illinois tarafından yazılmış tüm yazılar

Tatil

Nejat ÇOĞAL, bir yıllık yoğun bir çalışmanın ardından nihayet tatil yapabildi ve yeni yıl için enerji depoladı…

Share This:

Nejat ÇOĞAL İstihbarat Eğitimi Açılışını Yaptı…

Sn. Nejat ÇOĞAL’ın açılış konuşmasıyla başlayan ve kaçakçılıkla mücadelede etkinliği artırmak amacıyla hazırlanan Suç İstihbaratı Eğitimi;

Sayın Bakanımız Nurettin CANİKLİ’nin, Gümrükler Muhafaza Genel Müdürlüğünde bir İstihbarat Birimi oluşturulması, yönetimin merkezden olması ve seçilecek istihbarat personelinin eğitime tabi tutulması suretiyle Gümrük Muhafaza Teşkilatının istihbarat kapasitesinin geliştirilmesine yönelik talimatları doğrultusunda; öncelikle yeniden yapılandırılan Gümrükler Muhafaza Genel Müdürlüğü bünyesinde bir İstihbarat Dairesi Başkanlığı kuruldu. İstihbarat elemanı olarak görev yapabilecek Gümrük Muhafaza Amir ve Memurlarının seçimi ve Suç İstihbaratı Eğitimine alınması için ilgili kurumlarla müşterek çalışmalar yapılarak, 19.01.2015 tarihi itibariyle, Bakanlığımız Eğitim Dairesi Başkanlığında eğitime başlanılmıştır.

Genel Müdürlüğümüz İstihbarat Dairesi Başkanı Nejat ÇOĞAL yaptığı açılış konuşmasında; teşkilatın tarihçesinden, görevin öneminden, özverili çalışmalardan ve gerçekleştirilen eğitimin gerekliliğinden bahsederek, “Son yıllarda, gerek personel ve gerekse teknik kapasitesini güçlendirmek suretiyle kaçakçılıkla mücadelede ciddi başarılar elde etmiş bulunan Genel Müdürlüğümüz, 640 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin verdiği yetkiler çerçevesinde istihbarat kapasitesini de güçlendirerek, milli ekonomiyi, kamu güvenliğini ve toplum sağlığını tehdit eden kaçakçılık faaliyetlerini tümüyle ortadan kaldırmayı hedeflemektedir” dedi.

Share This:

Almanya Büyükelçiliği Ziyareti

Nejat ÇOĞAL, Almanya Büyükelçiliğine resmi bir ziyaret gerçekleştirdi…

Share This:

Fas, El-Jadida

Nejat ÇOĞAL, Fas, El-Jadida’da Uluslar arası Terörizmle Mücadele Toplantısına Katıldı…

Share This:

Habur

Nejat ÇOĞAL, Habur Sınır Kapısında İncelemelerde Bulundu…

Share This:

Kıbrıs’ta Akıncı-Anastasiadis Dönemi

Nejat ÇOĞAL’ın “Kıbrıs’ta Akıncı-Anastasiadis Dönemi” Başlıklı Makalesi, Türk Ocakları Web Sitesinde Yayınlandı… http://turkocaklari.org.tr/sayfa/5412/kibris-ta-akinci-anastasiadis-donemi.html

Nejat ÇOĞAL

turkocagi@turkocagi.org.tr

Kıbrıs’ta Akıncı-Anastasiadis Dönemi

 Kıbrıs’ta Akıncı-Anastasiadis Dönemi
07 Temmuz 2015

Nisan 2015 seçimlerinde Mustafa Akıncı’nın KKTC Cumhurbaşkanı seçilmesinin, özellikle Rum/Yunan tarafında memnuniyetle karşılanması manidardır. Önceki KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile müzakere masasında kavga edip, hiddetle masayı bırakıp giden ve nihayet 8 ay sonra, gönülsüz olarak masaya dönebilen Anastasiadis, garip bir şekilde Akıncı ile çözüme ulaşabileceğini düşünmektedir. Manzaranın daha da garip olan tarafı ise Akıncı’nın değil yıllar, aylar içinde Anastasiadis ile çözüme ulaşabileceğini sanmasıdır.

 

KKTC’deki seçimlerin ardından olumlu bir hava estiren Rum/Yunan tarafının, geleneksel ikiyüzlü politikasından vazgeçmiş olduğunu düşünmek saflık olur. Zira, biz bu filmi daha önce çok izledik. Öyle ki, Mayıs ayında yapılan Eroğlu-Anastasiadis görüşmesinin hemen ardından Rum Dışişleri Bakanı Kasulidis soluğu Atina’da almıştır. Atina’da, Yunan Dışişleri Bakanı Kocas ile Türkiye’nin kırmızı çizgilerini nasıl ihlal edeceklerinin hesabını yapmışlardır. Aynı şekilde, KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı ile çözüme ulaşabileceği konusunda umutlanan Rum Lider Anastasiadis İsrail’e giderek, burada, tek taraflı olarak birtakım doğalgaz işbirliği anlaşmaları imzalamıştır. Siz, bir yandan Kıbrıslı Türk Liderle müzakere masasına oturacaksınız, diğer taraftan Atina’da ve İsrail’de yapılan gizli toplantılarla müzakere sürecini baltalayıcı girişimlerde bulunacaksınız. İşte bunun adı tam anlamıyla klasik Rum/Yunan siyasetidir.

 

Ne var ki “Ada üzerindeki garanti ve güvenlik sistemi, Türk Barış Kuvvetlerinin varlığı ve KKTC’deki göçmenler” gibi konularda Türkiye’nin taviz vermesi mümkün değildir. Türkiye’de yapılan genel seçimleri de fırsat bilen Rum/Yunan tarafına şunu hatırlatmak isteriz ki “Türkiye’de bir hükümet vardır ve her zaman da olacaktır. Ayrıca, Türkiye, Ada üzerindeki uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkilerini asla tartışma konusu yaptırmayacaktır.”

 

Öte yandan, göreve gelir gelmez “yavru vatan-kardeş vatan” tartışmasına giren, Rum Liderle yürüttüğü çözüm müzakerelerine, Sözcüsünün (Barış Burcu) “Garantiler tabu değildir. Bu konuda bir anlaşma ya da takvim yok ama Eylül ayında yapılacak toplantı, garantiler konusuna yönelik olacak…“,   şeklindeki açıklamalarıyla gölge düşüren KKTC Cumhurbaşkanına da şunu hatırlatmak mecburiyetindeyiz: “Kıbrıslı Türkler, Rumların acımasız saldırıları ve katliamları karşısında yok olmanın eşiğine geldiğinde, Türkiye 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtıyla soydaşlarını uçurumun kenarından çekip almıştır. Hulefa-i Raşidin’in mirası ve Osmanlı’nın bakiyesi olan Kıbrıs’ta, 41 yıldır süregelen barış ve huzur ortamının da yegâne güvencesi de Türkiye’dir. Kıbrıs, Türkiye’nin milli davasıdır. Türkiye varsa KKTC vardır. Kıbrıs, Türk Milletinin savaşarak kazandığı son vatan toprağıdır ve masada kaybedilmesine asla müsaade edilmeyecektir.”

 

Bu noktada, Anastasiadis’in Kapalı Maraş’a uzman heyetin girerek tespit çalışmalarına başlaması…” şeklinde ifade ettiği, güya Güven  Artırıcı Önleminin (GAÖ) kabul edildiği yönünde açıklamalar yapan Akıncı ve Sözcüsüne bir hatırlatma daha yapmakta fayda bulunmaktadır: “Maraş, ancak kapsamlı ve kalıcı bir çözümün parçası olarak gündeme gelebilecektir. Kesinlikle, GAÖ olarak tartışmaya açılamaz.”

 

Esasen Kıbrıs’taki son gelişmeleri doğru analiz edebilmek için, bugüne nasıl gelindiğini de iyi bilmemiz gerekmektedir. Zira, Rumların başından beri uygulayageldikleri sinsi ve uzlaşmaz tavırlarının bugün de aynen devam ettiğini belirtmiştik. Kuşkusuz Kıbrıs meselesi bugünün meselesi değildir. Meselenin kökeni şöyle bir 50 yıl geriye gitmektedir. 2004 Annan Planı referandumu ve hemen ardından Kıbrıslı Rumların haksız bir şekilde AB üyesi yapılması noktasından hareketle, bugüne gelmeye çalışalım:

 

Bilindiği gibi, 2004’te Kıbrıs’ta gerçekleştirilen Annan Planı referandumunda Rumlar %76 oranında HAYIR demelerine rağmen, bir hafta sonra AB üyeliği ile ödüllendirildiler. Kıbrıslı Türkler ise Plana %65 oranında EVET demelerine rağmen AB dışında bırakıldılar, yani cezalandırıldılar.  Rumların uluslararası anlaşmalara aykırı bir şekilde AB üyesi yapılmasıyla birlikte, Kıbrıs’ta çözümsüzlük daha da derinleşmiş oldu. Adeta içinden çıkılmaz bir hal aldı. Kuşkusuz bu, çok büyük bir hataydı.

 

2008 yılı başlarında Hrisyofyas’ın GKRY Lideri seçilmesiyle birlikte KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile Rum Lider arasında yeni bir müzakere süreci başladı. O dönemde iki eski dost olan Talat-Hristofyas’a büyük umutlar bağlanmış, hatta bu süreç, bir “fırsat penceresi” olarak tanımlanmıştı. Üstelik, KKTC Cumhurbaşkanı Talat, Ada’daki Türk Barış Kuvvetlerinin varlığını bile masaya yatırmaya yeltenmişti. İki lider 100 civarında görüşme yaptılar. Sonuç ne oldu dersiniz? Talat 2010 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybetti. Hristofyas masadan kaçtı ve ardından da 2013 Başkanlık seçimlerin kaybetti. Kısacası, büyük umutlarla başlayan ve AB perspektifiyle yürütülen Talat-Hristofyas süreci hüsranla neticelendi.

 

Peki, Hristofyas’ın ardından görevi devralan Nikos Anastasiadis ne yaptı dersiniz?  Tam bir yıl süreyle KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmadı. Üstelik göreve gelir gelmez ne söyledi? Buyurun;“Türkiye doğalgaza karışmasın, kapalı Maraş’ı bize iade etsin, o zaman AB’deki vetomuzu kaldırmayı düşünürüz”.Devam edelim: Anastasiadis, daha Rumlar AB’ye girmeden önce ne diyordu? “Kıbrıs-AB birleşmesini başarmak suretiyle, aynı zamanda Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesini de başarmış olacağız.” Yani, dolaylı ENOSİS…

 

Göreve gelmesinden tam bir yıl sonra, başta AB, ABD ve BM olmak üzere uluslararası toplumun yoğun baskıları neticesinde, KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmayı kabul eden Anastasiadis, nihayet 11 Şubat 2014 tarihinde bir Ortak Açıklamaya imza atabilmiştir:

 

– Müzakereler, ‘her konuda uzlaşı sağlanmadan hiçbir konuda uzlaşılmış sayılmayacağı’ prensibine dayalı olacaktır.

–  Kıbrıs’ta varılacak çözüm, iki toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı bir federasyon şeklinde olacaktır.

 –  Birleşik Kıbrıs, AB’ye ve BM’ye üye, tek uluslararası kimliği, tek vatandaşlığı ve tek egemenliği bulunan bir devlet olacaktır.

–  Egemenlik Türk ve Rum halklarından kaynaklanacak, Birleşik Kıbrıs vatandaşları, aynı zamanda Türk ve Rum kurucu devletlerin de vatandaşı olacaktır.

 –  Ortak Devletin nitelikleri, iki eşit kurucu devletin oluşturduğu anayasada yer alacaktır. İki bölgeli, iki toplumlu AB normlarına uygun federal yapı tüm Ada’da geçerli olacak ve bu yapı hiçbir şekilde değiştirilemeyecek biçimde korunacaktır.

–  Kurucu devletler, kendi bölgelerinde kendi yetkilerini federal devletten bağımsız olarak kullanacak, taraflardan hiçbiri diğerine tahakküm edemeyecektir.

 

Ancak, kısa bir süre sonra, altına imza attığı ve yapılacak çözüm müzakerelerinin de genel çerçevesini belirleyen bu mutabakat Zaptı, Anastasiadis’in başına bela olacaktır.  Kıbrıslı Türklerle eşit statüde olacakları bir ortak devlet çözüm projesine imza attığı için Rum Lider, iç siyasette ağır eleştirilere maruz kalmış ve hatta bu yüzden istifa eden bakanlar nedeniyle Rumların koalisyon hükümeti düşmüştür.

 

11 Şubat’ta attığı imzadan pişmanlık duyan Anastasiadis, 25 Temmuz 2014 tarihli Liderler görüşmesinde diplomatik bir skandala da imza atmıştır. Müzakere masasında kontrolünü kaybederek, Bugüne kadar kabul edilenler beni ilgilendirmez, sadece benim kabul edeceğim konular görüşülmeli, benim istediğim olacak” diye bağırmış, gözlüğünü fırlatmış, sigara yakmış, masayı yumruklamış ve Heyetini masada bırakıp gitmiştir. Böylece, daha önce Talat-Hristofyas ikilisinin anlaşmaya vardıkları konuları “yok saydığını” itiraf eden Rum Lider, içine düştüğü derin çelişkiyi de herkese göstermiş oldu. Zira 11 Şubat 2014’te KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile birlikte altına imza atıp, tüm dünyaya ilan ettikleri ortak çözüm çerçevesinin, aynı zamanda Mehmet Ali Talat ile Dimitris Hristofyas’ın uzlaşmaya vardığı konular olduğunu çok iyi bilmektedir.

 

25 Temmuz’da yumrukladığı müzakere masasını terk edeceğinin ilk sinyalini de vermiş olan Anastasiadis, çok geçmeden, 9 Ekim 2014’te yapılması planlanan görüşmeden bir gün önce, yeni AB Komisyonu Başkanı Juncker’i de arkasına alarak ve Kıbrıs’ın sözde Münhasır Ekonomik Bölgesine Türkiye’nin savaş gemileri göndermesinibahane ederek, barış görüşmelerine katılmayacağını açıklamıştır. Bu tarih itibariyle Masadan kaçan Anastasiadis’in geri dönmesi ise tam 8 ay sürmüş ve nihayet Mayıs 2015’te KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı Mustafa AKINCI ile görüşme masasına oturabilmiştir.

 

KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı seçilen Mustafa AKINCI ile, icraatları ve yaklaşım tarzı ortada olan Anastasiadis’in nasıl bir çözüme ulaşacaklarını doğrusu biz de merak etmekteyiz. Bugün Akıncı-Hristofyas süreci için oluşturulan atmosferin, 2008’de Talat-Hristofyas süreci için oluşturulan hava ile benzerlik göstermesi düşündürücüdür. Umarız, akıbeti de aynı olmaz.

 

Peki, Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm müzakerelerinin başarı şansını azaltan ana sebepler nelerdir?

 

– Görüşmelerin başarı şansını azaltan en önemli faktör, Hristofyas’ın  “Biz sessiz ve özlü çalışırız”şeklinde özetlediği ikiyüzlü Rum/Yunan politikasıdır. Bu, son derece tehlikeli bir yaklaşımdır ve çok dikkatli olunması gereken bir konudur. Bakınız, 10 yıl GKRY Liderliği yapan Glafkos Klerides ne diyor? “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan, laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık.”

 

İşte bu yüzden, Akıncı-Anastasiadis sürecinin akıbeti de daha önceki birçok benzer nafile çözüm çabalarından farklı olmayacaktır. Zira Rumlar muhtemel bir çözüme inanmamakta ve fakat BM, ABD ve AB’nin başını çektiği uluslararası camianın baskısıyla masaya oturmak zorunda kalmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Anastasiadis, bir Klerides’ten veya bir Hristofyas’tan farklı değildir ve olmayacaktır da.

 

– Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm görüşmelerinin başarıyla sonuçlanmasını engelleyen bir diğer faktör ise görüşmelerin “her konuda anlaşma sağlanmadan, hiçbir konuda anlaşma sağlanmış sayılmayacağıprensibiyle yürütülmesidir.Çünkü Kıbrıs gibi karmaşık bir meselede tarafların her konuda uzlaşmaya varması mümkün bulunmamaktadır.

 

– Ayrıca, Rum tarafı, güvenlik ve garantörlük sisteminin devam etmesini istememekte ve AB’nin garantörlüğünü yeterli görmektedir. Türk tarafı ise Türkiye’nin garantörlüğünü vazgeçilmez kabul etmektedir. 1959 Zürih ve Londra Anlaşmaları yürürlüktedir. Bugüne kadar da taraflardan hiçbirisi Anlaşmanın kaldırılmasına yönelik resmi bir başvuruda bulunmamıştır. Kaldı ki uluslararası hukuka göre taraflardan biri, tek başına Anlaşmayı feshedememektedir.

 

GKRY Meclisinin “Kıbrıs’ta garantileri kabul etmediğine” dair 19 Şubat 2010 tarihinde oybirliğiyle aldığı karar, Rumların hukuk tanımazlığının son göstergesidir. Garanti Anlaşması halen yürürlüktedir ve bu Anlaşmanın 2. Maddesine göre, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın temel maddeleriyle oluşturulan düzeni korumayı garanti emişlerdir. Garantör Devletler ayrıca, Kıbrıs’ın başka herhangi bir devletle doğrudan ya da dolaylı olarak, kısmen veya tamamen, ekonomik veya siyasi birleşmesini veya bu birleşmeyi amaçlayan girişimleri yasaklamışlardır. Bu yasağı uygulamak bizatihi garantör devletlerin ödevidir.  Ne yazık ki AB üyesi olan İngiltere ve Yunanistan, GKRY’nin tek taraflı AB üyeliğini veto etme yetkisi varken bu yetkilerini kullanmamışlar ve böylece uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmemişlerdir. Altına imza attıkları anlaşmayı ihlal eden bu ülkelerin, tarih önünde sorumlulukları bulunmaktadır.

 

– Müzakerelerin önündeki bir diğer zorluk ise, Tük tarafı, mülkiyet konusunun takas ve tazminat yöntemiyle toplu olarak çözümünden yanayken, Rum tarafı bu konunun bireysel olarak ve iade yöntemiyle çözülmesinde ısrar etmektedir. Yine Türk tarafı, toprak konusunun iki kesimlilik ilkesine göre ve iki ayrı halkın yoğun olarak yaşadığı bölgeler dikkate alınarak çözülmesini isterken, Rum tarafı göçmenlerin topraklarına geri dönmesini savunmaktadır.

 

Rumlar, Ada’daki tüm yerleşiklerin Türkiye’ye geri dönmesini isterken, Türk tarafı bunun belirli sayıda olmasını istemektedir.

 

– Ayrıca, Türk tarafı müzakerelerde takvimlendirmeyi ve uluslararası toplumun sürece hakemlik yapmasını savunurken, Rum tarafı buna şiddetle karşı çıkmaktadır.

 

– Rum/Yunan tarafı, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kişilik” gibi temel kavramlara, tamamen Rum egemenliğini çağrıştıran anlamlar yüklemektedirler.

 

Tüm bu zorluklar, Ada’da yürütülen çözüm müzakerelerin başarı şansını azaltan ciddi faktörlerdir.

 

Öte yandan, her iki toplum lideri nasıl bir anlaşmaya varırlarsa varsınlar, son sözü, Kıbrıs Türk Halkı söyleyecektir. Yani, varılacak bir anlaşma, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.

 

Netice itibariyle, Kıbrıs’ta yeni bir sürecin başlangıcı olarak görülen Akıncı-Anastasiadis görüşmesi, ABD ve AB tarafından ve özellikle de Türkiye tarafından desteklenmektedir. Kuşkusuz Türkiye’nin desteği, milletlerarası arenada psikolojik üstünlük sağlaması açısından yararlı bir diplomatik tavırdır. Ancak peşinen olumlu bir hava estirirken, ihtiyatı elden bırakmamak, Ada’nın gerçeklerini görmek ve Kıbrıs’ın son 50 yıllık tarihinden de ders çıkarmak gerekmektedir. Mesela, Ada’da iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen devlet vardır. 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlüktedir. Türkiye’nin Ada üzerinde garantörlük hak ve yetkisi bulunmaktadır. Mesela, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm, Rumların iddia ettikleri gibi, 1963 yılında geçerliliğini yitiren sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” çatısı altında değil, yeni bir ortaklık devleti çatısı altında gerçekleşebilecektir. Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin çözüm parametreleri ise bellidir. Buna göre; “Kıbrıs’ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır.Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi devam edecektir.”

 

İşte, Kıbrıs’ta umutların yeniden yeşerebilmesi için evvela Rumların bu gerçeklere inanmış olmaları ve ikiyüzlü diplomasiyle dünya kamuoyunu aldatmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir. Türkiye’nin ise, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmesi, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemesi büyük önem arz etmektedir.

 

KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’ya ise;

 

– Kıbrıs Türk Halkının yakın geçmişte yaşadığı acı olayları,

– Türkiye’nin, Ada’daki kalıcı barış ve huzur ortamının yegane teminatı olduğunu,

– Ana Vatansız bir KKTC’nin var olamayacağını,

– Türkiye’nin Ada üzerindeki garantörlük hak ve yetkisinin, KKTC’deki göçmenler ile Ada’daki Türk Askeri varlığının asla tartışma konusu yapılamayacağını,

– Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs Türklerinin meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulmasının mümkün olmadığını,

– Sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmadığını, olmayacağını,

– Enosis hayalinin çöpe atılmadığını, atılmayacağını,

– Anastasiadis’in bir Klerides’ten veya Hristofyas’tan hiçbir farkının bulunmadığını,

– Kısaca, ihtiyatlı bir iyimserlik içerisinde müzakere yürütülmesi gerektiğini,

 

hatırlatmak isteriz.

 

Nihayet, bilinmelidir ki Kıbrıs meselesi sonsuza dek masada kalamaz. Bu nedenle, makul bir süre içerisinde, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde-ki gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir- mevcut statünün devamını, yani KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınmasını sağlamanın en doğru yol olacağını da tüm tarafların dikkatine sunmak isteriz.

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/5412/kibris-ta-akinci-anastasiadis-donemi.html

 

 

Share This:

TARİHİ TÜRK-İSLAM YÜRÜYÜŞÜ

Nejat ÇOĞAL –

Tarih, Türkleri İslâm ruhundan ayırarak Türk kimliğini parçalamayı ve böylece hem Müslümanlığı ve hem de Türkleri zayıflatmayı gaye edinen çok sayıda girişimlere sahne olmuştur. Ne var ki, İslâmi inanç ve ahlak sistemi ile yoğrulmuş Türk-İslâm milliyetçiliği ayrılmaz bir bütündür ve insanlık tarihini şekillendiren Türkleri ruhundan ayırmak, yani İslâmsızlaştırmak hiçbir şekilde mümkün olamamıştır. Nitekim Fransız Şair Lamartine’nin: “Türk’ün (Müslümanın) fazileti; ilahi iradeye dâimâ boyun eğmesindedir…Her şeyi tabiattan çıkardıktan sonra, Allah’a döndürür. Dâimâ, Allah, onun fikrinde ve zikrindedir. Kısır bir fikir şeklinde değil, âdetâ elle tutulabilecek, açık, belli biçimde ve amelî bir hakikattir.” Şeklindeki sözleri de Türkün Müslümanlığının Batılılar tarafından itirafından başka bir anlam ifade etmemektedir.

 Türklerle Arapların 8. Yüzyılda gerçekleşen tarihi buluşması, İslâmın geleceği için bir dönüm noktası olmuştur. Öyle ki, aynı anda doğuya doğru ilerleyen Araplarla, batı yönünde hareket eden Türkler, ters istikamette esen iki sert rüzgârın birbirleri ile karşılaşması misali çarpışmışlar ve bu çarpışma neticesinde İslâmiyet Türklere bir din ve uygarlık, Türkler de bu dine güçlü ordularını vermişlerdir.

Binlerce yıllık medeniyet tarihine sahip olan Türkler, kendi inanç ve yaşayışlarına zaten çok yakın olan Müslümanlığı kitleler halinde kabul etmelerinin ardından, asırlar boyunca İslâmiyetin en güçlü savunucusu olmuşlar, onbirinci yüzyılda başlayıp yüzyıllarca süren Hristiyan Haçlı Saldırılarına karşı da göğüslerini siper etmekten geri kalmayarak, kurdukları Türk-İslâm medeniyetini günümüze kadar taşımayı başarmışlardır. Bu yüzdendir ki İslam Âleminde, Türk Milletine “Seyf-ül İslâm” adı verilmiştir.

Bir yandan İslâmın kılıcı ve kalkanı olarak önemli hizmetler veren Türkler, bir yandan da, tarih boyunca kurdukları imparatorluklarda, egemenlikleri altına aldıkları halklara din ve vicdan özgürlüğü tanıyarak, bunların birlikte, barış içinde yaşamalarını temin etmiş ve evrensel barışa büyük katkılar sağlamışlardır. Binlerce yıllık tarihi boyunca Dünyada adaleti hâkim kılmak arzusuyla hareket eden Türkler, bir nevi bütün insanlığın sorumluluğunu üzerinde taşımıştır. Nitekim, Osmanlı Devleti’nin “Nizam-ı Âlem” davası, üç kıta üzerindeki farklı dinlere mensup kavim ve sınıflar arasında hukuki ve içtimai adaleti sağlayarak bir düzen içinde yaşamalarını gaye edinmiştir.

Tarih sayfalarını, İslâm adına verdikleri hizmetler ve kahramanlıklarla dolduran Türklerin, aynı zamanda Müslümanlığın yayılmasına da en büyük katkıyı sağlayan, İslâma en güzel eserleri bırakan ve İslâm uygarlığını zirveye çıkaran bir Milletin mensubu oldukları unutulmamalıdır. Öyle ki bilhassa Selçuklular döneminde kendi kültürlerini İslâm dünyasıyla buluşturan Türkler, nihayet İslâm medeniyetini Türk-İslâm medeniyetine dönüştürmüş ve böylece İslâm dünyası ve medeniyetine, merhum Prof. Dr. Osman Turan’ın ifadesiyle yeni bir aşı ve hayatiyet kazandırmıştır.

Türkler, Müslüman olmaları sayesinde birliğe kavuşmuş ve eriyip yok olmaktan kurtulmuşlardır. Bugün yeryüzünde Müslüman olmayan Türk olmadığı gibi, Müslüman olduktan sonra milli şuurunu kaybedip tarihte yok olan bir Türk Topluluğu da olmamıştır. Diğer taraftan, İslâm Âlemi de Türklerin katılımıyla taze bir kan ve can bulmuş, Türkler İslâmı kendileri için bir millî din haline getirerek, bütün benlik ve samimiyetleriyle bu dîne sarılmışlardır. Merhum Prof. Dr. Erol Güngör’ün ifadesiyle İslâm, âdeta Türk Milletinin yolunu aydınlatan bir ışık olmuş, Türk Milleti bu ışığı takip ettikçe hep yükselmiştir.

Zira İslâmiyeti kabul etmelerinden itibaren Türkler, Müslüman kimliklerini hep ön plana çıkarmışlar ve hep bu isimle anılmışlardır. Nitekim, bir Türk-İslâm devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun hükümdarları kendilerini aynı zamanda İslâm’ın mücahidi ve İslâm toplumlarının temsilcisi olarak görmüşlerdir. İşte bu yüzdendir ki, günümüzde Türkiye’yi Avrupa Birliği dışında bırakma gayretleri, esasen, Avrupalıların, Türkleri daima Müslüman olarak algılamış olmalarından mütevellit bir tavırdan başka bir şey değildir.

Kısaca bir kültür ve kimlik duyarlılığı olarak nitelendirebileceğimiz milliyetçilik düşüncesi, tarih boyunca Türklerin en ziyade hassasiyetlerinin başında yer almıştır. Zira 1300 yıl önce, Göktürk Alfabesiyle Orhun Kitabelerine kazınan Türk kültürü ve kimliği, Yusuf Has Hacib’in 1069 tarihli, Türk-İslam edebiyatının ilk yazılı eseri sayılan Kutadgu Bilig adlı eserinde, İslami düşünce ve bakış açısıyla yeniden vücud bulmuştur.

Anadolu topraklarını Müslüman Türk’e yurt yapan Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan, 26 Ağustos 1071’de, Malazgirt Meydanında Ordusuyla birlikte kıldığı Cuma namazını müteakip, askerlerine dönerek “Ey mücahitler! Düşman ne kadar çok görünürse görünsün! Biz onlardan daha güçlüyüz. Çünkü biz Allah’a inanıyoruz…” dedikten sonra, atından inip toprak üzerinde secde ederek şöyle dua etmiştir; “Ya Rabbi! Sana tevekkül ettim. Hazreti Peygamberimiz aşkına bize yardım et! Fikrimizle fiilimiz bir değilse bizi helak et!”. Böylece, Alp Arslan’ın imanlı ordusu, sayıca kendisinden kat kat fazla olan Bizans ordusunu Malazgirt Meydanı’nda hezimete uğratarak, Türk-İslam tarihinin en büyük zaferlerinden birisini kayda geçirmeyi başarmıştır.

Osmanlı Devleti’nin ikinci Padişahı Orhan Gazi, Oğul’a Nasihatında, “Unutma ki, dünya saltanatı geçicidir. Lakin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamberimiz aleyhisselamın şefaatine mazhariyet için, bu fırsatı iyi değerlendir!..” demiştir. Bu düşünce tarzı, Türk Kültürü ve İslam Kültürü ile yoğrulmuş Osmanlı Devleti’nin, altı asır boyunca nasıl barış ve birlikte yaşama felsefesiyle hüküm sürebildiği sorusuna verilebilecek en açık cevaptır.

Cihan Padişahı Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’un fethini, sadece stratejik önemi sebebiyle değil, ama daha ziyade, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in  (S.A.V.)  “İstanbul elbet fetholunacaktır.  O’nu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir” hadis-i şerifine mazhar olmak ve O’nun övgülerini kazanmak için gerçekleştirmiştir. İşte bu, çağ açıp, çağ kapatan Müslüman-Türk Kumandan, İstanbul’u fethederken, onu bir Türk-İslam şehrine dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda, yüzyıllarca İslam toplumları arasına fitne sokan, Müslümanlara karşı Hristiyan Haçlı Seferleri tertipleyen ve İslam topraklarının genişlemesine engel teşkil eden bir şer yuvasını, Doğu Roma İmparatorluğu’nu da ortadan kaldırmıştır.

Şair Namık Kemal Yalçın Kaya’nın da ifade ettiği gibi;

Aranmakta Peygamber müjdesine bir emir, bir namzed
Kostantiniyyeyi İstanbul yapacak bir fatih; Sultan İkinci Mehmed.
Sıvadı kolları Osmanoğlu cihangir, çekerek besmeleyi
Ebedi fethin hazırlığına girişti, eserken seher yeli.
Döktü şahi topları, çelikten iman ordusu; ne güzel er
Böyle buyurmuştu Rasul; ve göklerde saf saf melekler.

İstanbul, dünyanın en güzel şehri, bizim İstanbul,
Büyük fethin timsali, kıyamete kadar Türk İstanbul.

Esasen Osmanlı, İslamiyet’in insanlığa vaat ettiği ideal barış ve istikrarı, himayesi altındaki topluluklar arasında hiçbir etnik, dinî ve kültürel ayırım gözetmeksizin yedi iklim ve üç kıtada asırlar boyunca gerçekleştirmeyi başarmıştır. Zira, İslamiyet’te hiçbir ırka, sınıfa, aileye veya kişiye imtiyaz tanınmamış olup, sadece İslâma hizmet eden ve İslâmı yücelten takva sahibi kimseler üstünlük elde edebileceklerdir. İşte Osmanlı bu bilinçle hareket ederek bir dünya devleti inşa etmeyi başarabilmiştir.

 Öte yandan, Çanakkale’de göğsünü siper ederek düşmana geçit vermeyen Mehmetçiğin meşalesi de kuşkusuz iman aşkı ve vatan sevgisiydi. Şanlı Türk tarihini taçlandıran en büyük zaferlerden birisi olan Çanakkale Destanı, iman ve kardeşlik ruhunun şahlanışından başka bir şey değildi. Bir yandan Kur’an okuyup biryandan düşmanla savaşan Türk Askerinin, 3 dakika içinde öleceğini bildiği halde hiç tereddüt etmeden cepheye atılmasını sağlayan bu ruh, din, vatan, bayrak uğruna şehadetin, ulaşılabilecek en yüce makam olduğunu birkez daha ortaya koymuştur. Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Çanakkale şehitlerini ne güzel tarif etmiştir;

 Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;

Yine, büyük Türk Şairi Ziya Gökalp, bundan yüzyıl önce, Balkan Savaşları sırasında Vatanın ve Milletin içine düştüğü durumu gösteren Asker Duası’nda şöyle demektedir;

Sancağım tevhid, bayrağım hilâl,
Birisi yeşil, ötekisi al,
İslâm’a acı, düşmandan öc al,
İslâm’ı âbâd eyle Yârabbi!
Düşmanı berbâd eyle Yârabbi!

 Bu noktada, Türklerin tarih boyunca İslâm’a hizmetleri konusunda Kurtuluş Savaşı ve bu savaşın İslâm’a kazandırdıkları üzerinde de durulmalıdır.

Millî ve manevi bilincini aynen muhafaza eden Türkler, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün önderliğinde ve vatan, millet, bayrak sevgisi ile yoğrulmuş bir imanla İstiklâl Mücadelesini kazanıp Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmak suretiyle, Millî onurunu muhafaza etmiş ve bu cennet vatan topraklarında kurdukları bin yıllık Türk-İslâm medeniyetini sonsuza kadar yaşatma kararlılığını bir kez daha ortaya koymuşlardır. Nitekim Yahya Kemal, Kurtuluş Mücadelesini şu şekilde dile getirmiştir;

 Şu kopan fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi,

Senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi.

Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın

Galip et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.

Mehmet Akif Ersoy da, İstiklal Marşı’nda, Türk Milletinin Hakk’a, bayrağa, bağımsızlığa, dinine ve vatanına olan bağlılığını en açık bir şekilde dile getirmiştir:

 Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

Günümüzde çarpıtılan şekliyle ırkçılığı değil, kültürü esas alan Türk Milliyetçiliği, binlerce yıllık tarihi, siyasi ve kültürel bir birikime dayanmaktadır. Türk Milletinin tarihin derinliklerinden süzülerek günümüze ulaşan maddi-manevi, kültürel-ahlaki değerlerini koruyarak gelecek kuşaklara aktarmak, bir Türk Milliyetçisinin asli vazifesi olmalıdır. Türk Ocakları Genel Başkanı Prof. Dr. Mehmet Öz’ün ifadesiyle, bizim millet, millî devlet anlayışımız tarihimize, milletimize bir bütün olarak sahip çıkmaya dayanır. İçi boş, tarihî ve kültürel muhtevası Türklüğün tarihî birikimini inkâr eden bir anlayış da tarihî ve kültürel realitelere aykırı olarak Türklüğü bir etnisiteye indirgeyen, milliyetçiliği kavmiyetçilik ve ırkçılık olarak görerek reddeden beynelmilelci yaklaşımlar da yanlıştır. İslam medeniyetinin tarihî gelişimini ve Türk-İslam medeniyeti gerçeğini ıskalayan, 20. yüzyılın nev-zuhur ve ithal İslamcılığı ne Türklüğe ne İslam âlemine ne de insaniyete kapsayıcı bir medeniyet tasavvuru sunabilir.

  Ortak bir dile ve ortak bir tarihe sahip insanların milli kimlik ve kültür şuuruyla kendini ifade etmesi olarak tanımlayabileceğimiz bu milliyetçilik anlayışı mesela, Fransız düşmanlığından beslenen Alman milliyetçiliğinden tamamen farklı olarak, diğer milletlerin varlığına saygı duyan, cihanşümul bir karakteristiği haizdir. Türk-İslâm Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’nın da Avrupalı elçilere söylediği gibi, Türk fetihleri aslında, Hristiyan dünyasının amansız saldırıları karşısında verilen bir nefsi müdafaa, bir varlık-yokluk mücadelesi sebebiyle gelişmiştir. Kuşkusuz Türkler, tarih boyunca hem batı medeniyetinin sömürgecilik faaliyetleri karşısındaki en ciddi direnek noktası olmayı başarmışlar ve hem de hakimiyetleri altındaki halklara adaletle hükmetmişlerdir.

Türk Milliyetçiliği sevgiyi, kardeşliği ve hoşgörüyü esas alan kucaklayıcı ve birleştirici bir anlayışa sahiptir. Nitekim, bundan doksan yıl önce, Türkçülerin amacının, çağdaş bir İslam Türklüğü olduğunu söyleyen Ziya Gökalp, Türklerin, milli ülkülerini güçlendirmek için dindaşları ve yurttaşları olan hiçbir kavme karşı “millî kin” aşılamaya yeltenmediklerini, çağdaşlaşmak için, Müslüman olmayan kavimler hakkında, içinde bulunulan uygarlık yüzyılının gerektirdiği saygılı tutumu koruyacaklarını özellikle vurgulamıştır.

Nitekim, Yüce dînimiz İslama göre insanlar, Cenab-ı Hak tarafından, kabilelere ve milletlere bölünmüştür. Dolayısıyla, Müslümanların Arablar veya Türkler gibi milletler halinde bölünmeleri, insanların birbirlerini tanımaları gayesiyledir. Ancak, bu milletler arasında üstünlüğün sadece güzel ahlâk ve takvâ sahibi olmakla mümkün olabileceği de Kur’ân’da belirtilmiştir. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’in Hucurât Sûresi’nin 13. Ayetinde Yüce Allah “Ey insanlar ! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.” demektedir. Buna göre, Türkler, Allah’ın insanlar arasından oluşturduğu milletlerden bir tanesidir ve üstünlüğü soydan değil, İslâm adına verdiği hizmetler ve yaptığı iyi işlerden kaynaklanmaktadır.

Büyük Türk Hükümdârı Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethedip İslâm Halifeliğini Abbasilerden teslim alırken, Cuma namazında okunan hutbede kendisi için “Hâkim-i Haremeyni’ş-Şerîfeyn” (Mekke ve Medine’nin Hâkimi) diye bahsedilmesine itiraz etmiş ve Peygamber’e saygısından dolayı kıpkırmızı kesilen Koca Pâdişah, ayağa kalkarak, “Hayır, Hâdim-i Haremeyni’ş-Şerîfeyn” (Mekke ve Medine’nin Hizmetkârı) diye haykırmıştır. İşte Türkler bu anlayışla, 400 yıl boyunca İslâm Halifesi sıfatıyla, İslâmda birlik ve beraberliği temsil etmişlerdir.

Derin bir mütevazılıkla İslâma verdiği ve vereceği hizmetler sayesinde Türk Milleti, tarih boyunca hep küllerinden yeniden doğmayı başarabilmiştir. Bunun son örneği, emperyalist Batılı güçlerin bitmek bilmez Haçlı saldırıları karşısında yorgun ve bitkin düşen Türk Milletinin, Gazi Mustafa Kemal önderliğinde verdiği İstiklâl Mücadelesi neticesinde, tarih sahnesinde “Türkiye Cumhuriyeti” adıyla yeni bir sayfa açmış olmasıdır.

Netice itibariyle, adalet, hoşgörü, millî birlik ve beraberlik anlayışı içerisinde ve diğer dünya milletleri ile birlikte barış içinde yaşamayı esas kabul eden Müslüman Türk Milleti, tarihte olduğu gibi bugün de İslam’a hizmet etmeye ve onunla birlikte yükselmeye devam edecektir. Bunu da, ancak, millî değerlerine ve tarihine sahip çıkmak suretiyle gerçekleştirebileceğinin idrakindedir. Zira, yurt, bayrak, millî egemenlik ve milli kültür gibi değerlerine sahip çıkamayan milletlerin, mukaddesatını muhafaza etmeleri de mümkün bulunmamaktadır. Tarih boyunca Türkler, hep Hakk’ın rızasını kazanma, yeryüzünde adaleti hakim kılma ve milletine hizmet etme anlayışı içerisinde, sevinçte ve tasada birlik şuuruyla hareket etmişlerdir. Bu sayededir ki Türkleri İslamsızlaştırma ve tarih sahnesinden silme çabaları nafile sonuç vermiştir.

Unutulmamalıdır ki Türkler, ancak millî birlik ve beraberlik duygusuyla ve derin bir iman aşkıyla Malazgirt’de, Kosova’da, İstanbul’un fethinde, Çanakkale’de, Sakarya’da başarıya ulaşabilmişlerdir. Bu nedenle, birbirleri ile buluşmalarından itibaren hızla gelişen ve tarihin gördüğü en yüksek uygarlık seviyesine ulaşan Türk-İslâm Medeniyetinin zengin kültürel mirasını daha ilerilere taşımak, Çanakkale ruhunu rehber edinmiş Türk Milletinin yegâne vazifesi olmaya devam edecektir.

16 Mayıs 2015

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/5263/tarihi-turk-islam-yuruyusu.html

Türk Yurdu Dergisi, Nisan 2015.

Share This:

Habur

Nejat ÇOĞAL, Habur Gümrük Kapısı’nda İncelemelerde bulundu…

Share This:

SELEC

Nejat ÇOĞAL, Romanya/Bükreş’te SELEC Konseyi Daimi Üyesi olarak, Türkiye adına müzakerelerde bulundu…

Share This:

TRT AVAZ.

Nejat Çoğal TRT AVAZ’da “Dünya Bülteni” Programında, Gökçen Oğan’a Konuk Oldu..

Share This: