dersa tarafından yazılmış tüm yazılar

YENİ ANAYASA TASLAĞI NELER GETİRİYOR?

 

1982 Anayasasının bugüne kadar 14 defa değişikliğe uğramış bulunması, toplumsal gereksinimleri karşılamadaki yetersizliğini göstermekte, anayasal düzenin istikrarlı yapısını bozmakta ve Ülkemizin yeni bir anayasa ihtiyacının varlığını ortaya koymaktadır. Nitekim bu ihtiyaç, 1990’lı yılların başından itibaren bazı siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarının (1992 TÜSİAD, 2000 TOBB, 2001 ve 2007 Türkiye Barolar Birliği) yeni anayasa taslakları hazırlamalarına yol açmıştır. Alternatif olarak hazırlanan bu anayasa taslakları genellikle kamuoyunda yeterli ilgiyi görememiş ve ülke gündeminde önemli bir yer almamışlardır. Buna karşın, Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından hazırlatılan Yeni Anayasa Taslağının önümüzdeki günlerde Türkiye’nin ana gündem maddesi olması beklenmektedir.

Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın talebi üzerine, Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN’un başkanlık ettiği akademisyenlerden oluşan bir Bilim Kurulu tarafından hazırlanan Yeni Anayasa Taslağı’nın, devlet-toplum-birey arasındaki ilişkileri düzenleyen bir toplumsal sözleşme olması hedeflenmektedir. 1982 Anayasasına göre daha demokratik ve sivil bir Anayasa olması beklenen Taslağın, aynı zamanda daha kısa ve öz (1982 Anayasası 177, 1961 Anayasası 157 maddeden oluşmakta iken, Yeni Anayasa Taslağı 137 maddeden teşekkül etmektedir.) hükümler içerdiği görülmektedir. Gerek yapılış tarzı ve gerekse içeriği bakımından geniş bir tartışma platformu oluşturması beklenen söz konusu Anayasa çalışması, Türkiye’nin AB standartlarında bir anayasaya kavuşacağı beklentisiyle Avrupa Birliği tarafından da destek görmektedir.

Cumhuriyetimizin değiştirilemez temel nitelikleri olan demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerini tam olarak hayata geçiren, bireylerin haklarını en etkili şekilde koruyan, temel hak ve özgürlükleri ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ve ‘Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin getirdiği ilke ve standartlarda güvence altına alan,  yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki ilişkileri parlamenter sistem esas alınarak açık, net ve anlaşılabilir bir şekilde belirleyen, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş sağlayan, daha kısa, öz ve açık bir Anayasa hazırlanması hususu, 60. Hükümet Programının ana hedefleri arasında sayılmıştır.

137 maddeden oluşan ve yaklaşık 38 sayfa gerekçesi olan taslağın bundan sonra başta sivil toplum kuruluşları ve akademik çevreler olmak üzere kamuoyunun tartışmasına açılması ve 2008 yılında ülkemizin gündeminde önemli bir yer tutması beklenmektedir. Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinden dokunulmazlıklara, Türk tanımından YÖK’ün işleyişine kadar birçok yeni düzenlemeler içeren Anayasa Taslağı, Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askerî Şûra kararlarının yargı denetimi kapsamına alınması, uyarma ve kınama cezalarına karşı yargı yolunun açılması gibi kamu idaresi ile ilgili önemli yenilikleri de beraberinde getirmektedir.

  1. Hükümet Programında, yeni anayasanın devlet-toplum-birey arasındaki ilişkileri hak, özgürlük ve sorumluluk temelinde düzenleyen bir toplumsal sözleşme niteliğinde olması ve olabilecek en geniş toplumsal uzlaşmayla hazırlanması gerekliliğinden söz edilmektedir.

1961 ve 1982 Anayasalarından farklı olarak, demokratik siyasal rejimin normal olarak işlediği bir dönemde, olağan bir yasama meclisi tarafından hazırlanıp kabul edilecek yeni bir anayasanın bu haliyle sivil bir uzlaşma anayasası olacağı görüşü, yeni anayasanın yapılış yöntemine karşı getirilen eleştirilere bir cevap olarak ileri sürülmektedir.

Yeni anayasa taslağının içeriğine baktığımızda ise, aşağıda belirtilen değişikliklerin ön plana çıktığını görmekteyiz:

– Başlangıç bölümü daha kısa olarak yazılmakta, değiştirilemezliği 4 üncü madde ile hüküm altına alınan 2 nci ve 3 üncü maddelerde Cumhuriyetin niteliklerine dokunulmaksızın bazı iyileştirici ve biçimsel değişikliklere gidilmekte, bu kapsamda, başlangıç kısmına atıfta bulunulmamakta,

– Devletin “dili Türkçedir” ifadesi yerine “resmi dili Türkçedir” ifadesi kabul edilmekte (Md.3),

– Herkese din değiştirme hürriyeti verilmekte (Taslak Md.24/1),

– İlk ve ortaöğretim kurumlarında din eğitimi ve öğretimi, isteğe bağlı kılınmakta (Md. 24/4),

–  Vatandaşlık tanımı olarak “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” ibaresi yerine “Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkese, din ve ırk farkı gözetilmeksizin Türk denir.” İfadesi kullanılmakta (Md.35 alternatifli),

– Yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbest bırakılmakta (Md. 45/6 alternatifli),

– Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri azaltılarak sembolik düzeye indirgenmekte ( Md.81),

– Cumhurbaşkanının tek başına yaptığı işlemlere karşı yargı yolu açılmakta (Md.82),

– Genelkurmay Başkanının savaşta Başkomutanlık görevlerini Cumhurbaşkanı namına yerine getireceğine ilişkin ibareye yeni düzenlemede yer verilmemekte (Md.90),

– Milli Güvenlik Kurulu’na Başbakan başkanlık etmekte (Md.91 alternatifli),

– Yüksek Askerî Şûra Kararlarına karşı yargı yolu açılmakta (Md.94),

–  Mahalli idareler seçimleri de dört yılda bir yenilenmekte (Md.96),

– Uyarma ve kınama disiplin cezalarına karşı yargı yolu açılmakta (Md.98), memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında ceza kovuşturması açılması için idarî merciin izni aranmamakta (Md.98),

– Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun 17 üyesinden beşi birinci sınıfa ayrılmış hâkim ve savcılar arasından TBMM’ce seçilmekte (Md.109),

– Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısı artırılarak asıl üye yedek üye ayrımına son verilmekte, 17 üyesinden dokuzu diğer yüksek mahkemeler, sekizi de TBMM tarafından belirli vasıfları haiz kişiler arasından beşte üç çoğunlukla seçilmekte (Md.112),

– Yüce Divan yeniden düzenlenerek Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu üyelerinden oluşan bir karma mahkeme oluşturulmakta ve Meclis Başkanı ile Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları da yüce divan kapsamına alınmakta ve Yüce Divan kararlarına karşı temyiz yolu açılmakta (Md.119),

– Başlangıç kısmı anayasa metnine dahil edilmemekte (Md.136).

Şüphesiz yukarıda bir kısmını saydığımız ve kamuoyunun anayasa gündeminde en çok yer alması beklenen değişiklikler yanında, Yeni Anayasa Taslağı’nın temel hak ve özgürlükler, devlet-toplum-birey ilişkileri ve devletin ana görevlerini yürüten kurumları bakımından birçok değişikliği de beraberinde getirdiğini söyleyebiliriz. Bu değişikliklerin  önümüzdeki günlerde ayrı ayrı gündeme geleceğine kesin gözüyle bakmak durumundayız. Nitekim bir çok hukukçunun üzerinde önemle durduğu, meclisin yeni bir anayasa yapamayacağı görüşüne karşı, hükümet çevreleri son günlerde tasarıyı “mevcut anayasayı değiştiren” bir tasarı şeklinde takdim etmeye başlamıştır.

Sonuç itibariyle, yeni bir anayasaya duyulan ihtiyaç, aynı zamanda Ülkemizin varlığı açık olan anayasa meselesinin ortadan kaldırılmasına da katkıda bulunarak gelişmekte olan toplumumuzun önünü açabilecek bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Cumhuriyetin temel niteliklerine bağlı, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter devlet yapısını koruyan, idarenin bütünlüğü ilkesini benimseyen, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan yeni bir Anayasa Taslağı’nın, devlet-toplum-birey arasındaki ilişkileri düzenleyen bir toplumsal sözleşme niteliği kazanabilmesi için toplumun tüm kesimleri tarafından tartışılması ve millî mutabakatın en geniş biçimde sağlanması büyük önem arz etmektedir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=54

Share This:

KAÇAKÇILIKLA MÜCADELE KANUNU’NDA İKRAMİYELER

Divan Dergisi, Sayı: 6

Nejat ÇOĞAL
Gümrük Muhafaza Başkontrolörü
1. GİRİŞ

Bilindiği üzere, 5607 Sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu, 4926 Sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanununu yürürlükten kaldırmış, 23 üncü maddesi ile de ikramiyeler ile ilgili yeni düzenlemeler getirmiştir. Söz konusu kanun maddesinin 5 inci fıkrasına göre, müşterek operasyonlarda ve kontrollü teslimat uygulamalarında ikramiye ödenmesi ve ikramiye ödemelerine esas birim fiyatların tespitine ilişkin esas ve usuller ile bu maddenin uygulanmasına ilişkin diğer hususlar, Maliye ve Milli Savunma Bakanlıklarının görüşü alınarak, İçişleri Bakanlığı ve Gümrük Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenmesi gerekmektedir.

Bu çerçevede, Başbakanlık Gümrük Müsteşarlığı ve İçişleri Bakanlığınca hazırlanan “5607 Sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanununa Göre Kaçak Eşya Yakalanması Halinde Muhbir Ve El Koyanlara İkramiye Ödenmesine İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Yönetmelik”, 30.10.2007 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak, 5607 Sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu’nun yürürlük tarihi olan 31.03.2007 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere yürürlüğe girmiştir.

23.6.2004 tarihli ve 25501 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 4926 Sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanununa Göre Kaçak Eşya Yakalanması Halinde Muhbir ve El Koyanlara İkramiye Ödenmesine İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmeliği yürürlükten kaldıran yeni yönetmelik, 5607 sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanununun 23 üncü maddesi gereğince; gümrük kaçağı eşya, uyuşturucu madde ve silah-mühimmat yakalamaları ile müşterek operasyonlarda ve kontrollü teslimat uygulamalarında yapılacak ikramiye ödemelerinin usul ve esaslarını düzenlemektedir. Bu çalışmamızda, yeni ikramiye yönetmeliği hükümleri incelenmek suretiyle, kaçakçılık kanununa dayanılarak yapılacak ikramiye ödemelerinin usul ve esasları hakkında bilgi verilmeye çalışılacaktır.

2. TANIMLAR

İkramiyeler ile ilgili usul ve esasları açıklamadan önce, bazı tanımlamaların yapılması yerinde olacaktır:

Birim: Gümrükler Muhafaza Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Sahil Güvenlik Komutanlığının kaçakçılıkla mücadele ile görevli birimlerini,

Merkez birimi: Gümrükler Muhafaza Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komutanlığı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı İstihbarat Başkanlığını,
El koyan: 5607 sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanununun 19 uncu maddesi kapsamında kaçakçılığı önleme, izleme ve araştırmakla yükümlü olan ve kaçak eşyanın yakalanması eylemini sevk ve idare eden Mülki İdare Amirleri ile kaçak eşyanın yakalanması eylemine bizzat ve fiilen katılan Gümrük Müsteşarlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Sahil Güvenlik Komutanlığına bağlı personeli,
Muhbir: 5607 sayılı Kanunun 5 inci maddesinde öngörülen haller haricinde; kaçakçılığı, faillerini, kaçak eşyanın bulunduğu, saklandığı veya satıldığı yerleri yetkili birimlere haber veren, böylelikle yapılan incelemeye ilişkin ilk fiilin etrafıyla ortaya çıkmasına hizmet ve yardım eden ve verdiği bilgiler resmi makamlarca kayıt altına alınan kişiyi,

Kaçak eşya: Kanunda müsaderesi ve elkonulması öngörülen her türlü madde, ürün ve değeri,

Kaçak silah-mühimmat: 10.7.1953 tarihli ve 6136 sayılı Ateşli Silâhlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanunun 12 nci maddesine aykırı davranışlar nedeniyle yakalanan silâh ve mermiler ile 26.9.2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 174 üncü maddesine muhalefet suçlarında yakalanan maddeleri,

Uyuşturucu madde: 12.6.1933 tarihli ve 2313 sayılı Uyuşturucu Maddelerin Murakabesi Hakkında Kanunda uyuşturucu madde olarak tanımlanan her türlü maddeyi,

Kontrollü teslimat: Suç faillerinin belirlenmesi, her türlü delilin tespiti, toplanması, kaçak veya kaçak olmasından şüphe edilen eşyanın müsaderesi amacıyla, yurt içinde dağıtılacak veya yurt dışından Türkiye’ye getirilerek dağıtılacak veya Türkiye’de hazırlanarak yurtdışına götürülecek veya Türkiye’den transit geçecek, uyuşturucu ve psikotrop maddelerin, 1988 tarihli Uyuşturucu ve Psikotrop Maddelerin Kaçakçılığına Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin Eki I ve II Numaralı Tablolar ile bu Tablo değişikliklerinde yer alan maddelerin ve bunlara bağlı fonlar veya suçtan kaynaklanan mal varlığı değeri veya suçtan kaynaklanan mal varlığı değerine kaynaklık edecek diğer her türlü kaçak veya kaçak olmasından şüphe edilen eşyanın yetkili makamların bilgisi ve denetimi altında nakillerini,

Mülkiyetin kamuya geçirilmesi: 5607 sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanununun 3 üncü maddesinin onuncu ve onbirinci fıkralarında tanımlanan kabahatlerin konusunu oluşturan eşyanın mülkiyetinin kamuya bırakılmasını,

Müsadere: 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda belirtilen eşya ve kazanç müsaderesi ile Kanunun 13 üncü maddesindeki müsadereyi,

CIF kıymet: FOB kıymet üzerine Türkiye’deki giriş liman veya yerine kadar yapılan nakliye ve sigorta giderlerinin ilavesi ile oluşan kıymeti,

FOB kıymet: Eşya için fiilen ödenen veya ödenecek ya da ödenebilecek bedeli,

3. İKRAMİYE TALEPLERİNDE İZLENECEK YOL

a. Gümrük kaçağı eşya yakalamalarına ilişkin ikramiye taleplerinin, aşağıda belirtilen belgelerle birlikte yazılı olarak;

• İçişleri Bakanlığı birimlerince el konulmuş ise ilgili birimlerin bağlı olduğu merkez birimlerine,

• Gümrük Müsteşarlığı birimlerince el konulmuş ise müdahil gümrük idaresince merkez birimine,
Yapılacaktır.

Gümrük kaçağı eşya ikramiyeleri için gerekli belgeler;

– Olay tutanağının aslı veya operasyonu yapan birim amirliği tarafından onaylı örneği,
– Yetkili birimlerce düzenlenmiş kaçak eşyaya mahsus değer tespit tutanağı,

– Kaçak eşya ile ilgili mahkumiyete veya eşyanın müsaderesine veya mülkiyetin kamuya geçirilmesine ilişkin kesinleşmiş mahkeme kararının onaylı örneği,

– Kaçak Eşya İkramiye Cetveli,

– Yakalama olayının muhbirli veya muhbirsiz olduğunu, muhbirli ise muhbir sayısını, ihbarı alan ve muhbir ikramiyesini alacak görevlinin kimliğini açıkça belirten veya merkez biriminin belirleyeceği bir görevli tarafından alınmasını talep eden resmi bir yazı,

Öte yandan, merkez birimleri, yapacakları inceleme sonucunda, dosyada eksiklik tespit etmeleri halinde bunların tamamlanmasını sağlayacaklardır.

b. Kaçak silah ve mühimmat yakalanması durumunda ikramiye ödenmesine ilişkin talepler, aşağıda belirtilen belgelerden oluşan dosya ile birlikte yazılı olarak;

• İçişleri Bakanlığı birimlerince el konulmuş ise ilgili birimlerin bağlı olduğu merkez birimlerine,

•  Gümrük Müsteşarlığı birimlerince el konulmuş ise müdahil gümrük idaresince merkez birimine,

Yapılacaktır.

Kaçak silah ve mühimmat ikramiyeleri için hazırlanacak olan talep dosyasında bulunması gereken belgeler ise şunlardır:

– Olay tutanağının aslı veya operasyonu yapan birim amirliği tarafından onaylı örneği,

– Silah-mühimmatın olay tarihi itibariyle Milli Savunma Bakanlığınca belirlenmiş olan değer tespit listelerine göre hazırlanmış kaçak eşyaya mahsus değer tespit tutanağı aslı,

– Sahipli olarak yakalananlarda, ilk dönem ikramiye ödemesi için, kamu davası açıldığına ilişkin Cumhuriyet Savcılığınca tanzimli iddianamenin onaylı örneği, ikinci yarı ikramiyesi için mahkumiyete veya eşyanın müsaderesine ilişkin kesinleşen mahkeme kararının onaylı örneği,

– Sahipsiz olarak yakalananlarda kesinleşmiş müsadere kararının onaylı örneği,

– Kaçak Eşya İkramiye Cetveli,

– Yakalama olayının muhbirli veya muhbirsiz olduğunu, muhbirli ise muhbir sayısını, ihbarı alan ve muhbir ikramiyesini alacak görevlinin kimliğini açıkça belirten veya merkez biriminin belirleyeceği bir görevli tarafından alınmasını talep eden resmi bir yazı,

Merkez birimler, yapacakları inceleme sonucunda, dosyada eksiklik tespit etmeleri halinde bunların tamamlanmasını sağlayacaklardır.

c. Uyuşturucu madde yakalanması durumunda ikramiye ödenmesine ilişkin talepler, aşağıda belirtilen belgelerden oluşan dosya ile birlikte;

• Olaya İçişleri Bakanlığı birimlerince el konulmuş ise ilgili birimlerin bağlı olduğu merkez birimlerine,
• Gümrük Müsteşarlığı birimlerince el konulmuş ise müdahil gümrük idaresince merkez birimine

Yapılır.

Uyuşturucu madde ikramiyeleri için gerekli belgeler:

– Olay tutanağının aslı veya operasyonu yapan birim amirliği tarafından onaylı örneği,

– Yakalanan uyuşturucu maddenin cinsi, net ağırlığı veya yüzdesini belirtir ilk yarı ödemeleri için iddianame ve ikinci yarı ödemeleri için mahkeme kararına esas alınan Ekspertiz Raporu,

– Sahipli yakalamalarda, ilk yarı ikramiyesi için, kamu davası açıldığına ilişkin Cumhuriyet Savcılığınca düzenlenen iddianamenin onaylı örneği, ikinci yarı ikramiyesi için mahkumiyete veya müsadere kararına ilişkin kesinleşen mahkeme kararının onaylı örneği,

– Sahipsiz yakalananlarda kesinleşmiş müsadere kararının onaylı örneği,

– Kaçak Eşya İkramiye Cetveli,

– Yakalama olayının muhbirli veya muhbirsiz olduğunu, muhbirli ise muhbir sayısını, ihbarı alan ve muhbir ikramiyesini alacak görevlinin kimliğini açıkça belirten veya merkez biriminin belirleyeceği bir görevli tarafından alınmasını talep eden resmi bir yazı,

Merkez birimler, yapacakları inceleme sonucunda, dosyada eksiklik olması durumunda bunların tamamlanmasını sağlayacaklardır.

Öte yandan, Kaçak Eşya İkramiye Cetvelinin müşterek operasyonlarda, operasyona katılan her birim için ayrı düzenlenirken, tek bir birim tarafından gerçekleştirilen el koymalarda, o birimin el koyanları adına tek bir cetvel düzenlenecektir.

Müşterek operasyonlarda ikramiye talebi, operasyonu yürüten asli birim tarafından, ihbarın birden fazla birime yapıldığı durumlarda ise, ikramiye talebi, operasyonu koordine eden birim tarafından, yukarıda belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde ilgili birimlere yapılması gerekmektedir.

Öte yandan, Yönetmeliğin 14 üncü maddesi, ikramiye taleplerinde yanlış ya da sahte bilgi, belge ibraz edenler ile ikramiyelerin ödenmesinde belgelerin tam ve eksiksiz olarak ibraz edilmesine rağmen ödemeyi kasıtlı olarak geciktirenler hakkında yasal işlem yapılacağını hükme bağlamıştır.

4. KONTROLLÜ TESLİMAT YAKALAMALARINDA İKRAMİYE TALEBİ

İkramiyelerle ilgili söz konusu Yönetmeliğe göre, kontrollü teslimat yakalamalarında ikramiye talebinin, kontrollü teslimata son verilen yerdeki birim tarafından yapılması gerekmektedir.

Buna göre, kontrollü teslimat yakalamalarında, el koyanlara sadece Türkiye Gümrük Bölgesinde el konulan kaçak eşya değeri dikkate alınarak ikramiye ödenecek, muhbir ikramiyelerinin hesaplanmasında yurtdışında el konulan kaçak eşya değeri de ikramiye hesaplamasına dahil edilecektir.

Öte yandan, yurtdışında el konulan kaçak eşya, silah-mühimmat ve uyuşturucu maddeler için, ilgili devletin yetkili makamlarından yazılı resmi bilgi gelmiş olması şartı aranacaktır. Bu eşya için ikramiye talep dosyalarının düzenlenmesinde de yukarıda sayılan belgelere emsal belgelerin, ilgili devletin yetkili makamlarınca düzenlenmiş olması yeterli görülecektir. Ayrıca, yapılan ihbar üzerine yurtdışında ele geçirilen kaçak eşya, silah-mühimmat ve uyuşturucu maddeler için de muhbirlere bu esaslara göre ikramiye ödemesi yapılabilecektir.

Diğer taraftan, kaçak eşya, silah-mühimmat veya uyuşturucu maddeye ait bölüm veya parçaların birden fazla yerde ele geçirildiği kontrollü teslimat veya yurtdışı yakalamalarında; ikramiye talep dosyasının ilgili merkez birimince doğrudan hazırlanabileceği gibi merkez birimince uygun görülecek bir birime de hazırlatılması mümkün kılınmıştır.

5. İKRAMİYE TUTARLARININ BELİRLENMESİ

5607 Sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanununa Göre Kaçak Eşya Yakalanması Halinde Muhbir Ve El Koyanlara İkramiye Ödenmesine İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Yönetmeliğin 15 inci maddesi, Kaçak eşya yakalamalarında ödenecek ikramiye tutarlarının belirlenmesinde uyulacak esasları belirlemektedir. Buna göre;

– Kaçak silah-mühimmat ve Uyuşturucu madde yakalamaları dışında kaçak eşya yakalamalarında ikramiye tutarının belirlenmesinde çıkış kaçağı eşyanın FOB, giriş kaçağı eşyanın CIF kıymeti esas alınacaktır.

– Sahipsiz yakalanan kaçak eşyanın değeri, mahallin en büyük mülkî amirinin görevlendireceği Maliye Bakanlığı, Gümrük Müsteşarlığı ve Sanayi ve/veya Ticaret Odası temsilcilerinden oluşan üç kişilik heyet tarafından belirlenecek ve buna ilişkin olarak kaçak eşyaya mahsus değer tespit tutanağı tanzim edilecektir.

– Sahipli yakalamalarda kaçak eşyanın değeri, müdahil veya en yakın gümrük idaresince belirlenerek, kaçak eşyaya mahsus değer tespit tutanağı düzenlenecektir.

– Mahkumiyete ilişkin kesinleşmiş mahkeme kararlarının neticesinde kaçak eşya değerinin yukarıda belirtilen usullere göre belirlenen ilk değerden farklı olması durumunda, ikramiye ödemesinde mahkeme kararındaki değere esas olan giriş kaçağı eşyada CIF kıymet, çıkış kaçağı eşyada FOB kıymet esas alınacaktır.

– Kaçak silah-mühimmat yakalamalarında ödenecek ikramiye tutarının belirlenmesinde, olay tutanağı tanzim tarihine göre kaçak silah-mühimmatın Milli Savunma Bakanlığınca her yıl belirlenen değeri esas alınacaktır. Milli Savunma Bakanlığınca her yıl tespit edilen listede bulunmayan kaçak silah ve mühimmatla ilgili olarak Milli Savunma Bakanlığınca teşkil edilen üç kişilik bir heyet tarafından değer tespiti yapılacaktır. Ateşli silah, mermi ve her türlü patlayıcı maddeler için ödenecek ikramiyenin değeri, ekspertiz raporunu veren Adli Tıp Kurumu veya Bakanlık laboratuarı tarafından tanzim edilecek kaçak eşyaya mahsus değer tespit tutanağı baz alınarak belirlenecektir. Nükleer ve radyoaktif maddelerle ilgili değer tespiti ise Türkiye Atom Enerjisi Kurumu tarafından yapılacaktır

Uyuşturucu madde yakalamalarında ise;

– Ödenecek ikramiye tutarının belirlenmesinde, olay tutanağı tanzim tarihine göre, her türlü uyuşturucu maddenin birim miktarı için, Bakanlar Kurulunca tespit edilecek sabit bir rakamın memur aylık katsayısı ile çarpımı sonucu bulunacak değer esas alınacaktır.

– Uyuşturucu maddenin birim miktarının belirlenmesinde, maddenin saf haldeki miktarı esas alınacaktır.

– Yakalanan uyuşturucu madde, birim kabul edilen miktardan az veya fazla ise yakalanan miktarın birim kabul edilen miktara oranı üzerinden hesaplaması yapılacaktır.

– İkramiye tutarı; uyuşturucu maddenin cinsi, birim miktarı ve saflık derecesine ilişkin ekspertiz raporu üzerinden hesaplanacaktır.

6. İKRAMİYE ÖDEME ZAMANLARI, ORANLARI VE ÖDEMEYİ YAPACAK BİRİM

Söz konusu Yönetmeliğin 16 ncı maddesine göre;

– Kaçak eşya ikramiyesi, sahipli yakalanmışsa, yukarıda belirtilen esaslara göre belirlenen değerinin yüzde ellisi, sahipsiz yakalanmışsa değerinin yüzde yirmi beşi, mahkumiyete, etkin pişmanlıkta kamu davasının açılmamasına, eşyanın müsaderesine ya da mülkiyetinin kamuya geçirilmesine ilişkin kararların kesinleşmesini takip eden üç ay içinde, elkoyanların bağlı olduğu kurum bütçesinin ilgili tertibinden ödenecektir.

– Kaçak silah-mühimmat sahipli yakalanmışsa, yukarıda belirtilen esaslara göre belirlenen değerinin yüzde yirmi beşi kamu davasının açılmasını, yüzde yetmiş beşi ise mahkumiyete ilişkin hükmün veya müsadere kararının kesinleşmesini takip eden üç ay içinde; sahipsiz yakalanmışsa değerinin yüzde ellisi müsadere kararının kesinleşmesini takip eden üç ay içinde, el koyanların bağlı olduğu kurum bütçesinden ödenecektir.

– Uyuşturucu madde sahipli yakalanmış ise, yukarıda belirtilen esaslara Yönetmeliğin15 inci maddenin üçüncü fıkrasına göre belirlenen değerinin yarısı kamu davasının açılmasını, diğer yarısı mahkumiyete ilişkin hükmün veya müsadere kararının kesinleşmesini takip eden üç ay içinde; sahipsiz yakalanmış ise değerinin tamamı eşya hakkında verilen müsadere kararının kesinleşmesini takip eden üç ay içinde, el koyanların bağlı olduğu kurum bütçesinden ödeneceği hükme bağlanmıştır.

7. İKRAMİYELERE İLİŞKİN DİĞER HUSUSLAR

5607 Sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanununa Göre Kaçak Eşya Yakalanması Halinde Muhbir Ve El Koyanlara İkramiye Ödenmesine İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Yönetmeliğin 13 üncü maddesi ikramiyelere ilişkin ortak hükümlere ver vermiştir. Buna göre;

Kaçak eşya, silah, mühimmat veya uyuşturucu madde sahibinin belirlenememesi ya da söz konusu eşya veya madde ile ilgili sahiplik iddiasında bulunan kişinin olmaması durumunda, eşya sahipsiz yakalanmış sayılacaktır.

Dağıtılacak ikramiyenin yüzde ellisi muhbirlere, yüzde ellisi el koyanlara verilecektir.

İhbarsız yakalama olaylarında ikramiyenin tamamı el koyanlara ödenecektir.

Kaçakçılığı önleme, izleme ve soruşturmakla yükümlü olanlara muhbir ikramiyesi ödenmeyecektir.

El koyma ikramiyesini, ancak kaçak eşyanın yakalanması eylemine bizzat ve fiilen katılanlar hak kazanacak, bizzat ve fiilen katılanların tespitine yönelik olarak, merkez birimlerince gerekli incelemeler yapılabilecektir. Bu durumda, kimlere ikramiye ödeneceğine ilişkin olarak merkez birimlerince verilen karar esas alınacaktır.
El koyanlara ödenecek ikramiye eşit miktarda paylaştırılarak ödenecektir. Olay başına ve yıllık ödenecek ikramiye tutarını dolduran kişilerin payına düşen ikramiye, aynı olayda el koyan durumundaki diğer kişilere paylaştırılamayacaktır.

Muhbirin birden fazla olduğu durumlarda, muhbir ikramiyesi muhbirlere eşit miktarda paylaştırılarak ödenecektir.

İhbarın birden fazla birime yapılmış olması veya birden fazla muhbirin olması durumunda, muhbir ikramiyesinden yararlanacaklar, kaçak eşyaya el koyarak olayı adli mercilere intikal ettiren birimce belirlenecektir.

Elkoyanlara verilecek ikramiyenin tutarı olay başına (30000) gösterge rakamının, kamu davasının açılması, mahkûmiyet, müsadere ya da mülkiyetin kamuya geçirilmesi kararının kesinleştiği tarihteki memur aylık katsayısı ile çarpımı sonucu bulunacak tutarı, ayrıca, bir yılda ödenecek ikramiye de (120000) gösterge rakamının memur aylık katsayısıyla çarpımı sonucu bulunacak tutarı geçemeyecektir. Bu tutarın hesaplanmasında, el koyanın aynı yıl içerisinde almayı hak ettiği kaçak eşya, kaçak silah-mühimmat ve uyuşturucu madde ikramiyelerinin tamamı esas alınacaktır.

Söz konusu Yönetmelik hükümlerine göre müsadirlere ödenen ikramiye, olay tutanağının tanzim edildiği yıl ikramiyesinden sayılacaktır.

Ödenecek ikramiyeler, Kanunun 23 üncü maddesi gereğince damga vergisi hariç vergi, resim ve harca tâbi tutulmayacaktır.

8. SONUÇ

Başbakanlık Gümrük Müsteşarlığı ve İçişleri Bakanlığınca hazırlanarak  30.10.2007 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan, “5607 Sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanununa Göre Kaçak Eşya Yakalanması Halinde Muhbir Ve El Koyanlara İkramiye Ödenmesine İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Yönetmelik”, gümrük kaçağı eşya, uyuşturucu madde ve silah-mühimmat yakalamaları ile müşterek operasyonlarda ve kontrollü teslimat uygulamalarında yapılacak ikramiye ödemelerinin usul ve esasları hakkında düzenleyici hükümler getirmiştir. Bahse konu Yönetmelik ile, 5607 Sayılı Kanunun 23 üncü maddesinde ana hatlarıyla düzenlenen kaçak ikramiyelerinin başvuru, tespit ve dağıtımında izlenecek yollar ile çeşitli mücadeleci kurumlar arasında işbirliği ve koordinasyonun sağlanmasına yönelik hususlar ayrıntılı olarak düzenleme altına alınmıştır. Bu çerçevede, etkili bir şekilde uygulanması halinde söz konusu Yönetmeliğin, gerek Kanun’un 23 üncü maddesinin işlerliğinin artırılması ve gerekse mücadeleci birimler arasında ortaya çıkabilecek uyuşmazlıkların giderilmesi suretiyle kaçakçılıkla mücadele faaliyetlerine önemli katkılarının olacağı düşünülmektedir.

Share This:

KÜRESEL KRİZİN GÖLGESİNDE DAVOS ZİRVESİ

 

Dünya Ekonomi Forumu (WEF) 2008 yılı olağan toplantısı 23 Ocak tarihinde İsviçre’nin Davos kasabasında başladı. 23–27 Ocak tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan ve 26 Ocak’ta düzenlenecek bir toplantıda Türkiye’de izlenen ekonomi ve dış politika konularının da ele alınacağı Zirve’ye devlet ve hükümet başkanları, bakanlar, iş dünyasının üst düzey yöneticileri ile sanat ve medya dünyasından yaklaşık 2500 temsilci katılıyor.

Bu yıl ev sahipliğini Türkiye ve Fransa’nın yaptığı Zirveye Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da katılması planlanıyordu ancak ani bir kararla katılım programı iptal edildi. Açılış konuşmasını ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın yaptığı Foruma Devlet Bakanları Mehmet Şimşek ile Mehmet Aydın, Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Enerji Bakanı Hilmi Güler ile Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz da katılmaktadır. Katılımcılar arasında Pakistan Cumhurbaşkanı Müşerref, İngiltere eski Başbakanı Blair, Bill Gates, Ürdün Kraliçesi Rania ve Bono da yer almaktadır.

Geçtiğimiz senelerde olduğu gibi bu yıl da Doğuş grubu tarafından düzenlenecek olan ve Türkiye’nin küreselleşme sürecindeki ekonomik ve siyasal varlığının tartışılacağı geleneksel resepsiyona ise Türkiye ve dünyanın ekonomi ve siyaset alanındaki üst düzey temsilcileri katılıyor. Türkiye’den 240 civarında katılımcının bulunacağı ve Program süresince düzenlenecek toplam 700 panelin 20 sinde Türkiye’nin konu olacağı Davos Zirvesi, Türkiye’nin tanıtımı açısından büyük bir fırsat olarak değerlendirilmektedir.

İlk toplantısını 1971 yılında yapan ve çevreden-ekonomiye, İslam-Batı diyaloğunun geliştirilmesinden uluslar arası terörizme kadar geniş bir yelpazede küresel sorunların tartışılıp çözüm yollarının arandığı Davos Zirvelerinin bu yılki ana teması “İşbirliğine Dayalı Yenilikçiliğin Gücü” (The Power of Collaborative Innovation) olarak belirlenmiştir. Ancak, ABD’den kaynaklanan ve hızla tüm dünyaya yayılan bir ekonomik krizin hemen arkasından gerçekleştiriliyor olması, Zirve’de daha çok ekonomik kriz ile ilgili konuların gündeme geleceğini işaret etmektedir. Zira “kara pazartesi” olarak da isimlendirilen 21 Ocak günü Avrupa ve Asya borsalarında 11 Eylül’den sonraki en büyük düşüşler yaşanmış, ilk iki günde bu değer kaybı %6 nın üzerinde gerçekleşmiştir. Türkiye ekonomisini de etkileyen bu küresel krizin hemen ardından Amerikan Merkez Bankası FED’in gösterge faiz oranlarında olağanüstü bir şekilde 75 baz puanlık indirime gitmesi bile krizi sonlandırmaya yetmemiştir. ABD hükümetinin 150 milyar dolarlık vergi indirimi paketinin ekonomide ne derece bir canlanmaya yol açacağını ise önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Ana teması “İşbirliğine Dayalı Yenilikçiliğin Gücü” olarak belirlenen 2008 Davos Zirvesinin bu yıl beş alt kavramsal teması olacaktır. Bunları; işletme, ekonomi ve finans, siyasi ve iktisadi coğrafya, bilim ve teknoloji, değerler ve toplum olarak ifade etmemiz mümkündür.

Davos zirvesinin genel olarak iki türlü düzenlendiğini görmekteyiz. Bunlardan birincisi, ekonomik krizlerden çıkış yollarının tartışıldığı zirveler, ikincisi ise çevre gibi ekonomi dışındaki konuların tartışıldığı zirveler. Ekonominin rayında gittiği 2007 yılında yapılan zirvede iklim değişikliği konusu işlenmişti. Ancak, her ne kadar ana teması “İşbirliğine Dayalı Yenilikçiliğin Gücü” olsa da, 2008 zirvesinin, özellikle ABD ekonomisinde yaşanan durgunluktan kaynaklanan ve ABD, Avrupa ve Asya piyasalarında sert bir şekilde hissedilen dalgalanmanın etkisinde kalacağı düşünülmektedir. Nitekim ilk gün yapılan toplantılarda küresel ekonomik krizin gündeme damgasını vurduğunu görmekteyiz.

Netice itibariyle, küreselleşme karşıtlarının sesine kulak vermeksizin globalleşme yolunda hızla ilerlemesini sürdüren dünyamızın gittikçe evrensel bir nitelik kazanan sorunlarının tartışılıp, çözüm yollarının arandığı bir platform olarak değerlendirilen Dünya Ekonomi Forumlarının, daha iyi bir dünya idealini gerçekleştirmede ne kadar başarılı olacağını görebilmek için beklemeye devam etmemiz gerektiği aşikârdır.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=54

Share This:

DAVOS ZİRVESİNİN ARDINDAN

 
İsviçre’nin Davos kasabasında yapılan Dünya Ekonomi Forumu (World Economic Forum) 26 Ocak 2008 tarihinde Türkiye ve Fransa’nın düzenlediği gala geceleriyle sona erdi.  Ana teması “İşbirliğine Dayalı Yenilikçiliğin Gücü” olan zirveye“Küresel Krizin Gölgesinde Davos Zirvesi” başlıklı yazımızda da belirttiğimiz gibi, küresel ekonomik kriz damgasını vurmuştur. Öyle ki zirvenin açılış konuşmasını yapan ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, ağırlıklı olarak, kendi ülkesinde başlayan ve dünyaya yayılan ekonomik kriz dalgasından bahsetmiş, ABD’nin küresel ekonominin motoru olmaya devam edeceğini ve krizi de yine ABD’nin çözebileceğini söylemiştir.

Buna karşın, küresel piyasalarda yaşanan krizin çözümünün likidite fazlası olan Çin ve Hindistan’dan bekleniyor olması, “Yükselen Pazar” olarak ifade edilen bu ülkelerin, küresel ekonominin büyümesine katkıda bulunan iki önemli aktör olduklarını ortaya koymaktadır.

Ayrıca, Şanghay İşbirliği Örgütü vasıtasıyla, Çin’i de yanına alarak, Amerika’nın hakim olduğu tek kutuplu dünya düzenine karşı bayrak açan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Davos’a gelmesine rağmen ortalıkta hemen hemen hiç gözükmemesi, Rusya’nın çok kutuplu yeni bir dünya düzeni oluşturma projesini hız kesmeden uygulamaya devam ettiğini göstermektedir.

Türkiye açısından bakıldığında ise, bazı bakanlar, merkez bankası başkanı ve iş dünyasının bir numaralı isimlerinin katıldığı Zirvede, daha ziyade ülkemizin enerji koridoru konumu ile sermaye piyasalarında yaşanan krizden nasıl etkileneceği hususlarının ön plana çıktığını görmekteyiz.

Öte yandan, küreselleşmeyi aslında kapitalizmin globalleşmesi olarak gören Dünya Sosyal Forumu’nun ilan ettiği 26 Ocak Küresel Eylem Günü dolayısıyla, Türkiye Sosyal Forumu tarafından İstanbul, Ankara ve İzmir’de, Davos karşıtı eylemler yapıldığını da burada belirtmemizde yarar bulunmaktadır.

Küresel ticaretin, neo-liberal siyasetin ve akademik kapitalizmin başkenti olarak nitelendirilen Davos Zirvelerinin aslında bir zenginler kulübü olarak “dünyayı daha iyi bir konuma getirme” idealini gerçekleştirmede ne kadar samimi olduğu da ayrı bir tartışma konusu olarak karşımızda durmaktadır. Örneğin, kapalı kapılar ardında yapılan enerji görüşmeleri, acaba yoksul insanların refah seviyelerinin artırılmasını mı amaçlıyordu? Petrol fiyatlarının 100 dolara dayanması veyahut Dünyanın önde gelen gaz üreticisi ülkeleri İran, Rusya, Katar ve Cezayir’in bir araya gelerek OPEC benzeri GAZOPEC adlı bir birlik oluşturmak suretiyle doğalgaz piyasasında tekel oluşturma projeleri mi daha iyi bir dünya oluşturma hedefine hizmet edecektir.

Diğer taraftan, Zirveye katılan Bill Gates’in 21. yüzyılın kapitalizmini, yoksullara da hizmet edebilen “yaratıcı kapitalizm” olarak adlandırmasının, globalleşmenin sosyal, kültürel ve insani boyutunun da olduğu varsayımıyla, küreselleşme karşıtlarını susturmaya yönelik bir arayış olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Aksi halde, UNICEF’in, Davos Zirvesi arifesinde bir basın toplantısıyla dünya kamuoyuna duyurduğu, Afrika ülkelerinde sağlık şartlarının iyiye değil, bilakis kötüye gittiği, İsveç’te doğan her 350 çocuktan sadece birinin ölmesine karşılık, Afrika ülkelerinde doğan her 4 çocuktan birinin 5 yaşına bile gelmeden ölüme sürüklendiği tespitinde bulunan “Dünya Çocuklarının Durumu 2008 Raporu” nun gündeme bomba gibi düşmesi gerekirdi. Davos’ta şüphesiz bir gündem değişikliği yaşanmış ancak bu gündem sapması ne yazık ki sadece Amerikan ekonomisinin resesyona girme ihtimalinin nasıl ortadan kaldırılacağı hususu üzerinde odaklanmıştır.

Kuşkusuz, dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen fikir önderlerinin, devlet ve siyaset adamlarının ve iş dünyasının üst düzey temsilcilerinin bir araya gelmek suretiyle gerek kendi millî meselelerini ve gerekse küresel nitelik arz eden sorunları tartışıp çözüm yolları üretme gayretlerinin teorik anlamda yadırganacak bir tarafı yoktur. Ancak, Afrika’da kötüye giden sağlık koşullarının ve yaşanan açlık probleminin, milyonlarca dolara mal olan böylesi bir organizasyonda ne düzeyde ele alındığı hususu da merak konusudur. Eğer Dünya Ekonomi Forumu, sadece gelişmiş batı ülkelerinin ortaya çıkardığı sorunlar temelinde dünya gündemini belirleyen, küresel sermaye sahiplerinin yeni iş fırsatları yakalamaları için uygun bir ortam sağlayan, kapalı kapılar ardında görüşmeler yapılan bir zenginler kulübü olarak kabul edilecekse, merakımızın bağışlanmasını istemek yerinde bir hareket olacaktır.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=57

Share This:

ŞANGAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ VE TÜRKİYE’NİN YOL HARİTASI

 

Geçtiğimiz günlerde Savunma Bakanlığında düzenlenen bir toplantıda yaptığı konuşmada, Batıya meydan okuyarak, ülkesinin sınırlarındaki “çok açık şekilde yapılan güç gösterisine” kayıtsız kalamayacağını, “Rus nükleer güçlerinin her türlü saldırıya uygun karşılığı vermek için hazır olması gerektiğini” söyleyen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, bu meydan okumada, geleceğin süper gücü olabilecek Çin’nin de içinde bulunduğu Şangay İşbirliği Örgütü’nü (ŞİÖ) dayanak aldığını söylememiz mümkündür. Bazı üyeleri nükleer silahlara da sahip bulunan ŞİÖ’nün, 2007 yılında “Barış Misyonu–2007” isimli ortak bir askeri tatbikatı başarıyla gerçekleştirmiş olması bu tezimizi destekler mahiyettedir. Buna karşın, Amerikan Ulusal İstihbarat Dairesi Başkanı Michael McConnell’in, El-Kaide, Irak ve İran gibi Rusya ve Çin’in de ABD’nin ulusal güvenliği açısından tehdit olduğunu ilan etmesi, Rusya’nın bu tutumuna bir cevap olarak değerlendirilmelidir.

Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan ve Özbekistan’dan oluşan altı üyeli Şangay İşbirliği Örgütü (Shanghai Cooperation Organization – SCO)  toplam 30 milyon kilometrekareyi aşan genişlikte bir coğrafyaya ve Dünyanın dörtte birini teşkil eden bir nüfusa sahip bulunmaktadır. Gözlemci üye statüsünde bulunan İran, Pakistan, Hindistan ve Moğolistan’ın da tam üye olmaları halinde, Dünya nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan küresel bir güç olması kaçınılmaz görünmektedir.

26 Nisan 1996 tarihinde, bölgesel güvenliğin sağlanması amacıyla (terör ve sınır uyuşmazlıklarının çözümü) yola çıkan Şangay Beşlisi kısa bir süre sonra daha da ileri giderek ekonomik, siyasi ve askeri işbirliği alanlarını da kapsama almıştır.  2000 yılında Şangay Formu adını benimseyen Örgüt, 2001 yılında Özbekistan’ın da katılımıyla Şangay İşbirliği Örgütü adını alarak geniş bir işbirliği alanında yeni bir uluslararası örgüt olarak kurumsallaşmasını pekiştirmiştir.

11 Eylül’den sonra ABD’nin “uluslar arası terörizmle mücadele” ve “ demokrasi getirme” sloganlarıyla  Afganistan’ı işgal etmesi ve Özbekistan ve Kırgızistan’da askeri üsler kurmasıyla beraber bölgede etkinliğini artırması, ŞİÖ’nün ABD ve NATO karşıtı söylemlerini her geçen gün daha da sert ve açık bir şekilde dillendirmesine sebep olmuş ve çok kutuplu yeni bir dünya düzeninin aktörlerinden biri olma hevesini tahrik etmiştir. “Yeni bir Varşova Paktı mı kuruluyor?” endişesini taşıyan Batı ülkeleri, ŞİÖ’nün gelişimini endişeyle izlemeye devam etmektedirler.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının hemen ardından, 1992 yılında Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatının kurulması ve gelişmesinde öncü rol oynayan, ECO’ya Türk Cumhuriyetlerinin üyeliğini sağlayan, halen AB ile tam üyelik müzakerelerini yürüten Türkiye’nin, altı üyesinden 3 tanesi Orta Asya Türk  Cumhuriyeti olan, dünya enerji kaynaklarının önemli bir bölümüne sahip Şangay İşbirliği Örgütü’ne  tam üye veya gözlemci üye olup olmayacağı hususu gittikçe artan bir şekilde gündeme gelmektedir. Zira, her yıl yapılan zirve toplantılarıyla dünya gündemini meşgul eden ŞİÖ’ye Türkiye’nin katılma isteğinin, zaman zaman siyasi otoritelerce de dile getirildiği bilinmektedir. Özellikle ECO’yu önemli bir bölgesel örgüt haline getirmeye çalışması gereken Türkiye’nin, bir taraftan da ŞİÖ içinde yer almaya çalışması anlaşılabilir bir tutum olacaktır.

Şüphesiz ABD, Çin ve Rusya’nın bölgede artan nüfuzlarına karşı Türkistan Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını koruyabilmeleri Türkiye açısından son derece önemlidir ve bu nedenle Türkiye’nin bölgede dengeleyici bir rol oynaması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Zira, Orta Asya Cumhuriyetleri, ŞİÖ içinde, Çin ve Rusya’yı birbirine karşı denge unsuru olarak kullanırken, diğer yandan ABD’ni de, Rusya ve Çin’in her ikisine karşı denge faktörü olarak kullanmak istemektedirler. Türkiye’nin de Doğu-Batı arasında benzer bir dengeleme politikası uygulaması gayet tabi ki mümkündür. Özellikle son günlerde, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin hasmane bir tutumla, Türkiye’nin AB’ne tam üyelik yollarını kapatma yönündeki yoğun ve etkili çabalarını dikkate aldığımızda, Türkiye’nin alternatif işbirliği projelerine ne kadar ihtiyacı olduğu ortaya çıkmaktadır.

Türkiye, Orta Asya ve Hazar Denizi petrol ve doğalgaz kaynaklarının Dünyaya açılımını sağlayabilecek  bir enerji koridoru konumundadır ve Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı ve Mavi Akım gibi, stratejik önemi büyük yeni projelerle bu statüsünü güçlendirmeye devam etmek durumundadır. Elbette, bölgede yer alan her ülke, giderek etkinliğini artıran ve yeni bir güç dengesi haline gelen Şangay İşbirliği Örgütü’nün, kendilerine sağlayabileceği birtakım faydaları hesap etmek suretiyle bu örgüte tam üye olmuşlar veya üyelik için sıraya girmişlerdir. Örneğin, bir yanda Rusya, Çin ile ilişkilerini normale dönüştürmek ve ABD’nin bölgedeki etkinliğini kırmak amacıyla ŞİÖ’nün kuruluşu ve gelişiminde belirleyici rol oynarken, öbür yanda nükleer silah geliştirmeye çalışan İran, uluslar arası izolasyondan kurtulmak için Örgüte üye olmak istemektedir.

NATO üyesi olan ve AB ile tam üyelik müzakerelerini yürüten Türkiye, Batı ile olan bu ilişkilerine halel getirmeden Avrasya seçeneğini çok iyi değerlendirmek durumundadır. Zira, bu bölgede akraba toplulukları, dost ve kardeş Türk Cumhuriyetleri ve İslam ülkeleri bulunmaktadır. 1992 yılından itibaren karşılıklı ticaret hacmimizin hızla arttığı bu ülkelerin doğal kaynaklar bakımından sahip oldukları zenginlikleri dikkate aldığımızda, ekonomik ve siyasal alanda işbirliği potansiyelimizin ne kadar geniş olduğu ortaya çıkmaktadır.

Ayrıca, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile ilişkilerini normal zemine oturtabilmesi için Türkistan coğrafyasındaki akraba topluluklarıyla kültürel bağlarını geliştirmesi büyük önem arz etmektedir. Zira, ortak tarihi ve kültürel bağlara sahip bu toplulukların birbirleriyle yakınlaşması ve müşterek bir payda etrafında toplanması herhalde zor olmayacaktır. Türkiye, toplumlar arasında kurulacak iyi ilişkilerin devletler arası münasebetlere yapacağı olumlu yansımalardan da yararlanarak, hem Çin ve Rus halklarıyla ilişkilerini geliştirmede ve kendisinin bu halklara tanıtılmasında Türk Cumhuriyetlerini bir köprü olarak kullanabilecek ve hem de bu ülkelerle siyasi ilişkilerini güçlendirebilecektir. Böylece, jeopolitik konumu nedeniyle Türkiye’nin, hem Kafkaslarda etkinliğinin artırılması ve hem de Orta Asya ve Hazar Denizi doğal enerji kaynaklarının Batıya ulaştırılmasında yeni insiyatifler alması mümkün hale gelebilecektir. Enerjide önemli ölçüde dışa bağımlı bulunan Ülkemiz açısından Şangay İşbirliği Örgütü, bu stratejik hedefin gerçekleştirilebilmesi için kaçırılmaz bir fırsat olarak karşımızda durmaktadır. Nitekim, Türkiye’nin doğalgaz ihtiyacının önemli bir kısmını karşılayan İran’ın, keyfi olarak ve sık sık doğalgaz kesintisine gitmesi gösteriyor ki, Ülkemizin doğal gaz kaynaklarını daha da çeşitlendirmesi ve BTC’ye paralel, alternatif bir doğalgaz boru hattı üzerinde mevcut çalışmalarını hızlandırması gerekmektedir. Böylece, ŞİÖ ile iyi ilişkiler kurmuş bir Türkiye için, bu tür projeleri gerçekleştirmek daha kolay olacaktır.

Diğer taraftan, Şangay işbirliği Örgütü’nün temel hedefleri arasında terörizmle mücadele gelmektedir ve Örgüt islami ve etnik ayrılıkçı terör faaliyetleriyle mücadele anlamında önemli adımlar atabilmiştir.  Orta Asya’da varlığını sürdüren bu tip terör faaliyetleriyle  mücadelede yeterli düzeyde bilgi birikimi ve tecrübeye sahip olan Türkiye’nin, Örgüte büyük katkıları olabileceği gibi bu alanda ciddi işbirliği imkanları da söz konusu olabilecektir.

Netice itibariyle, Orta Asya’da, Çin ve Rusya’nın önderliğinde, terörle mücadeleden ortak enerji yatırım alanlarına kadar çok geniş bir yelpazede işbirliğini geliştiren ve hızla kurumsallaşmasını tamamlayan Şangay İşbirliği Örgütü ile ilişkilerin artırılması Türkiye’nin öncelikleri arasında yer almalıdır. Zira, jeopolitik konumu itibariyle Doğu-Batı arasında bir köprü niteliği taşıyan ve yönünü Batıya çevirmiş bulunan Türkiye’nin, ABD ve AB ile olan ilişkilerine zarar vermeden ve uygun bir zamanlama ile, geleceğin küresel güç odağı olma potansiyeline sahip böylesi bir Örgüte gözlemci veya tam üye olarak katılması, bölgede etkili bir denge politikası uygulamasına da yardımcı olacaktır. Ayrıca, Şangay İşbirliği Örgütü alanı içinde bulunan Kafkasya bölgesinin jeo-kültürel yapısı, Türkiye’nin bu coğrafyada çok kısa sürede etkinlik sağlayabilmesini mümkün kılabilecektir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=64

Share This:

KOSOVA EMSAL TEŞKİL EDER Mİ?

 

Kosova Parlamentosu 17 Şubat 2008 tarihli olağanüstü toplantısında, Rusya ve Sırbistan’ın sert uyarıları ve Kosovalı Sırpların protesto gösterilerine aldırış etmeksizin Kosova’nın bağımsızlığını ilan etti. 1999 NATO operasyonundan bu yana BM denetiminde bulunan Kosova’nın bu kararı, Dünyayı adeta soğuk savaş dönemine benzer bir şekilde ikiye böldü. Her ne kadar, ABD ve AB bayrakları eşliğinde kutlanan bağımsızlık bildirgesinde Kosovalılara ve tüm dünyaya  “Kosova, demokratik ve çok etnik unsurlu bir cumhuriyet olacak, Sırplar dahil tüm azınlıkların hakları garanti altında olacak” mesajı verilse de, Rusya ve Sırbistan gelişmeleri çok sert bir şekilde karşıladı ve Kosova’nın bağımsızlığını hiçbir zaman tanımayacaklarını ve bu karardan vazgeçilmesi çağrısında bulundu. Nitekim, Sırbistan’ın başkenti Belgrad’da, Sırpların dev bir gösteri yaparak ABD, Türkiye, İngiltere ve Hırvatistan büyükelçiliklerine saldırmaları ve taşkınlıklarda bulunmaları gösteriyor ki, önümüzdeki dönemde Kosova ve Sırbistan’ı sancılı günler beklemektedir.

Avrupa’nın 49 uncu ve Dünyanın en yeni Müslüman Devleti olarak bağımsızlık ilanının ardından, Sırbistan ve müttefiki Rusya BM Güvenlik Konseyini acilen toplantıya çağırmış ancak iki defa toplanan Güvenlik konseyi uzlaşmaya varamadığı gibi ne bir ortak açıklama ve ne de bir karar tasarısı kabul edebilmiştir.

Diğer taraftan, Kosova’nın bağımsızlığı, AB’yi de ikiye bölmüş görünmektedir. Mesela, 21 Şubat itibariyle bağımsız Kosova’yı tanıyan 17 ülke arasında yer alan Almanya, İngiltere, Fransa, Belçika, Avusturya ve Finlandiya gibi ülkelere karşılık, İspanya, Kıbrıs Rum Yönetimi, Romanya, Moldova gibi ülkeler bağımsız Kosova’yı tanımayacaklarını ilan etmişlerdir.

Türkçe’nin üç resmi dilden birisi olduğu, Sultan 1’inci Murad’ın 1389 yılında Kosova Meydan Muharebesi’nde uğrunda canını feda ettiği Kosova ile Türkiye’nin tarihi, kültürel bağları bulunmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin bağımsızlığı ilk tanıyan ülke olması anlamlı bir hareket olarak görülmektedir.

Peki Kosova’nın bağımsızlığı Türkiye’yi nasıl etkileyecektir?

Türkiye, Kosova’nın bağımsızlığını ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya ile birlikte ilk tanıyan ülkeler arasında yer almış, buna karşın Sırbistan bu ülkelerdeki büyükelçilerini Belgrad’a çağırmıştır. Türkiye’nin bu kararına karşılık,19.02.2008 itibariyle Türkiye’ye nota veren Sırbistan’ın geri çağrılan Büyükelçisi Vladimir Curgus, “Ankara-Belgrad ilişkisi bundan sonra eskisi gibi olmayacak” ifadesini kullanmış ve kırgınlığını açık bir şekilde ifade etmiştir.
Ayrıca, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Avrupa ülkelerini, KKTC ile Kosova’ya yaklaşımları konusunda çifte standart uygulamakla suçlayarak  KKTC’yi gündeme getirmesine karşın, Türkiye’nin Kosova’yı ilk tanıyan ülkeler arasında yer almasının Türkiye-Rusya ilişkilerini olumsuz yönde etkileyebileceği endişesi hasıl olmuştur. Ancak, bağımsızlık ilanından kısa bir süre sonra ve Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Moskova’da bulunduğu sıralarda, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, KKTC konusunda tutumlarının değişmediğini, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararlar çerçevesinde ve her iki ülkenin de rızasına uygun olarak çözümü desteklediklerini ifade etmiştir. Böylece Türkiye, KKTC yaklaşımı nedeniyle Rusya’ya teşekkür etme fırsatını bile bulamadan, bağımsız Kosova’yı ilk tanıyan ülkeler arasında yer almış olması nedeniyle bu ülke ile ilişkilerinin zor bir dönemece girebileceği endişesine kapılmış ancak Türkiye’nin girişimleri ve Rusya’nın olumlu yaklaşımları neticesinde bu tedirginlik kısa sürede bertaraf edilebilmiştir.
Kosova emsal teşkil eder mi?

Diğer taraftan, Kosova’nın Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan etmesinin bölgede ve dünyada emsal teşkil edip etmeyeceği hususu da önemli tartışma konusu olarak Dünya gündeminde yerini almıştır.

1945 yılında Tito’nun kurduğu Yugoslavya Federasyonu, yine 1980 yılında Tito’nun ölümü ile çözülme sürecine girmiş ve günümüze kadar Bosna-Hersek, Makedonya, Slovenya, Hırvatistan, Karadağ ve son olarak Kosova bağımsızlığını kazanmıştır. 2 Mayıs 1990 da bağımsızlığını ilan eden Özerk Kosova Meclisinin Sırbistan Meclisi tarafından  feshedilmesi ve bu tarihten itibaren giderek ağırlaşan Sırp baskısı 1999 yılında NATO’nun müdahalesine yol açmış, Kosova BM denetimi altına girmiş ve nihayet 17 Şubat 2008 tarihinde, Kosovalı Arnavutlar kendileriyle hiçbir ortak değeri olmayan farklı dindeki Sırplarla yollarını ayırmışlardır.

Bununla birlikte, bağımsızlık ilanının, Balkanlarda ve Dünyada  öngörülemeyen sonuçlar doğuracak bir emsal teşkil edeceği, ayrılıkçılığın yasallaşacağı, ülkelerin bundan böyle etnik olarak ayrılıp parçalanmasının mümkün olacağı endişeleri ortaya çıkmıştır. Nitekim, İspanya etnik yapısı nedeniyle endişelenmekte ve bu nedenle Kosova’nın bağımsızlığına karşı tavır almaktadır. Ayrıca, Rusya  Çeçenistan, Çin ise Doğu Türkistan bölgesinde yaşanan ayrılıkçı hareketleri kışkırtacağı düşüncesiyle bu bağımsızlık kararına şiddetle karşı durmaktadırlar. Öte yandan, Yunan Dışişleri Bakanı Bakoyanni, Kosova’nın KKTC için emsal teşkil etmeyeceği şeklinde ilgisiz bir açıklama yapma gereğini duymuştur. Bazı ülkelerin bu tür tereddütlerini gören ABD Dışişleri Bakanı Rice, Kosova’nın bağımsızlığı hiçbir ülkenin bağımsızlığına emsal oluşturmaz diyerek endişelerin yersiz olduğunu vurgulamış ve tansiyonu düşürmeye çalışmıştır.

Her ne kadar, Kosova’nın bağımsızlığı, emsal oluşturacağı düşüncesiyle, etnik ayrılıkçı hareketlere maruz kalan Devletler tarafından endişe ile karşılansa da bu tedirginliğin yersiz olduğunu düşünmekteyiz. Zira, her ülkenin koşulları birbirinden oldukça farklıdır. Mesela Kosova, Federasyon içerisinde  sınırları belli bir özerk eyalet statüsünde iken federal devlet tarafından hakları tanınmış özerk cumhuriyete dönüştürülmüş, BM denetimine girmiş ve nihayet bağımsız bir devlet olarak dünya coğrafyasında yerini almıştır. Kosova’nın bu noktaya gelmesinde ABD, uluslararası toplum ve uluslarasası kurumların katkısı yabana atılamayacak derecededir. Bu nedenlerle, Kosova’nın bağımsızlığı belki diğer ülkelerdeki etnik ayrılıkçı hareketleri kışkırtabilecektir ancak özellikle ABD, Rusya ve Çin’in ve uluslararası kamuoyunun desteğini almamış bu tür hareketlerin bağımsızlık kazanmalarına emsal teşkil etmeyecektir.

Sonuç olarak, Kosova’nın bağımsızlığının, etnik ayrılıkçı hareketlere emsal teşkil ettiğini ve KKTC ile doğrudan bir ilişkisi bulunduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Zira, KKTC 1983 yılında bağımsızlığını tüm dünyaya ilan etmiş  ve halen Türkiye tarafından tanınan egemen bir Devlettir. Kosova ise  KKTC’nin bulunduğu aşamaya henüz ulaşmış durumdadır ve bundan sonra her iki devlet de aynı kulvarda yoluna devam edecektir. Kosova’dan farklı olarak KKTC’nin ihtiyaç duyduğu şey,  ABD, AB ve uluslararası kamuoyunun  desteğini kazanmak ve dolayısıyla Dünya devletleri tarafından resmen tanınmak olacaktır. Zira, Türkiye’nin potansiyel gücünün farkına varması ve bu gücü gerek bölgesinde ve gerekse dünya sahnesinde harekete geçirebilmesi halinde, Kosova’nın gördüğü desteği KKTC için de sağlaması ve Batı’nın bu konuda uyguladığı çifte standarda son vermesi mümkün olabilecektir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=68

Share This:

AKDENİZ BİRLİĞİ Mİ, TAM ÜYELİK Mİ?

Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Berlin’de bir araya gelerek, Fransa’nın öne sürdüğü Akdeniz Birliği Projesini gerçekleştirme konusunda anlaştıklarını ilan ettiler. Avrupa Birliği (AB) ile katılım müzakerelerini yürüten Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklık” öneren ve Türkiye’nin tam üyeliğine karşı açıkça faaliyet yürüten Sarkozy, bu hedefine giden yolda belki de en kritik engeli aşmış gibi görünmektedir. Zira, “bütün kriterleri yerine getirse bile, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkacağını” söyleyen Sarkozy, Akdeniz Birliği konusunda nihayet Almanya’yı ikna edebilmiş ve Türkiye’nin alternatif yeni yol haritasını da güya belirlemiş sayılmaktadır.

Fransa’nın AB dönem başkanlığına denk gelen 13-14 Temmuz 2008 tarihlerinde Paris’te yapılacak iki günlük bir zirveyle kurulması öngörülen Akdeniz Birliği’ne, Almanya ile birlikte Akdeniz’e kıyısı olan yaklaşık 20 ülkenin dahil olması beklenmektedir. 14 Temmuz tarihinin Fransa’nın milli bayramına denk gelmesi ise ayrıca düşündürücü bir durumdur. 1995 yılında başlayan Barselona sürecinin başarısız olmasının ardından gündeme getirilen ve “ ekonomik, siyasi ve kültürel “ bir birlik olması hedeflenen böyle bir oluşuma, Akdeniz’in tam orta yerinde bulunan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin dâhil edilmeyecek olması da abesle iştigaldir. Zira, tam üyelik sürecinde AB’nin haksız bir şekilde Kıbrıs konusunu Türkiye’nin önüne engel olarak koyması yetmezmiş gibi şimdi bu tavrıyla da Kıbrıs meselesinde uzlaşma ortamını baltalamaktadır.

Ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel anlamda aralarında “derin farklılıklar” ve çatışmalar bulunan İsrail, Filistin, Lübnan gibi Ortadoğu ülkeleri, Kuzey Afrika Ülkeleri, Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile AB üyesi Akdeniz ülkelerinin nasıl bir araya getirilip ortak bir paydada buluşturulacağı konusunda açık şüpheler bulunmaktadır. Kuşkusuz Fransa, eski sömürgeleri olan Kuzey Afrika ülkeleri üzerinde hâkimiyetini yeniden sağlamak, ABD’nin bölgede giderek artan ağırlığını sona erdirerek Paris’i bölgesel bir merkez haline getirmek suretiyle milli menfaatlerini maksimize etme çabası içerisine girmiştir. Sarkozy, Akdeniz Birliği projesi ile bir taşla iki kuş vurmayı hedeflemektedir. Zira, Almanya’yı da yanına alarak, AB’yi planının bir parçası haline getirmek, bu şekilde oluşturulacak Fransa merkezli bir oluşum ile hem Türkiye’yi AB dışında bırakmak ve hem de Fransa’nın bölgedeki milli menfaatlerini yükseltmek istemektedir.

Peki, Türkiye bu gelişmeler karşısında ne yapmalıdır?

Türkiye, yaklaşık yarım asır boyunca AB ile bütünleşme çabalarını sürdürmüş, bu kapsamda, 1996 yılı başında AB ile gümrük birliğini gerçekleştirmiş, son yıllarda gerçekleştirilen Anayasal ve yasal reformlarla demokratik ve sosyal yapısını daha da güçlendirerek Kopenhag siyasi kriterlerini karşılamayı başarmış bir Ülkedir. Zaman zaman engeller çıkarılmasına rağmen, Ekim 2005 tarihinden bu yana AB ile katılım müzakerelerini yürütmektedir.

Her ne kadar, 20 Aralık 2007 günü Roma’da bir araya gelen Fransa Cumhurbaşkanı ile İtalya ve İspanya başbakanları imzaladıkları protokolde açıkça “Akdeniz Birliği, Hırvatistan ve Türkiye ile Avrupa Birliği arasında devam eden müzakere sürecine karışmayacaktır” şeklinde bir ifade olsa da, bu durumun Fransa’nın Türkiye’ye karşı olan malum tutumunu değiştireceğini düşünmek pek de gerçekçi olmayacaktır. Yine geçenlerde Türkiye’ye gelen, Akdeniz İçin Birlik Projesi Sorumlusu Fransız Büyükelçi Alain Le Roy’un, “Akdeniz İçin Birlik Projesi, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecine alternatif teşkil etmez” demek ihtiyacını hissettiğini görmekteyiz.

Öte yandan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kasım 2007 tarihinde Paris’te, Fransız meslektaşı Nicolas Sarkozy’nin ortaya attığı Akdeniz Birliği düşüncesini incelediklerini ancak bunun Avrupa Birliği’ne tam üyeliğe alternatif olmadığını, ifade etmiştir.

Görüldüğü üzere, AB ile tam üyelik müzakerelerini yürüten Türkiye, Akdeniz Birliği projesinin AB’ye alternatif teşkil etmeyeceği konusundaki görüşünü sürdürmekte ve bu konuda rahat bir tavır sergilemektedir. Şüphesiz, tam üyelik Türkiye’nin vazgeçilmez hedefi olmalıdır ve bu süreçte taviz vermeksizin çalışmalar sürdürülmelidir. Ancak, Akdeniz’in en önemli ülkelerinden birisi olan Türkiye’nin bu bölgedeki oluşumlara kayıtsız kalamayacağı gerçeğiyle birlikte, AB’nin Türkiye’ye karşı çifte standard uygulama ihtimalini de gözardı etmemek gerektiğini burada özellikle belirtmekte fayda bulunmaktadır.

Türkiye-AB Müzakere Çerçeve Belgesinde, müzakerelerin, sonucu önceden garanti edilemeyen açık uçlu bir süreç olduğu, Birliğin hazmetme kapasitesinin bulunduğu, üyelik yükümlülüklerini üstlenememesi halinde Türkiye’nin en güçlü bağlarla Avrupa yapılarına tam olarak demirlenmesi gerektiği gibi hususlar açıkca belirtilmiştir. Ege Kıta Sahanlığı, Kıbrıs ve Ermeni meselelerinin, Türkiye’nin milli çıkarlarına aykırı bir şekilde, tam üyelik sürecinde müzakere konusu edilmeye çalışılıyor olmasını dikkate aldığımızda, müzakere belgesinde yer alan sözkonusu ifadelerle neyin kastedildiğini tahmin etmemiz zor olmayacaktır.

Fransa’nın Türkiye’yi AB’den dışlama projelerine aynı şekilde karşılık verilmesi gerekmektedir. Zira, Sarkozy, Akdeniz Birliği Projesi ile, AB’nin ikiye bölünme ihtimaline bile aldırış etmeksizin ve AB’ye rağmen, Fransa’nın milli menfaatleri doğrultusunda yeni bir oluşuma liderlik etme hevesine kapılmış durumdadır. Fransa, Akdeniz Birliği’ni, ülkesi ile Orta Doğu ve Kuzey Afrika arasında bir köprü olarak kullanmak istemektedir. Türkiye’nin de benzer alternatif projelere yoğunlaşması elbette mümkündür ve bu konuda daha avantajlı bir konumdadır. Türkiye, Avrupa ile Avrasya arasında bir enerji koridoru olma yolunda yeni projelere ağırlık vermek suretiyle hem enerji bağımlılığını azaltabilir ve hem de jeopolitik yapısını güçlendirebilir. Bu kapsamda, geleceğin küresel güç odağı olma potansiyeline sahip, dünya enerji kaynaklarının önemli bir bölümünü elinde bulunduran Şangay İşbirliği Örgütü ile ilişkilerini geliştirerek gözlemci üyelik başvurusunda bulunabilir. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ve ECO’nun (Economic Cooperation Organizatin) daha işlevsel hale getirilmesi ve bölgesel bir güç olması yolunda işbirliği çabalarını artırabilir. Türkiye’nin AB ve ABD ile ilişkilerini zedelemeden ve müzakere sürecini askıya almadan tüm bu projeleri değerlendirmesi, ekonomik, siyasal ve toplumsal potansiyelini bölgesinde harekete geçirmesi mümkündür.

Netice itibariyle, Önüne çıkarılan tüm dayatmalara rağmen, tam üyelik yolunda üzerine düşen görevleri yerine getirmiş ve nihayet kabul edilmesi zor koşullar içerse de müzakere sürecini başlatmış olan Türkiye’ye, tam da yolun sonuna yaklaşmışken, “imtiyazlı ortaklık”, “Akdeniz Birliği” gibi alternatif yollar gösterilmesi kuşkusuz haksızlıkların en büyüğü olacaktır. Bir Akdeniz ülkesi olarak Türkiye’nin bu bölgedeki oluşumlardan uzak kalması elbette düşünülemez. Ancak, bazı AB yetkililerince aksi ifade edilse de, Akdeniz Birliği oluşumunun, Türkiye’nin tam üyeliğine alternatif gösterilmesi gibi muhtemel senaryolara karşı hazırlıklı olunması, bu konuda gereken tedbirlerin alınması gerekliliği ortadadır. Bir yandan yarım asırdır devam eden, Avrupa’nın ortak iradesine katılma ve AB’nin gelecek vizyonunda yer alma çabalarını  taviz vermeden ve kararlılıkla devam ettirirken, bir yandan da, AB’nin “müzakerelerin ortak hedefi katılımdır” sözünde ne kadar samimi olduğunu sorgulamak, Türkiye’nin en doğal hakkı olacaktır.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=77

Share This:

KIBRIS’TA ÇÖZÜMÜN YENİ ADI: HRİSTOFYAS

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas, 21 Mart 2008 tarihinde, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Temsilcisi Michael Möller’in ara bölgedeki ikametgâhında bir araya gelerek, “BM’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde 3 ay sonra kapsamlı müzakerelere başlanması ve en kısa sürede soruna çözüm bulunması” konusunda anlaştıklarını ilan ettiler. Ayrıca Liderler, Lokmacı Kapısı’nın en kısa sürede açılmasını da karalaştırmış bulunmaktadırlar. Kıbrıs meselesinin çözümü sürecinde büyük umutlar bağlanan bu buluşmanın, beklentileri tam olarak karşılamasa bile bir uzlaşma sürecinin başlangıç noktası olması muhtemel görünmektedir. Ancak, Rum Lider Hristofyas’ın, toplantının hemen ardından “Umarız iki eski dost olarak bu görüşmelerin sonunda iki düşman haline gelmeyiz” şeklindeki ifadesinin ise yeni müzakere sürecinin göründüğü kadar kolay olmayacağını işaret etmektedir.

Annan Planı’nı reddeden, Kıbrıs meselesinin AB platformunda ve belirsiz bir zaman sürecinde çözümünü savunan eski EOKA Lideri Papadopulos, bu uzlaşmaz tutumunun bedelini Şubat ayında yapılan başkanlık seçimlerini kaybederek ödemiştir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Başkanlığına seçilen Komünist AKEL Partisi lideri Dimitris Hristofyas ise Adanın her iki kesiminde de yeni umutların yeşermesine yol açmıştır. Zira, Papadopulos’un uzlaşmaz tavırları neticesinde, iki toplum arasındaki sınırların daha da belirginleştiği ve bölünme sürecinin sonuna yaklaşıldığını ve dolayısıyla Rumların kontrolünde birleşik bir Kıbrıs oluşturma hayalinden hızla uzaklaşıldığını gören Hristofyas, Kıbrıslı Türklerle uzlaşma adına bir şeyler yapılması gerekliliğini pekâlâ kavramıştı. Hatta,  Rusya Devlet Başkanı Putin’in, Kosova’nın bağımsızlık ilanından birkaç gün önce “Avrupa ülkelerini, Kıbrıs ve Kosova konusunda çifte standart uygulamakla suçlamasının” ardından, Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan, KKTC’nin dünya devletleri tarafından tanınabileceği endişesine kapılmışlardır.

Ancak, AB ve ABD tarafından alkışlanan 21 Mart görüşmesiyle beraber, Kıbrıs Meselesinin çözümü konusunda Talat ile Hristofyas arasındaki önemli görüş farklılıklarını da göz ardı etmememiz gerekmektedir. Zaten, Hristofyas’ın, görüşme sonrasında, iki arkadaşın yeni süreç içerisinde iki düşman haline gelebileceği endişesini açıkça belirtmesi, bu görüş ayrılıklarının varlığını ortaya koymaktadır.

İki toplum arasındaki uzlaşmayı baltalayabilecek nitelikteki bu önemli görüş farklılıklarından bahsetmeden yeni bir müzakere sürecinin başarısı konusunda fikir ileri sürmemiz zor görünmektedir. Zira, Kıbrıs meselesinin çözüm sürecinde, Hristofyas, 8 Temmuz Anlaşmasını hareket noktası olarak kabul edilmesi gereğini savunurken, Türk tarafı, Annan Planı’nın temel alınmasını istemektedir. Nitekim, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, AB Komisyonu ve 26 AB üyesi devletin liderlerine gönderdiği 7 Mart tarihli Kıbrıs mektubunda, Annan Planı’nın, yeni müzakere sürecinde esas teşkil etmesi gerektiğini belirtmiştir.

KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Eski Lideri Tasos Papadopulos tarafından, BM Genel Sekreterinin eski yardımcısı İbrahim Gambari’nin başkanlığında 8 Temmuz 2006’da Lefkoşa’da, ara bölgede yaptıkları görüşmede imzalanan ve Papadopulos’un, Kıbrıs sorununun çözümünü zamana yayma taktiği nedeniyle hayata geçirilemeyen 8 Temmuz Anlaşması (Gambari Süreci), iki taraf arasındaki, insan kaçakçılığı, kuş gribi gibi gündelik sorunların görüşülerek halledilmesi için teknik komiteler kurulmasını, Kıbrıs sorununun özüne ilişkin konuların ele alınması için de çalışma grupları oluşturulmasını öngörmekteydi.

Buna karşın, 24 Nisan 2004 tarihinde Kuzey ve Güney Kıbrıs’ta eş zamanlı olarak yapılan referandumlarda, bazı olumsuzluklarına rağmen Kıbrıslı Türkler tarafından  % 65 oyla kabul edilen ancak Kıbrıslı Rumlarca % 76 oyla reddedilen 31 Mart 2004 tarihli Annan Planı, “iki kesimlilik”, “iki toplumluluk” ve “siyasi eşitlik” gibi temel kriterlere dayanıyordu. Ayrıca, Türkiye ile birlikte Birleşik bir Kıbrıs’ın AB üyesi olacağı öngörüsüne dayanan Annan Planı, garanti ve ittifak anlaşmalarının aynen devamını güvence altına almakta ve Türkiye’nin, AB üyeliğinden sonra da Kıbrıs’ta  asker bulundurmasına imkân vermekte idi.

Kıbrıs Adası’nın bölünmeye doğru hızla yaklaştığını gören Rum Kesimi, istemediği bu gidişata engel olabilmek için elini çabuk tutması gerektiğini fark etmiştir. Zira, dünya devletleri tarafından tanınmış bir KKTC’nin varlığı herhalde Kıbrıslı Rumların isteyebileceği en son şey olacaktır. Bu nedenledir ki, Kıbrıs Rum Toplumunda hatırı sayılır derecede bir tutum değişikliği baş göstermiştir.  Zira, Liderler, 21 Mart 2008 tarihli görüşmede bulunan ara formülle, 8 Temmuz Anlaşması çerçevesinde kurulacak komiteler seviyesinde başlayan görüşmelerden kısa bir süre sonra ve bunların varacağı sonuçlara dayanarak BM Genel Sekreteri’nin gözetiminde tam teşekküllü müzakereleri başlatmak konusunda anlaşmaya varmışlardır. Meselenin çözümünün BM çatısı altına taşınacağı yolundaki açıklamalar bu olumlu tavır değişikliğine bir delil teşkil etmektedir. Zira, BM’nin çözüm önerileri genellikle iki bölgeli, iki toplumlu, bağımsız kurucu devletlerden oluşan birleşik bir Kıbrıs Cumhuriyetini esas almıştır.

Ancak, Hristofyas ile başlayan yeni sürecin bir “fırsat penceresi” olarak değerlendirilebilmesi için zamanın henüz erken olduğunu düşünmekteyiz. Zaten, Türkiye’nin de bu önemli görüşmenin sonuçlarına ilişkin olarak “çok ihtiyatlı” bir tutum izlediği görülmektedir. Kuşkusuz, Kıbrıs Meselesi’nin kalıcı bir çözüme kavuşturulması özellikle Türkiye-AB ilişkileri açısından büyük bir rahatlamaya yol açacaktır. Zira, Türkiye’nin Gümrük Birliği Ek Protokolünü Güney Kıbrıs Rum Kesimine uygulamadığı gerekçesiyle, 8 başlıkta müzakereler AB tarafından askıya alınmış bulunmaktadır. Ancak, ne var ki, Türkiye’nin, Rum Kesimi’ni tanımak anlamına gelecek herhangi bir tasarruftan kaçınması, bu aşamada en doğal hakkı olacaktır.  Bu nedenledir ki, Ek Protokolün imzalanmasının Rum Kesimi’ni tanıma anlamına gelmediği hususu, eş zamanlı bir deklarasyonla tüm dünyaya ilan edilmiştir.

Güney Kıbrıs Rum Kesimi Yönetimi’nin “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında tüm Ada’yı temsil ettiği iddiasının, AB’nin dayatmalarıyla Türkiye’ye ve Kıbrıslı Türklere kabul ettirilebilmesinin imkânsız olduğunun nihayet Kıbrıslı Rumlar tarafından anlaşılması ve farklı çözüm arayışı içine girilmesi elbette sevindirici bir gelişmedir. Kıbrıs haritasında “KKTC” ibaresini bile görmeye tahammül edemeyen Kıbrıs Rumlarıyla kalıcı bir çözümün sadece Talat ve Hristofyas’ın dostluğuna bağlanması da doğru olmayacaktır kanaatindeyiz. Zira, Türkiye’nin Ada’daki askeri varlığını ‘işgal’ olarak nitelendiren Hristofyas’ın uzlaşma mesajlarına karşı bir jest olsun diye Ada’daki Türk Asker sayısını azaltmayı düşünen KKTC’nin, 1960 ve 1970’li yıllarda Rumların Enosis hayali uğruna Kıbrıslı Türklere karşı uyguladıkları katliamları unutmaması gerektiğini burada belirtmeliyiz.

Sonuç olarak, Türkiye’nin 1960 Garanti, İttifak ve Kuruluş Anlaşmalarından kaynaklanan hak ve mükellefiyetlerine halel getirmeyecek şekilde ve kendi kaderini tayin etme hakkı kapsamında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin müzakereleri kendisinin yürütmesi, Türkiye açısından bir sorun teşkil etmeyecektir. Ancak, bu konuda Türkiye’nin kırmızı çizgilerini her zaman hatırlamak gereği ortadadır. Türkiye ise, siyasi eşitliğe dayalı, bağımsız, iki bölgeli, iki toplumlu bir federal cumhuriyeti, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün vazgeçilmez unsuru olarak görmektedir. BM kapsamlı böylesi bir çözüm planının, hem Ada’da barış ve huzuru sağlayacağından ve hem de Türkiye-AB ilişkilerine yeni bir ivme kazandıracağından dolayı, Garantör Devlet olan Türkiye tarafından da destek görmesi elbette mümkün olacaktır.

Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=277

Share This:

NATO ZİRVESİ’NİN ARDINDAN

 

NATO tarihinin en geniş katılımlı ve belkide en önemli zirvesi, 26 üye ülke ile 5 aday ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının katılımıyla, Romanya’nın başkenti Bükreş’te, 2-4 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirildi. Komünist Diktatör Nikolay Çavuşesko’nun Sarayında gerçekleştirilen sözkonusu kritik zirvede, NATO’ya aday ülkelerden Hırvatistan ve Arnavutluk sevinen taraf olurken, Makedonya, Ukrayna ve Gürcistan ise hayal kırıklığına uğrayan taraf olmuşlardır. Mayıs ayı başında görevi Dmitriy Medvedev’e devredecek olan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, yapıcı ve kendisi açısından memnuniyet verici olarak nitelendirdiği Zirve’de, füze savunma sisteminin kurulmasından, Hırvatistan ve Arnavutluk’un üyeliğe resmen davet edilmesine kadar oldukça geniş bir yelpazede kararlar alınmıştır.

Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyeliğinin şimdilik engellenmesi, Putin’in zaferi olarak değerlendirilmektedir. Ukrayna ve Gürcistan’a “Üyelik Eylem Planı”na (Membership Action Plan) katılma çağrısının bu zirvede yapılmaması konusunda zoraki bir mutabakata varılarak bu ülkelerin resmi aday statüsü kazanmaları ertelenmiştir. NATO’ya dahil olmak suretiyle Ülkelerinin toprak bütünlüğünü koruyabileceklerini ve Batı Dünyasına entegre olabileceklerini düşünen ve Bükreş’e büyük umutlarla gelen bu iki ülke ne yazık ki büyük hayal kırıklığına uğramıştır.

Putin’in, Bükreş’ten ayrılırken gösterdiği memnuniyetin dayanağı, herhalde bu gelişme olmalıdır. Nitekim, NATO’nun patronu konumunda bulunan ABD Başkanı Bush’un, Karadenize kıyısı bulunan Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya dahil edilmesi suretiyle, Rusya’yı kuşatma altına alma ve bölgenin enerji yollarını kontrol altında tutma planları en azından şimdilik suya düşmüş gibi görünmektedir. Şimdilik diyoruz çünkü eski Sovyet Blokuna dahil olan bu iki ülkenin üyeliğinden vazgeçilmiş değildir. Putin’in, NATO’nun Rusya aleyhine genişleme düşüncesinden vazgeçmemesi durumunda, gerekli önlemleri alarak cevap vermeye hazır oldukları şeklindeki meydan okuması, NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer’in, her iki ülkenin üyelik isteğinin memnuniyetle karşılandığını ve bir gün üye olacaklarını ifade etmesiyle yankı bulmuştur. Bu ülkelerin Üyelik Eylem Planı’na davet edilmemesi kararının alınmasında,  Rusya’ya yüksek düzeyde enerji bağımlılığı olan Batı Avrupa’nın iki büyük ülkesi Fransa ve Almanya’nın bu ülke ile ilişkilerinin bozulmasından çekinmelerinin  etkili olduğu söylenebilir. Rusya’nın “NATO-Rusya Konseyi”nde yaptığı ileri sürülen çok sert uyarıları ve açıkça dünyaya haykırdığı “çok kutuplu dünya” projesi tehdidi, Almanya ve Fransa’nın vetosu için yeterli bir sebep teşkil etmiştir.

Diğer taraftan Putin, komşuları Ukrayna ve Gürcistan’ın üyeliğini engelleyerek, NATO’nun Rusya’yı da kuşatacak şekilde Karadeniz ve Kafkasya  içlerine doğru genişlemesini şimdilik durdurmuşken, NATO şemsiyesi altında, tüm üyeleri kapsayacak şekilde,  Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde füze savunma sistemi kurulması kararı da, Bush’un Putin’in kalesine attığı bir gol olarak kaydedilmiştir. Zira, ulusal güvenliğini tehdit ettiği ve kendi topraklarını hedef aldığı gerekçesiyle füze kalkanı sistemine şiddetle karşı çıkan Rusya, bu kararı engellemeyi başaramamıştır. Putin’in, 6 Nisan’da Karadeniz kıyısında  bulunan Soçi’de, Bush ile yapacağı “füze savunma sistemi” gündemli toplantıda rövanşı alacağı beklentisiyle bu kadar rahat davrandığı düşünülebilir. Ancak, Liderlerin son kez biraraya geldiği Soçi’de,  bir strateji çerçeve belgesi imzalanmış olmakla birlikte, füze savunma kalkanı konusunda bir uzlaşmaya varılamamıştır.

Doğuya doğru genişlemesini şimdilik askıya almak zorunda kalan NATO, Balkanlardaki genişleme stratejisini uygulama konusunda ciddi adımlar atmayı başarabilmiş ve bu kapsamda, Hırvatistan ve Arnavutluk  NATO üyeliğine resmen davet edilmişlerdir. Kuşkusuz, bu karar sözkonusu  ülkelerin üyeliklerini destekleyen Türkiye’yi de memnun etmiştir. Ulusal parlamentolarında ilgili kararların onaylanmasının ardından, bir yıl içerisinde Hırvatistan ve Arnavutluk’un ittifakın 27. ve 28. üyeleri olmaları beklenmektedir.

NATO’nun, Balkanların istikrarına sağlayacağı katkıları dikkate aldığımızda, Bosna-Hersek ve Karadağ hakkında “üyelik eylem planı” öncesinde “yoğunlaştırılmış diyalog” kararı alınması da olumlu gelişmeler arasında sayılmalıdır.

Diğer taraftan, Balkanlara doğru genişlemenin önemli bir ayağını teşkil eden Makedonya’nın üyeliğinin Yunanistan tarfından veto edilmesi hem bu ülkeyi ve hem de ABD’yi hayal kırıklığına uğratmış görünmektedir. Yunanistan “Makedonya” isminin tarihsel olarak kendisine ait olduğu, bu ismin bir başka ülke tarafından kullanılmasının toprak bütünlüğüne bir tehdit oluşturabileceği iddiasıyla, ABD’nin ısrarlarına rağmen, bu ülkenin resmen NATO üyeliğine davet edilmesini engellemiştir. Bu durumun, Makedonya Dışişleri Bakanı Nikola Dimitrov’unda belirttiği gibi Balkanlarda istikrarı baltalayacak bir gelişme olarak önümüzdeki günlerde gündeme gelmesi beklenmektedir.

Zirve boyunca, Afganistan’daki sorunların askeri tedbirlerle çözülemeyeceği, ekonomik ve sosyal alanlarda yapılacak yatırımların zorunlu olduğu hususu özellikle vurgulanmıştır. Kollektif savunma konseptinden, global güvenlik ve savunma kapsamında, alan dışı harekât ve terörle mücadele konseptine doğru kayan NATO’nun, bu format değişikliğinin en önemli göstergesi olan Afganistan operasyonunda başarılı olması, ABD için hayati bir önem taşımaktadır. Ne var ki, Bush, Afganistan’a ek kuvvet gönderilmesi konusunda Zirvede umduğunu bulamamıştır.

Peki, NATO Zirvesi Türkiye açısından nasıl değerlendirilmelidir?

Türkiye, Bükreş’te, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı Ali Babacan ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ile Türkiye’nin NATO Daimi Temsilcisi Büyükelçi Tacan İldem’in de içinde bulunduğu bir heyet marifetiyle temsil edilmiştir.

Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO ile ilişkilerinin yakınlaştırılmasını destekleyen Türkiye, bu ülkelerin “Üyelik Eylem Planı”na dahil edilmelerinin önlenmesinine karşın, ileride İttifak’a dahil edileceklerine dair umudunu korumaya devam etmektedir.

Arnavutluk ve Hırvatistan’ın üyeliğe kabul edilmesini olumlu karşılayan Türkiye, Makedonya’nın dışarıda bırakılmasını üzüntü ile karşılamıştır. Balkanlarda istikrar ve barışın sağlanması açısından bölge ülkelerinin NATO’ya entegre olmalarının ne kadar önemli olduğu dikkate alındığında, bu endişelerin hiç de yersiz olmadığı rahatlıkla anlaşılabilecektir.

Ayrıca, Bosna-Hersek ve Karadağ için “üyelik eylem planı” öncesinde “yoğunlaştırılmış diyalog” kararı alınması da Türkiye’nin memnuniyet duyduğu bir diğer gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bükreş’te Fransız cumhurbaşkanı Sarkozy ile de bir görüşme yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, meslektaşına Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki endişelerini açık bir şekilde ifade etme fırsatını da bulmuştur. Sarkozy ise, Türkiye’nin AB üyeliğini engelleyen ülke konumunda olmadıklarını, Temmuz 2008 de başlayacak Dönem Başkanlığında yeni müzakere başlıklarının açılmasını sağlayacaklarını ifade etmiştir. Sicili Türk Milleti tarafından iyi bilinen Sarkozy’nin, bu sözlerinde ne kadar samimi olduğunu bekleyip göreceğiz.

NATO Genel Sekreteri’nin, Doğu Avrupa’da, İttifakın tüm üyelerini şemsiyesi altına alacak bir füze savunma kalkanı kurulmasına yönelik bir çalışma yapılması konusunda liderlerden yetki aldığı şeklindeki açıklaması, her ne kadar Türkiye’nin savunma ve güvenlikte bölünme olmaz tezine uygun gibi gözüküyorsa da, bu konuda ABD’nin atacağı adımları dikkatle izlemekte yarar bulunduğunu düşünmekteyiz.

NATO’nun Afganistan’da yürüttüğü operasyon kapsamında bu ülkeye ek kuvvet gönderilmesi konusunda ise Türkiye, bu bölgeye muharip asker gönderilmeyeceği ancak, Afganistan’ın kalkınmasına yönelik her türlü desteğin sağlanacağı yönündeki mesajlarını zirvede tekrarlama fırsatını bulmuştur.

Netice itibariyle, görev sürelerinin sonuna yaklaşmış bulunan iki lider Bush ve Putin’in meydan savaşına dönüşen NATO’nun en geniş kapsamlı Zirvesi, her iki tarafı da tatmin edememiş gibi görünmektedir. Putin, ülkesine karşı tehdit olarak gördüğü füze savunma sistemi kurulması kararına engel olamamış, buna karşın NATO’nun, arka bahçesine kadar sızmasını hiç olmazsa şimdilik engellemiş olmanın verdiği rahatlıkla Bükreş’den ayrılmıştır. Bush ise, Gürcistan ve Ukrayna’yı NATO’ya resmen aday yapamamanın vermiş olduğu buruklukla Zirveyi terk etmek durumunda kalmış ve Balkanlardaki sınırlı genişlemeyle teselli bulmuştur. Türkiye açısından bakıldığında ise, NATO’nun en güçlü ülkelerinden birisi olarak, hem Afganistan’ın askeri tedbirlerden ziyade sivil önlemlerle düzlüğe çıkarılmasının mümkün olabileceği tezinin üye ülkelerce kabul görmesine katkıda bulunmuş ve hem de, NATO’nun Balkanlardaki genişlemesini desteklemek suretiyle bu bölgede sağlanacak barış ve istikrarın güvencesi haline gelmiştir. Makedonya, Gürcistan ve Ukrayna’nın da İttifak’a katılmasını desteklemek suretiyle Türkiye, gerek bölgesel ve gerekse dünya barışına katkıda bulunmaya devam edecektir kanaatindeyiz.
Nejat ÇOĞAL
TO  Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=278

Share This:

KIBRIS’TA UMUTLAR SÖNÜYOR MU?

 

“Kıbrıs’ta Çözümün Yeni Adı: Hristofyas” başlıklı, 1 Nisan 2008 tarihli yazımızda, 21 Mart Zirvesi için estirilen çok olumlu havaya karşılık, Kıbrıs Meselesinin çözümü konusunda Talat ile Hristofyas arasındaki önemli görüş farklılıklarının da göz ardı edilmemesi gerektiği, iki arkadaşın yeni süreç içerisinde iki düşman haline gelebileceği ihtimalinin mevcut olduğunu özellikle belirtmiştik. Son günlerde yaşanan gelişmelerin bu konudaki haklılığımızı işaret ettiğini görmekteyiz. Büyük umutlar bağlanan 21 Mart Buluşması, yeni bir çözüm sürecinin başlangıcı olarak değerlendirilmiş, her iki lider tarafından aşırı iyimser tablolar çizilmişti. Ne var ki,  geldiğimiz noktada, her iki Liderin de söylemlerinde önemli farklılıklar belirmeye başlamış ve olumlu sürecin tersine döndüğüne dair alametler kendini göstermiştir. Bu sapmanın, tam da, Talat’ın Lokmacı Kapısından Rum Tarafına medya eşliğinde yürüyerek geçmesi ve burada Rumlarla birlikte dondurma yemesinin hemen ardından yaşanması büyük bir  talihsizlik olarak değerlendirilmelidir.

Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas, “Ankara’nın siyasetini değiştirmemesi durumunda çözüme yönelik yolun açılamayacağını” ifade etmesi ve Adadaki Türk Barış Kuvvetlerinin varlığını  “işgal ve kolonizasyon” olarak değerlendirmesi, KKTC Cumhurbaşkanı Talat’ın, “bu sözlerin ortamı zehirlemekten başka işe yaramadığı” şeklindeki açıklaması ile yankı bulmuştur. Burada dikkat edilmesi gereken asıl noktanın ise, 21 Mart Buluşmasından evvel, Hristofyas’ın uzlaşma mesajlarına karşı bir jest olsun diye, Ada’daki Türk Asker sayısını azaltmayı teklif eden Talat’ın bugün, Kıbrıs sorununun çözümünde Türkiye’nin vazgeçilmez desteğinin gerekliliğine özellikle vurgu yapıyor olmasıdır. Bu olumlu tavır değişikliği kuşkusuz, Türk kamuoyunun dikkatinden kaçmamıştır.

Peki ne oldu da, “Kıbrıs sorununun çözümünün, yaşamındaki en büyük hedef olduğunu” iddia eden Hristofyas, uzlaşma yollarının tıkanabileceğini ima eder bir noktaya gelmiştir? Bu sorunun cevabını verebilmek için öncelikle yeni bir sürecin başlangıcı olarak görülen 21 Mart Zirvesinden sonra, Kıbrıs’ta yaşananlara kısaca bir göz atmakta fayda bulunmaktadır.

Bilindiği gibi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas, 21 Mart 2008 tarihinde, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Temsilcisi Michael Möller’in ara bölgedeki ikametgâhında bir araya gelerek, “BM’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde 3 ay sonra kapsamlı müzakerelere başlanması ve en kısa sürede soruna çözüm bulunması” konusunda anlaştıklarını, tüm dünyaya ilan etmişlerdi.

Kıbrıs Meselesinin çözümü yolunda bir fırsat penceresi olarak görülen bu buluşmadan kısa bir süre sonra, 26 Mart 2008 tarihinde, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt KKTC’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Bu ziyaretinde Orgeneral Büyükanıt, Türk askerinin Kıbrıs’ta barış için bulunduğunu, 1974’ten beri de barışı sağladığını, adil ve kalıcı barış sağlanana kadar bu kutsal görevin devam edeceğini özellikle vurgulamıştır. KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ise, Türk askerlerinin garanti ve ittifak anlaşmaları kapsamında adadaki görevini yerine getirdiğini, adil ve kalıcı bir barış sağlanıncaya kadar da bu görevini yerine getirmeye devam edeceğini, belirtmek suretiyle desteğini ortaya koymuştur. Türkiye’nin Kıbrıs politikasının özünü teşkil eden bu açıklamalar, Adadaki Türk Askerlerini “İşgal kuvveti” olarak gören Rum Lider Hristofyas’a verilebilecek en kararlı cevaplar olarak tarih sayfalarında yerini bulacaktır düşüncesindeyiz.

Bu tarihi nitelikteki ziyareti müteakip, 21 Mart zirvesinde kararlaştırıldığı şekilde, 45 yıldır kapalı bulunan ve Lefkoşe’yi ikiye bölen Lokmacı Kapısı, 3 Nisan 2008 tarihinde, törenle açılmış ve karşılıklı geçişler başlamıştır. KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile Rum lider Hristofyas’ın eşlerinin yeşil hatta bir araya gelerek kahve içmelerinden kısa bir süre sonra, Talat, Lokmacı Kapısından yürüyerek Rum tarafına geçmiş, burada Rumlarla birlikte dondurma yiyerek, başta Güney Kıbrıs Rum toplumu ve Yunanistan olmak üzere tüm dünyaya uzlaşma mesajları vermiştir.

AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ve Komisyonun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, 10-12 Nisan 2008 tarihlerine rast gelen 3 günlük Türkiye ziyaretleri sırasında, Kıbrıs konusu üzerinde ağırlıklı olarak durmuşlar, tam üyelik müzakerelerinin devam edebilmesi için Gümrük Birliği Ek protokolünün Türkiye tarafından uygulanmasının şart olduğunu bir kez daha vurgulamışlardır. Aralık 2009 AB Zirvesi’ne kadar süre tanınan Türkiye’nin, Rum Kesimi’nin tanınması anlamına geleceğinden, müteaddit defalar dile getirilen bu konuda herhangi bir tasarrufta bulunması, en azından şimdilik mümkün görünmemektedir.

Tüm bunlar yaşanırken, Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas, bir etkinlikte yaptığı konuşmada “Ankara’nın siyasetini değiştirmemesi durumunda çözüme yönelik yolun açılamayacağını” ifade etmesi ve Adadaki Türk Askerlerinin varlığını  “işgal ve kolonizasyon” olarak değerlendirmesi, 21 Mart’ta aralanan fırsat penceresinin tekrar kapatılmasına yol açabilecek bir adım olarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır. Bu hasmane beyanatlara karşılık olarak Talat’ın, bu sözlere ’’ortamı zehirlemekten başka işe yaramadığını’’ belirtmek suretiyle yanıt vermesi, karşılıklı söz düellosunun başlamasına yol açmıştır.

Ancak, tam da her şey yolunda gidiyor derken ve 21 Mart uzlaşma zirvesinin ardından bir ay bile geçmeden, Hristofyas’ın, bu olumlu gidişatı engelleyebilecek nitelikte açıklamalarda bulunması, çözüm konusunda ne kadar samimi olduğuna dair şüphelerimizi haklı çıkarır niteliktedir. Tarafların birbirlerini suçlayıcı beyanatlarının bu şekilde devam etmesi halinde, yeni başlayan çözüm sürecinin tersine dönmesi kaçınılmaz görünmektedir.

Sonuç itibariyle, her iki liderin bu noktaya gelebileceği ihtimali, 1 Nisan tarihli yazımızda da öngörülmüş ve ihtiyatın elden bırakılmaması özellikle tavsiye edilmiştir. Bu meyanda, 21 Mart Görüşmesi ile başlayan yeni uzlaşma sürecini değerlendirirken, Kıbrıs Meselesinin çözümü konusunda Talat ile Hristofyas arasındaki önemli görüş farklılıklarının da dikkate alınması gerektiği hususunun özellikle altı çizilmiştir. Bu farklı bakış açılarını ise, Hristofyas, 8 Temmuz Anlaşmasını hareket noktası olarak kabul edilmesini isterken, Türk tarafının, Annan Planı’nı temel kabul etmesi; Adadaki Türk Askeri varlığının Hristofyas tarafından işgal olarak görülmesi; Gümrük Birliği Ek Protokolünün Güney Kıbrıs Rum Kesimine de uygulanması hususunun Türkiye-AB ilişkilerinin ön şartı olarak ileri sürülmesi, şeklinde ifade etmemiz mümkündür.

Kıbrıs’ta adil ve kalıcı bir çözüme ulaşma yolunda, taraflar arasındaki bu derin görüş farklılıklarının ciddi bir engel teşkil edebileceğine dair endişelerimizde ne kadar haklı olduğumuz, geçen kısa zaman içerisinde anlaşılmış bulunmaktadır. Neticede, Hristofyas’ın Türkiye’yi dışlayarak Kıbrıs’ta bir çözüme ulaşma gayretlerinin, beyhude çabalar olmaktan ileri gitmesi mümkün görünmemektedir. Ve her hâlükârda şu unutulmamalıdır ki, Türkiye’nin haklı Kıbrıs davasında eli sağlamdır ve bu konunun, AB’nin dayatmalarına rağmen, müzakere sürecinde pazarlık konusu edilmesine asla fırsat verilmeyecektir.

Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=279

 

Share This: