Kategori arşivi: Makalelerim

Türk-Amerikan İlişkileri Bağlamında Kıbrıs, S-400 ve Doğu Akdeniz

Türk-Amerikan İlişkileri Bağlamında Kıbrıs, S-400 ve Doğu Akdeniz – Nejat ÇOĞAL – Türk Ocakları

30.06.2019

ABD’nin, son günlerde Kıbrıs’ta yaşanan doğalgaz krizindeki rolü ile Türkiye’nin S-400 füze savunma sistemi alımına ilişkin olarak ortaya koyduğu tavır, bize 1964 tarihli Johnson Mektubu krizini hatırlatmaktadır. Zira, her iki bunalımda da ABD’nin benzer siyasi/diplomatik taktikler uyguladığına şahit olmaktayız. Öyle ki geçtiğimiz günlerde, ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan’ın, Türkiye’nin S-400 füze savunma sistemi alımına ilişkin olarak, Türk Millî Savunma Bakanı’na gönderdiği mektup, üslup ve zamanlama açısından Johnson Mektubu ile ciddi benzerlikler göstermektedir.

Bilindiği üzere, 1964 yılında Türkiye’nin Kıbrıs’a yönelik, bir nevi meşru müdafaa hakkını kullanması kapsamında değerlendirilebilecek bir askerî harekâtını ABD engellemişti. ABD bunu yaparken Türkiye’nin NATO üyeliğini bahane göstermişti. Haziran 1964’te Türkiye’nin Garanti ve İttifak Anlaşmalarından kaynaklanan hak ve yetkisine istinaden Kıbrıs’a yapacağı askerî harekâtın NATO üyeliğiyle bağdaşmayacağını ileri süren Washington, bugün aynı haksız gerekçeyle, Türkiye’nin hava savunma sisteminin güçlendirilmesine yönelik ciddi bir girişimini engellemeye çalışmaktadır.

1964 yılında, Kıbrıs’a müdahale etmesi hâlinde Rusya ile savaşa girecek olan Türkiye’nin NATO tarafından savunulmayacağı ve yalnız kalacağı tehdidini ileri süren ABD, bugün Rusya ile savunma işbirliğine gitmesi hâlinde Türkiye’yi F-35 savaş uçakları üretimi programından çıkarmakla ve parası ödenen uçakları teslim etmemekle tehdit etmektedir. Dün, Türkiye’nin dış politikasında dönüm noktası olan ve Türkiye’nin yönünü Batı’dan Sovyetler Birliği’ne çevirmesine yol açan Johnson Mektubu, bugün ise Türk-Amerikan ilişkilerinde kırılma noktası olarak kabul edilebilecek Shanahan Mektubu. Her ikisi de Türkiye’nin, başta ABD olmak üzere Batı ile olan ilişkilerinde hayal kırıklığı yaşamasına ve ciddi bir güven krizine yol açmıştır. Üstelik eş zamanlı olarak, ABD’nin Rum/Yunan tarafının haksız girişimlerine açık destek vermek suretiyle Doğu Akdeniz’deki krizi körüklemesi ve uluslararası camiada Türkiye’yi yalnızlaştırmaya yönelik gayretleri, ilişkilerdeki güven krizini daha da derinleştirmektedir.

Bilindiği gibi 1964 yılında, Rumlar, Türkleri Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti mekanizmasından tümüyle dışlamışlar ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tamamen Rumların kontrolü altına sokmuşlardı. 1964 yılında, Türkiye’nin Ada’ya bir askeri müdahale girişimi ABD tarafından engellenmişti. ABD Başkanı Johnson’ın Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı İnönü’ye yönelik tehditlerle dolu olan Mektubu, kamuoyunda büyük bir infial uyandırmıştı. Bu mektup, Türkiye-ABD ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuş, Türkiye’nin, başta Washington olmak üzere Batı Bloğuna olan güveni ciddi biçimde sarsıntıya uğramıştı. 

Ağır ve sert bir dille kaleme alınan Johnson Mektubu, Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı müdahaleyi ABD’nin onaylamadığını şu gerekçelerle bildiriyordu: “Yıllar boyunca Türkiye’yi desteklemiş olan ABD’nin fikri alınmadan, tek taraflı bir kararla karşı karşıya bırakılması doğru değildir. Türkiye 1960 Anlaşmaları uyarınca öteki garantör devletlerle görüşmeden Kıbrıs’a müdahale hakkına sahip bulunmamaktadır ve öteki garantör devletlerle danışma görüşmeleri yapmamıştır. Yapılacak bir müdahale 1960 Anlaşmalarında yasaklanan taksime yol açacaktır. Kıbrıs’a yapılacak bir müdahale Türk-Yunan savaşının başlaması demektir ve NATO müttefiklerinin aralarında savaşmalarına ABD izin veremez. NATO müttefiklerinin tam rıza ve onayı olmadan Türkiye’nin girişeceği hareket neticesinde ortaya çıkacak bir Sovyet müdahalesine karşı NATO müttefiklerinin Türkiye’yi savunmak zorunlulukları yoktur. BM barışı sağlamak için çaba gösterirken Türkiye’nin müdahale etmesine BM üyeleri sert tepki göstereceklerdir. Türkiye 1947 Anlaşmasının 14. Maddesi uyarınca ABD’den aldığı askeri yardımı veriliş amaçlarının dışında kullanamayacağına göre, Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede ABD’den aldığı askeri malzemeleri kullanmasına ABD onay vermeyecektir…”

Başbakan İnönü, kuşkusuz bu mektuba uygun bir üslupla cevap vermiştir. İnönü, ABD’nin bu tehditkâr mektubuna karşı cevabı özetle “…Yeni bir dünya düzeni kurulur, Türkiye de burada yerini alır…” şeklinde olmuştur. Bu olaydan sonra Türkiye esasen, Kıbrıs’ta anayasal düzenin yeniden sağlanması ve Kıbrıslı Türk Soydaşlarının meşru ve temel hak ve yetkilerinin korunması için Ada’ya yönelik muhtemel bir askeri müdahalenin hazırlıklarına da başlamış oldu. Nihayet, 10 yıl sonra, 20 Temmuz 1974 tarihinde Türkiye, kendi imkânlarıyla Kıbrıs’a başarılı bir askerî harekât düzenlemiş ve Kıbrıs Türk Barış Harekâtıyla Ada’da kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmıştır. Her ne kadar Kıbrıs Türk Barış Harekâtı nedeniyle 1975-1978 yılları arasında ABD Türkiye’ye yönelik silah ambargosu uygulamış olsa da Türk Milleti bildiği yoldan dönmemiş ve Kıbrıs üzerindeki uluslararası hak ve yükümlülüklerini yerine getirmeye devam etmiştir.

Kuşkusuz bugün de Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar tarafından, ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan’ın mektubuna hak ettiği üslupla cevap verilecek ve Türkiye, millî hava savunma sistemini güçlendirecek adımlardan vazgeçmeyecektir. Kaldı ki Türkiye Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alım işlemini tamamlamış ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da bu konuyu net bir şekilde dünya kamuoyuna açıklamıştır. Ayrıca Türkiye, ABD’ye S-400 ve F-35’ler konusuna ilişkin olarak NATO’nun da içinde olduğu ortak bir çalışma grubu kurulması önerisinde bulunmuştur. ABD, bu teklifi kabul eder veya etmez. Bilinen şudur ki ABD’nin Kıbrıs meselesinde Türkiye’yi uluslararası siyasette köşeye sıkıştırma gayretleri ve F-35 savaş uçakları projesinden Türkiye’yi dışlama tehditleri, Türkiye’nin millî savunmasını güçlendirmesine engel olamayacaktır.

ABD ve Batı, dünyanın en ileri teknolojiye sahip (5. nesil) uçakları (F-35) ile bu uçaklara karşı geliştirilmiş en ileri düzeydeki füze savunma sistemlerinin (S-400) aynı ülkenin ve özellikle de Türkiye’nin elinde bulunmasına kesinlikle karşı çıkmaktadır. Buna karşın, 1964 Johnson Mektubu, 1975 Silah Ambargosu, Suriye’de yaşanan olaylar, S-400 ve F-35 krizleri ile ABD’nin Doğu Akdeniz’deki doğalgaz krizine yaklaşımı birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’nin millî savunma sistemini süratle güçlendirmesinin ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır.  

Hatırlanacağı üzere, 1998 yılında, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne konuşlandırılmak istenen S-300 hava savunma sistemi, garantör ülke Türkiye’nin itirazları üzerine Girit’e konuşlandırılmıştı. NATO üyesi Yunanistan’ın, Türkiye’nin yanı başındaki bir adaya, hem de NATO müttefiki Türkiye’ye karşı Rus S-300 füzelerini yerleştirmesine ses çıkarmayan Batı, bugün aynı füze sistemlerinin Türkiye tarafından temin edilmesine karşı çıkması anlamsızdır, samimiyetten yoksundur.

Öte yandan, ABD tarafından, GKRY ile Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki haksız ve uluslararası hukuka aykırı doğalgaz arama ve sondajlama faaliyetlerine tam destek verilirken, Türkiye’nin haklı itirazları görmezden gelinerek, Kıbrıs Türk Halkının eşit siyasi ve ekonomik haklarının hiçe sayılması manidardır.  Türkiye, Kıbrıs’ta iki eşit halkın var olduğunu ve Doğu Akdeniz’e en uzun kıyısı bulunan Ülke olarak, bölgede deniz egemenlik haklarının bulunduğunu Dünya kamuoyuna her fırsatta açıklamaktadır. Ancak, GKRY’nin Ada’nın tek meşru hükûmeti olarak görülmesi ve Türkiye’nin egemenlik haklarının görmezden gelinmesi, Türkiye’yi bölgede sismik araştırmalar ve akabinde sondaj çalışmaları yapmak zorunda bırakmıştır.

Bilindiği üzere GKRY, sözde Münhasır Ekonomik Bölge ilan ettiği alanlarda, Amerikan ve İtalyan enerji devleriyle imzaladığı sözleşmeler uyarınca sondaj çalışmalarına devam etmektedir. GKRY’nin bu uluslararası hukuka aykırı girişimleri karşısında, Türkiye ve KKTC 2011 yılında imzalamış oldukları Kıta Sahanlığının Sınırlandırılması Anlaşması uyarınca, Bölgede önce sismik araştırma faaliyeti yürütmüş ve geldiğimiz noktada ise sondaj çalışmalarını sürdürmektedir. Bu kapsamda, hâlen Doğu Akdeniz’de faaliyet gösteren Fatih sondaj gemisine ilave olarak Türkiye geçtiğimiz günlerde Yavuz sondaj gemisini de bölgeye sevk etmiştir. Yavuz’un, Magosa Körfezi’nde, E parselinde sondaj çalışması yapması planlanmaktadır (1974 yılından beri kapalı olan Maraş Plajı, bu parselin kıyısında yer almaktadır.). Yavuz sondaj gemisi hâlen Doğu Akdeniz’e doğru sefer hâlinde olup GKRY ve Yunanistan’ı ciddi anlamda paniğe sevk etmiş görünmektedir. Öyle ki Yunanistan Başbakanı Çipras, Yunan basınına verdiği beyanatta “…Akdeniz ve Ege’de savaş riski var. Türkiye Meis açıklarında sondaj yaparsa silahlı kuvvetlerimiz kesin talimat aldı. Kıbrıs’ta Türk garantörlüğü son bulmalı…” şeklinde tehditvari bir açıklama yapmıştır. Hâlen Yavuz, Yunanistan’ın tehditlerine aldırış etmeden Akdeniz’deki yolculuğuna (Türk F-16’lar eşliğinde) devam etmektedir.

Öte yandan, Rum/Yunan tarafı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarını korumaya yönelik girişimlerine karşı yaptırım kararları aldırmak amacıyla başta ABD ve AB olmak üzere Batı’yı harekete geçirmeye çalışmaktadır. Özellikle son 10 yılda savunma sanayisinde ciddi atılımlar gerçekleştiren Türkiye gibi bir ülkeyi fiilen durdurabilmenin mümkün olamayacağını gören Yunanistan, uluslararası toplum nezdinde Türkiye’ye diplomatik baskı uygulamanın arayışı içindedir. Bu kapsamda, son günlerde, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki yasal faaliyetlerinin hukuka aykırı(!) olduğu yönünde AB ve ABD’li bazı diplomat ve siyasetçilerin açıklamalarına şahit olmaktayız. Hatta, bu konuda Türkiye’ye karşı birtakım yaptırım tehditleri de Batılı bazı diplomat ve siyasetçiler tarafından dile getirilmektedir.

Mesela ABD’nin Kıbrıs Büyükelçisi Judith Gail Garber, “ABD, Türkiye’nin Kıbrıs açıklarında sondaj çalışmalarında bulunma niyetinden derin endişe duymaktadır. ABD Hükûmeti söz konusu eylemlerden kaçınması yönünde Türkiye’ye çağrıda bulunacak.” şeklinde açıklama yapmıştır. Yine, ABD Temsilciler Meclisinde onaylanan 372 Sayılı Yasa’da F-35 iptali ile ilgili hükmün yanı sıra, Türkiye, Kıbrıs’ta işgalci(!) olarak tanımlanmıştır. ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi Başkanı Elito Engels “…Türkiye’nin S-400’leri elde etmesi hâlinde, iki yıl önceki bipartizan yasanın yani Rumlara silah ambargosunun kaldırılmasını öngören tasarının geçeceği ve Türkiye’ye yaptırımların başlatılacağı” şeklinde bir açıklaması olmuştur. Öte yandan, 18 Haziran 2019 tarihinde toplanan AB Zirvesinde, Türkiye’nin Kıbrıs açıklarında sondaj çalışmalarına başlaması hâlinde gerekli adımların atılması için AB Komisyonuna yetki verilmiştir. Zirve sonrasında, AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, “Türkiye’nin sözde Kıbrıs Münhasır Ekonomik Bölgesindeki faaliyetlerinden dolayı AB’nin Türkiye’ye karşı bir an önce sert önlemler alacağı” şeklinde açıklama yapmıştır. Fransa Cumhurbaşkanı Macron “Kıbrıs ile tam bir dayanışma içindeyiz ve bağımsızlıklarını destekliyoruz. Türkiye Kıbrıs münhasır ekonomik bölgesindeki yasadışı! faaliyetlerini mutlaka durdurmalı. AB bu konu hakkında zayıflık göstermeye niyetli değil.” şeklinde tehditte bulunmuştur.

Ayrıca, GKRY, Doğu Akdeniz’de sondaj faaliyeti yürüten Türk gemilerindeki personel için uluslararası tutuklama kararı çıkartmıştır. Yine, AB, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmaları ile ilgili olarak Türkiye ile gümrük birliği müzakerelerini dondurmayı öngören bir teklifi değerlendirmeye alacakmış. Yunanistan’ın önümüzdeki günlerde Girit açıklarında sondaj çalışmaları yapmak üzere Amerikan Exxon Mobil ile bir anlaşma imzalamayı planlıyormuş. Çipras, Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmalarının ikili problemlerden çok, bir Türkiye-AB problemi olduğunu iddia ediyormuş vs. Bu tehditkâr açıklamaların örneklerini çoğaltmamız mümkündür. Tüm bu açıklamalar, Kıbrıs Adası ve bilhassa Doğu Akdeniz üzerinde birtakım çıkar hesapları yapan çevrelerin, Türkiye’nin bölgedeki güçlü varlığından duydukları rahatsızlığın dile getirilmesinden ibarettir. Ancak, bu noktada şunu da ifade etmeliyiz ki Türkiye bu tehditlere pabuç bırakmayacaktır. Türkiye, uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve yetkilerini sonuna kadar muhafaza edecektir.

AB, ABD ve Rum/Yunan tarafının tüm bu haksız ve tehdit içerikli açıklamalarına, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından gereken cevap verilmektedir. Mesela, S-400 krizi ile ilgili olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye kendi güvenlik gereksinimlerini karşılama konusunu hiçbir ülke ile müzakere etmek, bu konuda izin almak, hele hele baskılara boyun eğmek durumunda değildir. S-400 meselesi doğrudan egemenlik haklarımızla ilgili bir konudur ve bundan geri adım atmayacağız.” şeklinde açıklama yapmıştır. Yine, Doğu Akdeniz’de yaşanan doğalgaz krizi ile ilgili olarak “Talimat vermiş birileri, tutuklatacaklarmış o gemilerdeki personeli. Avucunuzu yalarsınız. Neyi tutuklatıyorsunuz”; “Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin çıkarlarını yok sayan girişimlere müsaade edilmeyecektir.” sözleriyle cevap veren Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu açıklamalarıyla Türkiye’nin haklı yürüyüşünden hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğini ve bu konudaki kararlılığını tüm Dünyaya ilan etmiştir.

Netice itibarıyla, Türkiye’nin 1952 yılında NATO üyesi olmasıyla zirveye ulaşan Türk-Amerikan ilişkileri, 1964 yılına kadar tam müttefiklik çerçevesinde devam etmiş; Türkiye bu dönemde koyu bir Amerikan politikası izlemiştir. Ne var ki 1964 Johnson Mektubu ve 1975 Amerikan silah ambargosu ilişkilere indirilen ağır darbeler olmuştur. Kıbrıs meselesi 1964’ten itibaren Türk-Amerikan ilişkilerinde ana eksen olmuş ve ikili ilişkiler Kıbrıs’taki gelişmelere göre inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Tehditkâr bir dille kaleme alınan 5 Haziran 1964 tarihli Johnson Mektubu, Türkiye’nin Batı ve özellikle de NATO müttefiki ABD ile olan ilişkilerini gözden geçirmesine sebep olmuş, bu da Türkiye’nin Sovyet Rusya ilişkilerini yeniden şekillendirmesine imkân tanımıştır. Görüleceği üzere, bu dönemde, Türk-Amerikan ilişkileri adım adım Kıbrıs ipoteği altına girmeye başlamıştır.

Geldiğimiz noktada ise, Türk-Amerikan ilişkileri tıpkı Brüksel’in ”Ya AB, Ya Kıbrıs” dayatmasına benzer şekilde, Kıbrıs meselesi üzerinden şekillendirilmeye çalışılmakta ve bu konu, S-400 krizinin çözümünde, Türkiye’ye karşı bir baskı aracı olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. Son günlerde, gerek Brüksel ve gerekse Washington’un Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi köşeye sıkıştırma gayretlerinin S-400 füze savunma sistemi alımı ile yakın ilgisi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, Yunanistan iyi bilmektedir ki AB ve ABD’nin bu tehditkâr açıklamaları, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarını korumaktan alıkoyamayacaktır. Kuşkusuz Türkiye dik duruşunu koruyacak ve yoluna devam edecektir. Son yıllarda, milli savunma alanında ciddi atılımlar gerçekleştiren Türkiye, hava savunma sistemlerini de güçlendirmeye devam edecektir elbette. Bilinmelidir ki aynı anda hem Suriye’de hem Kıbrıs’ta ve hem de Ege’de harekât yapabilecek güce ve tecrübeye sahip olan Türkiye, egemenlik hak ve yetkilerini kullanmaktan asla vazgeçmeyecektir.

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/turk-amerikan-iliskileri-baglaminda-kibris-s-400-ve-dogu-akdeniz-9658

Share This:

Son Gelişmeler Işığında Kıbrıs’a Bakış

Son Gelişmeler Işığında Kıbrıs’a Bakış – Nejat ÇOĞAL – Türk Ocakları

Son günlerde Kıbrıs’ta çok önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tek taraflı doğalgaz arama ve sondaj çalışmaları, bölgede suları ısıtmakta ve gerginliğe yol açmaktadır. Son olarak, Yunanistan, İsrail ve GKRY’nin 20 Mart 2019 tarihinde Kudüs’te enerji işbirliği toplantısında bir araya gelmeleri manidardır. Bu buluşmaya ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun da katılması, Doğu Akdeniz’de yakın zamanda ciddi gelişmelerin olabileceğinin işaretlerini vermiştir.

Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yatakları üzerinde, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum halklarının eşit düzeyde hakları bulunmaktadır. Güney Kıbrıs’ın bu doğalgaz zenginliğine tek başına sahip çıkması uluslararası hukuka aykırıdır. 1959 Zürih ve Londra, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmalarına göre Ada’da iki ayrı halk vardır ve bu toplumlar Kıbrıs’ın eşit sahipleridir. Bu yasal çerçevenin dışında yürütülecek tüm tek yanlı faaliyetler hukuk dışıdır ve Doğu Akdeniz’de krize yol açmaktan başka bir yararı olmayacaktır.

Esasen, bölgede bugün yaşanan gerginliğin, diğer bir deyişle doğalgaz krizinin içyüzünü anlayabilmek için, meselenin köklerine inilmesinde yarar bulunmaktadır. Zira konu bugünün meselesi olmayıp şöyle bir elli yıllık geçmişi bulunmaktadır. Biz Türkiye olarak mesela, “Kıbrıs’ta adil ve kalıcı bir anlaşma sağlanmadan Doğu Akdeniz’de bulunacak doğalgazın gün yüzü görmesi mümkün değildir.” diyoruz. Ne var ki bölgedeki hidrokarbon yatakları özellikle Yunanistan, Güney Kıbrıs, İsrail, AB ve ABD’nin iştahını kabartmıştır. Bu ülkeler, bölgedeki doğalgazın bir an evvel Avrupa’ya taşınması için Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum halklarının acil bir çözüme ulaşmalarını istemektedirler.

Peki, Ada’da adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm nasıl sağlanacaktır? Elli yıldır Rum/Yunan tarafıyla bir çözüme ulaşılamamışken şimdi ne değişmiştir de, aylar içinde adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşma ümidi belirmiştir? Zira Ada’daki iki toplum arasındaki görüşmeler, 1968 yılından bu yana devam etmektedir. 1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeler”i, 1992 yılında Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi”, 2004 yılında“Annan Planı”, 2008 yılında “21 Mart Süreci”, elli yıldır devam eden görüşmelerin öne çıkan çözüm planlarıdır. Ne yazık ki bu çabaların hiçbiri uygulamaya girememiştir.

Bugüne nasıl gelindiğini ortaya koymadan Kıbrıs’ta ağır aksak yürütülmeye çalışılan çözüm müzakerelerini, bilhassa Doğu Akdeniz’deki doğalgaz krizini doğru değerlendirmemiz güçtür. Bu noktada şu soruların cevaplandırılması elzemdir:

1. Kıbrıs’ta çözülmeye çalışılan problem nedir?

2. Ada’da taraflar nasıl bir çözüm istemektedir?

3. Elli yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesi’nin şimdi, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür?

Kıbrıs, ülkemizin ve Kıbrıs Türklerinin güvenliği açısından vazgeçilmez öneme sahip, “millî bir dava”dır. Osmanlı Devleti’nin bakiyesi konumundaki diğer tüm Müslüman-Türk topluluklarında olduğu gibi, Kıbrıs Türk toplumu üzerinde de Türkiye’nin tarihî-kültürel sorumlulukları bulunmaktadır. Ayrıca, Ada’nın sahip olduğu jeostratejik konum da Türkiye için son derece önemlidir. Yani Ada’da bir tek Müslüman-Türk olmasa bile Türkiye’nin bir Kıbrıs Meselesi olmak zorundadır. Evet, Kıbrıs bugün bölünmüştür ancak bu bölünmenin sebebi Türkiye değil, bilakis Ada’yı Helenleştirmeye çalışan Yunanistan’dır.

Bugün Kıbrıs’ta yaşananları ve yukarıdaki soruların cevaplarını doğru analiz edebilmemiz için meselenin tarihî arka planı hakkında kısaca bilgi vermekte yarar bulunmaktadır.

Tarihî Arka Plan

Kıbrıs, 1571 yılında Osmanlı Devleti tarafından tekrar fethedilmiş ve böylece Ada’daki Venedik hâkimiyeti sona erdirilmiştir. Türklerin 50.000 şehit vererek ele geçirdiği Kıbrıs’ta Osmanlı İdaresi altında süren 307 yıllık bir barış ve huzur döneminin ardından, 1878 yılında Ada, hükümranlık hakkı Osmanlı Devleti’nde kalmak üzere, İngiltere’ye devredilmek zorunda kalınmıştır. 1914 yılında Kıbrıs’ı ilhak eden İngiltere, bu durumu, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Anlaşması’nın 20. Maddesi ile tescil ettirmiştir.1925 yılında İngiliz Kolonisi ilan edilen Kıbrıs’ta, 1954 yılına kadar süren bir dönemde, Yunanlıların da tahrikleriyle, Türk ve Rum toplumları arasında cepheleşmeler başlamıştır.

1954 yılında Yunanistan, self-determinasyon talebiyle Birleşmiş Milletlere başvurmuş fakat Türkiye’nin de karşı çıkmasıyla bu talep reddedilmiştir. Yunanistan’ın konuyu BM’ye taşıması kuşkusuz Türkiye için yararlı olmuştur. Zira Yunanistan’a karşı Türkiye de Kıbrıslı Türklerin de self-determinasyon hakkı olduğunu iddia etmiş böylece, Lozan’da kaybedilen bir vatan toprağı, merhum Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun yoğun diplomatik girişimleri sayesinde tekrar kazanılmıştır.

Bu kapsamda, 1959 yılında, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ilişkin Zürih ve Londra Anlaşmaları imzalanmıştır. Ayrıca Türkiye, İngiltere, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında imzalanan 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve güvenliği garanti altına alınmıştır. 16 Ağustos 1960 tarihli Anayasa ile kurulan Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Makarios, veto yetkisine sahip Cumhurbaşkanı Muavini de Dr. Fazıl Küçük olmuştur.

Böylece Kıbrıs’ta yaklaşık seksen yıl süren İngiliz sömürge yönetimi sona ermiş, Kıbrıslı Türk ve Rum toplumları bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Bu anlaşmalar, aynı zamanda Türkiye’ye Ada üzerinde hak tesis etmesi bakımından son derece önemlidir. 1963 yılında, Rumlar tarafından Türklere karşı alçakça saldırılar başlamış ve yüzlerce Türk öldürülmüş, evleri ve malları tahrip edilmiş ve binlerce Türk göç etmeye zorlanmıştır. Nihayet Rumlar, Türkleri Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti mekanizmasından tümüyle dışlamış ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tamamen Rumların kontrolü altına alarak bu Devlet’i gasp etmişlerdir.

Çalkantılı geçen bir dönemin ardından, 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunan Cuntası, Cumhurbaşkanı Makarios’u bir darbeyle devirmiş ve EOKA-B Çetesi Lideri Nikos Sampson’u Cumhurbaşkanı ilan etmiştir. Darbenin ardından Devlet’in adı Kıbrıs Helen Cumhuriyeti olarak değiştirilmiştir. Kıbrıs’ta gerçekleştirilen “Yunan Darbesi”nin hemen ardından, garantör ülke olarak Türkiye, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları’ndan kaynaklanan hak ve yetkilerini kullanarak Ada’da barış, huzur ve anayasal düzeni yeniden tesis etmek üzere, 20 Temmuz 1974 tarihinde, Kıbrıs’a askerî harekât düzenlemiştir. Kıbrıs Türk Barış Harekâtı sayesinde, katil Nikos Sampson Ada’dan kaçmış; Kıbrıs’ta kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmış ve nihayet Yunan Cuntası da devrilerek Yunanistan’a demokrasi gelmiştir.

13 Şubat 1975 tarihinde, Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edilmiştir. Siyasi eşitliğe sahip, iki toplumlu, iki kesimli federal bir çatı altında birleşme hedefinin gerçekleşme imkânının kalmadığını gören Kıbrıs Türk Toplumu, self-determinasyon hakkını kullanarak nihayet 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilan etmiş ve uluslararası toplum nezdinde, bağımsız bir devlet olarak kendisini temsil etmeye başlamıştır. KKTC’nin kuruluş bildirgesini, Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş bizzat okumuştur. 1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeler“i, 1992 yılında ise BM Genel Sekreteri Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi“, çözüm olarak Kıbrıs Türk ve Rum halklarının önüne konulmuş ancak her ikisi de Rumlar tarafından reddedilmiştir.

1990’lı yılların başında Rum-Yunan tarafı strateji değişikliğine gitmiştir. Buna göre Kıbrıs meselesi, Avrupa Birliği platformuna taşınacak ve bu vesileyle Rumlar lehine bir çözüm, Türk tarafına dayatılacaktır. İşte Rum-Yunan tarafının adım adım takip ettiği bu senaryonun en son aşaması olan Annan Planı, 24 Nisan 2004 tarihinde Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulmuş; Kıbrıslı Türkler, Plan’a %65 oranında “Evet” demesine rağmen, Rumlar %76 oy ile “Hayır” demiş; böylece Annan Planı da daha öncekiler gibi tarihin tozlu raflarına kaldırılmıştır.

Annan Planı’na “Hayır” diyen Rumlar, referandumdan bir hafta sonra AB üyesi yapılmış; Plan’a “Evet” diyen Kıbrıslı Türkler ise dışarıda bırakılmıştır. Rumların uluslararası anlaşmalara aykırı bir şekilde AB üyesi yapılması, Kıbrıs’ta çözümsüzlüğü daha da derinleştirmiştir. Bu tarihten itibaren Yunanistan, Kıbrıs meselesini, AB tam üyelik sürecinde Türkiye’nin önüne bir engel olarak koymak suretiyle siyasi şantajlarına devam etmiştir. Geldiğimiz noktada ise Türkiye, “Ya AB Ya Kıbrıs” veya “Türkiye’nin AB Yolu Kıbrıs’tan Geçer.” gibi tehditlerle köşeye sıkıştırılmaya çalışılmaktadır.

Rumların AB üyesi yapılmasından sonra, Kıbrıslı Türklere verilen sözler tutulmamış; yıkıcı izolasyonlar kaldırılmamış ve hatta Rumlar, AB üyesi olmanın verdiği rahatlıkla Kıbrıslı Türkler üzerindeki siyasi ve ekonomik baskılarını daha da artırmışlardır.

Kıbrıs’ta çözülmeye çalışılan mesele nedir?

1. Zürih ve Londra Anlaşmaları ile tesis edilen 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti’nin 1963 yılında Rumlar tarafından yıkılması ve Kıbrıslı Türklerin bu devlet mekanizmasından tamamen dışlanarak tedhiş ve katliamlara maruz bırakılmasıdır.

2. GKRY’nin, uluslararası camia tarafından Ada’nın tek meşru hükûmeti olarak kabul ediliyor olmasıdır.

3. Rumların haksız bir şekilde AB üyesi yapılmış olmasıdır.

4. Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini tanımaması ve Kıbrıs Türk halkını azınlık olarak görmesidir.

5. Rum-Yunan tarafının 1960’ta tesis edilen garanti sistemini inkâr etmesidir.

Kıbrıs’ta taraflar nasıl bir çözüm istiyor?

Kıbrıs’ta taraflar, birbirinden tamamen farklı çözümler istemektedir. Kuşkusuz bu farklılık, tarafların probleme farklı teşhisler koymalarından kaynaklanmaktadır. Türkiye ve Kıbrıs Türk halkının meseleye bakışı ve çözüm parametreleri oldukça basittir ve BM ile aynı doğrultudadır. Buna göre, Kıbrıs’ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, Ada’daki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisi devam edecektir”

Rumların çözüm beklentileri ise tamamen farklıdır. Kıbrıs Rum tarafı çözümü yeni bir ortaklıkta değil, Rumların egemenliğindeki sözde Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında görmektedir. GKRY’nin eski lideri Hristofyas “Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet hâline dönüşecek olan Kıbrıs Cumhuriyeti’dir.” demiştir. Yine, Eski Rum liderlerden Papadopulos “Ben halkımdan bir devlet teslim aldım. Onu topluma dönüştüremem.” demiştir. Ayrıca Rumlara göre Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlükten kalkacak; Ada’daki Türk askeri geri çekilecek; on binlerce yerleşik Türk, Türkiye’ye dönecektir.

Elli yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesi’nin şimdi, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür?

Kıbrıs Rum tarafının, Türkiye’nin kırmızı çizgilerini ihlal eden çözüm parametreleri değişmeyeceği için, Kıbrıs’ta yakın zamanda bir çözüm mümkün görünmemektedir.

Netice olarak Rum Lider Anastasiadis’in müzakerelerden beklentisi bellidir. Rum Lider, Türkiye’yi Ada’dan dışlayarak Kıbrıs Türklerini azınlık konumuna düşüren, tamamen Rum egemenliğine dayalı bir çözüme ulaşmak istemektedir. Kıbrıslı Türklerin 1963, 1964, 1967 ve 1974 yıllarında uğradığı katliamlar, Kıbrıs Türk halkının kolektif hafızasına âdeta kazınmış bulunmaktadır. Benzer olayların tekrarlanmamasını kim garanti edebilecektir? AB mi? Elbette hayır. Kıbrıslı Türk soydaşlarımızın güvenliğinin yegâne garantörü Anavatan Türkiye’dir. Ada’da kırkbeş yıldır barış ve huzurun güvencesi olan Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’dir. Bu nedenle KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın, kırkbeş yıldır Ada’da barış ve huzurun güvencesi olan Türkiye’nin hassasiyetleri çerçevesinde ve Ada’daki gerçekler temelinde, millî bir politika takip etmesi son derece önemlidir.

Şimdi Rum tarafında, Annan Planı ile kaçırıldığı düşünülen tarihî fırsatın, Türkiye’nin yoğun gündeminden de istifade ederek yeniden yakalanabileceği hesabı yapılmaktadır. Fakat ne AB’nin ne de küresel güçlerin baskısı, Kıbrıs’ta Rumlar lehine bir anlaşmayı mümkün kılacaktır. Anavatan Türkiye’nin kırmızı çizgilerini hiçbir güç ihlal edemeyecektir. Uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerine dayanan Türkiye’nin, Kıbrıs’ta bir oldu bittiye izin vermesi de mümkün değildir. Bilinmelidir ki Kıbrıs Adası’nın bir “Yunan Adası” olmasına asla müsaade edilmeyecektir.

Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan Kıbrıs’ın yegâne güvencesi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir. Bu meyanda Türkiye, Kıbrıs Türk halkı üzerindeki tarihî ve kültürel sorumluluğunun bilinciyle ve uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve yükümlülükleri çerçevesinde, sadece Kuzey Kıbrıs’ın değil, tüm Ada’nın garantörü olarak Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de barış ve huzura katkı sağlamaya devam edecektir.

Kıbrıs’ta umutların yeniden yeşerebilmesi için evvela Rumların Ada’nın gerçeklerine inanmış olmaları ve ikiyüzlü diplomasiyle dünya kamuoyunu aldatmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir. Türkiye’nin ise, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmesi, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemesi büyük önem arz etmektedir. Bu anlamda, GKRY’nin Doğu Akdeniz’deki tek yanlı doğalgaz arama çalışmaları uluslararası hukuka aykırıdır. Zira Kıbrıs Türk halkının Ada üzerinde, Rumlarla eşit siyasi ve ekonomik hakları vardır ve iki halkın ortak iradesi olmadan yürütülen tüm çalışmalar hukuka aykırı olacaktır.

Nihayet bilinmelidir ki Kıbrıs meselesi sonsuza dek masada kalamaz. Zira Kıbrıs Türk halkına uygulanan ağır izolasyonlar ve yıkıcı ambargolar insanlık dışıdır ve sürdürülebilir bir durum değildir. Rum-Yunan tarafının Kıbrıs Türk toplumuna yönelik bu haksız ve insafsız tutumları karşısında Anavatan Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin sabrı tükenmek üzeredir. Bu nedenle, makul bir süre içerisinde, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde -ki gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir- Rumların uluslararası kamuoyunu aldatma girişimlerine bir son verip mevcut statünün devamını, yani KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınmasını sağlamanın en doğru yol olacağını da tüm tarafların dikkatine sunmak isteriz.

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/son-gelismeler-isiginda-kibris-a-bakis-9481

Share This:

Rauf Denktaş’ın Anısına

Rauf Denktaş’ın Anısına – Nejat ÇOĞAL – Türk Ocakları

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin 1. Cumhurbaşkanı, Devlet Kurucusu, Millî Kahraman, Baş Mücahit ve Millî Kıbrıs Davası’nın yılmaz savunucu Merhum Rauf Denktaş’ı, vefatının 7. yıldönümünde rahmetle anıyoruz. 13 Ocak 2012 tarihinde vefat eden Rauf Denktaş, Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni kurduğu günde (13 Ocak 1975) vefat etmiştir. Ömrünü Kıbrıs Türklüğünün bağımsızlık mücadelesine adayan bu millî kahraman, Anavatan Türkiye’ye daima bağlı kalmış; halkı için verdiği mücadelede Türkiye’nin ve Türk milletinin menfaatlerine halel getirmemek için azami gayret sarf etmiştir. “Türkiye olmadan cennete bile girmem.” sözleriyle, Anavatan’a bağlılığını ifade eden Denktaş, İngiliz Koloni İdaresi altında yaşayan Kıbrıs Türk Toplumu’nu, kendi Devlet çatısı altında, kendi ülke topraklarında egemenliğini kullanan, bağımsız Kıbrıs Türk Halkı’na dönüştürmüştür.

Ömrünü Kıbrıs Davası’na adayan Rauf Denktaş, Dr. Fazıl Küçük’ün yanında mücadele vermek üzere savcılık görevinden istifa etmesinin ardından, 1957 yılında Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Başkanlığına seçilmiş ve aynı yıl, Rumların terör saldırılarına karşı Kıbrıs Türk Halkı’nı savunmak üzere Türk Mukavemet Teşkilatının kurulmasına katkı sağlamış; 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarının hazırlanmasında önemli rol oynamış; 1964 yılında Makarios tarafından “Ada’da İstenmeyen Adam” ilan edilerek Kıbrıs’a girişi yasaklanmış; 1967 yılında Rum Yönetimi tarafından tutuklanarak hapse atılmış; 1968 yılında Glafkos Klerides’le birlikte ilk toplumlararası görüşmeleri başlatmış; 1970 yılında Kıbrıs Türk Cemaat lideri seçilmiş; 1975 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kuruluşunu ilan etmiş ve ilk Devlet Başkanı seçilmiş; 1977’de Makarios’la Doruk Anlaşması’nı imzalamış; 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilan etmiş ve ilk Cumhurbaşkanı seçilmiş; 1980’li yıllarda BMGS Perez De Cuellar, 1990’lı yıllarda BMGS Butros Gali ve 2000’li yılların başlarında BMGS Kofi Annan aracılığında yapılan zorlu çözüm müzakerelerine katılmış ve nihayet dört dönem yürüttüğü KKTC Cumhurbaşkanlığı görevini, 2005 yılında yapılan seçimlere katılmayarak Mehmet Ali Talat’a devretmiştir.

Kıbrıs Davası ile ilgili onlarca kitabı yayımlanan Rauf Denktaş, hayatı boyunca Kıbrıs Türk Halkı’nın uluslararası toplumda onurlu ve saygın bir yer edinmesi için mücadele etmiştir. Anavatan Türkiye ilişkilerini büyük bir incelikle ve dengeli bir üslupla yürütmüş, Kıbrıs Türk Halkı’nın hızla demokrasiye geçişini sağlamış, uluslararası toplumda büyük bir saygınlık kazanmış ve hayatının sonuna kadar uyarma, aydınlatma ve yol gösterme görevini yerine getirmiştir. Nihayet kurucusu olduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni, Kıbrıs Türklüğüne emanet etmiştir.

Kuşkusuz, Kıbrıslı Türklerin koloniden bağımsız devlete ulaşması kolay olmamıştır. Kıbrıs Türk Halkı’nın bu bağımsızlık mücadelesinde büyük acılar çekilmiş; Rumların acımasız saldırılarından, uluslararası toplumun çifte standartlı tutumlarına kadar geniş bir yelpazede

mücadele verilmiştir. Bu mücadelede, Türk Milleti her zaman Kıbrıs Türk Halkının yanında olmuş, zaman zaman Türkiye’nin müdahale girişimleriyle Rum katliamlarının önüne geçilmiş ve nihayet 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile Ada’da kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmıştır. İşte bu zorlu mücadele yıllarında, Kıbrıs Türklüğüne Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş gibi önderler yol göstermiştir. Bu noktada, Merhum Rauf Denktaş’ın ömrünü adadığı, Kıbrıs Türk Halkı’nın bağımsızlık mücadelesinden kısaca bahsetmekte yarar bulunmaktadır:

Esasen, Kıbrıs Türklüğünün mücadelesi, bir varlık-yokluk yani ölüm-kalım mücadelesiydi. 1963-1974 yılları arasında, Rumların acımasızca yürüttüğü, Türkleri Ada’dan kovma ve etkisiz hâle getirme şeklinde özetleyebileceğimiz tedhiş politikası sonucunda, Kıbrıslı Türkler, Ada’nın %3’ü kadarlık bir kısmına sıkıştırılmış ve âdeta yok olma noktasına getirilmişti.

Rum mezalimi altında büyük acılar çeken, birlikte barış içinde yaşama arzularını müteaddit defalar ortaya koymalarına rağmen, komşuları Rumlardan olumlu karşılık bulamayan ve üstelik uluslararası toplumdan tecrit edilerek yaşam alanları daraltılan Kıbrıslı Türklerin yalnızlığı ve uğradığı haksız muameleler, Kıbrıslı Türklerin kolektif hafızasına, âdeta kazınmıştır. Ada’yı tümüyle “Helenleştirmek” için; İslamiyet’e imanla, Türk diline, gelenek ve göreneklerine inatla bağlı olan Kıbrıs Türklüğünü ortadan kaldırmak gerektiğine inanan “enosis” hayalperestlerinin acımasız terör saldırıları karşısında millî bilinci gelişen Kıbrıs Türkleri, Türkiye’nin de soydaşlarına sahip çıkmasıyla birlikte kültürel, sosyal ve siyasal kimliklerini muhafaza etmek anlamında ciddi bir direnç noktası yakalamışlardır. Kıbrıslı Türkler, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ile nihayet, 82 yıl süren İngiliz sömürge yönetiminden kurtulmuşlar ve Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisi altında, Rumlarla ortak bir devlet çatısı altında, egemenliklerini kullanmaya başlamışlardır.

Fakat çok geçmeden Kıbrıslı Türkler, ortak devlet mekanizmasından kovulmakla kalmamışlar; uğradıkları katliamlar ve sürgünlerle, yüzyıllar boyunca birlikte yaşadıkları Rumlar tarafından âdeta sırtlarından bıçaklanmışlardır. Yunanistan tarafından desteklenen Rum Millî Muhafız Ordusu ve EOKA-B terör örgütünün öncülüğünde gerçekleştirilen 1963–1964 katliamları, 1967 buhranı ve 1974 Rum terör saldırıları karşısında savunmasız kalan Kıbrıslı Türkler; çocuk, kadın denmeden acımasızca öldürülmüş; evlerinden ve köylerinden sürülmüş ve bir toplumun hafızasına, asla unutulmayacak kötü izler bırakılmıştır. Rumların komşuları olan Türklere yaşattıkları bu acı olaylar, Kıbrıs’ta iki toplumun artık birlikte bir arada yaşama şansını tamamen ortadan kaldırmış ve 1974 yılına gelindiğinde bu gerçeğe dayalı olarak, Kıbrıslı Türkler de kendi siyasi örgütlenmelerini önemli ölçüde tamamlamışlardır.

Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta “enosis”i gerçekleştirme ve kuşatma altına aldıkları Kıbrıslı Türkleri yok etme aşamasına geldikleri bir sırada, Türkiye’nin, Garanti Anlaşması’ndan kaynaklanan yetkisini kullanarak düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk Toplumunu, âdeta uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Kıbrıs Türk Toplumunu korumak ve Ada’da anayasal düzeni yeniden sağlamak amacıyla gerçekleştirilen Barış Harekâtı, aynı zamanda darbeci Sampson Hükûmeti’ni ve onun destekçisi Yunan Cuntası’nı devirmiş; böylece Yunanistan halkına da demokrasiyi hediye etmiştir. Zaten Rumların zorlamalarıyla birbirinden Kuzey ve Güney olarak fiilen ayrılmış bulunan her iki toplum, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ardından doğal olarak sınırlarını da belirginleştirmiştir. Kıbrıslı Türkler, zaten yoğun olarak yaşadıkları kuzey bölgelerinde, Türkiye’nin de garantörlüğü ve desteğiyle huzurlu ve güvenli bir ortamda yaşamaya başlamışlardır. Ada’nın fiilen ikiye bölünmesinin asıl nedeninin, esasen 1974

Barış Harekâtı değil, Rumların Türklere karşı uyguladıkları katliam ve sürgün politikaları olduğunu da burada belirtmemizde yarar bulunmaktadır.

Sonuç olarak Rumların, savunmasız Kıbrıslı Türkleri evlerine ve köylerine aylarca hapsedip onlara katliam uyguladıklarında ve nihayet evlerinden, topraklarından göçe zorladıklarında, soydaşlarının imdadına Türkiye yetişmiştir. Kıbrıs Türk Halkının Lideri Rauf Denktaş, Anavatan Türkiye’nin bu fedakâr tutumunu her zaman takdir etmiş; Türk askerinin Ada’ya yerleşmesi ve ilelebet burada kalması için de her türlü çabayı sarf etmiştir. Kıbrıslı Türklerin kendi egemenlikleri altında, barış ve huzur içinde yaşayabilmelerinin tek güvencesinin Türkiye olduğuna inanan ve bunu her fırsatta dile getiren Denktaş, vefatının ardından kendi eseri olan KKTC’yi de yine Türkiye’ye, Türk milletine emanet etmiştir. Evet, Türk Milleti, uğruna şehitler verdiği bu emaneti ilelebet muhafaza edecektir.

Bu vesileyle, Kıbrıs meselesinin millî bir davaya dönüşmesinde çok önemli katkıları olan büyük lider Dr. Fazıl Küçük ile örgütlenmenin ilk aşaması olan Federasyon’un ilk Başkanı Faiz Kaymak’ı da rahmetle anıyoruz.

KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, 2003 yılında, Kıbrıs Şehitliği’nde yaptığı bir konuşmada, Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisinin kaldırılması hâlinde yaşanacakları şöyle özetlemektedir: “…Anadolu dağlarına bakarak ağlayacağız, şehitlerimizi yine gizli gizli gömeceğiz. Kaçacak yer arayacağız, ama bulamayacağız.” Anavatan Türkiye’nin vazgeçilmez önemini bu şekilde ifade eden Merhum Rauf Denktaş, sadece Kıbrıslı Türklerin değil, tüm Türk Dünyasının kahramanı idi. Allah rahmet eylesin…

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/rauf-denktas-in-anisina-9229

Share This:

Kıbrıs Türk Barış Harekâtı 44 Yaşında

Nejat ÇOĞAL

21.07.2018

Kıbrıs Türk Barış Harekâtı’nın 44. Yıldönümü Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde törenlerle kutlandı. Bilindiği gibi, 20 Temmuz 1974 tarihli Barış Harekâtı ile Ada’nın tümüyle Helenleştirilmesine ramak kala Yunan Cuntası devrilmiş, Kıbrıslı Türkler Rum mezaliminden kurtarılmış ve Kıbrıs Türk Halkı o tarihten itibaren kalıcı bir barış ve huzur ortamında yaşamaya başlamıştır. Kıbrıs’ta 44 yıldır süregelen barış ve huzur ortamının sonsuza dek sürmesi dileklerimizle yazımıza başlayalım.

Bilindiği gibi, Türkiye’nin Londra ve Zürih Anlaşmalarına dayanarak yaptığı 1974 Kıbrıs Harekâtı, gerek Ada’ya ve gerekse Doğu Akdeniz’e barış getiren, stratejik bir adım olarak tarihe geçmiştir. Öyle ki o dönemde Kıbrıslı Türkler bir varlık-yokluk yani ölüm-kalım mücadelesi içinde idi. Zira, 1963-1974 yılları arasında, Rumların acımasızca yürüttüğü, Türkleri Ada’dan kovma ve etkisiz hale getirme şeklinde özetleyebileceğimiz tedhiş politikası sonucunda, Kıbrıslı Türkler, Ada’nın %3’ü kadarlık bir kısmına sıkıştırılmış ve adeta yok olma noktasına getirilmişti. İşte, Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta enosis’i gerçekleştirme ve kuşatma altına aldıkları Kıbrıslı Türkleri yok etme aşamasına geldikleri bir sırada, Türkiye’nin, Garanti Anlaşmasından kaynaklanan yetkisini kullanarak düzenlediği Kıbrıs Türk Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk Toplumunu, adeta uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır.

Kıbrıs Türk Toplumunu korumak ve Ada’da anayasal düzeni yeniden sağlamak amacıyla gerçekleştirilen Barış Harekâtı, aynı zamanda darbeci Sampson hükümetini ve onun destekçisi Yunan Cuntası’nı devirmiş, böylece Yunanistan halkına da demokrasiyi hediye etmiştir. Zaten Rumların zorlamalarıyla birbirinden Kuzey ve Güney olarak fiilen ayrılmış bulunan her iki toplum, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ardından doğal olarak sınırlarını da belirginleştirmişlerdir. Kıbrıslı Türkler, zaten yoğun olarak yaşadıkları kuzey bölgelerinde, Türkiye’nin de garantörlüğü ve desteğiyle huzurlu ve güvenli bir ortamda yaşamaya başlamışlardır.

Sırf Enosis’in kim tarafından ve hangi yöntemle gerçekleştirileceği konusundaki anlaşmazlıkları yüzünden Rumlar ve Yunanlıların aynı zamanda birbirlerini de katlettikleri bir dönemde gerçekleştirilen Türk Barış Harekâtı, esasen Rumlara da barışı getirmiştir. Nitekim, Peder Papasastos isimli bir Rum’un, “Söylemesi çok zor ama, Türk müdahalesinin, acımasızca birbirimizi öldürdüğümüz savaştan bizi koruduğu da bir gerçektir. Onlar (Sampson Rejimi) Makarios taraftarı olanların listesini hazırlamış olup hepsini öldüreceklerdi.” şeklindeki itirafı, enosis hayalperestlerinin o zamanki durumunu göstermesi bakımından anlamlıdır. Öyle ki, Rumların Cumhurbaşkanı Makarios bile son anda Ada’dan kaçarak, Yunan Cuntasından canını zor kurtarmıştır.

Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta gerçekleştirdiği darbenin ardından Ada’dan kaçan Makarios, soluğu New York’da almış, 19 Temmuz 1974 tarihinde BM Güvenlik Konseyi’nde yaptığı konuşmada “Yunanistan’ı adayı işgal etmekle suçlamış”, Yunanistan Büyükelçisi de cevaben Makarios’u “1963 Aralık ayında feci çatışmaların ortaya çıkmasına ve böylece Ada’nın Yeşil Hat boyunca fiilen bölünmesine sebep olmakla” itham etmiştir.

Yine, GKRY Eski Lideri Dimitris Hristofyas “”Cuntayı suçlamaktan vaz mı geçelim? Yani tarihi gerçeği söylemekten vaz mı geçelim? Bu halkın tarihi gerçeğini çarpıtalım mı? En sonunda darbeyi Makarios’un yaptığını mı söyleyelim? Darbeyi kim yaptı? Niçin Türkiye bu fırsatı kaçırmadı?” demek suretiyle, 1974 Kıbrıs Türk Barış Harekatı’nın haklı gerekçelerini de bir nevi itiraf etmiştir.

Gerçek şu ki, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan itibaren Ada’da kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmıştır ve her ne kadar Rumlar görmek istemese de Kıbrıslı Türkler, kendi topraklarında, bağımsız bir devletin çatısı altında, dünya siyasi arenasında varlıklarını sürdürmeye devam etmektedirler. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963 yılında ortak devlet vasfını kaybetmiş ve Kuruluş Anlaşmalarına göre hukuken meşruluğunu yitirmiştir. Halen, Güney Kıbrıslı Rumların kontrolündeki ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin’ Kıbrıs Türk Toplumu üzerinde hiçbir egemenlik hak ve yetkisi yoktur ve sadece Güney Kıbrıslı Rumları temsil etmektedir.

Nitekim, Garantör Devletler tarafından 30 Temmuz 1974 tarihinde kabul edilen Cenevre Deklarasyonu’nda şu iki husus teyit edilmiştir;

– Anayasal Hükümet artık mevcut değildir,
– Kıbrıs’ta iki ayrı özerk yönetim vardır; biri Kıbrıs Türk, diğeri Kıbrıs Rum.

Adanın fiilen ikiye bölünmesinin asıl nedeninin, Rumların iddia ettikleri gibi 1974 Barış Harekâtı değil, Rumların Türklere karşı uyguladıkları katliamlar ve sürgün politikaları olduğunu da burada belirtmemizde yarar bulunmaktadır. Bu nedenle,  Rum-Yunan tarafının Türkiye’nin Ada’yı böldüğü yönündeki iddiası tarihi gerçeklerle bağdaşmayan mesnetsiz iddialar olmaktan öteye gidemeyecektir. Esasen, toplumlararası görüşmelerin başladığı 1968 yılından bu yana tüm çözüm önerilerini tek taraflı reddeden Rumlar bu uzlaşmaz tavırlarıyla Ada’daki bölünmeyi pekiştirmişlerdir. 1963-1964 yılları arasında yaşanan talihsiz olaylar Ada’nın fiilen ikiye bölünmesinin zeminini hazırlamış ve nihayet 15 Temmuz 1974 Yunan Darbesiyle bölünme kaçınılmaz hale gelmiştir.

Öte yandan, Türkiye’yi ‘işgalci’, Türk Barış Harekâtını ise ‘gayrimeşru’ göstermeye çalışan Rum/Yunan tarafına, Atina Yargıtayı’nın (Athens Court of Appeals), “Kıbrıs’a yapılan Türk askeri müdahalesinin Zürih ve Londra Anlaşmalarına göre yasal olduğu” na hükmeden 2658/79, Nolu, 21 Mart 1979 tarihli kararına bakmalarını tavsiye etmekteyiz. Türkiye, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisini kullanarak Ada’ya müdahale etmiştir. 44 yıldır Ada’da kan akmıyorsa, bunun yegâne sebebi Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’nin Ada’daki varlığıdır. Kıbrıs Türk Halkı, kendisi açısından tek güvenilir garantinin Türkiye’nin etkin güvencesi olduğuna inanmaktadır ve Kıbrıslı Türkler için Lozan Anlaşması statüsünde olan bu güvencenin kaldırılmasını Kıbrıs Türk Halkından istemeye kimsenin hakkı yoktur.

Velhasıl, Kıbrıs’ta 44 yıldır süregelen barış ve huzur ortamının ilelebet devam etmesi için, Ada’nın gerçeklerinin Kıbrıslı Rumlar başta olmak üzere Dünya kamuoyu tarafından çok iyi bilinmesi ve muhtemel bir çözümün de bu gerçekler temeline oturtulması gerekmektedir. Şimdi, Ada’nın bu vazgeçilmez gerçeklerine kısaca bir göz atalım:

– 1960Garanti ve ittifak Anlaşmaları hala yürürlüktedir.
– Ada’da dini, dili ve kültürü tamamen birbirinden farklı iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen devlet vardır.
– 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963 yılında ortaklık statüsünü kaybetmiş ve bu tarihten itibaren sadece Rumları temsil eden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi haline dönüşmüştür.
– Kıbrıslı Türkler Adanın Kuzey kesiminde, kendi ülke sınırları içerisinde, bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) eliyle egemenliklerini kullanmaktadırlar.
– Türkiye, kesinlikle Ada’da ‘işgalci’ konumunda olmayıp, barış ve huzurun güvencesi olarak Ada’daki varlığını sürdürmektedir.
– Adanın fiilen ikiye bölünmesinin asıl nedeni, esasen 1974 Barış Harekâtı değil, Rumların Türklere karşı uyguladıkları katliamlar ve sürgün politikalarıdır.
– Osmanlı Devleti’nin bakiyesi konumundaki diğer tüm Müslüman-Türk Topluluklarında olduğu gibi, Kıbrıs Türk Toplumu üzerinde de Türkiye’nin tarihi ve kültürel sorumlulukları bulunmaktadır. Ayrıca, Ada Türkiye’nin stratejik çıkarları açısından vazgeçilmez bir öneme sahiptir.
– Kıbrıslı Rumların “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla AB’ye üye yapılması, uluslar arası hukuka aykırı olmuştur.
– Kıbrıs Türk Tarafı daima çözümden yana tavır takınmış, Ada’da, tamamen eşit iki toplumlu, iki kesimli bir Federasyon kurulması yönündeki BM çabalarını desteklemiş, fakat Rumlar her defasında bu çözüm formüllerini reddeden taraf olmuştur.
– Kıbrıs Türk Halkına AB tarafından verilen sözler tutulmamış, vaat edilen mali yardımlar yapılmamış, Doğrudan Ticaret Tüzüğü uygulanmamış ve Kıbrıslı Türkler üzerindeki yıkıcı izolasyonlar kaldırılmamıştır.
– Rumların “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık”, “tek uluslar arası kişilik” gibi kavramlara, Rum egemenliğine dayanan anlamlar yüklediğini dikkate almak gerekmektedir.
– AB’nin KKTC’yi, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin etkin kontrolü altında bulunmayan bölgeler’ olarak nitelemesi ve tüm izolasyonlara rağmen Kıbrıslı Türkleri de AB vatandaşı olarak görmesi doğru değildir.
– Kıbrıs’ta çözüm, BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Ayrıca, Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğü devam edecektir.
– Kıbrıslı Liderler tarafından ulaşılacak bir çözüm, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.
– Ada’da her iki halkın meşru ve temel hak ve çıkarlarını gözetecek adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılamaması halinde, mevcut statünün devam etmesi ve KKTC’nin milletlerarası camia tarafından tanınmasına yönelik çabaların artırılması en uygun yol olacaktır.

Netice itibariyle, 1974 Kıbrıs Türk Barış Harekâtı ile Rumların Kıbrıslı Türkleri Ada’dan kovma ve yok etme girişimleri durdurulmuş ve Ada’da kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmıştır. Uluslararası Anlaşmalara dayanılarak gerçekleştirilen Barış Harekâtı aynı zamanda Yunanistan’a da demokrasiyi getirmiştir. Ayrıca, Ada’da bulunan Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum Halklarının birlikte barış içinde yaşamalarının yegâne güvencesidir. Dolayısıyla, ne Ada’daki Türk Askeri varlığının ne de Garanti ve İttifak Anlaşmalarının tartışma konusu yapılması düşünülemez. Kendi hayat alanının tam merkezinde yer alan, Osmanlı’nın bakiyesi konumundaki Kıbrıs’ın güvenliği ve nihayet Ada’da kalıcı bir huzur ortamının sağlanması, Türkiye’nin birinci önceliği olmaya devam edecektir. Bu vesileyle, Kıbrıs Türk Halkının 20 Temmuz Barış ve Özgürlük Bayramını kutluyoruz.

 

 

Share This:

GÜNEY KIBRIS’IN AB ÜYELİĞİNİN HUKUKİ DEĞERLENDİRMESİ

Nejat ÇOĞAL *

Avrupa Birliği, Türkiye’nin tam üyelik katılım sürecini Kıbrıs ipoteği altına almış bulunmaktadır. Brüksel, Güney Kıbrıs’ı tek taraflı olarak bünyesine alarak, Kıbrıs Meselesini içinden çıkılmaz hâle getirmiştir. Geldiğimiz noktada ise, haksız bir şekilde üye yaptığı Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni (GKRY) resmen ve fiilen tanıması için Türkiye’ye ağır baskılar uygulamaktadır. Avrupa Birliği’nin, 2004 yılında, uluslararası anlaşmalar hilafına Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni Birliğe dâhil ederken göz ardı ettiği “Birliğin Kurucu İlkelerini”, Türkiye söz konusu olunca gündeme getirmesi ise manidardır. Zira, Güney Kıbrıs’ın güya tüm Ada’yı temsilen AB üyesi yapılmasıyla hem uluslar arası anlaşmalar (Zürih ve Londra Anlaşmaları) ve hem de AB’nin “komşularıyla problemli olan (sınır sorunları olan) ülkelerin AB’ye üye olamayacağı” kuralı çiğnenmiştir. Ne var ki Kıbrıs’ta çözüm “AB’nin kurucu ilkelerine” göre değil, “Ada’nın gerçekleri temelinde ve uluslar arası hukuka uygun bir şekilde” gerçekleşecektir. Brüksel’in 2004’te yapılan yanlışı düzeltmek yerine, bu yanlışa dayanarak Türkiye’nin AB sürecini engellemeye çalışması, tam anlamıyla bir çifte standarttır.

Kıbrıs meselesinin AB platformuna taşınarak bu kanaldan Rumlar lehine bir çözüme ulaşılması senaryosu, GKRY’nin 1990 yılında Avrupa Topluluklarına tam üyelik başvurusu ile start almıştı. Aslında Rumların AB süreci, tamamen yasadışı kazanımlar elde edebilme umuduyla başladı diyebiliriz. 1980’lerin sonunda Yunanistan Başbakanı Andreas Papandreou Kıbrıs Rum liderliğini, AB üyeliği için ikna etmeyi başarmış ve senaryo uygulamaya geçirilmişti. Bu şekilde, Rum/Yunan tarafı, Türkiye’nin ileride muhtemel AB tam üyelik başvurusundan ve tam üyelik sürecinden azami ölçüde yararlanılacaktı. Kısaca, Türkiye’nin Avrupa perspektifi istismar edilecekti. Nitekim, 2005 yılında Yunanistan, Türkiye-AB Gümrük Birliği sürecinin başlatılabilmesi için GKRY ile müzakere tarihi verilmesini şart koşmuş ve bu şantajı karşılığında istediğini almıştı.

 

İşte bu beklentilerle başlatılan GKRY’nin AB üyelik süreci taraflar arasında ciddi tartışmalara kaynak teşkil etmiştir. Türkiye 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarına aykırı olacağı iddiasıyla bu başvuruya karşı çıkmıştır. Rumlar her defasında Yunanistan’ın da desteğiyle Türkiye’nin itirazlarını bertaraf etmeyi ve hatta adım adım ilerlemek suretiyle 2004 yılında AB’ye tam üye olmayı başarabilmişlerdir. Ne var ki Rum/Yunan tarafının bu başarısı bugün AB için ciddi bir hata, Türkiye için ise talihsiz bir gelişme olarak değerlendirilmektedir. Geldiğimiz noktada Rumların AB üyeliği, hem Türkiye-AB ilişkilerinin ve hem de Doğu Akdeniz’deki barış ve istikrar ortamının temellerine atılmış bir dinamit misali, birçok krizin başlıca sebebi olarak gündemi meşgul etmektedir.

 

.                                                      .                    

* Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, İstihbarat Daire Başkanı. Araştırmacı-Yazar.

 

 

 

 

 

2004 yılında, Kıbrıs Türk Halkının Annan Planına “evet”, Kıbrıslı Rumların “hayır” demesine rağmen, üstelik de Birliğin prensiplerini çiğnemek uğruna, Kıbrıs Rum Kesimi’nin tüm Ada’yı temsilen AB üyesi yapılması büyük bir hata olmuştur. Yunanistan’ın 2004 yılındaki genişleme dalgasını veto etme şantajına boyun eğen (boyun eğmiş gibi görünen) Brüksel, uluslar arası anlaşmaları da çiğnemekten geri kalmamıştır. Rumların haksız bir şekilde AB üyesi yapılması esasen Ada’da devam etmekte olan kapsamlı çözüm sürecini de baltalamış bulunmaktadır. AB üyesi olmanın ve uluslar arası camiada meşru Kıbrıs hükümeti olarak tanınıyor olmanın verdiği rahatlıkla hareket eden Rumların adil ve kapsamlı bir çözüme yanaşmalarını beklemek nafiledir.

 

Kuşkusuz Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Rumlarla yapılacak kabul edilebilir bir ortak çözüm çerçevesinde AB üyeliğini desteklemişlerdir. Fakat, Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türklerle bir anlaşmaya varmadan AB üyeliğine kabul edilmesi, esasen Kıbrıslı Türklere, Türkiye ile birleşmekten başka bir alternatif bırakmamıştır.[i] 

 

Peki, GKRY’nin AB üyeliği yasal mıdır? Rumların AB üyeliği 1959 Londra ve Zürih Anlaşmalarına, 1960 Garanti Anlaşması’na ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına aykırı değil midir? Hatta, AB’nin temel prensipleri ihlal edilmemiş midir? AB’nin bu üyelikten ne gibi bir çıkarı olmuş ya da bu üyelik AB’ye nelere mal olmuştur? Bu bölümde bu konuları irdelemeye çalışacağız. Bu bölümün hazırlanmasında, milletlerarası camiada geniş kabul gören, tanınmış uluslar arası hukukçu Professor Maurice H. Mendelson’un görüşlerinden de yararlandığımızı belirtmekte fayda bulunmaktadır.[ii]

 

1990 yılında GKRY, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adıyla AB’ye üye olmak için başvurdu. 1993 yılında, Avrupa Komisyonu, bu başvuru hakkında olumlu görüş belirten bir rapor yayınladı. Bu dönemde AB Komisyonu, Kıbrıs Rum otoritelerinin tüm Ada veya tüm Ada nüfusu adına konuşmaya yetkisi olmadığı yönündeki KKTC’nin itirazını da reddetti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de KKTC’nin, Ada’da ayrı bir devlet oluşturulduğu yönündeki başvurusunu reddetmiş ve Avrupa Birliği, BMGK’nin bu görüşünü takip etme ihtiyacını duymuştur.

 

1925’ten 1960 yılına kadar Kıbrıs, İngiliz Kolonisi olarak kalmıştır. 1959 yılında, Türk ve Yunan hükümetleri bir araya gelerek, Kıbrıs’taki iki toplumun liderlerinin de onayını almak suretiyle bağımsız bir Kıbrıs hükümetinin ana prensipleri üzerinde anlaşmaya varmışlardır. İki toplumun karşılıklı şüpheleri ve özellikle de nüfusu az olan Kıbrıs Türk Toplumunun güvenlik endişelerini gidermek bakımından çok sayıda güvenlik tedbirleri anayasaya yerleştirildi. Bunlar anayasanın değiştirilemez maddeleriydi ve dışişleri konusunda alınacak birçok kararlarda olduğu gibi belli konularda her iki topluma da veto hakkı veriyordu.

 

Uluslar arası alanda Kıbrıs’ın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte üç temel anlaşma üzerinde mutabakata varıldı; İttifak Anlaşması, Kuruluş Anlaşması ve Garanti Anlaşması. İttifak anlaşması ortak savunma ve Ada’da konuşlanacak Türk ve Yunan Askeri konusunu düzenlemekteydi. Kuruluş Anlaşması esas olarak Ada’daki İngiliz egemen üslerinin elde tutulmasıyla ilgiliydi. Bizim konumuzu ilgilendiren anahtar Anlaşma, Garanti Anlaşması’dır.

 

Garanti Anlaşması; “Kıbrıs Cumhuriyeti bir taraf ve Yunanistan, Türkiye ve İngiltere diğer taraf” ifadesiyle başlamaktadır.

 

MADDE 1. Kıbrıs Cumhuriyeti, kendi bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini devam ettirmeyi ve anayasaya saygıyı güven altına almayı üstlenir. (taahhüt eder)


Kıbrıs Cumhuriyeti, ayrıca tümüyle veya bir bölümüyle herhangi bir devlet ile hiçbir şekilde siyasi veya ekonomik bütünleşmeye girmeyeceğini taahhüt eder. (sorumluluğunu yüklenir)


Kıbrıs Cumhuriyeti, bu maksatla adanın gerek birleşmesini, gerekse taksimini doğuracak doğrudan doğruya (direkt olarak) veya dolaylı olarak gerçekleştirmeye yardımcı ve teşvik edici tüm hareketleri yasaklar.

 

MADDE 2. Yunanistan, İngiltere ve Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1’nci maddede belirtilen taahhütlerini kaydederek, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasanın temel maddeleri ile oluşan durumu (state of affairs) tanırlar ve garanti ederler.


Yunanistan, İngiltere ve Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin diğer herhangi bir devlet ile gerek birleşmesini. gerekse Ada’nın taksimini doğrudan doğruya, veya dolaylı olarak gerçekleştirmeye yardım ve teşvik edici bir amacı olan tüm hareketleri kendi yetki ve ilgileri oranında önlemeyi üstlenirler. “

Burada belirtilmesi gereken ilk husus Garanti Anlaşması’nın hâlâ yürürlükte olduğudur. Bazı akademik yorumcular Anlaşmanın geçerliliğini sorgulamaktadırlar. Ancak, taraflardan hiçbirisi böyle bir pozisyona girmemiştir. Yani taraflardan hiçbirisi Anlaşmanın geçersiz olduğunu ya da sona erdiğini iddia etmemiştir. Yine taraflardan hiçbirisi, bazıları öyle bir eğilim içinde olsalar bile Anlaşmayı sona erdirecek diplomatik (resmi) bir adım atmamıştır. BMGK de böyle bir pozisyon içine girmemiştir. Tüm bunlar göstermektedir ki Garanti Anlaşması hâlâ yürürlüktedir.

 

Hukuki olarak hâlâ geçerli olan 1960 düzenlemeleri, bir başka deyişle Garanti ve İttifak Anlaşmaları, Kıbrıslı Türkler için Lozan Anlaşması statüsündedir. 1963-1974 tarihleri arasında Ada’da yaşanan acı olaylar dikkate alındığında, Kıbrıs Türk Halkı, kendisi açısından tek güvenilir garantinin Türkiye’nin etkin güvencesi olduğuna inanmaktadır. Aslında Garanti Anlaşmasında öngörülen garanti, sadece üçüncü devletlere karşı değil, öncelikle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kendisine karşı öngörülmüştür. Çünkü yıkılmak için bir devlet kurmak istenmemiştir. Bu yüzden Garanti Anlaşmaları, kural olarak muayyen bir süre için değil, sürekli geçerli olmak üzere akdedilmiştir. Dolayısıyla Garanti Anlaşmalarının karakteri, tamamen “süreklidir” ve tabiatı gereği “çekilme veya fesih” imkânı yoktur. Ayrıca, Kurucu Anlaşmalarla Garanti Anlaşması’nın birbirinden bağımsız olarak mütalaa edilmesi mümkün değildir. Yani, 1960’ta Ada’da kurulan sistem ya bütünüyle uygulanacak ya da bütünüyle geçersiz kılınacaktır. GKRY’nin bugün Kurucu Anlaşmaların geçerliliğini koruduğunu iddia etmesi, Ada’nın tümü üzerinde hak iddia etme gayretlerinin bir sonucudur. Ancak Kurucu Anlaşmalar 1963’ten itibaren Rumlar tarafından ihlâl edilmiş, bu da 1960 yılında kurulan devletin sonunu getirmiştir. Buna karşın 1960 tarihli anlaşmaların ihlâli paralelinde ortaya çıkan gelişmeler, 1960’ta kurulan devletin yıkıldığını ve onun yerine iki yeni devletin doğduğunu ortaya çıkarmıştır.[iii]

 

Öte yandan, orijinal Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının, Ada’da vukuu bulan birçok yıkıcı olaylara rağmen hâlâ yürürlükte olup olmadığı hususu bir başka tartışma konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Kıbrıs Rum tarafı, fiili statünün bir gereği olarak Anayasanın sadece bazı bölümlerinin uygulanabilir olduğunu ve bazı bölümlerinin uygulanmasının ise imkânsız olduğunu iddia etmektedir. Ne var ki bu görüş birçok soruyu da beraberinde getirmektedir ve bu bakımdan kabulü imkânsız görünmektedir. Zira 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası değiştirilemez maddeleriyle bir bütündür ve kısmen uygulanma imkânı da bulunmamaktadır.

 

Kaldı ki bu Anayasa normal-ulusal bir anayasa niteliği taşımamaktadır. Yani bu anayasa, uluslar arası hukuk çerçevesinde ve bazı dış devletlerin müdahalesiyle hazırlanmış olağanüstü bir anayasadır. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti hem ulusal ve hem de uluslar arası uzlaşmanın bir neticesidir. Garanti Anlaşmasıyla ve dolayısıyla Anayasa’nın temel maddeleriyle hem Kıbrıs ve hem de Garantör Devletler Ada’da oluşturulan fiili statüyü muhafaza etmeyi taahhüt etmişlerdir.

 

Nitekim, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın 50. Maddesinin 1. Fıkrası şöyledir;

 

Cumhur Başkanı ve Cumhur Başkan Muavini, Temsilciler Meclisinin aşağıdaki konular ile ilgili herhangi bir kanun veya kararına veya onun herhangi bir kısmına karşı kesin veto hakkına, ayrı ayrı veya müştereken, sahiptirler:-

 

(a) Yunanistan Krallığının ve Türkiye Cumhuriyetinin ikisinin birden katıldığı milletlerarası teşekküller ve ittifak anlaşmalarına Cumhuriyetin katılması müstesna olmak üzere, dışişleri;

 

…”

 

Kısaca, Ada’daki her iki Toplum da Kıbrıs’ın uluslar arası örgüt üyeliğine karşı ayrı ayrı veto hakkına sahiptir. Taraflar bu veto hakkını ancak Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte taraf ya da üye olmadıkları uluslar arası örgütlere üyelik için kullanabileceklerdir. AB de işte böyle örgütlerden bir tanesidir. Anayasa’nın 50. Maddesinin 1. Fıkrası (a) bendi ve Garanti Anlaşması’nın 1. Ve 2. Maddesi açık hükümler içermektedir. Garanti Anlaşması’nın 1. Maddesinin 2. ve 3. Paragraflarını bu noktada tekrar hatırlamakta yarar bulunmaktadır;

 

Kıbrıs Cumhuriyeti, ayrıca tümüyle veya bir bölümüyle herhangi bir devlet ile hiçbir şekilde siyasi veya ekonomik bütünleşmeye girmeyeceğini taahhüt eder. (sorumluluğunu yüklenir)

 

Kıbrıs Cumhuriyeti, bu maksatla adanın gerek birleşmesini, gerekse taksimini doğuracak doğrudan doğruya (direkt olarak) veya dolaylı olarak gerçekleştirmeye yardımcı ve teşvik edici tüm hareketleri yasaklar.

 

Görüldüğü üzere, Kıbrıs’ın başka herhangi bir devletle doğrudan veya dolaylı birleşmesini hedef alan faaliyetlerde bulunması da Garanti Anlaşması ile yasaklanmış olup bu yasak garantör güçlerin taahhüdü altına alınmıştır. Bu da göstermektedir ki yasağı getirenler enosis’i yani Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi tehlikesini göz ardı etmemişlerdir. Bununla birlikte, Anlaşmanın “Yunanistan’la birleşmeden” değil “herhangi bir devletle(devletlerle) birleşmeden” bahsettiğini, bu anlamda Kıbrıs’ın Türkiye ile birleşmesinin de yasaklanmış olduğu hususu burada belirtilmelidir.

 

Rum tarafını destekleyen birleşik görüşe göre AB üyeliği, Yunanistan ile enosis’i teşkil etmek anlamına gelmemektedir. Ancak burada dikkate alınması gereken husus şudur ki Garanti Anlaşması sadece enosis’i yasaklamamaktadır. Bu yasak çok daha geniş bir çerçevede ele alınmak durumundadır. Tekrar hatırlatmak gerekirse, Garanti Anlaşması, Kıbrıs’ın dolaylı ya da direkt, ekonomik ya da siyasi, kısmen ya da tamamen başka herhangi bir devletle birleşmesini veya bu birleşmeyi amaçlayan faaliyetlerde bulunulmasını yasaklamaktadır. Yani, yasaklama sadece Türkiye ve Yunanistan’la sınırlı değildir. Mesela, Kıbrıs’ın Malta ile birleşmesi de Garanti Anlaşmasıyla yasaklanmış bulunmaktadır. Ayrıca, Anlaşmada yer alan “any state” ifadesi çoğul bir anlam içermekte yani birden fazla devleti kastetmektedir. Buradan çıkan sonuç şudur ki herhangi bir devletle birleşme yasağı, birden fazla devletle birleşme yasağını da içerir ki Avrupa Birliği birden fazla devletin oluşturduğu bir birliktir.

 

Bir an için Anlaşmadaki “state” ifadesinin tekil bir anlam ifade ettiğini düşünsek bile -ki burada bu devlet Yunanistan olacaktır- durum yine de değişmeyecektir. Zira Anlaşma sadece Yunanistan’la tam bir siyasal birleşmeyi yani enosis’i yasaklamamaktadır. Yasak aynı zamanda ekonomik de olsa Yunanistan’la kısmi birleşmeyi de kapsamaktadır. Böylesi bir birleşme dahi Yunanistan’la direkt ya da dolaylı, kısmi ya da tamamen ekonomik ya da siyasi birleşmek anlamına gelecektir ki bu da Anlaşmayla yasaklanmıştır. Kıbrıslı Rumların AB üyeliği ile birlikte, GKRY-Yunanistan arasındaki bağ daha da kuvvetlenmiştir. Elbette Yunanistan’ın Fransa’yla veya İngiltere’yle de bağları bulunmaktadır. Fakat gerçekçi olmak durumundayız. Zira Kıbrıs Rum nüfusunun Yunanistan’la dil, din, tarih, kültür ve siyasi duyarlılık bakımından çok yakın bir ilişkisi mevcuttur.

 

GKRY Lideri Glafkos Klerides’in (3 Haziran 1997 tarihli Rum basınına yansıyan) “Cumhuriyet’in AB üyeliği, hedefi doğrultusunda atılmış tamamen kozmetik bir adımdır. şeklindeki açıklaması, Rumların gerçek niyetini göstermesi bakımından anlamlıdır. Yine, Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis’in, Rumların AB’ye katılım sözleşmesinin imzalanmasının hemen ardından 18 Nisan’da Kıbrıs Rum Kesimi’ni ziyaretinde, “Enosis’i başardık” demesi, Rum/Yunan tarafının AB üyeliğinden ne beklediklerini açıkça ortaya koymuştur.

 

Diğer taraftan, AB diğer uluslar arası örgütlerden farklılık arz etmektedir. Mesela, Uluslararası Telekomünikasyon Birliği, gücü sadece telekomünikasyon alanıyla sınırlı uluslararası bir örgüttür. Fakat AB için durum başkadır. Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) nun Avrupa Topluluğuna (AT) ve nihayet Avrupa Birliği’ne dönüşmesi kuşkusuz tesadüfî değildir. Avrupa Birliği ismi bir ticari birliği, bir parasal birliği ifade etmektedir ki bunun siyasi birliğe dönüşmesi için çok gerekli adımlar zaten atılmış bulunmaktadır. AB Anayasası, Avrupa vatandaşlığı ve ortak savunma ve dış politika uygulamaları, siyasi birliği doğru atılmış çok ileri adımlardır. Kaldı ki AB, uluslarüstü (supranasyonel) bir yapıya sahip bulunmaktadır ve ulus devletler egemenlik haklarının bir kısmını Brüksel’e devretmiş durumdadırlar. Bu durumda, Kıbrıs’ın, kısmen dahi olsa bir devletler topluluğunun parçası olmadığını söylemek, herhalde abesle iştigal olacaktır.

 

Kaldı ki Garanti Anlaşması sadece başka devletlerle tam bir politik bütünleşmeyi değil, aynı zamanda kısmen dahi olsa ekonomik birleşmeyi ve bu amaca yönelik faaliyetleri de yasaklamış bulunmaktadır. İşte AB üyeliği, aynı zamanda ekonomik bir birleşmeyi de beraberinde getirmektedir.

 

GKRY’nin AB üyeliğinin yasal olduğunu iddia eden karşı görüşün ileri sürdüğü bir argüman da 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin BM üyesi olması ve Yunanistan’ın da aynı zamanda BM üyesi olması ve dolayısıyla bu durumun AB üyeliğiyle aynı olduğunun ileri sürülmesidir. Ancak bu noktada şu husus dikkatlerden kaçmaktadır; bu konu 1960 Anlaşmaları hazırlanırken değerlendirilmiş ve Kıbrıs’ın uluslar arası örgütlere üye olabileceği hususu kabul edilmiştir. Bu durumda şu iki ana parametrenin özellikle ihmal edildiğini söyleyebiliriz; birincisi BM, uluslar arası Telekomünikasyon Birliği ve Dünya Sağlık Örgütü gibi organizasyonların gevşek birlikler olduğudur. AB gevşek bir organizasyon değildir. İkincisi, Kıbrıs’ın uluslar arası organizasyonlara üyeliğine ancak Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın temel maddelerinde düzenlenen iki şarttan bir tanesi karşılanırsa izin verilebilir. Birinci şart Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte uluslar arası örgütün üyesi olmasıdır. Bu şartlar BM, Dünya Sağlık Örgütü ve UTB için sağlanmıştır. Bunlar için bir problem yoktur. Ancak bir diğer şart vardır ki o da GKRY’nin AB üyeliğini yasadışı kılmaktadır. Bu da, Kıbrıs’ın, Türkiye’nin üye olmadığı AB’ye katılma kararına karşı, Kıbrıs Türk Toplumunun yasal veto hakkına sahip olmasıdır. İşte GKRY’nin AB üyeliği sırasında Kıbrıslı Türklerin bu vetosu da dikkate alınmamıştır.

 

Öte yandan, Anayasa ve Kuruluş Anlaşması hükümlerine göre Kıbrıs garantör ülkelere, “en çok kayrılmış ülke” (most favoured nation” muamelesi yapmak zorundadır. Bu noktada GKRY’nin tüm Adayı ve dolayısıyla Kıbrıslı Türkleri değil sadece Kıbrıslı Rumları temsil ettiğini bir kez daha hatırlatmakta yarar bulunmaktadır. Farzedelim ki birleşmiş bir Kıbrıs Devleti AB üyesi oldu. Bu durumda dahi, Kıbrıs’ın Birlik üyesi olmayan Türkiye’ye en çok kayrılan ülke muamelesi yapması nasıl mümkün olabilirdi? Yani, Kıbrıs’ın Türkiye’den önce AB üyesi yapılması esasen Türkiye’nin uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan bir hakkını da ortadan kaldırmaktadır ki bu da Kıbrıs’ın AB ile kısmi birleşmesini (GKRY’nin AB üyeliği) yasadışı kılan bir diğer faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Konuya biraz da AB prensipleri açısından bakalım. AB Kıbrıslı Rumları tek taraflı olarak üye yapmakla büyük hata yapmıştır ve bu hatalarını Merkel gibi bazı AB Liderleri ve siyasetçileri de daha sonra itiraf etmişlerdir. AB Kıbrıslı Rumları haksız bir şekilde üye yaparken bir yandan uluslar arası anlaşmaları yok saymış ve bir yandan da genişleme konusundaki en önemli prensibini yani “komşularıyla problemli olan (sınır sorunları olan) ülkelerin AB’ye üye olamayacağı” kuralını çiğnemiştir.

 

GKRY’nin 1990 tarihli tam üyelik başvurusunun ardından, 1993 yılında, AB Komisyonu, başvuru ile ilgili bir rapor yayınlamış ve bu raporda tümüyle Rumların perspektifi esas alınmıştır. Raporu kaleme alan Serge Abou, rapordan sadece bir ay önce AB Bakanlar Konseyi tarafından kabul edilen Kopenhag Kriterlerini dikkate almamıştır. Abou’nun fikirleri büyük ölçüde Kıbrıs Rum Hükümeti’nin görüşlerini yansıtıyordu ve Kıbrıs’ta siyasi istikrar olması gerektiği kuralını yok sayıyordu. Eğer Kıbrıs Rum Kesimi Kıbrıs Türk Kesimi ile yapılacak bir anlaşma üzerine Ada’da istikrar sağlayamıyorsa, bu, Kıbrıs’ın politik olarak istikrarsız olduğu anlamına gelmektedir. Eğer, Kıbrıslı Rumlar nüfuzları altında olduğunu iddia ettikleri topraklarda hükümet edemiyorlarsa, politik vaziyet istikrarsız demektir.[iv] 

 

Ayrıca AB, 2004 yılında Ada’da yapılan referandumda Annan Planı’na “evet” demeleri halinde Kıbrıslı Türklerin de Rumlarla birlikte AB üyesi yapılacaklarına dair söz vermiş ve fakat bu sözünde durmamıştır. Üstelik Plana “hayır” diyen Rumlar üye yapılırken, Kıbrıslı Türkler dışarıda bırakılmıştır. Kuşkusuz AB bu çifte standartlı tutumuyla Kıbrıs Meselesini içinden çıkılmaz hale getirmiş ve aynı zamanda büyük bir probleme de taraf olmuştur.

 

Kıbrıs Rum Kesimi’nin, güya tüm Ada’yı temsilen ve ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adıyla, meşru Kıbrıs Hükümetiymiş gibi AB’ye alınması, Brüksel’in bir diğer yasadışı adımı olarak tarihe geçmiştir. Bu noktada Ada’nın tarihi gerçeklerinden kısaca bahsetmekte yara bulunmaktadır: 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti 1963 yılında Rumlar tarafından yıkılmış ve Kıbrıslı Türkler bu devletin tüm mekanizmalarından kovulmuşlardır. Böylece, Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti iki toplumlu, fonksiyonel federatif devlet niteliğini kaybetmiştir. Bu tarihten itibaren Kıbrıs Rum Devleti, tüm Ada’yı değil, sadece Kıbrıslı Rumları temsil etmektedir. Halen Ada’da iki ayrı halk ve iki ayrı devlet bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ifadesiyle, “GKRY yarım bir devlettir”. Bu gerçek, BM çözüm planlarında ve bazı kararlarında da teyit edilmiştir.

 

Garantör devletler tarafından 30 Temmuz 1974 tarihinde kabul edilen Cenevre Deklarasyonu’nda şu iki husus teyit edilmiştir;[v]

 

  1. Anayasal Hükümet artık mevcut değildir,
  2. Kıbrıs’ta iki ayrı özerk yönetim vardır; biri Kıbrıs Türk, diğeri Kıbrıs Rum. Garanti ve İttifak Anlaşmaları BM tarafından tescil edilmiş uluslar arası anlaşmalardır. Yıllarca Kıbrıslı Türkler Ada’nın azınlık unsuru gibi değerlendirilmiştir. Ancak bu varsayım tamamen yanlıştır. Zira Kıbrıslı Türkler Rumlarla eşit haklara sahip olup bu hakları uluslar arası anlaşmalarla garanti altına alınmıştır. İngiliz Parlamentosu 1956 ve 1958 de olmak üzere iki defa, Kıbrıslı Türklerin self-determinasyon haklarının varlığını teyit etmiştir. Öyleyse, eğer Kıbrıslı Rumlar Yunanistan’la birleşmeye karar verebiliyorlarsa, neden Kıbrıslı Rumların Türkiye ile aynı şeyi yapma hakları inkâr edilmektedir?[vi]Kıbrıs Türk Halkı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) vasıtasıyla, kendi topraklarında egemenliğini kullanmaktadır. Ada’da her iki halk, eşit siyasi haklara sahiptir. KKTC toprakları, AB’nin iddia ettiği gibi sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin etkin kontrolü altında olmayan toprakları değildir. Bu topraklar, Kıbrıs Türk Halkının öz vatanıdır. AB’nin bu gerçekleri görmezden gelerek, Kıbrıslı Rumları tüm Ada’yı temsilen üye yapmaları tarihi bir hata olmuştur ve Kıbrıslı Türkler için bir anlam ifade etmemektedir.  Netice olarak, Kıbrıslı Rumların “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla AB’ye üye yapılması, yasa dışı bir hareket olmuştur. Buna göre;
  1. Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerin veto hakkını görmezden gelerek, “1959 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Temel Yapısı’na Dair Zürih ve Londra Anlaşmaları”nın 8. Maddesi ile “1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın” 50. Maddesinin 1. Fıkrasını ihlal etmişlerdir.
  2. Kıbrıslı Rumlar, Avrupa Birliği ile ve dolayısıyla Yunanistan’ın da dâhil olduğu 27 AB ülkesiyle birleşmek suretiyle, 1960 Garanti Anlaşması’nın 1. ve 2. maddeleri hilafına hareket etmiştir.
  3. AB üyesi olan Garantör Ülkeler İngiltere ve Yunanistan, GKRY’nin tek taraflı AB üyeliğini veto etmeyerek (ya da izin vererek), Garanti Anlaşması’nın 2. Maddesini ihlal etmişlerdir.
  4. Kıbrıslı Rumların AB üyeliği aynı zamanda, BM Güvenlik Konseyi’nin 649 (1990) sayılı Kararına da aykırılık teşkil etmiştir. Söz konusu Karar, mevcut durumu daha da kötüleştirecek adımlardan kaçınmaları için her iki tarafa da çağrıda bulunmaktadır.[vii] Garanti Anlaşması halen yürürlüktedir ve bu Anlaşmanın 2. Maddesine göre, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın temel maddeleriyle oluşturulan düzeni korumayı garanti emişlerdir. Garantör Devletler ayrıca, Kıbrıs’ın başka herhangi bir devletle doğrudan ya da dolaylı olarak, kısmen veya tamamen, ekonomik veya siyasi birleşmesini veya bu birleşmeyi amaçlayan girişimleri yasaklamışlardır. Bu yasağı uygulamak bizatihi garantör devletlerin ödevidir. Ne yazık ki AB üyesi olan İngiltere ve Yunanistan, GKRY’nin tek taraflı AB üyeliğini veto etme yetkisi varken bu yetkilerini kullanmamışlar ve böylece uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmemişlerdir. Altına imza attıkları anlaşmayı ihlal eden bu ülkelerin, tarih önünde sorumlulukları bulunmaktadır.

[i] Michael STEPHEN, “The Cyprus Question”, Northgate Puplications, london, 2011, sf. 133.

 

[ii] Professor Maurice H. MENDELSON, “Why Cyprus Entry Into The European Union Would Be Illegal”, Proceedings of a panel discussion held at the Turkish Embassy in London, 8 November 2001. The Turkish Embassy, London, 2002.

 

[iii] Soyalp TAMÇELİK, “Kıbrıs’ta Güvenlik Stratejileri ve Kriz Yönetimi”, ODTÜ Yayıncılık, Ekim 2009, Sf. 149-151.

 

[iv] Christopher BREWIN, “Why Cyprus Entry Into The European Union Would Be Illegal”, Proceedings of a panel discussion held at the Turkish Embassy in London, 8 November 2001. The Turkish Embassy, London, 2002. Sf.12-14.

 

[v] Michael STEPHEN, a.g.e. sf. 51.

 

[vi] Ergün OLGUN, “Why Cyprus Entry Into The European Union Would Be Illegal”, Proceedings of a panel discussion held at the Turkish Embassy in London, 8 November 2001. The Turkish Embassy, London, 2002. Sf.40.

 

[vii] Michael STEPHEN, a.g.e. sf. 132.

 

Share This:

Kıbrıs’ta Hayat Devam Ediyor

 

Turk Yurdu Dergisi

Ağustos 2017 – Yıl 106 – Sayı 360

Nejat ÇOĞAL

 

        Geçtiğimiz haziran ayı sonlarında, İsviçre’nin Crans Montana kasabasında yaklaşık bir hafta devam eden Kıbrıs konferansı başarısızlıkla sonuçlandı. Böylece, 50 yıldır sürdürülen ve Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum Halklarının eşitliğine dayalı, federatif ortak bir devlet çatısı altında birleşmeyi hedefleyen çok sayıdaki başarısız çözüm girişimleri dizisine bir yenisi daha eklenmiş oldu. Kasım 2016’da İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasında, Ocak 2017’de Yine İsviçre’nin Cenevre kentinde Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum taraflarıyla BM, AB ve Garantör Ülkeler bir araya gelmiş, her ikisinde de Yunan/Rum tarafının masadan kaçması nedeniyle Kıbrıs müzakereleri sonuçsuz kalmıştı. Bu defa taraflar İsviçre’nin Crans Montana kasabasında yeni bir 5’li Konferans icra etmişler ancak herhangi bir anlaşma sağlanmadan konferans dağılmıştır.
        Biz tarafları daha önce defalarca yazılarımız aracılığıyla uyarmaya çalıştık. Mont Pelerin, Cenevre, Crans Montana veya Lefkoşa bahane. Olanların tek açıklam…
https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=2982
Yazının devamını okumak için üye olun, abone üye için tıklayınız.

Share This:

Güney Kıbrıs’ta 2. Anastasiadis Dönemi

Nejat ÇOĞAL

18.02.2018

Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nde 4 Şubat 2018 tarihinde 2. turu yapılan başkanlık seçimlerini GKRY Lideri Nikos Anastasiadis kazandı. Katılım oranının %73 olduğu seçimlerin2. turunda oyların %56’sını alan muhafazakârların adayı, Muhafazakâr Demokratik Seferberlik Partisi’nin lideri Nikos Anastasiadis, yeniden Kıbrıslı Rumların lideri seçildi ve Güney Kıbrıs’ta 2. Anastasiadis dönemi başlamış oldu. Komünist Emekçi Halkın İlerici Partisi (AKEL) tarafından desteklenen, Solcuların adayı Dr. Stavros Malas ise 2. turda oyların %44’ünü alarak kaybetti.

Anastasiadis, seçimleri kazanır kazanmaz, ayağının tozuyla yaptığı zafer konuşmasında “Önceliğim, Kıbrıslı Türklerin hassasiyetlerine gözümü kapamadan, ülkemizin işgali konusunu ele almak olacak.” şeklinde açıklama yaptı. Göreve gelir gelmez, sözde işgalden bahsederek uzlaşmaz tutumunu devam ettireceğinin ilk sinyallerini veren Rum Lider, bu 2. Başkanlık döneminde nasıl bir tavır sergileyeceğinin de ilk işaretlerini vermiş oldu.

Esasen, Rum lider Anastasiadis bizi bugüne kadar hiç yanıltmadı. 16.02.2017 tarihinde Kıbrıs’ta yapılan görüşmelerde masadan kaçtı. Ani bir tavırla kapıyı çarpıp gitti. 2017 Haziran ayı sonlarında, İsviçre’nin Crans Montana kasabasında yaklaşık bir hafta devam eden Kıbrıs Konferansı, yine Anastasiadis’in uzlaşmaz tutumu nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandı. Böylece, 50 yıldır sürdürülen ve Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum halklarının eşitliğine dayalı, federatif ortak bir devlet çatısı altında birleşmeyi hedefleyen çok sayıdaki başarısız çözüm girişimleri dizisine bir yenisi daha eklenmiş oldu.

Geldiğimiz noktada ise, GKRY Liderinin, seçimlerden hemen sonra İtalyan enerji şirketi ENI’nin doğalgaz arama faaliyetlerini Doğu Akdeniz’detek yanlı olarak ilan ettiği, sözde “Münhasır Ekonomik Bölge”ye kaydırma girişimi, yeni bir krizin kapısını aralamış oldu. Uluslararası anlaşmalara aykırı bir şekilde, tek taraflı doğalgaz arama teşebbüsleriyleDoğu Akdeniz’de tansiyonu yükselterek hukuk tanımaz tutumunu devam ettiren Anastasiadis için bu olay,ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır.

Rum Lider böylece, Ada’da devam etmekte olan ve Güney’deki başkanlık seçimleri nedeniyle yaklaşık sekiz ay önce masadan kaçması nedeniyle akamete uğramış bulunan çözüm müzakerelerini, bundan sonraki süreçte de nasıl bloke edeceğini tüm dünyaya ilan etmiş oldu. Yani Anastasiadis, Kıbrıslı liderler arasında, önümüzdeki birkaç ay içerisinde tekrar kurulması muhtemel olan çözüm müzakere masasına, Türkiye’nin kırmızıçizgileri olan “garantörlük” ve “Ada’daki Türk Barış Kuvvetlerinin varlığı” konusunu masaya getirmeyi planlamaktadır. Oysa Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan “garantörlük hak ve yetkisi” ile “Ada üzerindeki Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerinin varlığı” ve “Kıbrıs Türk halkının siyasi eşitliği” müzakere dahi edilemez. Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafının bu konudaki hassasiyetini iyi bilen Rum/Yunan tarafı, müzakere masasını dağıtmak veya zamana oynamak gayesiyle Türkiye’nin kırmızıçizgilerinetekrar saldırmayı deneyecektir.

Kısaca, Güney Kıbrıs’ta değişen bir şey yok. Klasik Rum/Yunan politikaları, aynı şekilde devam edecek maalesef. Gelin şimdi hep birlikte, Güney Kıbrıs’ta 2. döneminibaşlatan Rum Lider Anastasiadis’i tanımaya çalışalım:

Uzlaşmaz tutumunu gelenek hâline getiren Rum Lider Anastasiadis, yakın geçmişte de benzeri siyasi krizlere imza atmıştı. 2013 yılı başında Başkan seçilen Nikos Anastasiadis,tam bir yıl süreyle KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmadı. Üstelik göreve gelir gelmez “Türkiye doğalgaza karışmasın, kapalı Maraş’ı bize iade etsin, o zaman AB’deki  vetomuzu kaldırmayı düşünürüz.” şeklinde açıklama yaparak uzlaşmaz tutumunu tüm dünyaya ilan etti.Anastasiadis, daha Rumlar AB’ye girmeden önce ne diyordu? “Kıbrıs-AB birleşmesini başarmak suretiyle, aynı zamanda Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesini de başarmış olacağız.” Yani, dolaylı ENOSİS…

Tam bir yıl süreyle müzakere masasından kaçan Anastasiadis, AB, ABD ve BM’nin başını çektiği uluslararası toplumun yoğun baskıları neticesinde KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile masaya oturmayı kabul etmişti. KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile birlikte 11 Şubat 2014 tarihinde bir “Ortak Açıklama”ya imza atan Rum Lider Anastasiadis, kısa bir süre sonra bu imzasını da inkâr etmişti. Yapılacak çözüm müzakerelerinin genel çerçevesini belirleyen ve Kıbrıslı Türklerle eşit statüde olacakları, iki toplumlu, iki kesimli federal bir ortak devleti öngören bu Mutabakat Zaptı, daha sonra Anastasiadis’in başına bela olmuştur.

Öyle ki 11 Şubat 2014’te attığı imzadan pişmanlık duyan Anastasiadis, 25 Temmuz 2014 tarihli “Liderler Görüşmesi”nde diplomatik bir skandala da imza atmıştır. Müzakere masasında kontrolünü kaybederek “Bugüne kadar kabul edilenler beni ilgilendirmez, sadece benim kabul edeceğim konular görüşülmeli, benim istediğim olacak.” diye bağırmış; gözlüğünü fırlatmış; sigara yakmış; masayı yumruklamış ve heyetini masada bırakıp gitmiştir. Böylece, daha önce Talat-Hristofyas ikilisinin anlaşmaya vardıkları konuları “yok saydığını” itiraf eden Rum Lider, içine düştüğü derin çelişkiyi de herkese göstermiş oldu. Zira 11 Şubat 2014’te KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile birlikte altına imza atıp tüm dünyaya ilan ettikleri ortak çözüm çerçevesinin, aynı zamanda Mehmet Ali Talat ile Dimitris Hristofyas’ın uzlaşmaya vardığı konular olduğunu çok iyi bilmekteydi.

25 Temmuz 2014 tarihinde yumrukladığı müzakere masasını terk edeceğinin ilk sinyalini de vermiş olan Anastasiadis, çok geçmeden, 9 Ekim 2014’te yapılması planlanan görüşmeden bir gün önce, yeni AB Komisyonu Başkanı Juncker’i de arkasına alarak ve Kıbrıs’ın sözde Münhasır Ekonomik Bölgesine Türkiye’nin savaş gemileri göndermesinibahane ederek barış görüşmelerine katılmayacağını açıklamıştır. Bu tarih itibarıylamasadan kaçan Anastasiadis’in geri dönmesi ise tam sekiz ay sürmüş ve nihayet Mayıs 2015’te KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ile görüşme masasına oturabilmiştir.

Ne var ki bu müzakereler de fazla sürmemiştir. Nitekim Rum lider,kısa bir süre sonra İstanbul’da yeni bir siyasi krize kapı aralamıştır. Rum Lider, KKTC Cumhurbaşkanı ile hem de İstanbul’da aynı masada yemek yemeyi kendine yedirememiş ve apar topar İstanbul’u terk etmiştir. Ardından da birkaç gün sonra Ada’da yapılacak olan ve önceden planlanmış bulunan Liderler buluşmasına katılmayacağını tek taraflı olarak açıklamıştır.

Nihayet, 16.02.2017 tarihinde Kıbrıs’ta yapılan görüşmelerde, Rum Lider bir kez daha masadan kaçmış v e ani bir tavırla kapıyı çarpıp gitmiştir. 2017 Haziran ayı sonlarında, İsviçre’nin Crans Montana kasabasında yaklaşık bir hafta devam eden Beşli Kıbrıs Konferansı da yine Anastasiadis’in uzlaşmaz tutumu nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanmıştı. O tarihten bu yana Kıbrıs’ta çözüm müzakereleri askıya alınmış olupmüzakere sürecinin akıbeti meçhul görünmektedir.

Esasen Anastasiadis, yol açtığı tüm bu diplomatik krizlerle iç politikaya yönelik mesajlar vermiştir. Zira geçtiğimiz günlerde Güney’de Başkanlık seçimleri yapılmış ve Anastasiadis ikincikez seçimleri kazanmıştır. Bütün Rum Liderler, seçim öncesinde mütemadiyen aynı tavrı sergilemektedirler. Yani, Kıbrıslı Türklerle eşit statüde olacakları bir çözümü reddetmek, müzakere masasını sudan bahanelerle terk etmek, Türk tarafını uzlaşmazlıkla suçlamak, Ada’nın güya tek meşru hükûmetiymiş gibi davranmak, Türkiye’nin AB katılım sürecini bir koz olarak kullanmaya çalışmak, Türkiye’yi uluslararası platformlarda köşeye sıkıştırmak gibi klasik Rum taktiklerine başvurmuşlardır.

Oysa Akıncı ve Anastasiadis, 2016’yı “çözüm yılı” olarak ilan etmişlerdi. Olmadı, 2017’ye kaldı. Maalesef, 2017 yılında da herhangi bir çözüm mümkün olamamıştır. Peki, bu şartlarda veya bu bakış açısıyla çözüm mümkün müdür? Elbette Hayır. Anastasiadis, seçim bahanesiyle masadan kaçmış ve müzakere süreci yaklaşık bir yıl durmuştur. Zaten, Rumların tuzu kurudur. Çözüm için niye acele etsinler ki? Onlar, uluslararası camianın Kıbrıs’ta tanıdığı tek meşru hükûmettir. GKRY AB üyesidir. Buna karşın KKTC, AB üyesi değildir ve Kıbrıs Türk halkı, izolasyonlar altında ezilmekte ve dünyadan âdeta tecrit edilmektedir. İşte bu yüzden Kıbrıslı Türkler çözüm için ne kadar acele ederse Rumlar da o derece oyalama taktiklerine başvuracaklardır.

Önümüzdeki günlerde Ada’da,toplumlararası uzlaşmaya yönelik müzakere masası yeniden kurulacaktır. Rumlar ise uluslararası kamuoyunun baskılarına dayanamayacak, biraz nazlanacak, birkaç kabulü imkânsız ön şart ileri sürecek ama nihayet masaya oturmak zorunda kalacaktır.

Kuşkusuz Kıbrıs Türk tarafı olarak müzakere masasında olmalıyız. Kaldı ki Ada’da gerçekten çözüm isteyen taraf Türk tarafıdır. Ancak masada kalmak uğruna da Kıbrıs Rum tarafının haksız ve insafsız isteklerine boyun eğilemez. Evet, Rum tarafının çözüme ihtiyacı yoktur. Onlar sadece zamana oynamaktadırlar. Çözümsüzlüğü körükleyip suçu Türk tarafına yüklemek gibi klasik bir Rum/Yunan taktiği vardır. Bu noktada çok dikkatli olunması gerekmektedir. Rum tarafının çözümden anladığı şey, Kıbrıslı Türklerin azınlık olduğu, Rum egemenliğindeki bir Kıbrıs Devleti’dir. Bu senaryonun bir sonraki aşaması ise Ada’nın Yunanistan’a ilhakı yani “enosis”tir. Rum/Yunan tarafı, bunun dışında hiçbir çözüme “Evet.” demeyecektir. Hep zamana oynayacak ve Türkleri de suçlu ilan edeceklerdir.

Netice itibarıyla Kıbrıs’ta 2. Anastasiadis Dönemi, Kıbrıs Türk tarafı açısından bir öncekinden daha zor ve yıpratıcı olacaktır. Rum Liderin göreve gelir gelmez işgalden bahsetmesi ise bundan sonraki süreçte Rumların tavrının ne kadar olumsuz olacağını göstermektedir. Bu, aynı zamanda eski Rum Lider Hristofyas’ın “Biz sessiz ve özlü çalışırız.” şeklinde özetlediği ikiyüzlü Rum/Yunan politikasında hiçbir değişiklik olmadığının da açık bir göstergesidir. Zira Rumların anlaşmaya niyetleri yoktur. Onlar Ada’da tek taraflı bir çözümün arayışı içerisindedirler. Yani, Kıbrıs Rum tarafının çözüm parametreleri değişmeyeceği için, Kıbrıs’ta yakın zamanda bir çözüm mümkün görünmemektedir. Bu nedenle, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, Türkiye’nin kırmızıçizgilerine yönelik muhtemel Rum/Yunan saldırılarını bertaraf ederekmuhatabının psikolojisini doğru okumalıdır. Nihayet, ihtiyatlı bir iyimserlikten öte çok dikkatli bir şekilde müzakere yürütülerek Rum/Yunan tarafının siyasi/diplomatik manevralarına misliyle karşılık verilmelidir.

Zeytin Dalı Harekâtı ile Afrin’de destan yazan Türk Silahlı Kuvvetleri, gerektiğinde, garantör ülke sıfatıylayeni bir Kıbrıs Barış Harekâtı’nı da gerçekleştirme kudretine sahiptir. Türkiye, aynı anda hem Suriye’de hem Kıbrıs’ta ve hem de Ege’de harekât yapabilecek güce ve tecrübeye sahip bir ülkedir. Tüm dünya ve özellikle de Rum/Yunan tarafı iyi bilmelidir ki Türk Milleti için Afrin ne ise Kıbrıs ve Egede odur.

Ayrıca, Türkiye’nin Kıbrıs’ta “enosis”e asla müsaade etmeyeceğinin de bilinmesi gerekir. Türkmilleti, savaşarak kazandığı bu vatan topraklarının bir karışını bile Rumlara vermeyecektir. Şehitlerin kanıyla sulanmış bu vatan toprakları masada kaybedilemez. Ne var ki Kıbrıs meselesinin sonsuza dek masada kalması da mümkün değildir. Bundan dolayı makul bir süre içerisinde, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde-ki gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir- mevcut statünün devamını, yani KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınmasını sağlamanın en doğru yol olacağını da tüm tarafların dikkatine sunmak isteriz.

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/guney-kibris-ta-2-anastasiadis-donemi-8550

 

Share This:

Vefatının 6. Sene-i Devriyesinde Rauf Denktaş

15.01.2018

Millî Kahraman, Baş Mücahit, KKTC’nin 1. Cumhurbaşkanı, Devlet Kurucusu ve Kıbrıs Millî Davasının yılmaz savunucusu Merhum Rauf Denktaş’ı 6. ölüm yıldönümünde rahmetle anıyoruz. Ömrünü Kıbrıs Türklüğünün bağımsızlık mücadelesine adayan bu millî kahraman, daima Anavatan Türkiye’ye bağlı kalmış, halkı için verdiği mücadelede Türkiye’nin ve Türk milletinin menfaatlerine halel gelmemesi için azami gayret sarf etmiştir. “Türkiye olmadan cennete bile girmem.” sözleriyle, Anavatan’a bağlılığını ifade eden Denktaş, İngiliz Koloni İdaresi altında yaşayan Kıbrıs Türk Toplumunu, kendi Devlet çatısı altında, kendi ülke topraklarında egemenliğini kullanan, bağımsız Kıbrıs Türk Halkına dönüştürmüştür.

Ömrünü Kıbrıs Davasına feda eden Rauf Denktaş, Dr. Fazıl Küçük’ün yanında mücadele vermek üzere Savcılık görevinden istifa etmesinin ardından 1957 yılında Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Başkanlığına seçilmiş ve aynı yıl, Rumların terör saldırılarına karşı Kıbrıs Türk Halkını savunmak üzere Türk Mukavemet Teşkilatının kurulmasına katkı sağlamış, 1959 Zürih ve Londra Anlaşmaları’nın hazırlanmasında önemli rol oynamış, 1964 yılında Makarios tarafından “Ada’da İstenmeyen Adam” ilan edilerek Kıbrıs’a girişi yasaklanmış, 1967 yılında Rum Yönetimi tarafından tutuklanarak hapse atılmış, 1968 yılında Glafkos Klerides’le birlikte ilk toplumlararası görüşmeleri başlatmış, 1970 yılında Kıbrıs Türk Cemaat lideri seçilmiş, 1975 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kuruluşunu ilan etmiş ve ilk Devlet Başkanı seçilmiş, 1977’de Makarios’la Doruk Anlaşması’na imza atmış, 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilan etmiş ve ilk Cumhurbaşkanı seçilmiş, 1980’li yıllarda BMGS Perez De Cuellar, 1990’lı yıllarda BMGS Butros Gali ve 2000’li yılların başlarında BMGS Kofi Annan aracılığında yapılan zorlu çözüm müzakerelerine katılmış ve nihayet 4 dönemdir yürüttüğü KKTC Cumhurbaşkanlığı görevini, 2005 yılında yapılan seçimlere katılmayarak Mehmet Ali Talat’a devretmiştir.

Kıbrıs Davasıyla ilgili onlarca kitabı yayımlanan Rauf Denktaş, hayatı boyunca Kıbrıs Türk Halkının uluslararası toplumda onurlu ve saygın bir yer edinmesi için mücadele vermiştir. Anavatan Türkiye ile ilişkilerini büyük bir incelikle ve dengeli bir üslupla yürütmüş, Kıbrıs Türk Halkının hızla demokrasiye geçişini sağlamış, uluslararası toplumda büyük bir saygınlık kazanmış ve hayatının sonuna kadar uyarma, aydınlatma ve yol gösterme görevini yerine getirmiştir. Nihayet kurucusu olduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni Kıbrıs Türk Halkına emanet etmiştir.

Kuşkusuz, Kıbrıslı Türklerin, koloniden bağımsız devlete ulaşması kolay olmamıştır. Kıbrıs Türk Halkının bu bağımsızlık mücadelesinde büyük acılar çekilmiş; Rumların acımasız saldırılarından, uluslararası toplumun çifte standartlı tutumlarına kadar geniş bir yelpazede mücadele verilmiştir. Bu mücadelede, Türk Milleti her zaman Kıbrıs Türk Halkının yanında olmuş, zaman zaman Türkiye’nin müdahale girişimleriyle Rum katliamlarının önüne geçilmiş ve nihayet 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile Ada’da kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmıştır. İşte bu zorlu mücadele yıllarında Kıbrıslı Türklere Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş gibi önderler yol göstermiştir. Bu noktada, Merhum Rauf Denktaş’ın ömrünü adadığı, Kıbrıs Türk Halkının bağımsızlık mücadelesinden kısaca bahsetmekte yarar bulunmaktadır:

Esasen, Kıbrıslı Türklerin mücadelesi bir varlık-yokluk yani ölüm-kalım mücadelesi idi. 1963-1974 yılları arasında, Rumların acımasızca yürüttüğü, Türkleri Ada’dan kovma ve etkisiz hâle getirme şeklinde özetleyebileceğimiz tedhiş politikası sonucunda, Kıbrıslı Türkler, Ada’nın %3’ü kadarlık bir kısmına sıkıştırılmış ve âdeta yok olma noktasına getirilmişti.

Rum mezalimi altında büyük acılar çeken, birlikte barış içinde yaşama arzularını müteaddit defalar ortaya koymalarına rağmen, komşuları Rumlardan olumlu karşılık bulamayan ve üstelik uluslararası toplumdan tecrit edilerek yaşam alanları daraltılan Kıbrıslı Türklerin yalnızlığı ve uğradıkları haksız muameleler, Kıbrıslı Türklerin kolektif hafızasına, âdeta kazınmıştır. Ada’yı tümüyle Helenleştirmek için, İslamiyet’e imanla, Türk diline, gelenek ve göreneklerine ise inatla bağlı olan Kıbrıs Türk Toplumunu ortadan kaldırmak gerektiğine inanan “enosis” hayalperestlerinin acımasız terör saldırıları karşısında milli bilinci gelişen Kıbrıs Türkleri, Türkiye’nin de soydaşlarına sahip çıkmasıyla kültürel, sosyal ve siyasal kimliklerini muhafaza etmek anlamında ciddi bir direnç noktası yakalamışlardır. Kıbrıslı Türkler, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ile nihayet, 82 yıl süren İngiliz sömürge yönetiminden kurtulmuşlar ve Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi altında, Rumlarla ortak bir devlet çatısı altında, egemenliklerini kullanmaya başlamışlardı.

Fakat çok geçmeden Kıbrıslı Türkler, ortak devlet mekanizmasından kovulmakla kalmamışlar; uğradıkları katliamlar ve sürgünlerle, yüzyıllar boyunca birlikte yaşadıkları Rumlar tarafından âdeta sırtlarından bıçaklanmışlardır. Yunanistan tarafından desteklenen Rum Millî Muhafız Ordusu ve EOKA-B terör örgütünün öncülüğünde gerçekleştirilen 1963–1964 katliamları, 1967 buhranı ve 1974 Rum terör saldırıları karşısında savunmasız Kıbrıslı Türkler, çocuk, kadın denmeden acımasızca öldürülmüş; evlerinden ve köylerinden sürülmüş ve bir toplumun hafızasına, asla unutulmayacak kötü izler bırakılmıştır. Rumların komşuları olan Türklere yaşattıkları bu acı olaylar, Kıbrıs’ta iki toplumun artık bir arada yaşama ihtimalini tamamen ortadan kaldırmış ve 1974 yılına gelindiğinde bu gerçeğe dayalı olarak, Kıbrıslı Türkler de kendi siyasal örgütlenmelerini önemli ölçüde tamamlamışlardı.

Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta “enosis”i gerçekleştirme ve kuşatma altına aldıkları Kıbrıslı Türkleri yok etme aşamasına geldikleri bir sırada, Türkiye’nin, Garanti Anlaşması’ndan kaynaklanan yetkisini kullanarak düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk Toplumunu, âdeta uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Kıbrıs Türk Toplumunu korumak ve Ada’da anayasa düzenini yeniden sağlamak amacıyla gerçekleştirilen Barış Harekâtı, aynı zamanda darbeci Sampson Hükûmeti’ni ve onun destekçisi Yunan Cuntası’nı devirmiş, böylece Yunanistan halkına da demokrasiyi hediye etmiştir. Zaten Rumların zorlamalarıyla birbirinden Kuzey ve Güney olarak fiilen ayrılmış bulunan her iki toplum, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ardından doğal olarak sınırlarını da belirginleştirmişlerdir. Kıbrıslı Türkler, zaten yoğun olarak yaşadıkları kuzey bölgelerinde, Türkiye’nin de garantörlüğü ve desteğiyle huzurlu ve güvenli bir ortamda yaşamaya başlamışlardır. Ada’nın fiilen ikiye bölünmesinin asıl nedeninin, esasen 1974 Barış Harekâtı değil, Rumların Türklere karşı uyguladıkları katliamlar ve sürgün politikaları olduğunu da burada belirtmemizde yarar bulunmaktadır.

Netice olarak, Rumların, savunmasız Kıbrıslı Türkleri evlerine ve köylerine aylarca hapsedip onlara katliam uyguladıklarında ve nihayet evlerinden, topraklarından göçe zorlandıklarında, soydaşlarının imdadına Türkiye yetişmiştir. Kıbrıs Türk Halkının Lideri Rauf Denktaş, Anavatan Türkiye’nin bu fedakâr tutumunu her zaman takdir etmiş; Türk askerinin Ada’ya yerleşmesi ve ilelebet burada kalması için de her türlü çabayı sarf etmiştir. Kıbrıslı Türklerin kendi egemenlikleri altında, barış ve huzur içinde yaşayabilmelerinin tek güvencesinin Türkiye olduğuna inanan ve bunu her fırsatta dile getiren Denktaş, vefatının ardından kendi eseri olan KKTC’yi de yine Türkiye’ye, Türk milletine emanet etmiştir. Evet, Türk milleti, uğruna şehitler verdiği bu emaneti ilelebet muhafaza edecektir.

Bu vesileyle, Kıbrıs meselesinin millî bir davaya dönüşmesinde çok önemli katkıları olan büyük lider Dr. Fazıl Küçük ile örgütlenmenin ilk aşaması olan Federasyon’un ilk Başkanı Faiz Kaymak’ı da rahmetle anıyoruz.

KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, 2003 yılında, Kıbrıs Şehitliği’nde yaptığı bir konuşmada, Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisinin kaldırılması hâlinde yaşanacakları şöyle özetlemektedir: “… Anadolu dağlarına bakarak ağlayacağız, şehitlerimizi yine gizli gizli gömeceğiz. Kaçacak yer arayacağız, ama bulamayacağız.” Denktaş, sadece Kıbrıslı Türklerin değil, tüm Türk dünyasının kahramanı idi. Allah rahmet eylesin…

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/vefatinin-6-sene-i-devriyesinde-rauf-denktas-8478

 

Share This:

Crans Montana’da Kıbrıs Şovu

Nejat ÇOĞAL

07.07.2017

Şu günlerde, İsviçre’nin Crans Montana kasabasında, Kıbrıs’ın kaderi üzerinde çok yoğun görüşmeler devam etmektedir. Kasım 2016’da İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasında, Ocak 2017’de Yine İsviçre’nin Cenevre kentinde Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum taraflarıyla BM, AB ve Garantör Ülkeler bir araya gelmiş, her ikisinde de Yunan/Rum tarafının masadan kaçması nedeniyle Kıbrıs müzakereleri sonuçsuz kalmıştı. Şimdi ise taraflar İsviçre’nin Crans Montana kasabasında yeni bir Konferans icra ediyorlar. 50 yıldır devam eden ve bir türlü sonuçlanamayan Kıbrıs müzakerelerinin, İsviçre’nin turizm sektörüne katkı sağlamaktan öte bir yararının olmadığını üzülerek gözlemlemekteyiz.

Biz tarafları daha önce defalarca yazılarımız aracılığıyla uyarmaya çalıştık. Mont Pelerin, Cenevre, Crans Montana veya Lefkoşa bahane. Olanların tek açıklaması var: Kıbrıs’ta tarih tekerrür ediyor. Yani bize aynı filmi tekrar tekrar izletiyorlar. Zira, Kıbrıs Rum tarafının Kıbrıs’ta çözüme ihtiyacı yoktur. Kıbrıs Rum tarafının çözümü ile Kıbrıs Türk tarafının çözümü birbirinden tamamen farklıdır. En azından, son 400 yıl içinde Ada’da kendiliğinden vuku bulmuş temel gerçekler vardır. Kıbrıs’ın 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarından kaynaklanan uluslararası bir statüsü vardır. Mesela, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları vardır. BM’in temel parametreleri vardır. Bu ve benzeri gerçekler temelinde varılacak bir anlaşma ancak Ada’da adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm olabilir. Kıbrıs Türk tarafının çözüm anlayışı da işte tam bu gerçeklere dayanmaktadır. Kıbrıs Rum tarafı, müzakerelerde Ada’nın bu gerçeklerini görmezden gelerek, üstelik de Kıbrıs Türk tarafının kırmızı çizgilerini ihlal eden, kabulü imkânsız önerilerle masaya gelmesi, Klasik Rum/Yunan siyasetinin tabii karakteridir.

Bu noktada şu önemli hususu da tüm taraflara ve özellikle de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’e hatırlatmak isteriz. Kıbrıs sorununa çözüm görüşmelerinde ortak kabul görmüş birtakım temel parametreler vardır. Bunlardan bir tanesi de “BM’in Kıbrıs görüşmelerinde sadece iyi niyet misyonu olduğudur. Yani, tarafların uzlaşmasını sağlayacak ortamın hazırlanması ve görüşmelerin önünün açılması yönünde gayret sarf etmek. Görüşmelere hakemlik yapmak…” BM Genel Sekreteri bir Kıbrıs Özel Temsilcisi vasıtasıyla bu misyonunu yerine getirir, gerektiğinde de bizzat Liderlerle görüşmek suretiyle arabuluculuk görevini ifa eder. Müzakere masasına sorunun esasına dair öneri getiremez. Müzakerelere çerçeve çizemez. Tarafların iradelerini etkileyecek müdahalelerde bulunamaz. Ne var ki Guterres bu kuralı ihlal etmiş ve Rum tezlerine yakın bir müzakere çerçevesini taraflara önermiştir. Bu kabul edilebilir bir durum olmadığı gibi 50 yıllık Kıbrıs görüşmelerinin tabiatına da aykırıdır.

Nitekim, Kıbrıs Rum tarafı bu kural ihlalini kendi lehinde kullanma fırsatını kaçırmamış ve Kıbrıs Türk tarafını bu vesileyle köşeye sıkıştırma gayretleri içine girmiştir. Mesela, iki gün önce, Crans Montana’da, Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Nikos Anastasiadis’in, “Tüm tarafların Genel Sekreter’in çizdiği çerçeve dâhilinde öneriler getirmesini umuyorum ki tekrar umut ışığı doğsun” şeklinde bir açıklama yaparak Türk tarafını suçlaması büyük tepkiyle karşılanmıştır. Rum Liderin bu sözlerinin, “Türkiye hizaya gelsin” şeklinde tercüme edilmesi üzerine tansiyon iyice artmış ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Rum liderin sözlerini “küstahça” bularak, “Başlangıçta çerçevenin tamamen dışında olup uyarılarla hizaya gelenlerin ‘Türkiye hizaya gelsin’ demeleri saygısızlıktır. Bu söylemleri reddediyoruz” diyerek, Türkiye’nin tepkisini dile getirmiştir.

 

Crans Montana’da dikkat çeken bir husus daha vardır: Bugüne kadar BM’in hakemliğini ve takvimlendirmesini kabul etmeyen Kıbrıs Rum tarafının, bu defa BM Genel Sekreteri Guterres’in müzakere çerçevesine dört elle sarılmış olması manidardır. Dikkat edilmesi gereken bir husustur.

Şimdi, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in taraflara sunduğu ve Rum tezlerine yakın bulunan müzakere çerçevesine kabaca bir göz atalım; Bilindiği gibi, Crans Montana’da devam etmekte olan Kıbrıs Konferansında, müzakereler, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in taraflara sunduğu müzakere çerçevesinde devam etmektedir. Buna göre, yeni bir güvenlik rejimi olacakmış, tek yanlı müdahale hakkı ve Garanti Antlaşması sonlandırılacakmış, harita yeniden düzenlenecekmiş, mülkiyette iki ayrı rejim olacakmış, daimi ikamette, Türk vatandaşları için eşitlikçi/adilane bir kota olacakmış, dönüşümlü başkanlık da dâhil, güç paylaşımı Kıbrıslı Türklerin talepleri doğrultusunda tartışılacakmış…

Ada’nın gerçeklerinden uzak, Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye sokan, uluslararası hukuka aykırı bu müzakere çerçevesi her ne kadar Rumlar tarafından kabul edilmiş gibi görünse de Kıbrıs Türk tarafı açısından birçok tehlikeyi beraberinde getirmektedir. Buna verilecek cevap esasen bellidir: Türkiye’nin Ada üzerindeki etkin ve fiili garantörlüğü, Kıbrıs Türk Barış kuvvetlerinin Ada’daki varlığı ile Kıbrıs Türk Halkının siyasi eşitliği Türkiye’nin kırmızı çizgileridir. Müzakere dâhi edilemez. Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk Halkının uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan bu hak ve yetkilerinden vazgeçmesini beklemek nafile çabadır.

Kuşkusuz, Kıbrıs Türk tarafı olarak müzakere masasında olmalıyız. Kaldı ki Ada’da gerçekten çözüm isteyen taraf Türk tarafıdır. Ancak masada kalmak uğruna da Kıbrıs Rum tarafının haksız ve insafsız isteklerine boyun eğilemez. Evet, Rum tarafının çözüme ihtiyacı yoktur. Onlar sadece zamana oynamaktadırlar. Çözümsüzlüğü körükleyip, suçu Türk tarafına yüklemek gibi klasik bir Rum/Yunan taktiği vardır. Bu noktada çok dikkatli olunması gerekmektedir. Rum tarafının çözümden anladığı şey, Kıbrıslı Türklerin azınlık olduğu, Rum egemenliğindeki bir Kıbrıs Devletidir. Bu senaryonun bir sonraki aşaması ise Ada’nın Yunanistan’a ilhakı yani enosis’dir. Rum/Yunan tarafı bunun dışında hiçbir çözüme evet demeyecektir. Hep zamana oynayacak ve Türkleri de suçlu ilan edeceklerdir. İşte bu tuzağa düşülmemesi için müzakere masasında çok dikkatli olunmalı, Rum/Yunan tarafının siyasi/diplomatik manevralarına misliyle karşılık verilmelidir. Sözü fazla uzatmadan, Crans Montana’da halen müzakere yürüten tüm taraflara uyarılarımızı bir kez daha hatırlatmakta fayda görmekteyiz:

Öncelikle tüm tarafların Kıbrıs’ta çözülmeye çalışılan probleme doğru teşhis koymaları gerekmektedir. Kıbrıs’ta problem; Zürih ve Londra Anlaşmaları ile tesis edilen 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti Devletinin 1963 yılında Rumlar tarafından yıkılması ve Kıbrıslı Türklerin bu devlet mekanizmasından tamamen dışlanarak, tedhiş ve katliamlara maruz bırakılmasıdır. Kıbrıs’ta problem, GKRY’nin, uluslararası camia tarafından Ada’nın tek meşru hükümeti olarak kabul ediliyor olmasıdır. Yine Kıbrıs’ta problem, Rumların haksız bir şekilde AB üyesi yapılmış olmasıdır. Kıbrıs’ta bir diğer problem, Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini tanımaması ve Kıbrıs Türk Halkını azınlık olarak görmesidir. Nihayet Kıbrıs’ta Problem, Rum/Yunan tarafının 1960’ta tesis edilen garanti sistemini inkâr etmesidir.

Ayrıca, Kıbrıs’ta taraflar nasıl bir çözüm istemektedirler? Tarafların buradaki farklılığı gidermek için de çaba göstermesi gerekmektedir. Kıbrıs’ta taraflar, birbirinden tamamen farklı çözümler istemektedirler. Kuşkusuz bu farklılık, tarafların probleme farklı teşhisler koymalarından kaynaklanmaktadır. Türkiye ve Kıbrıs Türk Halkının meseleye bakışı ve çözüm parametreleri oldukça basittir ve BM ile aynı doğrultudadır. Buna göre, Kıbrıs’ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi devam edecektir”.

Rumların çözüm beklentileri ise Türk Tarafından tamamen farklıdır. Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs Türk Halkını azınlık olarak görmek istemektedirler. Kıbrıs Rum tarafı çözümü, yeni bir ortaklıkta değil, Rumların egemenliğindeki sözde Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında aramaktadır. GKRY eski Lideri Hristofyas ” Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet haline dönüşecek olan Kıbrıs cumhuriyetidir demiştir. Yine, Eski Rum Liderlerden Papadopulos “Ben halkımdan bir Devlet teslim aldım. Onu topluma dönüştüremem” demiştir. Ayrıca, Rumlara göre Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlükten kalkacak, Ada’daki Türk Askeri geri çekilecek, on binlerce yerleşik Türkiye’ye dönecektir.

Diğer taraftan, Rum Lider Anastasiadis’in, KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile birlikte imza altına aldıkları 11 Şubat 2014 tarihli  Ortak Açıklamayı da tüm tarafların dikkate almasında fayda vardır. Ortak Açıklamanın temel unsurları şöyledir:

– Müzakereler, ‘her konuda uzlaşı sağlanmadan hiçbir konuda uzlaşılmış sayılmayacağı’ prensibine dayalı olacaktır.

– Kıbrıs’ta varılacak çözüm, iki toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı bir federasyon şeklinde olacaktır.

– Birleşik Kıbrıs, AB’ye ve BM’ye üye, tek uluslararası kimliği, tek vatandaşlığı ve tek egemenliği bulunan bir devlet olacaktır.

– Egemenlik Türk ve Rum halklarından kaynaklanacak, Birleşik Kıbrıs vatandaşları, aynı zamanda Türk ve Rum kurucu devletlerin de vatandaşı olacaktır.

– Ortak Devletin nitelikleri, iki eşit kurucu devletin oluşturduğu anayasada yer alacaktır. İki bölgeli, iki toplumlu AB normlarına uygun federal yapı tüm Ada’da geçerli olacak ve bu yapı hiçbir şekilde değiştirilemeyecek biçimde korunacaktır.

– Kurucu devletler, kendi bölgelerinde kendi yetkilerini federal devletten bağımsız olarak kullanacak, taraflardan hiçbiri diğerine tahakküm edemeyecektir.

İlaveten, Avrupa Birliği’nin Kıbrıs müzakerelerinde taraf haline getirilmesinin de çok yanlış ve tehlikeli bir gelişme olduğunu da burada belirtmek isteriz. AB Kıbrıs meselesinde taraf değildir. Bu, Rum/Yunan tarafının senaryosu ve iddiasıdır. Bilindiği gibi, Rum/Yunan tarafı 1990’lı yılların başlarında yürürlüğe soktuğu, “Kıbrıs meselesini AB platformuna taşıyarak, bu kanaldan Rumlar lehine bir çözüme ulaşma” planı/senaryosu sayesinde nihayet 2004 yılında Kıbrıs Rum Kesimi tek yanlı olarak AB üyesi yapılmıştır. Bu tarihten itibaren Kıbrıs sorunu, içinden çıkılmaz bir mesele haline gelmiştir. Ne var ki 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarına ve dolayısıyla uluslararası hukuka aykırı olan bu üyelik Türkiye tarafından tanınmamakta ve yok sayılmaktadır. Buna ragmen, GKRY’nin tam üyeliğinin gerçekleştirildiği 1 Mayıs 2004 tarihinden bu yana Brüksel, “GKRY’nin AB üyesi olduğundan bahisle meselede taraf olduğunu ve Ada üzerinde AB’nin garantörlüğünün yeterli olacağını” iddia etmektedir. Kuşkusuz, Rum/Yunan tarafı da bu iddianın en büyük savunucularıdır. Fakat biz de onlara şu cevabı veriyoruz/vermeliyiz: “GKRY’nin AB üyeliği uluslararası hukuka aykırıdır. Hukuka aykırı bir işlem, tüm sonuçlarıyla birlikte hükümsüzdür. Halen, 1959 Londra ve Zürih Anlaşmaları ile buna dayanan 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlüktedir ve Kıbrıs’ın statüsü bu anlaşmalar çerçevesinde belirlenmiştir…” 

 

Bu noktada, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın müzakerelerde dikkat etmesi gereken hususları da bir kez daha hatırlatmakta yarar bulunmaktadır:

 

– Kıbrıs Türk halkının yakın geçmişte yaşadığı acı olayları daima hatırda tutmalıdır.

– Ada’daki kalıcı barış ve huzur ortamının yegâne teminatı Türkiye’dir.

– Ana Vatansız bir KKTC’nin var olması mümkün değildir.

– Kıbrıs üzerindeki Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisi, Ada’daki Türk askerî varlığı, iki kesimlilik ve Kıbrıs Türk halkının kurucu eşit ortaklığı, kırmızı çizgilerimizdir. Müzakere dahi edilemez.

– KKTC’deki yerleşiklerin temel hak ve özgürlükleri kısıtlanamaz.

– Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs Türklerinin meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulması mümkün değildir.

– Sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmamıştır, olmayacaktır. Rumların muhtemel ayak oyunlarına karşı çok dikkatli olunmalıdır.

– Enosis hayali çöpe atılmamıştır, atılmayacaktır.

– Anastasiadis’in bir Klerides veya Hristofyas’tan hiçbir farkı yoktur.

– Kısaca, artık ihtiyatlı bir iyimserlikten öte çok dikkatli bir şekilde müzakere yürütülmesi gerekmektedir.

Nihayet, adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün temel taşlarını oluşturacak, Ada’da var olan gerçekleri, bir diğer deyişle Kıbrıs’ta Çözümün Şifrelerini Crans Montana’da müzakere yürüten tüm tarafların dikkatine sunmak isteriz:

Kıbrıslı liderlerin, gerek kendi toplumlarını ve gerekse uluslararası kamuoyunu oyalamaktan vazgeçip, öngörülebilir çözümler üzerinde çalışmaları daha uygun olacağını daha önce müteaddit defalar söyledik.  Biz Türk tarafı olarak, Kıbrıs’ta çözümün “Ada’daki gerçekler” temelinde olması gerektiğini savunmaktayız. Peki nedir bu gerçekler?

– 1960 Garanti ve ittifak Anlaşmaları halen yürürlüktedir. Dolayısıyla Türkiye’nin Ada üzerinde, uluslararası hukuktan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisi devam etmektedir. Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlük yetkisi devredilemez ve kaldırılamaz.

– Ada’da dini, dili ve kültürü tamamen birbirinden farklı iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen devlet vardır.

– 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963 yılında ortaklık statüsünü kaybetmiş ve bu tarihten itibaren sadece Rumları temsil eden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi haline dönüşmüştür.

– Kıbrıslı Türkler, Adanın Kuzey kesiminde, kendi ülke sınırları içerisinde, bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)eliyle egemenliklerini kullanmaktadırlar.

– Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta enosis’i gerçekleştirme ve kuşatma altına aldıkları Kıbrıslı Türkleri yok etme aşamasına geldikleri bir sırada, Türkiye’nin, Garanti Anlaşmasından kaynaklanan yetkisini kullanarak 1974 Temmuz’unda düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk Toplumunu, adeta uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Bu bakımdan Türkiye, kesinlikle Ada’da ‘işgalci’ konumunda olmayıp, barış ve huzurun güvencesi olarak Ada’daki varlığını sürdürmektedir.

– Adanın fiilen ikiye bölünmesinin asıl nedeni, esasen 1974 Barış Harekâtı değil, Rumların Türklere karşı uyguladıkları katliamlar ve sürgün politikalarıdır.

– Osmanlı Devleti’nin bakiyesi konumundaki diğer tüm Müslüman-Türk Topluluklarında olduğu gibi, Kıbrıs Türk Toplumu üzerinde de Türkiye’nin tarihi ve kültürel sorumlulukları bulunmaktadır. Ayrıca, Ada Türkiye’nin stratejik çıkarları açısından vazgeçilmez bir öneme sahiptir.

– Kıbrıs Türk Tarafı daima çözümden yana tavır takınmış, Ada’da, tamamen eşit iki toplumlu, iki kesimli bir Federasyon kurulması yönündeki BM çabalarını desteklemiş, fakat Rumlar her defasında bu çözüm formüllerini reddeden taraf olmuştur.

– Kıbrıslı Türkler, 24 Nisan 2004 tarihinde Annan Planı’na “evet” demesine rağmen, Kıbrıslı Rumların tek taraflı olarak, güya tüm Ada’yı temsilen AB üyesi yapılması, sadece çözümsüzlüğün daha da derinleşmesine katkıda bulunmuştur. AB’nin bu tavrı Garanti ve İttifak Anlaşmalarına da aykırılık teşkil etmiştir. Kıbrıs Türk Halkına AB tarafından verilen sözler tutulmamış, vaat edilen mali yardımlar yapılmamış, Doğrudan Ticaret Tüzüğü uygulanmamış ve Kıbrıslı Türkler üzerindeki yıkıcı izolasyonlar devam ettirilmiştir.

– Rumların, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık”, “tek uluslar arası kişilik” gibi kavramlara, Rum egemenliğine dayanan anlamlar yüklediğini dikkate almak gerekmektedir.

– AB’nin KKTC’yi, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin etkin kontrolü altında bulunmayan bölgeler’ olarak nitelemesi ve tüm izolasyonlara rağmen Kıbrıslı Türkleri de AB vatandaşı olarak görmesi doğru değildir. KKTC ve Türkiye’nin, Kıbrıslı Türklerin dünya siyasi arenasında onurlu ve saygın bir yer edinmelerinin yegâne güvencesi olduğu gerçeğinin göz ardı edilmemesi bilhassa önem arz etmektedir.

– Kıbrıs’ta çözüm, BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Ayrıca, Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğü devam edecektir.

– Kıbrıslı Liderler tarafından ulaşılacak bir çözüm, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.

– Ada’da her iki halkın meşru ve temel hak ve çıkarlarını gözetecek adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamaması halinde, mevcut statünün devam etmesi ve KKTC’nin milletlerarası camia tarafından tanınmasına yönelik çabaların artırılması en uygun yol olacaktır.

Netice itibariyle, Kıbrıs’ta umutların yeniden yeşerebilmesi için evvela Rumların Ada’nın bütün bu gerçeklerini yani çözümün şifreleri iyi kavramış olmaları ve ikiyüzlü diplomasiyle dünya kamuoyunu aldatmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir. Türkiye’nin ise, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmesi, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemesi büyük önem arz etmektedir. Crans Montana’da altı müzakere başlığından diğer dört tanesinde (Yönetim ve Güç Paylaşımı, Ekonomik Konular, AB Konuları ve Mülkiyet)  tam uzlaşma sağlanmadan, en zor olan ve dolayısıyla en son görüşülmesi gereken iki başlığın (Toprak ve Güvenlik ve Garantiler) Konferansın en başında müzakereye açılmış olması, Rum/Yunan tarafının çözüm istemediklerinin en büyük göstergesidir.

Rum/Yunan tarafının Senaryosu bellidir: Türk tarafının kırmızı çizgilerini ihlal ederek masadan kaçmalarını sağlamak. Böylece, Anastasiadis bir taşla iki kuş vurmuş olacak. Yani, hem uluslararası topluma ve hem de iç siyasete mesaj verecek. Bir yandan, Dünya kamuoyuna masadan kaçmadığı mesajını verirken, diğer yandan 2018 Şubat’ında Güney’de yapılacak Başkanlık seçimleri için seçmenlerine göz kırpacak…Kıbrıs Türk tarafının ise bu oyuna gelmeyeceği konusunda inancımız tamdır. Elbette, Türkiye ve KKTC olarak uluslararası toplum nazarında sahip olduğumuz güven ve itibarımıza layık bir şekilde müzakere masasında yer almalı ve haklarımızı sonuna kadar savunmalıyız. Ancak, bunu yaparken Rum/Yunan tarafının siyasi/diplomatik manevralarına karşı da hazırlıklı olmalı, bu saldırıları anında bertaraf edebilmeli ve nihayet Rumların uluslararası toplum önünde şov yapmalarına müsaade etmemeliyiz. 

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/crans-montana-da-kibris-sovu-8066

 

Share This:

Makale-Türkiye-AB İlişkileri ve Hollanda Krizi

Nejat Çoğal-Son yıllarda Avrupa’da hortlayan Müslüman-Türk düşmanlığı maalesef, geçtiğimiz günlerde yeni bir siyasi-diplomatik skandala yol açmıştır. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın Hollanda Polisi tarafından yolu kesilip, 30 metre ilerdeki Türk konsolosluk binasına girmesine izin verilmemesi, aynı sıralarda Konsolosumuzun Konsolosluk binasından çıkmasının engellenmesi, hatta Hollanda Polisi tarafından Sayın Bakan ve Heyetinin kaba ve sert muameleye tabi tutulması olayı, dünya diplomasi tarihine kara bir leke sürmüştür. Üstelik Sayın Bakana destek vermek için olay yerine gelen Türk vatandaşlarına coplarıyla, atlarıyla, itleriyle saldıran Hollanda Polisi ve onların ırkçı yöneticileri bu faşizan tutumuyla Avrupa’nın gerçek yüzünü de ortaya çıkarmış oldu. Batı Avrupa’nın göbeğinde Türk-Müslüman düşmanlığını zirveye çıkaran bu çirkin, alçak davranışından dolayı Hollanda başta olmak üzere tüm Avrupa’yı ve Brüksel’i şiddetle kınıyoruz. Ayrıca, demokrasi ve özgürlük havarisi kesilen ve savunduğu değerlerin kendi üyeleri tarafından ayaklar altına alınmasına seyirci kalan Avrupa Birliği’nin sorumluluktan kaçması mümkün değildir.

Maalesef, Hollandalı faşist-nazi çeteleri uluslararası hukuku çiğneyerek bir Türk Bakanın kendi Ülkesinin Konsolosluğuna girmesini engellemiş, diplomatik nezaket kurallarını hiçe sayarak kaba ve çirkin bir tavırla bir Bakanı sınır dışı etmiş ve böylece diplomatik, insani ve siyasi bir krize yol açmışlardır. Biz de onlara, Türk Milletinin düşmanlığının ne kadar şiddetli olduğunu ve bu alçaklığın bedelini Hollandalılara ve onların destekçisi Almanlara mutlaka ödeteceğini hatırlatıyoruz.

Sürekli olarak Türkiye’deki ifade özgürlüğünün yetersizliğinden bahseden AB’li siyasetçilerin, Hollanda’da ve Almanya’da Türklerin ifade özgürlüğünün açıkça kısıtlanması karşısında sessiz kalmaları tam anlamıyla çifte standarttır. AB’nin “hem suçlu, hem güçlü” bir tavırla bir yandan Türkiye’ye karşı gayri samimi davranış sergilemesi, diğer yandan da Almanya ve Hollanda’nın yol açtığı siyasi-insani-diplomatik krizden dolayı Türkiye’yi suçlayarak önceden karara bağlanmış AB Mali Yardımlarının askıya alınmasını gündeme getirmesi kabul edilebilir bir durum değildir.

AB’nin bu çifte standartlı ve küstah yaklaşımları ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır. Nitekim 2012 tarihinde yayınlanan “AB’nin Türkiye Paradoksu” isimli kitabımızın ön kapağında şu not yer almaktadır: “Brüksel, 50 yıllık ortağı, 16 yıllık gümrük birliği partneri ve 7 yıldır tam üyelik müzakereleri yürüttüğü Türkiye‘ye karşı takındığı gayri samimi davranışlarının esasen kendi çıkarlarına zarar verdiğini anladığında, çok geç kalmış olacaktır…”. Geldiğimiz noktada Brüksel, Türkiye’yi iç siyasi malzeme olarak kullanmak ve Avrupa’da hortlayan Müslüman-Türk düşmanlığına göz yummakla kendi sonunu hazırladığının farkında değildir.

AB’nin ve üye ülkelerinin Türkiye’ye gayri samimi yaklaşımlarının en son örnekleri olarak özellikle Almanya ve Hollanda’da yaşanan siyasi-diplomatik skandalları gösterebiliriz. Öyle ki Türk Dışişleri Bakanının uçağının inişine “güvenlik” gibi saçma bir sebeple izin vermeyen Almanya ile yine bir Türk Bakanın kendi Konsolosluğuna girmesini engelleyip sınır dışı eden bir Hollanda, Avrupa’da gittikçe tehlikeli boyutlara ulaşan genelde yabancı özelde ise Müslüman-Türk düşmanlığının önderliğini yapmaktadırlar. Demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi savunduğu değerleri ayaklar altına alan Avrupa’nın bu lokomotif ülkeleri esasen, Türk Milletinin tarihi yeniden şahlanışının ayak seslerini duymuşlar ve paniklemişlerdir. Ne var ki bu ırkçı yaklaşımlarıyla Avrupalı şer odakları Türkiye’nin önünü kesemeyecekler bilakis bu tavırlarıyla Türklerin milli birlik ve beraberliğinin daha da güçlenmesine vesile olacaklardır.

Kuşkusuz, Avusturya, Almanya ve Hollanda gibi AB’nin kurucu üyelerinin son günlerde ortaya koyduğu Türkiye’ye yönelik haksız ve çirkin uygulamalar, Türk Milletinin AB’ye bakış açısını önemli ölçüde olumsuza çevirmiştir. Zira Türkiye’nin sabrı tükenmektedir. Son 10 yılda, AB projesine olumlu bakan Türk Vatandaşlarının oranı %70’lerden %30’lara kadar düşmüştür. Eğer, AB’nin önde gelen liderleri Türkiye ile olan ilişkilerini gerçekten düzeltmek istiyorlarsa ya da müzakere sürecinin hızlanmasını arzuluyorlarsa, öncelikle Türkiye’nin haklı endişelerine kulak asmaları ve Türk Halkına karşı samimi davranmaları gerekmektedir. Bir Kıbrıs Meselesi, bir vize meselesi, bir Ermeni Meselesi ve hatta bir gümrük birliği meselesi ortadadır ve bu meseleler adil ve kalıcı bir şekilde çözülmediği sürece Türkiye’den yeni adımlar atmasını beklemek anlamsızdır.

Kuşkusuz Türkiye, 2005’te başlayan katılım müzakerelerini devam ettirmek istemektedir ve bu süreci kendi Halkının yararına kullanmaktan yanadır. Ancak bu şartlar altında bunu ne kadar zor olduğu da açıktır. Kaldı ki Türkiye-AB Katılım Müzakerelerinin durma noktasına gelmesinden bizatihi Brüksel sorumludur. Dolayısıyla, bu sürece ivme kazandırmak yine AB’ye düşmektedir. Brüksel üzerine düşenleri yerine getirmedikçe, Türkiye’nin yeni bir adım atması zor görünmektedir. Bu anlamda AB’nin, öncelikle Türk vatandaşlarının serbest dolaşım hakkını gasp etmekten vazgeçmesi, Türkiye-AB ilişkilerini Kıbrıs ipoteğinden kurtarması, Türk diplomat, siyasetçi ve vatandaşlarının ifade ve seyahat özgürlüğüne saygı göstermesi gerekmektedir.

Daha önce “Almanya’da çok kültürlülük iflas etti” şeklinde açıklama yapan Angela Merkel, AB’nin bir “Hristiyan Klübü” olduğu yönündeki şüpheleri de gündeme getirmişti. Bugün Avrupa’daki Müslümanlara yönelik saldırılar ise AB’nin bir “Hristiyan Kulübü” olduğunu maalesef teyit etmektedir. Eğer AB’li siyasetçiler tüm dünyaya verdikleri bu görüntüden bir nebze olsun rahatsızlık duyuyorlarsa bu tür çifte standartlı, ayırımcı, ötekileştirici ve insanlık dışı yaklaşımları bırakarak uluslararası hukuka sadık kalmaları ve Birliğin demokrasi, özgürlük, insan hakları ve hoşgörü gibi evrensel değerlerine sahip çıkmaları gerekmektedir.

Yarım asırdan fazla bir geçmişe sahip bulunan Türkiye-AB ortaklık ilişkisinin sağlam bir hukuki zemine oturtulduğu da unutulmamalıdır. Ayrıca Türkiye, AB’nin 5’inci büyük pazarı ve 7’inci büyük ticaret ortağı olarak karşımızda durmaktadır. Kaldı ki 1959 yılında başlayan ortaklık ilişkisi zamanla genişlemiş, gümrük birliği ile derinlik kazanmış ve nihayet aday üyelik süreciyle birlikte ekonomik boyutun ötesine geçmiş, siyasi ve toplumsal bir nitelik kazanmıştır. Bu bakımdan, çok boyutlu ve dinamik bir yapıya sahip bulunan Türkiye-AB ilişkilerinin, bir Hollanda’nın kişisel siyasi çıkarlarına feda edilmesi akıl ve mantıkla izah edilebilecek bir durum değildir.

Ne var ki AB’nin lokomotif ülkelerinin, hiç bir zaman Türkiye’nin İslam dünyasıyla Batı arasında bir köprü olmasını istememektedirler. Bu ülkeler, Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemindeki konumuna benzer bir şekilde, Müslüman dünyasıyla Avrupa arasında tampon bölge rolünü oynamasını istemektedir ki küresel bir oyuncu olmaya hazırlanan Türkiye’nin böyle bir senaryo içinde yer alması söz konusu bile olamaz.

Öte yandan, terör örgütlerine yardım ve yataklık eden bir Almanya’nın bir Hollanda’dan veya Avusturya’dan hiçbir farkı yoktur. Her biri kara emperyalizmin birer maşası olan bu ülkelere ve onların üst akıllarına gereken dersin verilmesi, Türk Milletinin boynunun borcudur. Neticede, binlerce yıllık devlet tecrübesi, kültür ve medeniyet birikimi ile tarihin kaydettiği en dinamik milletlerden bir olan Türkler, “demokrasi ve özgürlük” maskesi arkasına sığınan bu şer odaklarının kahpe oyunlarını bozabilecek yeteneğe sahiptir.

Hiç bir millet, dininin, dilinin, kültür ve medeniyetinin, devlet ve vatanının parçalanması gayretlerine müsamaha gösteremez. Bayrağının düşürülmesi karşısında sessiz kalamaz. Bakanına, diplomatına, vatandaşına karşı kötü muameleyi cezasız bırakamaz. Türk Milletinin dostluğunun da düşmanlığının da muhteşem olduğunu çok iyi bilen bu şer odakları, artık Türk Milletinin hesap soracağı günü beklesinler.

Bilinmelidir ki Türkiye Cumhuriyeti, büyük Türk Milletinin tek ve bağımsız kalesi olup, aynı zamanda bütün Dünya Türklüğünün ve bütün mazlum milletlerin de ümidi durumundadır. Ay-Yıldızlı Al bayrağın dalgalanabildiği tek ülke olan Türkiye’miz, Allah’ın izniyle, yeni bir diriliş ve şahlanışın eşiğinde bulunmaktadır. Türk Milleti, 21. Yüzyıla damgasını vuracak, hiç bir güç de buna engel olamayacaktır.

Bir yandan İslâm’ın kılıcı ve kalkanı olarak önemli hizmetler veren Türkler, bir yandan da, tarih boyunca kurdukları imparatorluklarda, egemenlikleri altına aldıkları halklara din ve vicdan özgürlüğü tanıyarak, bunların birlikte, barış içinde yaşamalarını temin etmiş ve evrensel barışa büyük katkılar sağlamışlardır. Binlerce yıllık tarihi boyunca Dünyada adaleti hâkim kılmak arzusuyla hareket eden Türkler, bir nevi bütün insanlığın sorumluluğunu üzerinde taşımıştır. Hollanda’da Türklere reva görülen muamele dikkate alındığında bu sorumluluğun önemi ortaya çıkmaktadır.

Her fırsatta ifade ettiğimiz gibi, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet var olabilmesinin yegâne şartı milli birlik ve beraberliktir. Velhasıl, tüm iç ve dış düşmanlarımızın şunu iyi bilmeleri gerekmektedir: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür, parçalanamaz. Ayrıca, milli sınırlarına ve Devletine uzanan elleri kesmekle kalmaz, o ellere hükmeden kafaları da yok etmesini bilir. Umuyoruz ki, Türkiye’ye yönelik bu çirkin davranış, kapitalist şer odaklarının ve onların hain taşeronlarının Türkiye’ye yönelik son saldırıları olsun. Ve yine istiyor ve bekliyoruz ki Türk Milleti böylesi bir krizle bir daha karşılaşmasın.

Netice olarak, özellikle Almanya, Avusturya ve Hollanda’da şiddetlenen, genelde ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına özelde ise Müslüman-Türk düşmanlığına yönelik eylemlere prim veren bu zihniyetin evrensel batı değerlerini ayaklar altına aldığının Avrupa kamuoyu tarafından değerlendirmeye alınacağını ümit etmekteyiz. Aksi halde, Avrupalı siyasetçilerin göz yumdukları ve müsamaha gösterdikleri ırkçı yabancı düşmanlarının, yakın zamanda AB’yi darmadağın etmesi ve nihayet Avrupa kıtasını ağır siyasi ve sosyal bunalımlara mahkûm etmesi kaçınılmazdır.

Share This: