TÜRKİYE-AB: GÜMRÜK BİRLİĞİ Mİ, TAM ÜYELİK Mİ?

NEJAT ÇOĞAL

AVRUPA BİRLİĞİ & KIBRIS ARAŞTIRMALARI: 2

ANKARA – Ağustos 2020

TÜRKİYE-AB: GÜMRÜK BİRLİĞİ Mİ, TAM ÜYELİK Mİ?

A. GİRİŞ

   “Türkiye’nin Avrupa’dan başka alternatifi olmadığı söyleniyor. Doğrudur, ama aynı şekilde Avrupa’nın da Türkiye’den başka alternatifi yok. Umarım Avrupalı dostlarımız bu gerçeği görmek için geç kalmaz.”   Recep Tayyip ERDOĞAN Başbakan Newsweek, 17.01.2011  

Türkiye’nin son zamanlarda gündeme getirdiği, tam 24 yıldır uygulana gelen Gümrük Birliği Anlaşmasının günün şartlarına uygun olarak yeniden gözden geçirilmesi taleplerinin Brüksel tarafından sıcak karşılanmaması, Türkiye-AB ilişkilerinde yeni gerginliklerin baş gösterebileceği izlenimini vermektedir. Tam üyeliğe giden yolun başlangıcı olarak kabul edilen ve geçici bir dönem olarak başlatılan bu sürecin uzayıp gitmesi, AB’nin gümrük birliği ile neyi hedeflediği konusundaki şüpheleri de beraberinde getirmektedir. Acaba Avrupa Birliği, Türkiye’yi ilelebet gümrük birliği aşamasında mı tutmak istemektedir, yoksa gerçekten de tam üyeliği mi hedeflemektedir? Yani yolun sonu gümrük birliği mi yoksa tam üyelik midir? Çalışmamızda özellikle bu sorunun cevabını aramaya çalışacağız.

Türkiye-AB tam üyelik katılım sürecinin adeta donma noktasına geldiği bir dönemde, ABD ile AB arasında Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması imzalanmasına yönelik müzakerelerin başlaması, Türkiye’nin Gümrük Birliği uygulamaları konusundaki endişelerini had safhaya çıkarmış bulunmaktadır. Zira Türkiye, kendisini doğrudan ilgilendirecek böyle bir anlaşmanın dışında bırakılmaktadır ki bu durum Ülkemizin dış ticaretine yeni bir darbe vurmak anlamına gelmektedir.

Esasen sorun, Türkiye’nin tam üye olmadan AB ile gümrük birliği ilişkisine girmesinden kaynaklanmaktadır. Tam üyeliğe giden yolun başlangıcı olarak kabul edilen ve geçici bir dönem olarak başlatılan bu sürecin gereğinden fazla uzamasıyla bu mesele maalesef daha da derinleşmiştir.

B. TÜRKİYE-AB GÜMRÜK BİRLİĞİNİN TARİHİ ARKA PLANI

Bilindiği üzere, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Dünyada globalleşme eğilimleri baş göstermiş, ülkelerarası ticaretin önündeki engellerin kaldırılarak serbestleştirilmesi ve ticaretin artırılması yönünde girişimler başlatılmıştır. Bu kapsamda, 1947 yılında Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) tesis edilmiş, 1951 yılında altı Batı Avrupa ülkesi Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu (AKÇT) kuran Paris Anlaşmasını imzalamış, 1957 yılında, yine altı (Altılar)[1] Batı Avrupa ülkesi tarafından Roma’da imzalanan Anlaşmalar ile Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kurulmuştur. Günümüzde ise, Avrupa Birliği adını alan Topluluk, 28 üyeli 500 milyon nüfuslu küresel bir güç olarak karşımızda durmaktadır.

Türkiye ise Avrupa’da meydana gelen değişikliklere karşı kayıtsız kalmamış, Avrupa’nın ekonomik bütünleşme sürecine dâhil olma iradesini, 31 Temmuz 1959 tarihinde AET’ye üyelik başvurusunda bulunmak suretiyle ortaya koymuştur. Topluluk ile Türkiye arasında cereyan eden müzakerelerin ardından, 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanıp 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren Ankara Anlaşması ile Türkiye-AET arasında ortak üyelik ilişkisi başlamıştır. Uzun dönemde, Türkiye’nin Topluluğa tam üye olmasının hedeflendiği Ankara Anlaşması, bu amaca ulaşmak için üç dönem öngörmüştür. Bunlar, Hazırlık Dönemi (1.12.1964-31.12.1972), Geçiş Dönemi (1.1.1973-31.12.1995) ve 1.1.1996 tarihinde yürürlüğe giren Gümrük Birliği ile başlayan ve halen devam eden Son Dönem’dir.

Hazırlık Döneminde Türkiye, geçiş dönemi ve son dönem boyunca kendisine düşecek yükümlülükleri üstlenebilmesi için, Topluluğun yardımı ile ekonomisini güçlendirecekti. 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol ile başlayan geçiş döneminde ise, Türkiye-AET arasında kurulacak bir gümrük birliğinin aşamalı olarak tesis edilmesi hedeflenmişti. Türkiye, 14 Nisan 1987’de Avrupa Toplulukları’na tam üye olmak için başvuruda bulunmuş, Avrupa Konseyi bu başvuruyu Aralık 1989 tarihinde reddetmişti.

1995 yılına gelindiğinde, 12 ve 22 yıllık sanayi malları listelerindeki tercihli indirimlerin oranı sırasıyla %95 ve %80’e, AB’nin Ortak gümrük Tarifesine uyum oranı ise 12 ve 22 yıllık listeler için %90 ve %85 düzeyine ulaşmıştı.

Türkiye-AB arasında cereyan eden zorlu müzakereler neticesinde, 6 Mart 1995 tarihli, 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı alınarak, Türkiye-AB Gümrük Birliği, 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren yürürlüğe girmişti. Alınan 1/95 sayılı OKK ile gümrük vergilerinin kaldırılması, malların serbest dolaşımı ve ticaretin hızlandırılması gibi kararlar alınmış olup, Türkiye bu kararlar sonrasında Topluluğun üçüncü ülkelere karşı uygulamış olduğu ticaret politikasına tabi olmayı kabul etmiştir.

Gümrük Birliği ile Türkiye, AB’ye karşı sanayi ürünleri ve işlenmiş tarım ürünlerinde (bazı hassas ürünlerde 5 yıllık geçiş dönemi öngörülmüştür) gümrük vergileri, eş etkili vergiler ile miktar kısıtlamalarını kaldırmıştır. Tarım ürünleri ve AKÇT ürünleri Gümrük Birliği kapsamı dışında bırakılarak, hassas ürünler hariç tüm sanayi ürünlerinde üçüncü ülkelere karşı AB’nin Ortak Gümrük Tarifesi uygulanmaya başlanmıştır. 1/95 sayılı OKK Gümrük Birliği düzeninin ne şekilde işleyeceğini ortaya koymak üzere AB’nin iç Pazar mevzuatına dayalı olarak hazırlanmıştır.

Türkiye-AB Gümrük Birliği, her ne kadar Türkiye’nin dış ticaretinde köklü bir değişikliğe yol açmamış ise de, gerek ticaretin mal ve ülke bazında çeşitlenmesi ve gerekse ülkeye yeni teknoloji ve sermaye girişinin hızlanması ve rekabetin geliştirilmesi açısından değerlendirildiğinde, tam üyelik yolunda atılmış çok yararlı bir adım olmuştur. Yine, Türk Ekonomisinin gerek Avrupa piyasası ve gerekse küresel piyasayla bütünleşmesine ve ticaretin artmasına katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz.

Ayrıca, gümrük birliği, Türkiye-AB ilişkilerinin daha da derinleşmesine katkıda bulunarak, malların serbest dolaşımı ve ticaret politikası; gümrük vergileri, miktar kısıtlamaları ve eş etkili önlemler ile vergi ve resimlerin kaldırılması; ortak gümrük tarifesi ve tercihli tarife politikaları; fikri sınai ve ticari hakların korunması alanlarında önemli adımlar atılmasında ve yasaların yakınlaştırılmasında itici bir güç olmayı başarmıştır. 2016-2019 döneminde, Türkiye’nin dış ticaretinde AB’nin ortalama payının %43 civarında olması, Türk ekonomisinin gelişmiş batı ekonomileri ile rekabet edebilir bir düzeye geldiğini göstermesi bakımından anlamlıdır.

   “.Türkiye’ye karşı sergilediği ikiyüzlü tavır Avrupa Birliği’nin sonunun da ilanı olmuştur.”   Recep Tayyip ERDOĞAN Cumhurbaşkanı   24.08.2020  

Ne var ki, tam üyelik yolunda atılan bu son adım, gereğinden fazla uzamış ve geçici bir dönem olacağı öngörülerek çıkılan bu yolun tam üyelik hedefine varıp varmayacağı konusundaki şüpheleri de beraberinde getirmiştir. Fakat, nihai hedefin tam üyelik olduğu unutulmamalıdır. Türkiye, AB tam üyelik sürecinde üzerine düşeni ziyadesiyle yerine getirmiştir. Bu kapsamda, hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve son dönem olan gümrük birliği sürecini başarıyla tamamlamış ve nihayet 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan tam üyelik müzakere sürecini de başarıyla devam ettirmektedir. Ne yazık ki 60 yıllık bu uzun ince yolda Türkiye’nin gösterdiği performansı görmezden gelen AB, “Avrupalı değilsiniz” veya “Kıbrıs’tan çekilmelisiniz” gibi gayri ciddi gerekçelerle süreci uzatmaya ve iki yüzlü yaklaşımlarla Türkiye gibi güçlü bir ülkeyi kapıda bekletmeye çalışmaktadır.

C. GÜMRÜK BİRLİĞİNİN TÜRKİYE’NİN DIŞ TİCARETİ ÜZERİNE ETKİLERİ

1.Türk Dış Ticaretinin Genel Yapısı

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bütünleşme hedefine yönelik ortaklık ilişkisinin önemli bir aşamasını oluşturan Gümrük Birliği, aynı zamanda, AB tarihinde ilk defa tam üye olmayan bir ülke ile gerçekleştirilmiş ticari bütünleşme olarak kayıtlara geçmiştir.

1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe konulan Gümrük Birliği, Türkiye’nin dış ticaretinde serbestleşme sürecine yeni bir ivme kazandırırken, AB ile ortaklık ilişkilerinde de Ankara Anlaşması uyarınca Son Döneme geçilmiştir. Türkiye ekonomisinin tamamını etkileyen önemli bir gelişme olan Gümrük Birliği ile birlikte, Türkiye ile AB arasında sanayi ürünleri ticaretinde gümrük vergileri, miktar kısıtlamaları ve eş etkili tedbirler kaldırılmış, Türkiye üçüncü ülkelere karşı Ortak Gümrük Tarifesi uygulamaya başlamıştır. Ancak, bu durumun istisnası olarak 2000 yılı sonuna kadar süren beş yıllık geçiş döneminde, otomobiller, ayakkabılar, deriden mamuller ve mobilyalar gibi kısıtlı sayıdaki hassas ürün için üçüncü ülkelere karşı Ortak Gümrük Tarifesi hadlerinden daha yüksek gümrük vergileri uygulanmıştır. 2001 yılıyla birlikte, tüm sanayi ürünleri itibarıyla Ortak Gümrük Tarifesi oranlarına; 1 Ocak 2008’de ise Gümrük Birliği kapsamındaki ürünler itibarıyla, AB’nin gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere uyguladığı otonom tarife tavizlerini kapsayan Genelleştirilmiş Tercihler Sistemi’ne uyum sağlanmıştır.

Gümrük Birliği ile birlikte, AB ülkelerinin Türkiye’nin dış ticaretindeki payında önemli bir değişme olmazken, Türkiye’nin ihracatının kompozisyonunda değişme gözlenmiştir. Özellikle, beyaz eşya, otomotiv sanayi gibi katma değeri yüksek ve istihdam sağlayıcı sektörler ağırlık kazanmış ve rekabet gücünde de olumlu gelişmeler yaşanmıştır.

Türkiye-AB Gümrük Birliğinin yürürlüğe girdiği 1996 yılından 2019 yılına kadar geçen süreyi kapsayan 23 yıllık dönemde Türkiye’nin dış ticareti Tüm Ülkeler, AB ve AB Dışı Ülkeler bakımından aşağıdaki tabloda özetlenmiştir. Buna göre, bahse konu dönemde, Türkiye’nin toplam dış ticaret hacmi 5 Trilyon 803 Milyar Dolar olmuştur.  Bu ticaretin 2 Trilyon 469 Milyar Doları AB ülkeleriyle, 3 trilyon 334 Milyar Doları ise AB Dışı diğer ülkelerle gerçekleştirilmiştir.

Türk Dış Ticaretinin Genel Yapısı

Toplam Dış Ticaret (1996-2019) (Milyar $)
 İhracatİthalatAçıkHacimHacim İçindeki Payıİhracat / ithalat
AB1.093,991.375,12-281,132.469,120,430,80
AB Dışı1.217,612.116,73-899,123.334,330,570,58
Genel2.311,603.491,85-1.180,255.803,451,000,66

2.  1996-2019 Dönemi Toplam Dış Ticaret Karşılaştırması

Tablo’dan da görüleceği üzere, 1996-2019 döneminde, Türkiye’nin AB ülkeleriyle olan dış ticaret açığı, AB dışı diğer ülkelerin toplamıyla olan dış ticaret açığından önemli ölçüde küçüktür. Ayrıca, aynı dönemde, genel ihracatımızın ithalatı karşılama oranı %66, AB Dışı tüm ülkelere yaptığımız ihracatın ithalatı karşılama oranı %58 iken,  AB’ye yapılan ihracatımızın ithalatı karşılama oranı %80 olmuştur. Yine bu dönemde, Türkiye’nin toplam dış ticaret hacminin %43’ünü AB, %57’sini ise AB Dışı Ülkelerin oluşturduğunu müşahede etmekteyiz. 2019 yılı itibariyle baktığımızda ise AB’nin toplam ihracatımız içindeki payının %42 olduğunu görmekteyiz.

Gümrük Birliği döneminde, Türkiye’nin genel ihracat ve ithalatının, AB’ye olan ihracat ve ithalatı ile paralel bir gelişme göstermiştir. Bu gelişmenin, AB’nin toplam dış ticaretimiz içinde %43 gibi yüksek bir paya sahip olmasından kaynaklandığını söylememiz mümkündür. Bu tespitler bize, AB ile olan dış ticaretimizin, diğer tüm ülkelerle yaptığımız dış ticarete kıyasla daha dengeli olduğunu göstermektedir.

Son 23 yıllık dönemde (Türkiye-AB Gümrük Birliği Dönemi) Türkiye’nin toplam 5 Trilyon 803 Milyar Dolar tutarındaki toplam dış ticaret hacminin 2 Triyon 311 Milyar Dolarlık kısmı ihracat, 3 Trilyon 491 Milyar Dolarlık kısmı ise ithalat kalemlerinden oluşmuştur. Bu dönemde, Türkiye’nin AB’ye toplam ihracatı 1 Trilyon 093 Milyar Dolar, AB’den ithalatı ise 1 Trilyon 375 Milyar Dolar olmuştur. Yine aynı dönemde, Türkiye’nin toplam -1 Trilyon 180 Milyar Dolar tutarındaki dış ticaret açığının -281 Milyar Doları AB ile, -899 Milyar Doları ise AB Dışı Ülkelerle gerçekleşmiştir.

Dış Ticaret Karşılaştırması (2019)
 İhracatİthalatHacimDenge (ihracat-İthalat)İhracat / İthalat
AB76,72767,913144,648,8141,13
AB Dışı104,107142,432246,539-38,3250,73
Genel180,834210,345391,179-29,5110,86
AB Payı0,420,320,37  

2019 yılında ise, Türkiye’nin toplam ihracatı 180,834 Milyar Dolar, toplam ithalatı ise 210,345 Milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir. 2019 yılında ihracatın ithalatı karşılama oranı %86 olmuştur. Aynı yıl, Dış Ticaret Dengesi ise -29,511 Milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir. 2019 yılında, bir önceki yıla kıyasla, dış ticaret açığının azaldığını görmekteyiz. 

2019 yılında Türkiye, AB’ye 76,727 Milyar Dolarlık ihracat, 67,913 Milyar Dolarlık ithalat yaparak 8,814 Milyar Dolar dış ticaret fazlası vermiş ve AB için ihracatın ithalatı karşılama oranı %113 olmuştur. 2019 yılında Türkiye, ihracatının %42’sini AB’ye yapmış, ithalatının ise %32’sini AB’den gerçekleştirmiştir. Aynı yıl, Türkiye’nin toplam 391,179 milyar Dolar toplam dış ticaret hacminden AB’nin aldığı payı 144,640 Milyar Dolar ile %37 olmuştur.

Gümrük Birliği sonrasında, AB ülkelerinin Türkiye’nin dış ticaretindeki payında önemli bir değişme olmazken, Türkiye’nin ihracatının kompozisyonunda değişme yaşandığı görülmektedir.

Analiz sonuçları da göstermiştir ki, Türkiye’nin toplam dış ticaretinin yaklaşık yarısını gerçekleştirdiği AB ülkeleri dikkate alındığında, Türkiye’nin Gümrük Birliği dâhilinde gerçekleştirdiği ihracatta tek bir ülkeye veya az sayıda birkaç ülkeye bağımlı olması durumu azalmaktadır. Bunlara ek olarak, ürün bazında ihracatta düşük teknoloji grubu mallardan orta üst teknoloji grubu mallara geçilirken, ithalatta orta üst teknoloji grubu malların ve sermaye girdisi fasılların payının azalmadığı saptanmıştır.

Türkiye’nin AB’den gerçekleştirdiği ithalatta yatırım ve ara mallarının ağırlıklı yer tutması, ithalatın Türk sanayisine yönelik girdi sağlayan sağlıklı yapısını ortaya koymaktadır. Yüksek teknolojiye dayanan yatırım mallarının ithalatı bu ürünlere bağlı üretimde de ileri teknoloji kullanımını zorunlu kılmakta, firmaları AR-GE’ye yönelten bir diğer etken olarak nihai aşamada üretimin kalitesinde belirleyici rol oynamaktadır.

Netice itibariyle, Türkiye-AB arasında gerçekleştirilen Gümrük Birliği’nin, her ne kadar cari işlemler dengesini olumsuz yönde etkilemiş ve rekabet şansı olmayan sektörlerde üretim ve istihdam kaybına yol açmış ise de bu süreçte ülkeye yabancı sermaye ve teknoloji girişinin hızlanması ve sanayinin rekabet gücünün artmasına katkıda bulunması nedeniyle, Türkiye’nin dış ticaretinde olumlu bir etkisinin olduğunu söylememiz mümkündür.

Ç. TÜRKİYE-AB TAM ÜYELİK MÜZAKERE SÜRECİNDE MEVCUT DURUM

Türkiye-AB Tam Üyelik müzakere Süreci kapsamında, Ekim 2005 tarihinden bugüne kadar, toplam 35 fasıldan 16’sı (Bilim ve Araştırma, İşletme ve Sanayi Politikası, İstatistik, Mali Kontrol, Trans-Avrupa Ağları, Tüketicinin ve Sağlığın Korunması, Fikri Mülkiyet Hukuku, Şirketler Hukuku, Bilgi Toplumu ve Medya, Sermayenin Serbest Dolaşımı, Vergilendirme, Çevre, Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı Politikası ve Bölgesel Politika, Yapısal Araçların Koordinasyonu, Ekonomik ve Parasal Politika ve Mali ve Bütçesel Hükümler ) müzakereye açılmıştır. Bu fasıllardan biri (Bilim ve Araştırma) geçici olarak kapatılmıştır. Son olarak, 30 Haziran 2016 tarihinde Mali ve bütçesel Hükümler faslı resmi olarak müzakereye açılmıştır.

 11 Aralık 2006 tarihinde Konsey (Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi) tarafından kabul edilen ve 14-15 Aralık 2006 tarihlerinde AB Zirvesinde onaylanan Türkiye’ye ilişkin kararlar hâlâ yürürlüktedir. Söz konusu karar, Türkiye’nin Ortaklık Anlaşmasına Ek Protokol’ü tamamen uyguladığı Komisyon tarafından teyit edilinceye kadar, Türkiye’nin GKRY’ne yönelik kısıtlamalarıyla bağlantılı sekiz fasılda müzakerelerin açılmamasını ve hiçbir faslın geçici olarak kapatılmamasını şart koşmaktadır (Türk Limanlarının Türkiye’nin resmen tanımadığı GKRY gemilerine açılması şartı).

Halen Kıbrıs nedeniyle veya tam üyeliği hedeflediği gerekçesiyle, toplam 35 faslın 18 tanesi askıya alınmış durumdadır. Açılan başlık sayısı ise 16’dır. Bu durumda Türkiye müzakereleri nasıl devam ettirebilecektir? Siz, hem tam üyelik hedefiyle müzakere başlatacaksınız, hem de tam üyeliği hedefliyor diye bazı fasıl başlıklarını veto edeceksiniz. Brüksel’in öncelikle bu çelişkili durumdan kendini kurtarması gerekmektedir. Kaldı ki 1959 yılında ortaklık ilişkisiyle başlayan, zamanla genişleyerek, gümrük birliği ile derinlik kazanan ve nihayet tam üyelik katılım süreciyle birlikte ekonomik boyutun ötesine geçip, siyasi ve toplumsal bir boyuta ulaşan Türkiye-AB ilişkilerinin sağlam bir hukuki zemine oturtulduğunun da unutulmaması gerekmektedir.

D. AVRUPA’DA YÜKSELEN YABANCI DÜŞMANLIĞI VE TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ

     ÜZERİNE ETKİLERİ

  “Eğer Türkiye’yi istemiyorsanız çıkın bunu açıklayın. Bizi oyalamayın…”   Recep Tayyip ERDOĞAN Başbakan İstanbul, 2010    

Türkiye-AB ilişkileri son yıllarda Kıbrıs, AP seçimleri ve Avrupa’da giderek yükselen yabancı ve Türk-Müslüman düşmanlığının gölgesinde kalmıştır. Mesela, Kıbrıs barış görüşmelerinde bir ilerleme sağlanamamış, Avrupa’da camilere ve Müslümanlara yönelik saldırılar artmış, ayrıca yeni bir müzakere faslı da açılamamıştır. Bu da göstermektedir ki AB Türkiye’yi oyalamaya devam etmektedir.

Nitekim, son yıllarda, Avrupa’da Türk-Müslüman düşmanlığının ve AB karşıtlığının hızla yayıldığını gösteren olaylara şahit olmaktayız. Eğer Brüksel, Avrupa’da hızla artan yabancı düşmanlığı ve AB karşıtlığı ile mücadele etmezse, yakın zamanda Birlik, temellerinden sarsılacaktır. Zira Fransa, Avusturya, Macaristan ve Almanya’da hızla artan işsizlik oranı ve yabancı düşmanlığı, giderek AB düşmanlığına dönüşmektedir. Mesela Fransa’da seçmenlerin sadece %39′unun ülkelerinin Avrupa Birliği üyeliğini destekliyor olmaları, AB siyasetçilerinin üzerinde durması gereken ciddi bir problem olarak karşılarında durmaktadır.

Kaldı ki Türk Halkının AB’ye bakış açısının giderek olumsuza döndüğünü de Brüksel’in görmesi gerekmektedir. Türk vatandaşlarının da AB üyeliğine olan desteğinin %40’ın altına indiğini burada belirtmekte yarar bulunmaktadır. AB’deki olumsuz gelişmelerin ekonomik, siyasi ve toplumsal yapısına zarar vermesini engellemek için Türkiye’nin de birtakım girişimlerde bulunması faydalı olacaktır. Peki, Türkiye’nin AB sürecinin önünün açılması ve ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açılabilmesi için neler yapılması gerekmektedir? Türkiye-AB arasında yaşanması muhtemel bir krizin engellenmesi için yapılması gerekenleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1. Tam üyelik için artık Türkiye’ye bir tarih verilmelidir.

2. Türk milletinin tarihi- kültürel dokusuna müdahale edilmemelidir.

 3. Türkiye’nin milli birlik  ve beraberliğine, milli ve manevi değerlerine saygı gösterilmelidir.

4. Aday ülke olarak Türkiye’ye karşı samimi davranılmalı ve çifte standartlı yaklaşımlardan 

vazgeçilmelidir.

5. Brüksel, Türkiye’nin AB Sürecini, taviz koparmak için bir fırsat olarak görmekten vazgeçmelidir.

6. Kıbrıs, Ege gibi haksız dayatmalardan vazgeçilmelidir.

7. Gümrük Birliği Anlaşması derhal revize edilmelidir.

8. Brüksel ve AB’nin lokomotif ülkeleri, AB karşıtlığı ve Avrupa’da tehlikeli bir şekilde gelişen islamofobi ye karşı acil tedbirler almalı, bunların AB’de tarih yazmalarına! izin vermemelidir.

Son olarak, Birlik çerçevesinde siyasi entegrasyona karşı çıkarak ulusal egemenliği savunan çevrelerle, yabancı düşmanlığı yapan ırkçı gruplar, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bir ittifak oluşturmak suretiyle gövde gösterisi yapmışlardır. Onları bir araya getiren en önemli faktör ise kuşkusuz AB’de yaşanan yüksek işsizlik ve artan suç oranlarıdır. Evet, birileri AB’de tarih yazacaklarını açıklamışlardı. Ne var ki bu birileri, AB’nin temel değerlerini görmezden gelen ırkçı, yabancı düşmanı ve AB karşıtı gruplardır. Eğer AB’li siyasetçiler ve aydınlar, İslamofobi illetinin bu tehlikeli gidişatına bir dur demezlerse, sadece Türkiye’nin AB üyelik süreci zarar görmeyecek, bilakis Brüksel’in varlığı temelinden sarsılacaktır. Kaldı ki yakın geçmişte Paris’te yaşanan saldırılar, Avrupa’nın ciddi bir terör tehdidi altında bulunduğunu açıkça göstermiştir.

Oysa Kıbrıs meselesi çözülmüş ve Türkiye AB üyesi yapılmış olsaydı, Avrupa’daki gerilimler bu safhada olmayacaktı. Müzakere Çerçeve Belgesinde sivil insiyatiflerin geliştirilmesi ve Türk Milleti ile AB vatandaşları arasında karşılıklı diyaloğun artırılması şartını getiren AB’nin kendi vatandaşları arasında Müslüman-Türk düşmanlığının hızla artması karşısında acizlik göstermesi, kabul edilmesi ve telafisi mümkün olmayan ciddi bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Avrupa’da yaşanan bu süreç, AB’nin, çok kültürlü ve çok dinli bir yapı olup olmadığının belirlenmesi bakımından da Brüksel için ciddi bir sınav olacaktır. Velhasıl, Şeytan’ın Kızı’nın (Marine Le Pen) başını çektiği ırkçı ve yabancı düşmanı grupların AB’de tarih yazmalarına izin verenleri, tarih asla affetmeyecektir.

Son yılların belki de en çok dikkat çeken tarafı, AP seçimlerinde yabancı düşmanı, AB karşıtı aşırı grupların başarı sağlamış olmalarıdır ki bu durum Türkiye’den çok Brüksel’in geleceği açısından tehlike arz etmektedir. Zira, savunduğu temel değerlerin yine kendi topraklarında ve hem de artarak ihlal ediliyor olması, esasen Brüksel’in varlığını da tehdit etmektedir.

Öte yandan, Türkiye-AB ilişkileri bir kez daha Kıbrıs’ın gölgesinde kalmıştır. Yunan/Rum tarafının Türkiye’nin katılım sürecini istismar etme girişimleri artarak devam etmiştir. Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarından tek taraflı olarak yararlanma hayaline kapılan Rumlar, uluslararası camianın baskısıyla oturdukları müzakere masasından kaçmayı başarmışlardır. Velhasıl, Yunan/Rum tarafının dayatmalarıyla Kıbrıs ipoteği altına alınan Türkiye-AB ilişkileri, Ada’da Rumlar lehine sonuçlanacak bir çözüme endekslenmiş bulunmaktadır. Türkiye’nin Ada üzerindeki uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisini kaldırıp yerine AB garantörlüğü getirmek isteyen Brüksel’in, Kıbrıs’ta taviz koparmadan Türkiye’nin AB sürecini ilerletmek istemediği açıktır. Ne var ki Kıbrıs’ta sağlanacak adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün Türkiye’nin birinci önceliği olduğu ve AB’nin şantajlarına boyun eğilmeyeceği de izahtan varestedir.

E. KIBRIS MI, AB Mİ?

 AB’nin Türkiye İlerleme Raporlarında Kıbrıs ile ilgili olarak yer alan olumsuz ifadeler esasen, meselenin ya Kıbrıs, ya AB dayatmasına doğru gittiğinin ilk işaretlerini vermiştir. Nitekim, Kıbrıs’ta çözümün AB’nin temel ilkelerine uygun olması, Türkiye’nin acilen yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiği gibi maksatlı ifadeler, Brüksel’in meseleye bakış açısını özetler gibidir.

Bu durum kuşkusuz, Ankara’daki diplomasi trafiğini hızlandırmış ve hükümetin bir yol haritası hazırlama hazırlıkları içerisine sokmuştur. Elbette, Türkiye’nin Kıbrıs konusunda planlamalar yapması ve geleceğe dair birtakım öngörülere uygun stratejiler üretmesi tabiidir. Zira, başta Rum/Yunan tarafı olmak üzere bazı AB ülkelerinin Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak için kapsamlı bir hazırlık içerisinde oldukları bilinmektedir.

Her AB Konseyi Zirvesi öncesinde Kıbrıs’taki gelişmelere paralel olarak Türkiye’nin müzakere sürecinin değerlendirileceği ve birtakım yaptırım kararları alınmasının söz konusu olabileceği gündeme getirilmektedir. Her ne kadar, İlerleme Raporlarında Türkiye’ye karşı bir müeyyide önerisinde bulunulmamış ise de başta Rum/Yunan tarafı olmak üzere birçok Avrupalı yetkilinin Türkiye’ye karşı tehditkâr açıklamalarda bulunması düşündürücüdür.

Öte yandan, Yunanistan Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas’ın ”Kıbrıs’ın ‘açık yara’ olarak kalmaya devam etmesi halinde Türkiye’nin Avrupa isteğinin ümitsiz olduğunu” söylemesi ise ayrı bir çelişki olarak karşımıza çıkmaktadır. Rum/Yunan tarafı bir yandan Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediklerini açıklarken, bir yandan da Türkiye ile ön koşullar gerçekleşmeden hiçbir diyaloga girmeyeceklerini söylemektedirler. Bunun aslında bir destek olup olmadığı hususu şaibelidir.

Rum/Yunan Stratejisi

Yunanistan’ın bahsettiği destek esasen bir aldatmacadan ibarettir. Rum/Yunan stratejisini kısaca şöyle açıklamamız mümkündür; Türkiye’yi AB kapısında bekletirken, Kıbrıs ve Ege’yi tümüyle Helen hâkimiyetine dâhil etmek. Bu gerçekleşmeden Türkiye’nin tam üye olmasını engellemek.  Bu stratejinin en önemli aracı olarak da Türkiye’nin AB sürecini kullanmak. Nitekim,GKRY Dışişleri Bakanı Markos Kipriyanu’nun “Türkiye’nin AB katılım süreci, Türkiye açısından Kıbrıs sorununun çözümüne en büyük teşviktir” şeklindeki açıklaması bu politikanın açık bir itirafıdır. Buna karşın, Kıbrıs meselesini Türkiye’nin AB tam üyelik katılım sürecinin önüne koyarak, ‘Ya AB ya Kıbrıs’ diye dayatanlara karşı Türkiye’nin vereceği cevap nettir: “Türkiye, sonsuza kadar Kıbrıs Türkünün yanında olacaktır”.

Tarihi ve kültürel birikiminin de farkında olarak komşularıyla iyi ilişkiler geliştiren, bölgesel kalkınmaya yönelik büyük yatırım anlaşmalarına öncülük eden ve tabii olarak bölgesel barışa katkı sağlama anlamında aktif ve çok yönlü bir dış politika stratejisi geliştiren Türkiye, başta Rumlar olmak üzere Avrupalıları endişeye sevk etmiş gibi görünmektedir. Öyle ki, bir eksen kayması yaşadığını iddia ettikleri Türkiye’nin AB üyeliğinden vazgeçmiş olabileceği ihtimali Avrupa’da ciddi bir şekilde tartışılmaktadır. Kuşkusuz Rumlar, AB kapısında bekletilen bir Türkiye’yi, bölgesel bir güç olarak alternatif politikalar üretebilen bir Türkiye’ye tercih edeceklerdir.

Bilinmelidir ki Türk Milleti Kıbrıs Davasından asla vazgeçmeyecektir. Ayrıca biliyoruz ki AB Türkiye’nin katılım sürecini tümüyle kesintiye uğratmayı göze alamayacaktır. Ancak ellerindeki bu kozu da en iyi şekilde kullanmaya çalışacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin, kendisine yönelik şantaj ve tehdit niteliğindeki açıklamaların tesirinde kalmadan kararlı tutumunu sürdürmesi ve muhtemel gelişmelere uygun stratejiler geliştirmesi kaçınılmazdır.

Bu kapsamda;  

– Kıbrıs konusunda hızlı ve etkili bir diplomasi faaliyeti başlatılmalı ve bu kapsamda Kıbrıslı Liderler arasında devam eden görüşmelerin hızlandırılması için özellikle BM ve ABD’nin etkin rol oynamaları teşvik edilmelidir.

– Kıbrıs’ta barış görüşmelerinin sonsuza dek sürmesi mümkün değildir. Bu anlamda, liderler arasında devam etmekte olan kapsamlı çözüm müzakerelerinden ya anlaşma yönünde bir sonuç çıkacak, ya da, Ada kalıcı bir bölünmeye giden yeni bir sürece girecektir.

– Ada’da çözüme katkı sağlamayanlar Türkiye Cumhuriyeti’ne liman ve havaalanlarını açması için baskıda bulunamazlar.

 – Türkiye, Ada’da adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm bulunması yönündeki çabaları desteklediğini her ortamda tekrarlamaktadır. Bu kapsamda, Türkiye’nin Aralık 2006 tarihli önerisi geçerliğini korumaktadır (Dışişleri Bakanlığımız, Mayıs 2005 ve Ocak 2006 tarihlerinde, Kıbrıs’taki tüm kısıtlamaların ilgili tüm taraflarca eşzamanlı olarak kaldırılması önerisinde bulunmuş fakat ne AB ve ne de Rumlar bunu kabul etmemişlerdir).

Türkiye’nin AB süreci devam etmektedir ve Rumlar bu durumdan azami ölçüde yararlanmaya çalışmaktadırlar. Ancak, bilinmelidir ki Kıbrıs Türkleri kendilerini yeniden göçmen durumuna düşürecek bir çözüme evet demeyeceklerdir. Yine, yapılan son anketlere göre Kıbrıs Türk Halkının yaklaşık %80’i tamamen ayrı iki bağımsız devlet istemektedir. Yani, Kıbrıs Türk Halkı kendi bağımsız Devletine sahip çıkmaktadır.

Ne var ki Rumlar çözümün kendi egemen devletlerinin çatısı altında gerçekleşeceğini her fırsatta ve her ortamda dile getirmektedir. Müzakere yürüten Rum Liderler KKTC’yi tanımamakta ve sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni” Ada’nın yegâne temsilcisi olarak görmektedir. 2008-2013 tarihleri arasında görev yapan Rum lider Hristofyas’ın “Değişmez tezimiz; Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamının güvence altına alınması gerektiğidir ve partenojenez (bakir doğum) denilen şeyi reddetmemizin nedeni budur, zaten Talat da bundan (partenojenez) vazgeçeceğini vaat etti.” şeklindeki açıklaması, Rumların çözümden ne anladığının en yalın ifadesidir. Bu koşullar altında, Kıbrıslı Türklerin meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak adil ve kapsamlı bir çözüme ulaşılması bir hayalden ibarettir.

Kıbrıslı Türkler, Adanın Kuzey kesiminde, kendi ülke sınırları içerisinde, kendi anayasal düzenleri altında bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vasıtasıyla egemenliklerini kullanmaktadırlar.Ada’da iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı devlet vardır.Kıbrıs Türk Halkı, acele bir çözüme ulaşmak uğruna, Rumların egemenliğindeki bir devletin çatısı altında azınlık konumuna düşürülmeyi asla kabul etmeyeceklerdir. Ayrıca, Türkiye, Kıbrıs’ta barış ve huzurun güvencesi olarak ve uluslararası anlaşmalara dayanarak Ada’daki garantörlük statüsünü devam ettirecektir. Türkiye Cumhuriyeti, KKTC’nin varlığının yegâne güvencesidir.

Kıbrıs Türklerinin en zor koşullarda verdiği özgürlük mücadelesinin bir meyvesi olarak tarih sahnesinde yerini alan KKTC, Kıbrıs Türk Halkının uluslararası camianın onurlu ve saygın bir üyesi olarak varlığını sürdürebilmesinin teminatıdır. Bugün, Kıbrıs’ta acil bir çözüme ulaşılması için yoğun bir çaba gösterilmektedir. Ancak bilinmelidir ki acele bir çözüme ulaşmak uğruna, Kıbrıslı Türklerin egemenliklerinden vazgeçeceğini beklemek beyhudedir ve Türkiye’nin “Ya AB, ya Kıbrıs” dayatmasına boyun eğmesi de mümkün değildir. Hülasa Kıbrıs’ta acil bir çözüm aranırken çözümden ne anlaşıldığının net bir şekilde ortaya konulmasının ve varılacak bir anlaşmanın her hâlükârda Kıbrıs Türk Halkının onayına sunulacağının unutulmaması gerekmektedir.

F. TÜRKİYE’NİN AB SÜRECİ VE KIBRIS

GKRY’nin tek taraflı olarak AB üyesi yapılmasıyla ortaya çıkan dengesizlik, Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerini yürüttüğü bir dönemde, talihsiz bir gelişme olarak karşımıza çıkmıştır. Oysa, önce Türkiye tam üye yapılmalı ardından da Kıbrıs bir bütün olarak AB’ye katılmalıydı. Ne yazık ki böyle yapılmamış ve 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları ve dolayısıyla da uluslararası hukuk çiğnenmiştir. AB üyeliğini Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmaya çalışan GKRY ve Yunanistan, bu sayede Kıbrıs’ta taviz koparmanın gayreti içerisindedirler. AB ise, 1 Mayıs 2004 tarihinde yaptığı yanlışı düzeltmek yerine, Güney Kıbrıs’ı resmen tanıması yönünde Türkiye’ye baskı yapmak suretiyle krizi daha da derinleştirmektedir. Güney Kıbrıslı Rumlara AB vatandaşlığının her türlü imkânlarını bahşederken, Kuzey Kıbrıslı Türklere birtakım izolasyonlarla baskı uygulanması ve yaşam alanlarının daraltılması, büyük bir çelişki olarak karşımızda durmaktadır.

Diğer taraftan, Yunanistan’ın “tüm genişlemeyi veto ederiz” şantajına boyun eğmek suretiyle, Kıbrıs Rum Kesimini haksız bir şekilde üye yapan Brüksel, geldiğimiz noktada Kıbrıs meselesinin çözümünü neredeyse imkânsız hale getirmiştir. Alman Başbakanı Angela Merkel’in “Rumları üye yapmakla büyük hata ettik” demesi de durumu kurtarmamaktadır. Başından beri Rumlar, AB üyesi olmanın verdiği rahatlıkla hareket etmekte ve Ada’da adil ve kalıcı bir barışa da yanaşmamaktadırlar. Üstelik Rumlar bugün, Türkiye’nin AB-Katılım sürecinin yavaşlaması ve hatta durma noktasına gelmesinin de yegâne sorumlusudurlar. İşte, Türkiye’yi “ya AB, ya Kıbrıs” dayatmasıyla karşı karşıya bırakan Brüksel’in karnesi bu kadar kötüdür.

 Yunanistan’ın, Kıbrıs meselesinin AB platformuna taşınarak bu kanaldan Rumlar lehine bir çözüme ulaşılması senaryosu, GKRY’nin 1990 yılında Avrupa Topluluklarına tam üyelik başvurusu ile start almıştı. Aslında Rumların AB süreci, tamamen yasadışı kazanımlar elde edebilme umuduyla başladı diyebiliriz. 1980’lerin sonunda Yunanistan Başbakanı Andreas Papandreou Kıbrıs Rum liderliğini, AB üyeliği için ikna etmeyi başarmış ve senaryo uygulamaya geçirilmişti. Bu şekilde, Rum/Yunan tarafı, Türkiye’nin ileride muhtemel AB tam üyelik başvurusundan ve tam üyelik sürecinden azami ölçüde yararlanılacaktı. Kısaca, Türkiye’nin Avrupa perspektifi istismar edilecekti. Nitekim 1995 yılında Yunanistan, Türkiye-AB Gümrük Birliği sürecinin başlatılabilmesi için GKRY ile müzakere tarihi verilmesini şart koşmuş ve bu şantajı karşılığında istediğini almıştı.

İşte bu beklentilerle başlatılan GKRY’nin AB üyelik süreci taraflar arasında ciddi tartışmalara kaynak teşkil etmiştir. Türkiye 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarına aykırı olacağı iddiasıyla bu başvuruya karşı çıkmıştır. Rumlar her defasında Yunanistan’ın da desteğiyle Türkiye’nin itirazlarını bertaraf etmeyi ve hatta adım adım ilerlemek suretiyle 2004 yılında AB’ye tam üye olmayı başarabilmişlerdir. Ne var ki Rum/Yunan tarafının bu başarısı bugün AB için ciddi bir hata, Türkiye için ise talihsiz bir gelişme olarak değerlendirilmektedir. Geldiğimiz noktada Rumların AB üyeliği, hem Türkiye-AB ilişkilerinin ve hem de Doğu Akdeniz’deki barış ve istikrar ortamının temellerine atılmış bir dinamit misali, birçok krizin başlıca sebebi olarak gündemi meşgul etmektedir.

Ne yazık ki AB’nin uluslararası anlaşmalara aykırı davranışları Rumlara da örnek teşkil etmektedir. Nitekim, GKRY Meclisinin “Kıbrıs’ta garantileri kabul etmediğine” dair 19 Şubat 2010 tarihinde oybirliğiyle aldığı karar, bu hukuk tanımazlığın son göstergesidir. Rum Meclisinin 1960 Garanti ve İttifak anlaşmalarını tanımadığını belirttiği bu bildiri kuşkusuz, hiçbir değer taşımayan, provakatif bir eylemden başka bir anlam ifade etmemektedir. Zira Rumlar da iyi bilmektedirler ki tek taraflı aldıkları bu kararla uluslararası bir anlaşmayı yürürlükten kaldırmaları mümkün değildir. Ne yazık ki Rumların bu tahrik edici ve haksız davranışları karşısında sessizliğini koruyan Brüksel, bir defa daha Rumlara prim vermiş olmaktadır. Hiç kuşku yok ki AB, 1960’ta tesis edilen güvenlik ve garantiler sistemini yıkarak Ada’nın yeni garantörü olma senaryoları üzerinde Rumlarla işbirliği içerisindedir.

Rumların iddia ettikleri gibi, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’, tüm Ada’yı değil, sadece Güney Kıbrıslı Rumları temsil etmektedir. 1963 yılında Türklerin devlet mekanizmalarından tamamen dışlanmaları nedeniyle 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıslı her iki toplumu temsil eden ortak Cumhuriyet olma niteliğini yitirmiştir ve Kıbrıslı Türkleri temsil etmemektedir. Kuzey Kıbrıs’ta Türklerin egemenliğinde bağımsız bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vardır ve Kıbrıs Türk Halkı dünya siyasi arenasında kendi devleti marifetiyle egemenliğini kullanmaktadır. Hristofyas’ın iddia ettiği gibi, Kıbrıs’ta çözüm, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin’ çatısı altında gerçekleşmeyecektir.

Kıbrıs’ta çözüm, BM’in yerleşik Kıbrıs parametreleri çerçevesinde, iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe sahip iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devleti ile, bu sağlanamadığı takdirde-ki gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir- mevcut statünün devamı yani iki ayrı egemen devletin varlığını devam ettirmesi ile mümkün olabilecektir.

   “…”Kimse bizden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Başkanı’nın muhatabı olmayı beklemesin. Hiçbir zaman biz orayı muhatap alarak masaya oturmayız… Şu anda ‘Kıbrıs’ diye bir devlet yoktur, ‘Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ ve ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ vardır… AB’yi Kıbrıs konusunda muhatap kabul etmiyoruz.”   Recep Tayyip ERDOĞAN Başbakan  KKTC, 20 Temmuz 2011  

Kıbrıslı Liderler arasında devam eden uzlaşma süreci Türkiye tarafından da desteklenmiş ve bu durum en yetkili ağızlardan dile getirilmiştir. Kuşkusuz, Liderlerin üzerinde mutabık kalacağı ve Kıbrıslı her iki Toplum tarafından da kabul görecek adil ve kalıcı bir çözüm, Türkiye’nin AB katılım sürecinde elini rahatlatacaktır.  Fakat “Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet haline dönüşecek olan Kıbrıs Cumhuriyetidir”  yaklaşımıyla hareket eden Rum Liderlerle kalıcı bir çözüme ulaşılması ihtimali son derece zayıftır. Annan Planı Referandumu sonrasında Kıbrıslı Türklere yapılan haksızlıklar maalesef halen aynı şekilde devam etmektedir.

Türkiye’nin “kırmızı çizgilerinden” taviz verilmesinin söz konusu olamayacağı dikkate alınarak, AB’nin Kıbrıs ile ilgili dayatmalarına karşı kararlı duruşun muhafaza edilmesi büyük önem arz etmektedir. Ayrıca, Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs’ta, iki tarafça da kabul edilebilir ve her iki tarafın meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulmasının mümkün olmadığının, Kıbrıslı her iki toplum tarafından da anlaşılması gerekmektedir. Nihayet, bölgesinde itibarı hızla yükselen, doğu-batı arasında bir enerji koridoru konumuna sahip Türkiye gibi güçlü bir ülkenin içinde yer almadığı bir Avrupa Birliği’nin küresel bir güç olamayacağı gerçeğinden hareketle, Türkiye-AB ilişkilerine, sırf ailenin şımarık çocuğunun haksız istekleri yerine gelsin diye zarar verilemeyeceği de gözlerden uzak tutulmamalıdır.  

Kıbrıs Rum Kesimini sorunlu bir şekilde bünyesine alan AB, bu yanlışının faturasını Türkiye’ye çıkarmaya çalışmaktadır ki bunun kabul edilmesi mümkün değildir. Zira, Türkiye’nin AB uğruna Kıbrıs’tan vazgeçmesi düşünülemez. AB’nin Kıbrıs meselesine Rumların perspektifinden bakmayı bırakarak Ada’da iki ayrı halk, iki ayrı devlet ve iki ayrı demokrasi olduğunu kabul etmesi halinde hem Ada’da kalıcı bir çözüme ulaşılması mümkün olabilecek ve hem de Kıbrıs, Türkiye-AB sürecinin önünde engel olmaktan çıkacaktır.

Ne garantörlük, ne Ada’daki Türk Barış Gücü, ne yerleşikler ve ne de toplumların siyasi eşitliği konusunda Türkiye’nin taviz vermesinin mümkün olmadığı hususu, Rum Liderler tarafından çok iyi bilinmektedir. Ayrıca, Rumların, Kıbrıs Türk Halkını bir azınlık statüsüne indirgemek suretiyle, işgalleri altındaki ‘Kıbrıs Cumhuriyetine’ eklemleme hayallerinin de gerçekleşmesi söz konusu olamayacaktır. Hepsinden önemlisi, iki toplumda da son derece zayıf olan birlikte yaşama arzusunun, temel belirleyici faktör olarak karşımıza çıkacağının gözlerden uzak tutuluyor olmasıdır.

Bilhassa 1960 ve 1970’li yıllarda Kıbrıslı Türklere karşı uyguladıkları baskı ve şiddet eylemleri ile Ada’yı yaşanılmaz hale getiren Rumlar, bu konudaki isteksizliklerini, Annan Planı’nı reddederek bir kez daha teyit etmiş oldular. Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu II. Hrisostomos’un, liderler arasında yürütülmekte olan doğrudan müzakerelerden olumlu bir sonuç çıkmayacağından emin olduğunu, müzakerelerde çıkmazın kesinleşmesi durumunda KKTC ile Güney Kıbrıs arasındaki sınır kapılarının ve barikatların kapatılmasının en uygun çözüm olacağını” beyan etmesi ise, Rumların bakış açılarını göstermesi bakımından dikkate değerdir. Kıbrıslı Türklerin ise yaklaşık %60’ının Rumlarla birlikte yaşamak istemedikleri, kamuoyu yoklamaları ile ortaya konulmuştur.

1977-1979 Doruk Anlaşmaları ve BM Güvenlik Konseyi kararlarını çarpıtarak, BMGK Daimi üyeleri ile ortak siyasi deklarasyonlar imzalayan Rum Liderler tedirgin olmuştur.  Zira iyi bilmektedirler ki Türkiye’nin Kıbrıs davasında eli güçlüdür ve zaman Türklerin lehine işlemektedir. Ayrıca Rumlar, Annan Planı’na hayır demeleri nedeniyle, uluslararası kamuoyunda, kendileri hakkında oluşan “uzlaşmaz taraf” imajından dolayı rahatsızlık hissetmektedir. Ortada, 37 yıllık, bağımsız bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vardır. Kuzey komşusu Kıbrıslı Türklerle, eşit şartlarda bir arada yaşamayı reddeden Rumlar, sonuçta mevcut statüyü kabul etmekten başka bir çare bulamayacaklardır. O halde Liderlerin, Kıbrıslı Türklerle Rumların birlikte bir arada yaşamalarının imkânsız olduğu gerçeğini kabul etmeleri ve bu temel üzerinde çözüm aramaları, son derece yararlı olacaktır.

Türkleri sindirebileceğini düşünen Rum tarafı, eğer bir çözüme ulaşılamazsa, Ada’nın geri dönüşü olmayan bir bölünmeye doğru sürükleneceği endişesine kapılmıştır. Amacı, Kıbrıslı Türkleri de Rum egemenliğine dâhil ederek, tüm Ada’yı kontrol altına almak ve bu cihetle AB, ABD ve bilhassa Fransa’nın çıkarlarına hizmet etmektir. Bir kısım Kıbrıslı Türk ise, bir an evvel, Rumlar gibi, AB vatandaşlığını kapmanın peşine düşmüştür. Kuşkusuz, aynı coğrafyada yaşayan Kıbrıslı Türklerin de, tüm izolâsyonlardan kurtularak, Rumlar gibi AB vatandaşı olmaları ve Kıbrıs Türk Halkının dünya ile entegre olması yararlı olacaktır. Fakat Kıbrıs Türklerinin, AB ile bütünleşmeye çalışırken, aynı zamanda millî onurunu, egemenliğini ve uluslararası saygınlığını da muhafaza etmesi gerektiği hususu, izahtan varestedir.

Kaldı ki, Türkiye’nin içinde yer almadığı bir Avrupa Birliği’ne Kıbrıslı Türkler dâhil edilseler bile, kısa zamanda bir azınlık durumuna düşürülmeleri kaçınılmaz olacaktır. Bu meyanda, K.K.T.C. Cumhurbaşkanlarının, 46 yıldır Ada’da barış ve huzurun güvencesi olan Türkiye’nin hassasiyetleri çerçevesinde, millî bir politika takip etmesi ve Türkiye’siz bir AB’ye dâhil olmanın, Kıbrıs Türklerine yarardan ziyade zarar getireceğini görmesi gerekir.

Öte yandan, Avrupa Birliği Kıbrıs meselesini Türkiye’nin AB katılım süreciyle ilişkilendirdiği sürece, Ada’da bir çözüme ulaşılması da mümkün görünmemektedir. Ayrıca, Güney Kıbrıs Rum Yönetimini Ada’nın tek meşru hükümeti olarak gören ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni yok sayan bir anlayışın Ada’da nasıl bir çözüm isteyebileceğini tahmin etmek de zor değildir. Avrupa Birliği eğer Kıbrıs’ta çözüme gerçekten inanıyorsa bunu açıklamalarıyla değil, eylemleriyle ortaya koymak durumundadır. Yani, Türkiye’nin Ada üzerindeki etkin ve fiili garantörlüğünü tartışma konusu yapmak yerine Kıbrıs Türk Halkının eşit egemenliğini tanımalı, uluslararası anlaşmalara saygı göstermeli ve nihayet Türkiye’nin AB sürecini Kıbrıs ile ilişkilendirmekten vazgeçmelidir.

  “…Merhum Menderes’in 31 Temmuz 1959 tarihinde Türkiye adına yaptığı ortaklık başvurusuyla başlayan süreç, inişlerle çıkışlarla bugünlere kadar geldi. Tam 60 yıldır Avrupa Birliğine tam üye olmanın mücadelesini veriyoruz. 60 sene içinde maruz kaldığımız onca çifte standarda rağmen asla vazgeçmedik, yolumuzdan geri dönmedik. Stratejik hedefimiz olan tam üyeliğe ulaşmak için elimizden gelen her türlü çabayı gösterdik, gösteriyoruz…”   Recep Tayyip ERDOĞAN Cumhurbaşkanı 9 Mayıs 2019    

Eğer, AB Ortadoğu’da aktif bir politika izlemek ve dünya siyaset sahnesinde etkili bir oyuncu olmak istiyorsa, bölgenin en istikrarlı ve nüfuzlu ülkesi Türkiye ile stratejik işbirliğine gitmek zorundadır. Avrupa’nın siyasi elitlerinin Türkiye’yi “stratejik ortak” olarak değerlendirmeleri yeterli değildir. Bunu eylemleri ile ortaya koymak ve gereğini yapmak durumundadırlar. Brüksel’in ve AB’nin lokomotif ülkelerinin, Ortadoğu’da Arap-İslam Dünyası ve Orta Asya’da Türkistan Halkları ile ilişkilerini geliştirebilmek ve enerjide Rusya’ya bağımlılıktan kurtulabilmek için Türkiye’den başka alternatifleri bulunmamaktadır. Avrupa Birliği ya Türkiye ile bütünleşerek küresel bir güç haline gelecek ya da Türkiye’ye sırtını dönerek ABD’nin gölgesinde, edilgen bir konumda yaşamaya devam edecektir. Bu anlamda Brüksel’in atacağı ilk adım, Türkiye-AB katılım sürecini Kıbrıs ipoteğinden kurtarmak olmalıdır. 

Bunun için mesela, Kıbrıs Türk Halkının egemenliğini tanıma, siyasi ve ekonomik ambargoları tümüyle kaldırma, Türkiye’nin Ada üzerindeki uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yükümlülüklerine saygı gösterme anlamında yeni adımlar atmalıdır.

Tüm bu gerçekleri göz ardı etmek suretiyle, her fırsatta Türkiye’nin tam üyeliğine karşı olduklarını vurgulayarak “imtiyazlı ortaklık” tan bahseden Almanya Başbakanı ile Fransa Cumhurbaşkanının Rumların uzlaşmaz tavırları karşısında sessizliklerini korumaları ve hatta bu tür davranışlara prim veriyor olmaları, Güney Kıbrıs’ın neden tek taraflı olarak Avrupa Birliğine dâhil edildiğini ziyadesiyle açıklamaktadır. Zira Fransız ve Alman Liderler konuyu Kıbrıs Rum İdaresine havale etmiş olmanın rahatlığı içerisinde hareket etmektedirler.

Ancak, 1959 yılında ortaklık ilişkisiyle başlayan, zamanla genişleyerek, gümrük birliği ile derinlik kazanan ve nihayet tam üyelik katılım süreciyle birlikte ekonomik boyutun ötesine geçip, siyasi ve toplumsal bir boyuta ulaşan Türkiye-AB ilişkilerinin sağlam bir hukuki zemine oturtulduğunun da unutulmaması gerekmektedir. Bu nedenle, çok boyutlu ve dinamik bir yapıya sahip bulunan Türkiye-AB ilişkilerinin “ya AB, ya Kıbrıs” dayatmasına indirgenmesi, Türkiye’ye karşı büyük bir haksızlık olacaktır.

G. GÜMRÜK BİRLİĞİ Mİ, TAM ÜYELİK Mİ?

Kuşkusuz Türkiye, Avrupa Topluluklarına doğrudan tam üyelik başvurusu yapabilirdi. Ancak, bunun yerine bir ortaklık ilişkisiyle Avrupa bütünleşme sürecine girmeyi tercih etmiş, AT üyesi ülkeler ile arasındaki ekonomik, sosyal ve siyasal farkı bu ortaklık sürecinde gidererek kapatmayı hedeflemiştir. Özellikle 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye resmen adaylık statüsü verilmesinin ardından, 2000’li yıllarda ülkemizde yaşanan demokratikleşme hareketleri ve sağlanan ekonomik istikrarla ve gümrük birliğinin de yardımıyla bu fark önemli ölçüde giderilmiş ve Türkiye Kopenhag kriterlerini büyük ölçüde karşılamayı başarabilmiştir.

Geldiğimiz noktada AB Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı, Türkiye ise, AB’nin 5’inci büyük pazarı ve 6’ncı en büyük ticaret ortağı olarak karşımızda durmaktadır. Ayrıca Türkiye, müktesebat uyum çalışmalarında da ileri bir aşamaya gelmiştir. Buna rağmen, “imtiyazlı ortaklık”, “Birliğin hazmetme kapasitesi” veya “ucu açık süreç” gibi ne olduğu belirsiz ve tam üyelik dışında çağrışımlar içeren söylemlerle Türkiye’nin tam üyelik sürecini, belirsizlikler içine sürüklemeye çalışmak büyük haksızlıktır ve son zamanlarda Türk Halkının AB üyeliği konusundaki heyecanının azalmasına yol açan en büyük etkendir.

  “…Hangi reformu yaparsak yapalım, hangi adımı atarsak atalım, hangi değerlerimizden taviz verirsek verelim, Batı bizi hiçbir zaman kendisi gibi görmedi. Bu gerçeği Avrupa Birliği tam üyelik sürecinde bizzat yaşamış bir kişiyim…” Recep Tayyip ERDOĞAN Cumhurbaşkanı 24.08.2020

Nihayet Avrupa’da, başta Türk-Müslüman düşmanlığı olmak üzere yabancı düşmanlığının artması ve ırkçı hareketlerin Avrupa siyasetinde etkili hale gelmesi de diğer olumsuz gelişme olmuştur. Mesela, Almanya’da bir yandan Başbakan Angela Merkel çok kültürlülüğe vurgu yaparken bir yandan da bu ülkede yaşayan Türkler ırkçı saldırılara maruz kalmaktadır.

 Avrupa’ya girmek için elli yıldır bekliyoruz. Artık net bir cevap bekliyoruz. Kimi liderler önce bir şey diyor, sonra da dediklerini düzeltip öyle bir şey demediklerini iddia ediyor. Komedilerden usandık. Ayrıcalıklı üyeliği asla kabul etmem. AB’ye tam üyelik istiyoruz. Tam üyelik dışında bir şey istemiyoruz”   Recep Tayyip ERDOĞAN Başbakan 2009    

Ayrıca, AB’ye karşı olan ve Brüksel’e güvenmeyen Avrupalıların sayısının ciddi anlamda artış göstermesi de AB’li siyasetçilerin önünde duran önemli bir sorundur.

İşte kısaca değindiğimiz bu gelişmeler göstermektedir ki son dönemde AB, siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan başarılı olamamıştır.

Şimdi biraz da AB’nin son dönemine Türkiye açısından bakalım: Mevcut koşullarda AB’nin ileride yeni üyeler kabul edecek durumda olamayabileceğini düşünen AB Komisyonu eski Başkanı Günther Verheugen, “Projenin geleceği konusunda endişeliyim. Bu yolculuğun daha nereye kadar devam etmesi gerektiği konusunda bir görüş yok…” demektedir. Burada mesajın kime verildiği izahtan varestedir. 2004 yılında hem ekonomik ve hem de siyasi açıdan hazır olmadıkları halde 10 yeni üyeyi, Birliğe alan Verheugen’in Türkiye söz konusu olunca kafası karışıyor. Üstelik Verheugen, zamanın Avrupa Komisyonu Genişlemeden Sorumlu üyesi sıfatıyla Türkiye’ye karşı uyguladığı çok yönlü baskılar ve şantajlarla, Kıbrıs Rum Kesimini tek taraflı ve uluslararası anlaşmalara aykırı bir şekilde AB üyesi yapmıştır.

 Öte yandan, AB’nin 2004-2014 dönemini başarılı gören dönemin Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’nun, göreve geldiğinde ilk icraatı, Türkiye ile daha önce eşi benzeri görülmemiş şartlarda müzakereleri başlatmak olmuştur. 2005 yılında Türkiye-AB müzakere Çerçeve Belgesi’ne, diğer adaylarla eşit olmayan şartlar koymuştur. Mesela, “ucu açık süreç”, “Birliğin hazmetme kapasitesi”, “GKRY ile ilişkilerini normalleştirmesi”, “Ege sorununu Yunanistan lehine çözmesi” ve “Türkiye’nin mümkün olan en güçlü bağlarla Avrupa yapılarına tam olarak demirlenmesi” gibi haksız şartlar ve belirsiz ifadelere yer verilmesi de Türk Milletinin gözünden kaçmamıştır.

Ayrıca, Brüksel’in, Türk vatandaşlarının Ankara Anlaşmasından kaynaklanan serbest dolaşım hakkını birtakım ek koşullara bağlaması da hakkaniyete sığmamaktadır. Nitekim, AB ile 18 Mart 2016’da imzalanan mülteci anlaşması çerçevesinde Türk vatandaşlarının vize serbestisi de gündeme getirilmiş ve “2016 Haziran sonuna kadar tüm kıstasların karşılanması şartıyla Türkiye lehine vize kolaylığı ve vize muafiyeti hususları değerlendirileceği ve sürecin hızlandırılacağı taahhüt edilmişti. Avrupa Birliği bu konuda Türkiye’ye 72 şart ileri sürmüş, geldiğimiz noktada bunlardan 66’sı çözülmüştür.[2] Ancak, AB henüz vize serbestisi konusunda somut bir adım atmış değildir. Bu da göstermektedir ki Brüksel, Türkiye’ye karşı oyalama taktiklerini ve çifte standartlı yaklaşımlarını sürdürecektir.

Türkiye ile aynı tarihte müzakerelere başlayan Hırvatistan’ın Türkiye’den önce tam üye yapılmış olması da AB’nin karnesindeki kırık notlardan bir tanesidir. Zira Hırvatistan’ı apar-topar Birliğe alan Brüksel, Türkiye’yi bir 50 yıl daha kapıda bekleteceğinin sinyallerini vermektedir. Ne var ki Türkiye kapıda beklemeyecek, yakın zamanda Brüksel’in bizatihi kendisi Ankara’nın kapısını çalacaktır.

Türkiye’nin, gerek gösterdiği üstün performans ve gerekse Müslüman-Türk kimliğine sahip genç ve dinamik nüfusuyla tam üye olması halinde Birliğin dengelerini sarsabilecek ölçekte bir ülke olması, AB’nin lokomotif ülkelerini tedirgin etmeye yetmektedir. Alman ve Fransız Liderlerin endişelerini de bu muhtemel güç dengesi değişimi ile açıklamak mümkündür. Bu durum ise, AB’de bazı ülkelerin Türkiye’yi tam üye olarak değil fakat bir 50 yıl daha sadece ekonomik entegrasyon aşamasında bekletme niyetinde olduğu yönündeki kanaatimizi güçlendirmektedir.

Ğ. TÜRKİYE-AB GÜMRÜK BİRLİĞİNİN GÜNCELLENMESİ İHTİYACI

Türkiye-AB arasındaki ticaret hacmi 2019 yılı itibariyle 144 Milyar Dolara ulaşmış; 2008 ile 2015 yılları arasında Türkiye’nin toplam doğrudan yabancı sermaye giriş portföyünde AB’nin ortalama payı yaklaşık %67,4 oranında gerçekleşmiştir.  Ne var ki Türkiye’nin AB ile ekonomik entegrasyonu ciddi anlamda ilerlemesine rağmen tam üyeliğe giden yolda son ve geçici bir dönem olması gereken gümrük birliği sürecinin uzayıp gitmesi Türkiye’yi rahatsız etmeye başlamıştır. Zira ilk dönemlerde elde edilen avantajlar süreç uzadıkça dezavantaja dönüşmeye başlamıştır.

Mesela, AB’nin üçüncü ülkelerle tek taraflı olarak yaptığı serbest ticaret anlaşmaları Türkiye’yi açık bir pazar haline getirmekte ve haksız rekabete yol açmaktadır. Avrupa Birliği, üçüncü ülkelerle yaptığı STA’lara, tam üye olmadığı gerekçesiyle Türkiye’yi dâhil etmemekte, bu durum ise 3. Ülkelerin AB’ye tanıdığı imtiyazlardan Türkiye’yi yoksun bırakmaktadır. Üstelik Türkiye, bu ülkelere karşı AB’nin ortak gümrük tarifesini de uygulamak zorunda bırakılmaktadır. Türkiye, AB’nin serbest ticaret anlaşması yaptığı ülkelere sanayide yüzde 4.2 gümrük vergisi uygularken, onlar Türkiye’ye yüzde 40-50 oranlarında vergi uygulamaktadırlar. Türkiye’nin, Brüksel’den gümrük birliği anlaşmasının gözden geçirilmesini talep etmesi bu anlamda yerinde bir girişimdir.

  “…Gümrük Birliği’nin güncellenmesi sadece Türkiye’nin değil, Birliğin de yararınadır. Yapılan etki analizi çalışmaları bunu net bir şekilde ortaya koymuştur. Menfaatlerimiz doğrultusunda Avrupa Birliği ile dış politika, ulaştırma, enerji, ekonomi, güvenlik, terörle mücadele alanlarında üst düzey diyaloğu sürdürmeli ve zirveleri düzenli hale getirmeliyiz. Türkiye’nin Helsinki’de resmen aday ilan edilişinin 20. yılında Helsinki ruhunu tekrar canlandıracak çalışmalara ağırlık vermeliyiz. Türkiye olarak yol haritamız ve pusulamız bellidir. Avrupa Birliği’ne tam üyelik müzakerelerinde ne baskılara boyun eğeceğiz ne de birilerinin bizi minder dışına atmasına müsaade edeceğiz…   Recep Tayyip ERDOĞAN Cumhurbaşkanı 09 Mayıs 2019  

Esasen, Gümrük Birliği’nin güncellenmesi için Türkiye ile AB arasında daha evvel bir mutabakat oluşmuştu. Ancak yeni tur müzakerelerin başlaması için Avrupa Komisyonu’na verilmesi gereken yetki, başta Almanya olmak üzere bazı üye ülkelerin Türkiye ile ilgili siyasi çekincelerinden dolayı, henüz Konsey tarafından onaylanmadı ve süreç beklemeye alındı. Üstelik, her iki tarafa da fayda sağlayacağı aşikâr olan söz konusu güncelleme için özellikle Almanya’nın birtakım koşullar ileri sürmesi abesle iştigaldir. Türkiye’nin duyduğu rahatsızlığı bildikleri halde gümrük birliğinin derinleştirilerek modernize edilmesi yönünde somut bir adım atmayan Brüksel’in bu yaklaşımı ise gayri samimi duruşunun da bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir.

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile oluşturduğu Gümrük Birliği ilişkisinin Türkiye açısından ekonomik, ticari, kurumsal, hukuksal ve finansal birçok alanda küçümsenmeyecek olumlu etki ve sonuçları olmuştur. Ancak, Tam üyelik yolunda geçici ve teknik bir süreç olarak öngörülen gümrük birliğinin daha fazla uzatılmadan tam üyelikle sonuçlandırılması gerekliliği de ayrı bir gerçektir. Zira, 01.01.1996 tarihinde başlayan ve Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği yolunda son aşama olan gümrük birliği sürecinin bu şekilde uzayıp gitmesi, Türkiye’yi ekonomik ve sosyal açıdan olumsuz etkilemektedir. Bu bakımdan, Türkiye-AB Gümrük Birliği Anlaşmasının genişletilerek ve derinleştirilerek derhal revize edilmesi ihtiyacı doğmuştur. Bu kapsamda; 

1. Gümrük Birliği Anlaşması kapsamında öncelikle, haksız rekabete yol açan, “Türk işadamlarına yönelik vize uygulaması ve taşıma araçlarına getirilen kotalar” gibi teknik engeller tümüyle ortadan kaldırılmalıdır.

2. Türk Vatandaşlarının Ankara Anlaşmasından kaynaklanan serbest dolaşım hakkının derhal ve koşulsuz olarak verilmesi gerekmektedir.

3. AB ile tercihli ticari ve ekonomik ilişkilerin tarım, kamu alımları, hizmetler ve e-ticaret gibi yeni alanlara genişletilmesi gerekmektedir.

4. AB’nin üçüncü ülkelerle tek taraflı olarak yaptığı serbest ticaret anlaşmaları Türkiye’yi açık bir pazar haline getirmekte ve haksız rekabete yol açmaktadır. Bu bakımdan, AB’nin üçüncü ülkelerle yaptığı serbest ticaret anlaşmalarına Türkiye’yi de dâhil etmesi veya Türkiye’nin de bu ülkelerle benzer anlaşmalar yapmasına imkân verilmesi gerekmektedir.

5. AB ile ABD arasında yürütülen Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) Anlaşması müzakerelerine Türkiye’nin de dâhil edilmesi ve ülkemizin koordineli bir şekilde bu anlaşmaya taraf olması gerekmektedir.

6. Türkiye’nin AB’ye tam üye olmaksızın GB’ne dâhil olan ilk ve tek ülke olması hasebiyle AB’nin tek taraflı iradeyle aldığı kararlara uyma taahhüt ve zorunluluğu, Ülkemizi zor durumda bırakmaktadır. Bu bağımlılık sadece AB’nin birlik içindeki anlaşmalarına sadakat şeklinde değil aynı zamanda birlik dışı üçüncü ülkelerle  dış ticaret ve gümrük konularında yaptığı ve yapacağı anlaşmalara da uyma zorunluluğu şeklinde ortaya çıkmaktadır.

AB’nin karar alma mekanizmalarının dışında bırakılarak, ekonomik açıdan edilgen bir konumda tutulmaya çalışılan Türkiye için yolun sonu gümrük birliği değil, tam üyeliktir. Türkiye-AB Gümrük Birliği, tam üyelik yolunda Ankara Anlaşmasıyla öngörülen teknik bir süreçtir. Türkiye bu aşamayı da diğerleri gibi başarıyla geçmiştir. Dolayısıyla bu geçici ve teknik sürecin daha fazla uzatılmadan üyelikle sonuçlanması için Avrupa Birliği de çabalarını yoğunlaştırmalı ve tam üyelik müzakerelerinin tıkanmasına yol açacak gelişmelere müsaade etmemelidir. Velhasıl, Brüksel, bu “uzun ince yolu” gümrük birliği ile sonlandırma hayalinden vazgeçmeli ve tam üyelik için artık Türkiye’ye bir tarih vermelidir.

7. Brüksel, Gümrük Birliği Anlaşmasını revize etmekten imtina ederse, Türkiye’nin Gümrük Birliğinden çıkması ve bunun yerine Türkiye ile AB arasında serbest ticaret anlaşması yapılması gündeme gelmelidir.

8. Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm sağlanıncaya kadar, 29 Temmuz 2015 Deklarasyonu uyarınca Türk limanlarının Rum gemilerine kapalı tutulması uygulamasına devam edilmelidir.

H. SONUÇ VE ÖNERİLER

Brüksel’in çifte standartlı yaklaşımları sayesinde Kıbrıs Meselesi içinden çıkılmaz hale sokulmuş, katılım müzakere süreci AB’nin birtakım siyasi dayatmaları nedeniyle çok yavaş ilerlemiş ve durma noktasına gelmiş, Gümrük Birliği süreci Türk ekonomisine zarar vermeye başlamış ve nihayet Türkiye-AB Katılım Süreci “Kıbrıs ipoteği” altına alınmıştır. Velhasıl, AB’nin son 15 yıllık karnesi zayıf çıkmıştır. Her ne kadar AB’li siyasetçiler kendilerini başarılı görseler de Brüksel, hem Türkiye’den ve hem de AB vatandaşlarından çürük not almış ve sınıfta kalmıştır.

  “Dönem, her alanda güçlerimizi birleştirme dönemidir. Ülkemizin tam üyeliği ekonomik, siyasi, güvenlik ve sosyal katkıların yanı sıra Avrupa Birliği’ne daha katılımcı ve kucaklayıcı bir vizyon kazandıracak ve AB’yi küresel bir aktör haline getirecektir. Türkiye olarak, müzakere sürecinde karşılaştığımız tüm zorluklara rağmen stratejik hedef gördüğümüz Avrupa Birliği’ne tam üyeliğe ulaşmakta kararlıyız…” Recep Tayyip ERDOĞAN Cumhurbaşkanı 09.03.2020

Enerjide dışa ve büyük oranda da Rusya’ya bağımlı olan AB’nin, dünya siyasi arenasında bir varlık gösteremiyor olması, Rusya’nın önce Gürcistan, ardından da Kırım ve Ukrayna’ya yönelik yayılmacı tutumları karşısında AB’nin çaresiz kalması, Brüksel’in belirsiz siyasi geleceğinin önemli bir göstergedir. Ayrıca GKRY’yi tek taraflı üye yaparak, Kıbrıs gibi siyasi ve karmaşık bir meseleyi daha da derinleştirmek suretiyle stratejik bir hata yapan Brüksel’in bu tavrı da AB vatandaşlarının gözünden kaçmayacaktır.

Yine, dünya siyasi arenasında etkili olabilmek için Lizbon Anlaşmasıyla ihdas edilen AB Konseyi Başkanlığı ve Dış Politika Yüksek Temsilciliği pozisyonlarından beklenen etkinin elde edilememesi de AB’nin siyasi geleceğini belirsiz kılmaktadır. Avrupa Birliği, esasen dünya siyasetinde yok hükmündedir. Ortak bir dış politikası ve ortak bir askeri gücü bulunmayan Brüksel’in küresel bir güç olması ve dünya siyasi arenasında söz sahibi olması beklenemez. Bu bağlamda, BREXIT, yani İngiltere’nin Avrupa Birliğinden ayrılma kararı da AB’nin akıbeti hakkında bir fikir vermektedir. Zira, Brexit’i orta vadede (İtalya) itexit, (Fransa) frexit ve (İrlanda) irexit’in izlemesi de ihtimal dâhilindedir.

Rumlarla işbirliğine giden AB’li siyasetçiler hep birlikte, Türkiye’siz, KKTC’siz bir Kıbrıs için propaganda yürütmektedirler. Ne var ki Rumların bu yeni planları da diğerleri gibi fiyaskoyla sonuçlanacaktır. Çünkü Kıbrıs’ta Çözüm “AB ilkelerine göre” değil, “Ada’daki gerçekler temelinde olacaktır.” Kıbrıs barış görüşmeleri “Her konuda anlaşma sağlanmadan, hiçbir konuda anlaşma sağlanmış olmayacağı” ilkesi temelinde yürüyecektir. Ayrıca Kıbrıs görüşmelerinde AB Komisyonu taraf değildir ve müzakerelere katılması da söz konusu olmayacaktır. Kıbrıs sorunu bir AB sorunu değildir, olmayacaktır. Nihayet Türkiye, “ya AB, ya Kıbrıs” dayatmasına asla boyun eğmeyecektir.

Birliğin karar alma mekanizmalarının dışında bırakılarak, ekonomik açıdan edilgen bir konumda tutulmaya çalışılan Türkiye için yolun sonu gümrük birliği değil, tam üyeliktir. Türkiye-AB Gümrük Birliği, tam üyelik yolunda Ankara Anlaşmasıyla öngörülen teknik bir süreçtir. Türkiye bu aşamayı da diğerleri gibi başarıyla geçmiştir. Dolayısıyla bu geçici ve teknik sürecin daha fazla uzatılmadan tam üyelikle sonuçlanması için Avrupa Birliği de çabalarını yoğunlaştırmalı ve üyelik müzakerelerinin tıkanmasına yol açacak gelişmelere müsaade etmemelidir.

  “…18 yıldır ülkede Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı yaptım ve Avrupa Birliği’yle olan görüşmelerin hep içinde oldum. Ama Avrupa Birliği liderlerinin hep tutarsızlıklarıyla karşı karşıya olduk, hiçbir zaman dürüst olmadılar, hiçbir zaman sözlerinin arkasında durmadılar. Ülkemizin tam üyeliği için hangi şartları önümüze getirdilerse tamam dedik, ne dedilerse yaptık, ne istedilerse taahhüt ettik, fakat sonuçta ortaya çıktı ki Avrupa Birliği’nin bizi tam üye yapmaya en başından beri niyeti yokmuş. O güne kadar önümüze getirilen her şey oyalama taktiğinden ibaretmiş. Bu süreçte Avrupa Birliği’nin bir değerler ve ilkeler bütünü değil, bir grup ülkenin saplantılarının esiri bir yapı olduğunu gördük, hâlâ da aynı saplantıyla bize yaklaşıyorlar.   Recep Tayyip ERDOĞAN Cumhurbaşkanı 24.08.2020  

Öte yandan, Brüksel’in, Türk vatandaşlarının Ankara Anlaşmasından kaynaklanan serbest dolaşım hakkını birtakım ek koşullara bağlaması da hakkaniyete sığmamaktadır. Nitekim, AB ile 18 Mart 2016’da imzalanan mülteci anlaşması çerçevesinde Türk vatandaşlarının vize serbestisi de gündeme getirilmiş ve “2016 Haziran sonuna kadar tüm kıstasların karşılanması şartıyla Türkiye lehine vize kolaylığı ve vize muafiyeti hususları değerlendirileceği ve sürecin hızlandırılacağı taahhüt edilmişti. Avrupa Birliği bu konuda Türkiye’ye 72 şart ileri sürmüş, geldiğimiz noktada bunlardan 66’sı çözülmüştür. Ancak, AB henüz vize serbestisi konusunda somut bir adım atmış değildir. Bu da göstermektedir ki Brüksel, Türkiye’ye karşı oyalama taktiklerini ve çifte standartlı yaklaşımlarını sürdürecektir.

Diğer taraftan, Avrupa Birliğinin Türkiye’ye karşı uyguladığı çelişkili politikalar, çifte standartlı yaklaşımlar ve birtakım oyalama taktikleri Türkiye’yi, “Gümrük Birliğinden çıkma” seçeneğini bile sorgulama noktasına getirmiştir. Bu meyanda, Brüksel’e teklifimiz şudur: Gelin Gümrük Birliğini revize edelim ve bu kapsamda Türk vatandaşlarının serbest dolaşım hakkını tanıyın, Türk ürünlerine kotaları kaldırın ve nihayet 3. Ülkelerle yaptığınız serbest ticaret anlaşmalarına Türkiye’yi de dâhil edin. Yok eğer buna yanaşmıyorsanız, o halde Gümrük Birliği feshedilsin. Türkiye ile de STA yapın.”

Eğer gümrük birliği sürecini Türkiye’nin AB yolunda varabileceği son aşama olarak betonlaştırmak hedefleniyorsa, o zaman Türkiye’nin duyduğu rahatsızlığın dikkate alınması gerekmektedir. Aksi halde,  gümrük birliğinden çıkıp AB ile STA imzalayalım” önerimizin ivedilikle değerlendirmeye alınması gerekmektedir. Her halükarda Brüksel’in, Avrupa Komisyonu’nun Enerjiden Sorumlu Eski Üyesi Alman Günther Oettinger’in şu tespitini dikkate almasında yarar bulunmaktadır: “Önümüzdeki 10 yıl içinde Alman ve Fransız Başbakanlar… gittikleri Ankara’da Türkiye’nin AB’ye üye olması için yalvaracaklar.”

Ortak üyelik başvurusundan itibaren 61 yıl ve tam üyelik başvurusundan itibaren ise 33 yıl geçmiş olmasına rağmen, Türkiye hâlâ AB kapısında bekletilen aday ülke konumundadır. Kuşkusuz, Türkiye bu uzun ince yolda üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmiştir. Bu kapsamda, Ankara Anlaşması ile öngörülen yükümlülüklerini yerine getirmiş, 1.1.1996 tarihi itibariyle AB ile gümrük birliğini uygulamaya geçirmiş ve siyasi, toplumsal ve ekonomik reformların ardından tam üyelik müzakere sürecini başlatabilmiştir. Yoğun tartışmaların ardından 2005 yılında başlatılan ve halen ağır aksak ilerlemekte olan tam üyelik müzakere sürecinde gösterdiği performansla Türkiye, Batıyla bütünleşme kararlılığını ortaya koymuş bulunmaktadır.

 Buna rağmen, AB’nin Türkiye’ye karşı uyguladığı çifte standartlar ve haksız uygulamalar nedeniyle son zamanlarda Türk Halkının AB heyecanı sönmüş ve katılım süreci kilitlenme noktasına gelmiştir. 

Mesela, Türkiye’nin önüne “imtiyazlı ortaklık”, “serbest dolaşımsız üyelik”, “ucu açık süreç”, “Birliğin hazmetme kapasitesi” gibi ne olduğu belirsiz kavramlar koyarak tam üyeliğe karşı alternatif formüller üretme çabasına giren AB’li yetkililer, tam üyeliği “Kıbrıs” koşuluna bağlamak suretiyle, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya çalışmaktadırlar. Bu durum, Türkiye-AB tam üyelik müzakere sürecinin bir yol kazasına uğrama ihtimalini de artırmaktadır.

  “…Şu gerçeğin artık herkes tarafından görüldüğüne inanıyorum; Avrupa Birliğinin Türkiye’ye olan ihtiyacı, Türkiye’nin Avrupa Birliğine olan ihtiyacından daha fazladır. Ülkemiz olmadan Avrupa Birliğinin kurucu değerlerini dinamitleyen İslam düşmanlığı, kültürel ırkçılık, ayrımcılık ve göçmen karşıtlığı gibi varoluşsal tehditlerle başarılı bir şekilde mücadele etmesi mümkün değildir. AB’ni içine kapatarak dar bir kalıba sokma girişimleri ancak bizim gibi asırlardır farklı inanç ve kültürleri bünyesinde barış içinde yaşatan ülkelerin katılımıyla boşa çıkarılabilir…”   Recep Tayyip ERDOĞAN Cumhurbaşkanı 09 Mayıs 2019    

Bölgesinin en güçlü ve istikrarlı ülkesi olan ve tarihi-kültürel birikimi ve jeopolitik konumu itibariyle küresel bir güç olma kapasitesine sahip bulunan Türkiye uzun süre AB kapısında bekletilebilecek bir ülke değildir ve tam üyelik dışında bir seçeneği de kabul etmeyecektir. Milli birlik ve beraberlik içerisinde, aktif, rasyonel ve çok yönlü dış politika stratejileri geliştirebilen bir Türkiye’nin farklı alternatifler üretme potansiyeline sahip olduğunun bilhassa bazı Avrupalı Liderler tarafından anlaşılması, bu açıdan önem arz etmektedir.

Son yıllarda gerçekleştirdiği, ekonomik,  siyasi, askeri ve toplumsal hamlelerle gerek bölgesinde ve gerekse dünya kamuoyunda bütün dikkatleri üzerine çeken, özgüvene sahip güçlü Türkiye imajıyla 21. Yüzyılın Lokomotif Ülkesi olabileceğini gösteren, savunma sanayiinde yüksek teknolojili yerli ve milli üretime geçen, enerjide yeni ve muazzam kaynaklar keşfetmeye başlayan ve enerji çeşitliliğini artıran, sağlık sektörüne yeni ve büyük yatırımlar yapan ve nihayet dünya siyasi arenasında proaktif ve çok yönlü diplomatik girişimler yürüterek başarılı dış politika stratejileri geliştirebilen Ülkemiz, küresel bir güç olmaya namzet bir Ülke olduğunu böylece ortaya koymuş bulunmaktadır. Dolayısıyla, AB ile tam üyelik katılım müzakereleri yürüten, 24 yıldır AB ile gümrük birliği içinde olan ve Birliğin en önemli ticaret ve yatırım ortaklarından biri olan Türkiye’nin ise Avrupa Birliği’nin gelecek vizyonunda vazgeçilmez öneme sahip bir Ülke olduğunu Avrupalı siyasetçilerin görmesi bilhassa kendileri için yararlı olacaktır.

Şurası da unutulmamalıdır ki Türkiye’nin 1959 tarihli AT ortak üyelik başvurusu bir stratejik adımdan ibaretti. Bugün, tam üyelik süreci de Türkiye için stratejik bir hedeftir. Eğer Brüksel daha fazla nazlanmaya devam ederse, Ankara’nın farklı stratejiler geliştirme potansiyeli her zaman mevcut bulunmaktadır.

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile oluşturduğu Gümrük Birliği ilişkisinin Türkiye açısından ekonomik, ticari, kurumsal, hukuksal ve finansal birçok alanda küçümsenmeyecek olumlu etki ve sonuçları olmuştur. Ancak, Tam üyelik yolunda geçici ve teknik bir süreç olarak öngörülen gümrük birliğinin daha fazla uzatılmadan tam üyelikle sonuçlandırılması gerekliliği de ayrı bir gerçektir. Zira, 01.01.1996 tarihinde başlayan ve Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği yolunda son aşama olan gümrük birliği sürecinin bu şekilde uzayıp gitmesi, Türkiye’yi ekonomik ve sosyal açıdan olumsuz etkilemektedir. Bu bakımdan, Türkiye-AB Gümrük Birliği Anlaşmasının genişletilerek ve derinleştirilerek derhal revize edilmesi ihtiyacı doğmuştur.

Nihayet, Türkiye-AB arasındaki ekonomik ilişkilerin dengeli ve istikrarlı bir şekilde sürdürülmesi, Türkiye-AB arasında yaşanması muhtemel bir krizin engellenmesi, Türkiye’nin AB tam üyelik sürecinin kaldığı yerden devam etmesi ve ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açılabilmesi için önerilerimizi aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz:

Önerilerimiz

1. Tam üyelik için artık Türkiye’ye bir tarih verilmelidir.

2- Brüksel, Türkiye’nin tam üyelik sürecinin önündeki siyasi engelleri derhal ortadan kaldırmalı ve bu “uzun ince yolu” gümrük birliği ile sonlandırma hayalinden vazgeçmelidir.

3. Türk milletinin tarihi- kültürel dokusuna müdahale edilmemelidir.

4. Türkiye’nin milli birlik  ve beraberliğine, milli ve manevi değerlerine saygı gösterilmelidir.

5. Aday ülke olarak Türkiye’ye karşı samimi davranılmalı ve çifte standartlı yaklaşımlardan 

vazgeçilmelidir.

6. Brüksel, Türkiye’nin AB Sürecini, taviz koparmak için bir fırsat olarak görmekten vazgeçmelidir.

Brüksel ve AB’nin lokomotif ülkeleri, AB karşıtlığı ve Avrupa’da tehlikeli bir şekilde gelişen islamofobi ye karşı acil tedbirler almalı, bunların AB’de tarih yazmalarına! izin vermemelidir.

7. Gümrük Birliği Anlaşması derhal revize edilmelidir. Brüksel’in atacağı böylesi bir adım, Türkiye ile Avrupa Birliği arasında yeniden pozitif bir gündem yaratılmasına da imkân sağlayacaktır.  

8. AB’nin üçüncü ülkelerle tek taraflı olarak yaptığı serbest ticaret anlaşmaları Türkiye’yi açık bir pazar haline getirmekte ve haksız rekabete yol açmaktadır. Bu bakımdan, AB’nin üçüncü ülkelerle yaptığı serbest ticaret anlaşmalarına Türkiye’yi de dâhil etmesi veya Türkiye’nin de bu ülkelerle benzer anlaşmalar yapmasına imkân verilmelidir.

9. AB ile ABD arasında yürütülen Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) Anlaşması müzakerelerine Türkiye’nin de dâhil edilmesi ve ülkemizin koordineli bir şekilde bu anlaşmaya taraf olması sağlanmalıdır.

10. Brüksel, Gümrük Birliği Anlaşmasını revize etmekten imtina ederse, Türkiye’nin Gümrük Birliğinden çıkması ve bunun yerine Türkiye ile AB arasında serbest ticaret anlaşması yapılması gündeme gelmelidir.

11. AB ile tercihli ticari ve ekonomik ilişkiler tarım, kamu alımları, hizmetler ve e-ticaret gibi yeni alanlara genişletilmelidir.

12- Türk Vatandaşlarının Ankara Anlaşmasından kaynaklanan serbest dolaşım hakkı, derhal ve koşulsuz olarak verilmelidir.

13- Gümrük Birliği Anlaşması kapsamında öncelikle, haksız rekabete yol açan, “Türk işadamlarına yönelik vize uygulaması ve taşıma araçlarına getirilen kotalar” gibi teknik engeller tümüyle ortadan kaldırılmalıdır.

14. Ada’da çözüme katkı sağlamayanlar Türkiye Cumhuriyeti’ne liman ve havaalanlarını açması için baskıda bulunamazlar. Bu meyanda, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm sağlanıncaya kadar, 29 Temmuz 2015 Deklarasyonu uyarınca Türk limanlarının Rum gemilerine kapalı tutulması uygulamasına devam edilmelidir.

15- Tam üyelik yolunda geçici ve teknik bir süreç olan gümrük birliğinin daha fazla uzatılmadan tam üyelikle sonuçlanması için Avrupa Birliği de çabalarını yoğunlaştırmalı ve tam üyelik müzakerelerinin tıkanmasına yol açacak gelişmelere müsaade etmemelidir.

16- Kıbrıs, Ege gibi haksız dayatmalardan vazgeçilmelidir. Türkiye’nin “ya AB, ya Kıbrıs” dayatmasına boyun eğmeyeceğini, AB ve Rum/Yunan tarafı iyi bilmelidir.

17- Kıbrıs konusunda hızlı ve etkili bir diplomasi faaliyeti başlatılmalı ve bu kapsamda Kıbrıslı Liderler arasında ağır aksak yürütülmeye çalışılan görüşmelerin hızlandırılması için özellikle BM ve ABD’nin etkin rol oynamaları sağlanmalıdır. (ABD Senatosu’nun, GKRY’ye karşı uyguladığı silah ambargosunun kaldırılmasına yönelik aldığı son karar, Doğu Akdeniz’de ve bilhassa Kıbrıs meselesinde ABD’nin tarafsız konumunu terk ederek Yunanistan/GKRY lehine bir duruş sergilemeye başladığını işaret etmektedir.)

18- Türkiye gibi güçlü bir ülkenin içinde yer almadığı bir Avrupa Birliği’nin küresel bir güç olamayacağı ve sırf ailenin şımarık çocuğunun haksız istekleri uğruna Türkiye-AB ilişkilerine zarar verilemeyeceğinden hareketle Brüksel, Rumlara müsamaha göstermekten vazgeçmelidir.

19- Kıbrıs’ta Türkiye’nin garantörlük hak ve yetkisi, Ada’daki Türk Barış Gücü ve Kıbrıs Türk Halkının siyasi eşitliği Türkiye’nin kırmızı çizgileri olup müzakere dahi edilemez. Türkiye’nin bu konularda taviz vermeyeceğini Brüksel bilmeli ve buna göre politika belirlemelidir.

20- Türkiye, Ada’da adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm bulunması yönündeki çabaları desteklediğini her ortamda tekrarlamaktadır. Bu kapsamda, Türkiye’nin 2006 tarihli önerisi geçerliğini korumaktadır (Dışişleri Bakanlığımız, Mayıs 2005 ve Ocak 2006 tarihlerinde, Kıbrıs’taki tüm kısıtlamaların ilgili tüm taraflarca eşzamanlı olarak kaldırılması önerisinde bulunmuş fakat ne AB ve ne de Rumlar bunu kabul etmemişlerdir).

21- Kıbrıs’ta çözüm müzakerelerinin sonsuza dek sürmesi mümkün değildir. Bu anlamda, liderler arasında devam etmekte olan kapsamlı çözüm müzakerelerinden ya anlaşma yönünde bir sonuç çıkacak, ya da, Ada, kalıcı bir bölünmeye giden yeni bir sürece girecektir. Bu bakımdan, Ada’da her iki halkın meşru ve temel hak ve çıkarlarını gözetecek adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamaması halinde, mevcut statünün devam etmesi ve KKTC’nin milletlerarası camia tarafından tanınmasına yönelik çabaların artırılması en uygun yol olacaktır.

22- Kıbrıs Türk Tarafı bugüne kadar, Kıbrıslı Liderler arasında yürütülen ve iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe sahip iki kurucu devletten müteşekkil bir federasyon modelini esas alan çözüm müzakerelerine tam destek vermiştir. Ne var ki Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerle siyasi eşitliğe razı olmamışlar, Kıbrıs Türklerini hep azınlık olarak görmek istemişlerdir.  Binaenaleyh, 1968 yılından beri devam eden çözüm görüşmeleri ve mutabık kalınan birçok BM çözüm planları Rumların uzlaşmaz tutumları yüzünden akamete uğramıştır. Türkiye ve KKTC, Rum/Yunan tarafının bu uzlaşmaz tavırlarından hiçbir sonuç alınamadığı ve alınamayacağı gerçeğinden hareketle Kıbrıs Meselesine dair çözüm parametrelerinde değişikliğe gitmeyi tercih etmiştir.

Esasen, son 10 yıldır gerek yayınlanmış kitap ve makalelerimizde gerekse panel ve konferanslarımızda müteaddit defalar dile getirdiğimiz bu politika değişikliğinin bugün kabul görmesiyle birlikte Kıbrıs Meselesinin yakın zamanda çözüme kavuşturulmasının mümkün olabileceğini düşünmekteyiz. Bu vesileyle, Türkiye ve Kıbrıs Türk Halkının meseleye bakışı ve yeni çözüm parametrelerini, Rum/Yunan tarafına ve bihassa milletlerarası camianın nazarı dikkatine sunmak isteriz. Buna göre, 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963’te silah zoruyla bozulmuş, 1974’te Yunan cuntasının darbesiyle de ortadan kalkmıştır. Kıbrıs’ta iki ayrı halk, iki ayrı egemen devlet vardır. Velhasıl,  “Kıbrıs’ta çözüm, Ada’daki gerçekler çerçevesinde, Egemen eşitlik temelinde iki devletli bir yapıyla, yani iki ayrı egemen devletin varlığını devam ettirmesi ile mümkün olabilecektir. Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi devam edecektir.”

Arz ederim.

Kaynakça:

1. ÇOĞAL, Nejat, “AB’nin Türkiye Paradoksu” (1. Baskı 2012).

2. ÇOĞAL, Nejat, “Kıbrıs’ta Nafile Çözüm Arayışları; Talat-Hristofyas Süreci” (1. Baskı 2011; 2. Baskı 2014).  

3. ÇOĞAL, Nejat. Kıbrıs ve AB konularında yayınlanmış tüm makaleleri.


[1] Fransa, Batı Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg.

[2] Türk Vatandaşlarına vize serbestisi sağlamak için AB’nin şart koştuğu 72 maddeden geriye kalan 6 kriter şunlardır:              1.Terörle mücadele mevzuatında değişiklik 2. Europol Anlaşması 3. Yolsuzluğa karşı GRECO tavsiyeleri 4. Üye ülkelerle adli iş birliği yapılması 5. Kişisel verilerin korunması 6. Geri Kabul Anlaşması’nın uygulanması. Bu konuda altı ayrı çalışma grubu oluşturulmuş durumda.

Share This: