaklık devletinin adı “Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti” olacak.
2- Ortaklık devleti siyasi eşitliğe dayalı, iki toplumlu, iki bölgeli federasyondan teşekkül edecek.
3- Kurulacak yeni devleti, eşit statüdeki Türk ve Rum kurucu devletleri oluşturacak.
4- Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, tek egemenliği, tek vatandaşlığı ve tek uluslararası kimliği olacak.

Ne var ki, Rumların gerçek niyetlerinin, bu çerçevenin büyük ölçüde dışında bir çözümü öngördüğünü söylemekte tereddüt etmemekteyiz.

25 Temmuz görüşmesini değerlendirmeye geçmeden evvel, Talat-Hristofyas tarafından başlatılan uzlaşma sürecinin tarihi gelişimine şöyle bir göz atmamızda fayda bulunmaktadır:

Hristofyas’ın, Şubat 2008 tarihinde, Papadopulos’un ardından G.K.R.Y. Liderliğine seçilmesi ile birlikte Ada’da olumlu bir hava esmiş ve Liderlerin 21 Mart’ta yaptığı görüşme ile, taraflar arasında çözüme dair umutlar  yeşermeye başlamıştır. Hatta, Kıbrıs’ta bir “fırsat penceresi” açıldığı yönünde açıklamalarda bulunulmuştu. Bu toplantıda Liderler, BM’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, 3 ay sonra kapsamlı müzakerelere başlanması ve en kısa sürede soruna çözüm bulunması  konusunda anlaştıklarını ilan etmişlerdi. Zirvede ayrıca, Lokmacı Kapısının geçişlere açılması kararlaştırılmış, kısa bir süre sonra söz konusu kapı törenle açılmış ve müteakiben de  8 Temmuz Anlaşmasında öngörülen 6 adet çalışma grubu ile 7 teknik komite, 21 Nisan itibariyle çalışmaya başlamışlardı.

26 Mart 2008 tarihinde, K.K.T.C.ye resmi bir ziyaret gerçekleştiren Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, ziyareti sırasında, Türk askerinin Kıbrıs’ta barış için bulunduğunu, 1974’ten beri de barışı sağladığını, adil ve kalıcı barış sağlanana kadar bu kutsal görevin devam edeceğini özellikle vurgulama gereği duymuştur.

Ancak çok geçmeden, Rum tarafının, Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumuna karşı  müteaddit defalar ve açık bir şekilde  hasmane beyanatlar vermeye başlaması üzerine ortam gerginleşmiş, tam da “Kıbrıs’ta umutlar sönüyor mu?” sorusu akla gelmişken, 23 Mayıs liderler buluşması ile bu olumsuz hava giderilerek, sürecin devam edeceği ve Haziran sonunda tekrar bir araya gelineceği kararı alınmıştı.

23 Mayıs görüşmesinin hemen ardından, 5 Haziran’da Londra’da, İngiltere’nin Kıbrıslı Rumlara, “K.K.T.C.yi tanımayacağı ve Ada’da bölünmeye ya da ayrı bir siyasi oluşumun gelişmesine destek vermeyeceği’ne dair söz verdiği” bir mutabakat muhtırasını imzalayan Rum Lider, ciddi bir güvenirlik sorununun da ortaya çıkmasına sebebiyet vermişti.

1 Temmuz’da üçüncü görüşmelerini yapan Kıbrıs Türk ve Rum liderler, “ tek egemenlik ve vatandaşlık konusunda görüştüklerini ve bu konular üzerinde prensipte anlaşmaya vardıklarını” açıklamaları üzerine, bu kavramların ne anlama geldiği konusunda Türk kamuoyunda ciddi bir tartışma başlamıştır. Kendisine yöneltilen eleştirilere  K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, “tek egemenliği, egemenliğin iki halktan kaynaklanması şartıyla kabul ettiklerini, yeminine sadık olduğunu ve Rumlara teslim ettikleri bir şey olmadığını” söylemek suretiyle kendisini savunmak durumunda kalmıştır.

Talat’ın bu beyanatı Türk kamuoyunu yeterince tatmin etmemiş olacak ki Kıbrıs Barış Harekâtının yıl dönümü kutlamaları nedeniyle K.K.T.C.ye giden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından açık ve net bir şekilde uyarılma gereği hasıl olmuştur. Başbakan Erdoğan, 20 Temmuz’da Kıbrıs’ta, “…Kimse, ama hiç kimse, Kıbrıs Türk halkının kendi yönetiminden, eşit statü ve eşit ortaklıktan vazgeçmesini ve azınlık olarak yaşamayı kabul etmesini beklemesin. Hiç kimse boş hayaller kurup bu parametreleri değiştirme gayretkeşliği sergilemesin. Kapsamlı çözüm, Kıbrıs Türk halkı ve K.K.T.C.nin kurucu ve eşit olarak yer alacağı yeni bir ortaklıkla mümkün olacaktır”  demek suretiyle, “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” tartışmalarına, Türkiye’nin “kırmızı çizgilerini” hatırlatarak cevap verme ihtiyacı duymuştur.

İşte bu gelişmelerin ışığında gerçekleşen 25 Temmuz Liderler buluşması, başta garantör devletler (Türkiye, İngiltere ve Yunanistan) olmak üzere, AB ve ABD’yi de memnun edecek  bir şekilde neticelenmiş gibi gözüküyor. Nitekim, görüşmenin hemen ardından,  Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada Türkiye’nin, Kıbrıs’ta 3 Eylül’de başlatılacak müzakere sürecine tam destek vereceği ifade edilmiştir. AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso da gelişmeyi, Kıbrıs’ın yeniden birleşmesi yolunda “çok önemli bir adım” olarak değerlendirmiştir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Talat ve Hristofyas bu görüşmede, 3 Eylül’de kapsamlı görüşmelere başlanılması, ulaşılacak anlaşmanın her iki tarafta da eş zamanlı olarak referanduma sunulması gibi temel konularla, Yeşilırmak kapısının açılması konusunda çalışmaların başlatılması gibi tali konularda uzlaşmaya varmış bulunmaktadırlar. Ayrıca, 3 Eylül’de başlaması öngörülen müzakerelerde, BM Genel Sekreteri’nin, özel temsilcisi olarak yeni atadığı eski Avustralya Dışişleri Bakanı Alexander Downer’in “arabuluculuk” görevi yapacağını da burada belirtmemizde yarar bulunmaktadır.

Peki ne oldu da, kapsamlı müzakereleri başlatma konusunda isteksiz davranan ve hatta süreci uzatmak için elinden gelen gayreti sarf eden Hristofyas, Talat’a müzakere tarihi verdi? Ya da şöyle soralım. Acaba, uzlaşma süreci devam ederken, 5 Haziran’da, İngiltere ile tek taraflı olarak imzaladığı memorandum ile bu ülkeyi yanına çekmek suretiyle uzlaşmaz tutumunu perçinleştiren Rum Lider, şimdi ne değişti de kapsamlı müzakerelere başlama kararı verdi? Kıbrıslı Rumların ve özellikle de Hristofyas’ın geçmişini dikkate aldığımızda, bu soruların yanıtı alınmadan sürecin sağlıklı işlemesinin mümkün olmadığını da burada belirtmemizde yarar bulunmaktadır. Zira, yakın tarihe şöyle bir göz attığımızda,  güç koşullarda kurulan uzlaşma ortamını 1963 yılında şiddet ve katliamlarla kana bulayan Rumların, 2004 yılında Annan Planını reddetmek suretiyle Birleşik Kıbrıs projesini nasıl baltaladıklarını kolaylıkla görebilmekteyiz.

Görüşme öncesinde, “Hedefimiz erken zamanda çözüme ulaşmak. Aylarca, yıllarca sürecek bir görüşmeden söz etmiyorum. Ben 2008 sonuna kadar bunun yetişebileceğini düşünüyorum” diyen Talat penceresinden hadiseye baktığımızda ise, Talat’ın, 45 yıldır çözüme yanaşmayan Rumları nasıl olacak da birkaç ay içinde adil ve kalıcı bir çözüme razı edeceği sorusu aklımıza gelmektedir.

Ayrıca, 34 yıldır Ada’da barış ve huzurun güvencesi olan Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerinin durumu ne olacaktır? Adadaki Türk askeri varlığını “işgal ve kolonizasyon” olarak gören, Türkiye’nin garantörlük statüsünün artık geçerli olamayacağını iddia eden, bir yandan İngiltere’yle tek taraflı memorandum imzalarken diğer yandan Türkiye’yi K.K.T.C.ye müdahale etmekle suçlayan Kıbrıslı Rumlarla nasıl olacak da “adil ve kalıcı bir çözüme” ulaşılabileceği konusu belirsizliğini korumaktadır.

Öte yandan, Rus “Gazeta” gazetesine verdiği demeçte, K.K.T.C.nin 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın adanın birleştirilmesi için hiçbir şey yapmadığını, kendisinin Kıbrıs’ın birleştirilmesi taraftarı olduğunu ifade eden Talat’ın, geçmişi haksızca eleştirmek yerine, “Birleşik Kıbrıs” hakkındaki parametrelerinin neler olduğu konusuna açıklık getirmesinin yararlı olacağını düşünmekteyiz.

Talat’ın “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” kavramları üzerindeki sis perdesi aralanmadan, Annan Planı’nın “bakir doğum” ilkesinin temelini oluşturan “iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe dayalı iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devleti” tezini nasıl hayata geçireceği merak konusudur. Yoksa, bu ilkeden vaz mı geçilmiştir?  Bu bakımdan, K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın, “Kıbrıslı Rumların Ada’nın tamamını yeniden ele geçirme yönünde emeli olabileceğine dair” duyduğu endişelerini ciddiye alması gerekmektedir.

Öte yandan İngiltere’nin, Kıbrıs konusunda izlediği politikadan da kısaca bahsetmemizde yarar bulunmaktadır. Öyle ki İngiltere’nin, bir yandan Türkiye’nin AB üyeliğini destekler gibi görünürken, bir yandan da Kıbrıs’ta taraflar arasında gerginliği tırmandırıcı nitelikte yanlı politikalar izlediğine şahit olmaktayız. Nitekim İngiltere’nin, Ada’daki askeri üslerini muhafaza etmek için aynı anda hem Türkiye’yi ve hem de Rum-Yunanistan tarafını idare ettiği, zaman zaman da taraflardan her birisi ile tek yanlı olarak imzaladığı birtakım anlaşmalarla tarafları birbirine düşürmeye gayret gösterdiği bilinmektedir. Ne gariptir ki Hristofyas,  bu ülkenin çıkar hesaplarına alet olmakta bir sakınca görmemektedir.

Eğer Rumların “ulusal Kıbrıs davalarında” bir sapma söz konusu değilse -ki bu mümkün görünmüyor- Rumların çözüm beklentileriyle Türklerin çözüm beklentilerinin birbiriyle uyuşmasını beklemek nafile bir çaba olacaktır. Hristofyas’ın bu son manevralarının esasen “enosis” hayalinin bir parçası olmadığını kim iddia edebilir. Tarih, Rumlarla Türklerin birlikte bir arada yaşamalarının imkânsızlığını gösteren birçok olaya şahit olmuştur. Her fırsatta, K.K.T.C.yi tanımadığını, buna karşın Rumların işgali altındaki “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin Ada’nın tek temsilcisi olduğu tezini tüm dünyaya kabul ettirmeye çalışan Rum Lider ile 2008 yılı sonuna kadar nasıl bir kalıcı çözüme ulaşabileceği merak konusudur. Talat’ın çözüm için gösterdiği  aceleci tutum ise ayrı bir soru işareti olarak karşımıza çıkmaktadır. İlaveten, AB, ABD, İngiltere ve Yunanistan’ın memnuniyetle karşıladığı bir sürecin sonunda varılacak çözümün, Türkiye’nin millî menfaatleriyle ne derecede uyum sağlayabileceği hususu da üzerinde önemle durulması gereken başka bir mevzudur.

Sonuç olarak, ne garantörlük, ne Ada’daki Türk Barış Gücü ve ne de yerleşikler konusunda Türkiye’nin taviz vermesi mümkün değildir. Rum Lider, aynı anda hem K.K.T.C.yi ortadan kaldırıp, Rum işgali altındaki “Kıbrıs Cumhuriyeti’ne” Kıbrıs Türklerini azınlık olarak eklemlemeyi ve hem de Türkiye’yi Ada’dan dışlayarak Kıbrıs’ta kontrolü tamamen eline geçirmeyi planlamaktadır. Ne var ki Türk Milletinin böyle bir gelişmeye fırsat vermesi söz konusu bile değildir.

İngiltere’nin, Ada’daki askeri üslerini muhafaza edebilmek için garantörlük statüsünü bir yana bırakıp, kolaylıkla Rumların taraftarı pozisyonuna kayabildiği gerçeğini göz önüne aldığımızda, Türkiye’nin garantörlük görevine sadık kalmasının, gerek Ada’daki barış ve huzurun devamı ve gerekse Doğu Akdeniz Bölgesinin istikrarı açısından son derece önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.

Doğu Akdeniz’in tam kalbinde ve Türkiye’nin Güney Kıyılarının hemen karşısında, (Anamur Burnu’na 65 km mesafede) tabiri caizse burnunun dibinde yer alan Kıbrıs Adası, jeopolitik açıdan hassas bir konuma sahiptir ve bu nedenle de K.K.T.C.nin yaşatılması, bölgesel bir güç olan Türkiye’nin stratejik bir hedefi durumundadır. Türkiye’nin bu jeostratejik hedefinden vazgeçmesi demek, Kıbrıs’ın bir “Yunan Adası” olması demektir. Bu nedenlerle, Kıbrıs Türkiye’nin millî davasıdır ve bu davadan taviz verilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, eğer Kıbrıs Türk toplumunun Rumların hâkim olacağı bir devlete azınlık olarak yamalanmasını istemiyorsa, elindeki kozları çok iyi değerlendirmeli, Türkiye’nin garantörlüğünü ve Ada’daki askeri varlığını bir destek olarak görmeli ve nihayet Rumların gizli emellerini çok iyi tahlil etmelidir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=289

Share This: