Nejat Abi tarafından yazılmış tüm yazılar

Posta veya hızlı kargo yoluyla Ülkemize gelen eşyalarda yeni vergi düzenlemeleri

4458 Sayılı Gümrük Kanununun Bazı Maddelerinin Uygulanması Hakkında Kararda yapılan değişiklikle, posta veya hızlı kargo taşımacılığı yoluyla ülkemizde bir gerçek kişiye gelen ve ticari miktar ve mahiyet arz etmeyen eşyanın kapsamı ve maktu vergi oranlarında değişikler yapıldı. Bu meyanda, 05.08.2024 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 8787 Sayılı Cumhurbaşkanı Kararıyla, 4458 Sayılı Gümrük Kanununun Bazı Maddelerinin Uygulanması Hakkında Kararın 62 inci maddesinin birinci fıkrası değiştirilmiştir.

2009/15481 sayılı Kararda yapılan değişiklikle, halen Posta İdaresi ile Ticaret Bakanlığınca yetkilendirilen hızlı kargo şirketlerince basitleştirilmiş usulde gümrük beyanı yapılan, tek ve maktu vergiye tabi eşya için uygulanan 150 Avro kıymet bedeli 30 Avro’ya çekilmiştir.

Yine, düzenlemeyle, posta idaresi ile Ticaret Bakanlığınca yetkilendirilen hızlı kargo şirketlerince basit usulde beyan verilmeden, normal usulde beyan verilen eşya için geçerli olan 150 Avro kıymet limiti de aynı şekilde 30 Avro olarak belirlenmiştir.

Ayrıca, posta veya hızlı kargo taşımacılığı yoluyla bir gerçek kişiye gelen ve ticari miktar ve mahiyet arz etmeyen, kıymeti 30 Avro’yu geçmeyen eşya ile kıymeti 1500 Avro’yu geçmeyen ilaç cinsi eşyanın değeri üzerinden alınacak maktu vergi oranlarında da artışa gidilmiştir. Buna göre, bahse konu eşyanın değeri üzerinden;

a) Avrupa Birliği ülkelerinden doğrudan gelmesi halinde % 30,

b) Diğer ülkelerden gelmesi halinde % 60,

oranında tek ve maktu bir vergi tahsil edilecektir.

Bu maktu vergi oranları hâlihazırda, Avrupa Birliği ülkelerinden doğrudan gelmesi halinde % 20, diğer ülkelerden gelmesi halinde % 30 olarak uygulanmaktadır.

Bu değişiklikler, 05.08.2024 tarihli Resmi Gazete‘de yayımlanan 8787 Sayılı Cumhurbaşkanı Kararı’nın yayımı tarihinden 15 gün sonra yürürlüğe girecektir.

Ayrıca, 6/6/2002 tarihli ve 4760 sayılı Özel Tüketim Vergisi Kanununa ekli (IV) sayılı listede yer alan eşya olması durumunda yukarıdaki oranlara ilave % 20 oranında tek ve maktu bir vergi tahsil edilecektir. (İlave vergi oranında bir değişikliğe gidilmemiştir.)

Eski ve yeni durumu bir tablo halinde aşağıdaki şekilde göstermemiz de mümkün bulunmaktadır:

Ticaret Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, son aylarda Posta veya hızlı kargo yoluyla Ülkemize gelen, gerçekte ticari faaliyet amaçlı eşyalarda gerek kalite düşüklüğü nedeniyle tüketicilerden, gerekse de bu ithalatın çok hızlı artması nedeniyle imalatçı-satıcı esnaf, tacir ve KOBİ’lerden, esnaf odalarından, ticaret ve sanayi odalarından satış, üretim ve istihdam kaybı şeklinde yoğun şikâyetler gelmesi üzerine, bu konuda aksiyon alınması gereğinin doğduğu ifade edilmiştir. Açıklamada, Ticaret Bakanlığı bünyesinde ve ilgili diğer bakanlıklarla ayrıca esnaf odaları, ticaret ve sanayi odaları yetkilileriyle, tüketici kuruluşlarıyla yapılan yoğun istişareler sonucunda bu kararın alındığı belirtilmiştir.

Netice itibarıyla, posta idaresi ile Ticaret Bakanlığınca yetkilendirilen hızlı kargo şirketleri tarafından yapılacak basit usulde beyan limitinin 150 Avro’dan 30 Avro’ya düşürülmesi ve posta veya hızlı kargo taşımacılığı yoluyla ülkemizde bir gerçek kişiye gelen ve ticari miktar ve mahiyet arz etmeyen, kıymeti 30 Avro’yu geçmeyen eşyanın değeri üzerinden alınan tek ve maktu vergi oranlarının yükseltilmesi, bu suretle yapılan ithalatın artış hızında ciddi bir yavaşlamaya imkân verecektir. İthalatın azalmasıyla birlikte, bir yandan iç piyasada satış, üretim ve istihdam kaybı önlenirken bir yandan da ülkemizin cari açığının azaltılmasına da önemli katkı sağlanmış olacaktır. 07.08.2024

Nejat ÇOĞAL

Share This:

GÜMRÜK VE DIŞ TİCARET” isimli yeni kitabımız yayınlandı.

“GÜMRÜK VE DIŞ TİCARET” isimli yeni kitabımız Orion Akademi Yayınlarından çıkmıştır. Tüm okuyucular için yararlı olması dileklerimizle…Nejat ÇOĞAL

Share This:

GÜMRÜK BİRLİĞİ BAĞLAMINDA TÜRK DIŞ TİCARETİNE BAKIŞ

admin Yazılar

Nejat ÇOĞAL / Ticaret Başmüfettişi 

  Giriş

Türkiye’nin uzun zamandır üzerinde durduğu “Gümrük Birliği Anlaşmasının günün şartlarına uygun olarak yeniden gözden geçirilmesi” talepleri nihayet AB tarafından gündeme alınacak gibi görünmektedir.

Bununla birlikte, tam üyeliğe giden yolun başlangıcı olarak kabul edilen ve geçici bir dönem olarak başlatılan gümrük birliği sürecinin uzayıp gitmesi (ki 2021 yılı itibariyle 26 yıl olmuştur)  AB’nin gümrük birliği ile neyi hedeflediği konusundaki şüpheleri de beraberinde getirmektedir. Acaba Avrupa Birliği, Türkiye’yi ilelebet gümrük birliği aşamasında mı tutmak istemektedir, yoksa gerçekten de tam üyeliği mi hedeflemektedir? Son 25 yıllık ortalamalara göre, dış ticaretinin %42’sini teşkil eden payı ile Türkiye’nin en büyük ticaret partneri olan AB’nin, tam üyelik müzakereleri yürüttüğü aday bir ülkeye yönelik bu yaklaşımının kabulünün mümkün olmadığı kanaatindeyiz.

AB’nin 5. en büyük ticaret ortağı olan Türkiye ise AB’nin bu yaklaşıma karşı, dış ticaretini ülke bazında çeşitlendirmek suretiyle AB’nin payını peyderpey azaltarak cevap vermiştir. Mesela, 25 yıllık gümrük birliği sürecinde ortalama olarak %42 olan Türk dış ticaretindeki payı 2020 yılında yaklaşık %36’ya kadar düşmüştür. Bu oranın, gümrük birliği döneminde %53’e kadar çıktığını ve uzun yıllar bu seviyelerde seyrettiğini nazarı dikkate aldığımızda, AB’nin en büyük 5. ticaret ortağını yeniden kazanmak için acilen bazı pozitif adımlar atması ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Türk dış ticaretinin genel yapısındaki bu değişim hiç şüphesiz Türkiye’nin son 25 yılda, AB’ye alternatif olarak yeni pazarlara açılma konusunda başarılı olduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir.

Öte yandan, Türkiye-AB tam üyelik katılım sürecinin adeta donma noktasına geldiği bir dönemde, ABD ile AB arasında Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması imzalanmasına yönelik müzakerelerin başlaması, Türkiye’nin Gümrük Birliği uygulamaları konusundaki endişelerini had safhaya çıkarmış bulunmaktadır. Zira Türkiye, kendisini doğrudan ilgilendirecek böyle bir anlaşmanın dışında bırakılmaktadır ki bu durum Ülkemizin dış ticaretine yeni bir darbe vurmak anlamına gelmektedir.

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bütünleşme hedefine yönelik ortaklık ilişkisinin önemli bir aşamasını oluşturan Gümrük Birliği, aynı zamanda, AB tarihinde ilk defa tam üye olmayan bir ülke ile gerçekleştirilmiş ticari bütünleşme olarak kayıtlara geçmiştir. Esasen sorunun kaynağı da burada yatmaktadır. Tam üyeliğe giden yolun başlangıcı olarak kabul edilen ve geçici bir dönem olarak başlatılan bu sürecin gereğinden fazla uzamasıyla mesele maalesef daha da derinleşmiştir. Her halükarda gümrük birliğinin Türk dış ticaretine olan etkileri incelemeye değerdir. Bu vesileyle, Türk dış ticaretinin genel yapısına Türkiye-AB Gümrük Birliği perspektifinden bir göz atalım:

 Gümrük Birliği döneminde TÜRK DIŞ TİCARETİNİN GENEL YAPISI

1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe konulan Gümrük Birliği, Türkiye’nin dış ticaretinde serbestleşme sürecine yeni bir ivme kazandırırken, AB ile ortaklık ilişkilerinde de Ankara Anlaşması uyarınca Son Döneme geçilmiştir. Türkiye ekonomisinin tamamını etkileyen önemli bir gelişme olan Gümrük Birliği ile birlikte, Türkiye ile AB arasında sanayi ürünleri ticaretinde gümrük vergileri, miktar kısıtlamaları ve eş etkili tedbirler kaldırılmış, Türkiye üçüncü ülkelere karşı Ortak Gümrük Tarifesi uygulamaya başlamıştır. Ancak, bu durumun istisnası olarak 2000 yılı sonuna kadar süren beş yıllık geçiş döneminde, otomobiller, ayakkabılar, deriden mamuller ve mobilyalar gibi kısıtlı sayıdaki hassas ürün için üçüncü ülkelere karşı Ortak Gümrük Tarifesi hadlerinden daha yüksek gümrük vergileri uygulanmıştır. 2001 yılıyla birlikte, tüm sanayi ürünleri itibarıyla Ortak Gümrük Tarifesi oranlarına; 1 Ocak 2008’de ise Gümrük Birliği kapsamındaki ürünler itibarıyla, AB’nin gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere uyguladığı otonom tarife tavizlerini kapsayan Genelleştirilmiş Tercihler Sistemi’ne uyum sağlanmıştır.

Gümrük Birliği ile birlikte, AB ülkelerinin Türkiye’nin dış ticaretindeki payında önemli bir değişme olmazken, Türkiye’nin ihracatının kompozisyonunda değişme gözlenmiştir. Özellikle, beyaz eşya, otomotiv sanayi gibi katma değeri yüksek ve istihdam sağlayıcı sektörler ağırlık kazanmış ve rekabet gücünde de olumlu gelişmeler yaşanmıştır.

Türk Dış Ticaretinin Genel Yapısı

Toplam Dış Ticaret (1996-2020) (Milyar $)
İhracatİthalatAçıkHacimHacim İçindeki Payıİhracat / ithalat
AB1.164,031.448,46-284,442.612,490,420,80
AB Dışı1.317,252.262,90-945,653.580,140,580,58
Genel2.481,273.711,36-1.230,096.192,631,000,67

 Türkiye-AB Gümrük Birliğinin yürürlüğe girdiği 1996 yılından 2020 yılına kadar geçen süreyi kapsayan 25 yıllık dönemde Türkiye’nin dış ticareti Tüm Ülkeler, AB ve AB Dışı Ülkeler bakımından yukarıdaki tabloda özetlenmiştir. Buna göre, bahse konu dönemde, Türkiye’nin toplam dış ticaret hacmi 6 Trilyon 192 Milyar Dolar olmuştur.  Bu ticaretin 2 Trilyon 612 Milyar Doları AB ülkeleriyle, 3 trilyon 580 Milyar Doları ise AB dışı diğer ülkelerle gerçekleştirilmiştir.

Şimdi de, Türkiye’nin 1996-2020 (Gümrük Birliği) dönemi toplam dış ticaretini dönemsel açıdan ve AB, AB dışı ve genel olarak bir analize tabi tutalım :

 Yukarıdaki tablodan da görüleceği üzere, 1996-2020 döneminde, Türkiye’nin AB ülkeleriyle olan dış ticaret açığı, AB dışı diğer ülkelerin toplamıyla olan dış ticaret açığından önemli ölçüde küçüktür. Ayrıca, aynı dönemde, genel ihracatımızın ithalatı karşılama oranı %67, AB Dışı tüm ülkelere yaptığımız ihracatın ithalatı karşılama oranı %58 iken,  AB’ye yapılan ihracatımızın ithalatı karşılama oranı %80 olmuştur. Yine bu dönemde, Türkiye’nin toplam dış ticaret hacminin %42’sini AB, %58’sini ise AB Dışı Ülkelerin oluşturduğunu müşahede etmekteyiz. 2020 yılı itibariyle baktığımızda ise AB’nin toplam ihracatımız içindeki payının %41 olduğunu görmekteyiz.

Gümrük Birliği döneminde, Türkiye’nin genel ihracat ve ithalatının, AB’ye olan ihracat ve ithalatı ile paralel bir gelişme göstermiştir. Bu gelişmenin, AB’nin toplam dış ticaretimiz içinde %42 gibi yüksek bir paya sahip olmasından kaynaklandığını söylememiz mümkündür. Bu tespitler bize, AB ile olan dış ticaretimizin, diğer tüm ülkelerle yaptığımız dış ticarete kıyasla daha dengeli olduğunu göstermektedir.

 Son 25 yıllık dönemde (Türkiye-AB Gümrük Birliği Dönemi) Türkiye’nin toplam 6 Trilyon 192 Milyar Dolar tutarındaki toplam dış ticaret hacminin 2 Triyon 481 Milyar Dolarlık kısmı ihracat, 3 Trilyon 711 Milyar Dolarlık kısmı ise ithalat kalemlerinden oluşmuştur. Bu dönemde, Türkiye’nin AB’ye toplam ihracatı 1 Trilyon 164 Milyar Dolar, AB’den ithalatı ise 1 Trilyon 448 Milyar Dolar olmuştur. Yine aynı dönemde, Türkiye’nin toplam -1 Trilyon 230 Milyar Dolar tutarındaki dış ticaret açığının -284 Milyar Doları AB ile, -945 Milyar Doları ise AB Dışı Ülkelerle gerçekleşmiştir.

Türkiye-AB Dış Ticaret Karşılaştırması (2020)

2020 yılında, Türkiye’nin toplam ihracatı 169,669 Milyar Dolar, toplam ithalatı ise 219,51 Milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir. 2020 yılında ihracatın ithalatı karşılama oranı %77 olmuştur. Aynı yıl, Dış Ticaret Dengesi ise -49,841 Milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir. 2020 yılında, bir önceki yıla kıyasla, dış ticaret açığının arttığını görmekteyiz.

Türkiye-AB Dış Ticaret Karşılaştırması (2020)
2020İhracatithalathacimDenge (ihracat-İthalat)İhracat / İthalat
AB70,03173,337143,368-3,3060,95492
AB Dışı99,638146,173245,811-46,5350,68164
Genel169,669219,51389,179-49,8410,77294
AB Payı0,412750710,3340940,368386

2020 yılında Türkiye, AB’ye 70,031 Milyar Dolarlık ihracat, 73,337 Milyar Dolarlık ithalat yaparak -3,306 Milyar Dolar dış ticaret açığı vermiş ve AB için ihracatın ithalatı karşılama oranı %95 olmuştur. 2020 yılında Türkiye, ihracatının %41’ini AB’ye yapmış, ithalatının ise %33’ünü AB’den gerçekleştirmiştir. Aynı yıl, Türkiye’nin toplam 389,179 milyar Dolar toplam dış ticaret hacminden AB’nin aldığı pay 143,368 Milyar Dolar ile %37 civarında olmuştur.

Gümrük Birliği sonrasında, AB ülkelerinin Türkiye’nin dış ticaretindeki payında önemli bir değişme olmazken, Türkiye’nin ihracatının kompozisyonunda değişme yaşandığı görülmektedir.

Analiz sonuçları da göstermiştir ki, Türkiye’nin toplam dış ticaretinin yaklaşık yarısını gerçekleştirdiği AB ülkeleri dikkate alındığında, Türkiye’nin Gümrük Birliği dâhilinde gerçekleştirdiği ihracatta tek bir ülkeye veya az sayıda birkaç ülkeye bağımlı olması durumu azalmaktadır. Bunlara ek olarak, ürün bazında ihracatta düşük teknoloji grubu mallardan orta üst teknoloji grubu mallara geçilirken, ithalatta orta üst teknoloji grubu malların ve sermaye girdisi fasılların payının azalmadığı saptanmıştır.

Türkiye’nin AB’den gerçekleştirdiği ithalatta yatırım ve ara mallarının ağırlıklı yer tutması, ithalatın Türk sanayisine yönelik girdi sağlayan sağlıklı yapısını ortaya koymaktadır. Yüksek teknolojiye dayanan yatırım mallarının ithalatı bu ürünlere bağlı üretimde de ileri teknoloji kullanımını zorunlu kılmakta, firmaları AR-GE’ye yönelten bir diğer etken olarak nihai aşamada üretimin kalitesinde belirleyici rol oynamaktadır.

SONUÇ

Türkiye-AB arasında gerçekleştirilen Gümrük Birliği, her ne kadar cari işlemler dengesini olumsuz yönde etkilemiş ve rekabet şansı olmayan sektörlerde üretim ve istihdam kaybına yol açmış ise de bu süreçte ülkeye yabancı sermaye ve teknoloji girişinin hızlanması ve sanayinin rekabet gücünün artmasına katkıda bulunması nedeniyle, Türkiye’nin dış ticaretinde olumlu bir etkisinin olduğunu söylememiz mümkündür. Buna mukabil, Türk dış ticaretindeki payının %53’lerden, 2020 yılı itibariyle %36’ya kadar düşmesi, AB’nin acilen birtakım somut adımlar atması zaruretini de ortaya çıkarmaktadır.

Esasen, tam üyelik yolunda atılan bu son adım, gereğinden fazla uzamış ve geçici bir dönem olacağı öngörülerek başlatılan gümrük birliği safhasının tam üyelik hedefine varıp varmayacağı konusundaki şüpheleri de beraberinde getirmiştir. Fakat nihai gayenin tam üyelik olduğu unutulmamalıdır. AB’ye tam üyelik, Türkiye için stratejik bir hedeftir. Türkiye bu manada üzerine düşeni ziyadesiyle yerine getirmiştir. Bu kapsamda, hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve son dönem olan gümrük birliği sürecini başarıyla tamamlamış ve nihayet 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan tam üyelik müzakere sürecini de başarıyla devam ettirmektedir. Ne yazık ki 62 yıllık bu uzun ince yolda Türkiye’nin gösterdiği performansı görmezden gelen AB, birtakım gayri ciddi gerekçelerle süreci uzatmaya ve Türkiye gibi güçlü bir ülkeyi kapıda bekletmeye çalışmaktadır.

Brüksel, gümrük birliği anlaşmasının güncellenmesi, Türk vatandaşlarına vize muafiyeti tanınması gibi hususlar başta olma üzere Türkiye’nin hassasiyetleri konusunda somut adımlar atmak mecburiyetindedir. Aksi takdirde, askeri, ekonomik ve politik anlamda gösterdiği üstün performansla küresel bir güç olma yolunda hızla ilerleyen, bölgesinin en güçlü ülkesi Türkiye’nin stratejik ortaklığını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalacaktır. AB’li siyasetçilere yönelik şu kritik soruyla yazımızı sonlandıralım: Yolun sonu gümrük birliği mi yoksa tam üyelik midir? Brüksel’in, samimi bir şekilde bu sorunun cevabını vermesi yerine olacaktır.

KAYNAKÇA:

ÇOĞAL, Nejat, “AB’nin Türkiye Paradoksu” (1. Baskı 2012).

ÇOĞAL, Nejat, “Türkiye-AB: Müzakere Sürecine Doğru”,Gümrük Dünyası Dergisi, Sonbahar 2006,  Sayı:47.

ÇOĞAL, Nejat, “Türkiye-AB Gümrük Birliği Güncellenmeli Mi? Türk Yurdu Dergisi, Ocak 2019, Sayı: 397.

ÇOĞAL, Nejat, “Gümrük Birliği Mi, Tam Üyelik Mi?” Divan Dergisi, Sayı: 15, Nisan 2010.

ÇOĞAL, Nejat, “Gümrük Birliği’nin Dış Ticaretimiz Üzerine Etkileri”, Denetim Dergisi, Ocak-Mart 2006, Sayı:113

DÖNMEZ, Mustafa, “Gümrük Birliğinin Ekonomik Etkileri”, DPT, Aralık 1998.

KARLUK, Rıdvan,“Avrupa Birliği ve Türkiye”, Beta Basım A.Ş. , İstanbul 2002.

https://www.tuik.gov.tr/

https://ticaret.gov.tr/

https://www.mfa.gov.tr/default.tr.mfa

https://www.ab.gov.tr/

https://ec.europa.eu/info/index_en

Share This:

E-İHRACAT VE GÜMRÜK PROSEDÜRLERİ

“E-İHRACAT VE GÜMRÜK PROSEDÜRLERİ” başlıklı makalemiz, Gümrük ve Ticaret Dünyası Dergisi’nin 111’inci sayısında yayımlanmıştır. Nejat ÇOĞAL – Ticaret Başmüfettişi

Share This:

DOĞU AKDENİZ’DE YENİ DENGE ARAYIŞLARI VE KIBRIS

12.11.2021

Nejat ÇOĞAL

Bilindiği üzere, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları ile Kıbrıs’ta iki toplum arasında iç denge ile Doğu Akdeniz’de Türkiye-Yunanistan arasında bölgesel denge temin edilmişti. 1974 yılında Garantör Ülke Türkiye’nin 1960 Anlaşmalarına dayanarak gerçekleştirdiği Kıbrıs Türk Barış Harekâtı sonrasında kurulan yeni düzen sayesinde de günümüze kadar bölgede barış ve istikrar ortamı hüküm sürmüştür. Türkiye, İngiltere ve Yunanistan tarafından teminat altına alınan bu uluslararası güvenlik sistemi,Türkiye tarafından daima desteklenmiş ancak Yunan/Rum tarafınca hep anlaşma hilafına adımlar atılmıştır. Bu meyanda, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) Ulusal Meclisi, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmalarını tanımadığını ilan etmiştir.

Nihayet 2004 yılında GKRY’nin, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında, güya tüm Ada’yı temsilen ve tek taraflı olarak AB üyesi yapılması ile bölgesel denge Rum-Yunan lehine bozulmaya başlamıştır. AB üyesi olan Rumlar artık, Ada üzerindeki 1960 garanti sistemini kaldırarak yerine AB garantörlüğünü koymanın hesaplarını yapmaya başlamışlardır. Böyle bir senaryonun gerçekleşmesi hâlinde Doğu Akdeniz’deki güç dengesinin nereye doğru kayacağı malumdur.

2011 yılında GKRY’nin uluslararası hukuka aykırı bir şekilde Doğu Akdeniz’de tek taraflı olarak sondaj çalışmalarına başlamasıyla birlikte, bölgede sular ısınmaya başlamış ve bölge dışı güçler de Doğu Akdeniz’de varlık göstermeye başlamıştır.Doğu Akdeniz bölgesinde son yıllarda gündeme gelen münhasır ekonomik bölge tayini, hidrokarbon yataklarının belirlenmesine yönelik sismik araştırma faaliyetleri ve sondaj çalışmaları nedeniyle bölgede gerginlik artmış; bu kapsamda Türkiye ve Yunanistan arasında yer yer sıcak çatışma noktasına kadar gelinmiştir. Hatta Yunanistan, konuyu Ege sorununa bağlamak ve Ege Denizi’ndeki küçük Yunan Adaları üzerinden bir kıta sahanlığı ve karasuları krizi çıkarmak suretiyle Türkiye’yi köşeye sıkıştırma gayreti içine girmiştir. Bu anlamda Yunanistan, Doğu Akdeniz’le bir ilgisi olmadığı hâlde Bölge’de gerginliği artıracak açıklamalar yapmakta, askerî faaliyetlerde bulunmakta ve başta Brüksel ve Fransa olmak üzere üçüncü tarafları Türkiye aleyhinde yanlış yönlendirmekte ve kışkırtmaktadır. 

Bilindiği üzere, Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de maksimalistve gayri hukuki deniz yetki alanları ile Ege’de haksız kıta sahanlığı ve hava sahası iddiaları nedeniyle 2020 yılında bölgede ciddi bir kriz yaşanmıştı. Yunanistan’ın uluslararası hukuka aykırı olarak Ege Denizi’ndeki adaları silahlandırma girişimlerine hız vermesiyle gerginlik had safhaya çıkmıştı. Türkiye’nin hem Ege ve Doğu Akdeniz’deki hak ve çıkarlarını hem de Kıbrıs Türklerinin haklarını korumak hususunda gösterdiği kararlı tutumuyla birlikte, Avrupa Birliği ve özellikle de Almanya’nın devreye girmesiyle gerilim yatıştırılmıştı. Bu kapsamda, Türkiye ile Yunanistan arasında istikşafi ve istişari görüşmelere yeniden başlanmıştı. 

Ne var ki Yunanistan, bu yatıştırma sürecini doğru okuyamamış ve bölgede gerginliği artıracak yeni girişimlere başvurmuştur. Bu bağlamda, bir yandan Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki yasal hak ve çıkarlarını zayıflatmak diğer yandan da Bölge’de kendi nüfuzunu kuvvetlendirmek hezeyanına kapılan bazı ülkelerin değirmenine su taşımaya başlamıştır. Mesela, başta Fransa ve ABD olmak üzere ikili askerî işbirliği anlaşmaları yaparak donanmasını ve hava kuvvetlerini güçlendirmeye yönelik adımlar atmıştır. Yunanistan, hâlen devam eden bu tahrik edici eylemlerinin doğrudan Türkiye’yi hedef aldığını itiraf etmekten de çekinmemektedir. Mesela, geçtiğimiz günlerde Fransa ile imzalanan Savunma Anlaşması ile ilgili olarak Yunanistan Başbakanı Mitçotakis’in “Bu anlaşma, NATO içinde sözde müttefikimiz olan bir ülkeden egemenliğimize yönelik tehditlere karşı ülkemizi savunan kalkan vazifesi niteliğindedir.” şeklindeki sözleri, Yunanistan’ın niyetini açıkça ortaya koymuştur.

2020 yılında Türkiye ile Yunan/Rum tarafı arasında cereyan eden gerginliği fırsat bilen Fransa, çok geçmeden, Ocak 2021tarihinde Yunanistan’la bir silah satış anlaşması imzaladı. Ardından, ABD ile olan ortak savunma anlaşmasını uzatan Atina, geçtiğimiz Eylül ayında da Fransa ile ortak savunma ve güvenlik anlaşması imzaladı. Nihayet Yunanistan, Mısır ve GKRY liderlerinin katılımıyla 19 Ekim 2021’de Atina’da yapılan üçlü zirvenin ardından yayımlanan provakatif bildiri, Yunan/Rum ikilisinin Türkiye ve KKTC’ye yönelik hasmane politikalarının son örneği olarak karşımıza çıkmıştır.

Fransa-Yunanistan arasında 2021 yılı Ocak ayında imzalanan Silah Satış Anlaşması ile Fransa Yunanistan’a 12’si ikinci el olmak üzere 18 Rafale uçağı satacak. 28 Eylül 2021 tarihli Savunma Anlaşması’na istinaden alınacak olan ilave 6 savaş uçağı ve 3 adet Belharra sınıfı firkateynle birlikte Fransa, Doğu Akdeniz’deki gerginlik üzerinden Yunanistan’a son iki yılda 6 milyar avronun üzerinde silah satışı yapmış olacak. Durumdan vazife çıkartan Fransa, silah satışıyla bir ülkeyi kendine bağlamış;buna karşın Yunanistan, ciddi borç içinde olmasına rağmen bazı ülkelerin kışkırtmasıyla silahlanma sevdasına kapılmıştır. Görünen manzara budur. Yunanistan’a, Fransa’nın millî gelirine ve uluslararası çıkarlarına hizmet eden taşeron ülke konumundan kurtularak komşusu Türkiye ile doğrudan diyalog kurmasını tavsiye etmekteyiz.

Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Doğu Akdeniz’e yönelikihtirasları ile Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı duyduğu kaygıların bir noktada kesişmesi üzerine Yunanistan ile Fransa arasında 28 Eylül’de Paris’te imzalanan ve geçtiğimiz günlerde Yunan Parlamentosu’nda onaylanan Savunma ve Güvenlik Alanlarında İş Birliğine Yönelik Stratejik Ortaklık Anlaşması ise bardağı taşıran son damla olarak görülebilir. Zira iki ülke arasında savunma, dış politika ve silahlanma konularında iş birliğini içeren anlaşma, taraflardan birinin egemenlik alanında silahlı saldırıya uğraması hâlinde (Saldıran ülke NATO üyesi olsa bile!), diğer tarafın yardım etmesini öngörüyor. Miçotakis,’in Savunma Anlaşması ile ilgili olarak sarf ettiği “Hepimiz, Doğu Akdeniz’de kimin kimi ‘casus belli’ (savaş nedeni) ile tehdit ettiğini biliyoruz… ‘Casus belli’ tehdidi ile karşımda Türkiye durduğunda endişeleniyorum. Benim büyük bir endişem var ve ülkeyi koruma altına almak öncelikli kaygımdır.” şeklindeki sözleri, Atina’nın hedefini tüm açıklığıyla göstermektedir. 

Yunanistan, uluslararası toplum tarafından da sorgulanan, uluslararası hukuka aykırı, maksimalist deniz yetki alanı ve havasahası iddialarını, NATO İttifakı’na zarar verecek şekilde, Türkiye karşıtı ikili askerî ittifaklar kurmak suretiyle kabul ettirebileceğini düşünmektedir. Öyle ki iki NATO üyesi ülke, bir diğer NATO üyesi ülkeye karşı askerî bir ittifak kurmaya çalışmaktadır.Kuşkusuz, Fransa ve Yunanistan’ın bu nafile çabaları, Ege ve Akdeniz’de hem Türkiye’nin hem de KKTC’nin kendi haklarını koruma konusundaki kararlılıklarını daha da arttıracaktır. Nihayet, Yunanistan’ın işbirliğine gitmek yerine silahlanma, Türkiye’yi izole etme ve yabancılaştırma politikası gütmesi, bir yandankendisine ve üyesi olduğu AB’ye zarar verirken diğer taraftan da bölgesel barış ve istikrarı tehdit etmektedir.

Bahse konu savunma anlaşması çerçevesinde Fransa’nınYunanistan’a vermesi öngörülen desteği “Bir saldırı hâlinde Avrupa’nın tek nükleer gücü ve BM Güvenlik Konseyinin daimi üyesi olan tek Avrupa Birliği ülkesi (Fransa) ülkemizin yanında olacak.” şeklinde yorumlayan Yunan Başbakanı’nın nasıl bir hayal dünyasında yaşadığını göstermesi bakımından manidardır. 

Öte yandan Türkiye ile Yunanistan arasında Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz arama çalışmaları yüzünden ortaya çıkan gerilim sürerken aralarında Güney Kıbrıs, Yunanistan, ABD, İngiltere ve Fransa’nın da bulunduğu sekiz ülkenin savaş uçakları ve gemileriyle ortak tatbikat yapılması, bölgede tansiyonu artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Nemesis adı verilen butatbikatta, KKTC’ye ait deniz yetki alanlarının ihlal edilmesi ise manidardır.

Önümüzdeki günlerde Yunanistan, İsrail ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin katılımıyla bir “Paris Konferansı” yapılması teklifine Türkiye “Hayır” demiştir. Zira Türkiye’nin “bütün kıyıdaş ülkelerin katılımıyla, hakkaniyete dayalı bir Doğu Akdeniz veya Akdeniz Ekonomik İşbirliği Konferansı yapılması” teklifi masada dururken bu nevi toplantılara katılımın bir manası bulunmamaktadır.

Bugüne kadar Türkiye; Doğu Akdeniz ve Ege’de Yunanistan’ın haksızlığını dünya kamuoyuna diplomatik yollardan izah etmiş ve Doğu Akdeniz’de hem kendisinin hem de KKTC’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru hak ve çıkarlarını koruma hususunda kararlılığını ortaya koymuştur. Bu anlamda Türkiye-KKTC ve Türkiye-Libya Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Anlaşmaları, TPAO’ya Doğu Akdeniz’de arama ruhsatı verilmesi, sismik araştırma ve sondaj gemilerimizin bölgeye sevk edilmesi, Geçitkale Havaalanı’nınİnsansız Hava Araçları (İHA) ile Silahlı İnsansız Hava Araçları (SİHA) merkezi olarak kullanılmak üzere KKTC tarafından Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullanımına tahsis edilmesi ve nihayet Kapalı Maraş’ın KKTC tarafından sivil kullanıma açılması, yerinde ve etkili adımlar olarak tarihe geçmiştir.

Esasen Doğu Akdeniz’de doğalgaz arama faaliyetleri son on yılda yoğunluk kazanmış ve bu bahaneyle Bölge; ABD, Rusya, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi buraya sınırı dahi olmayan ülkelerin oyun alanına dönüşmüştür. Türkiye dışındaki Bölge ülkeleri ise yukarıda sayılan ülkelerin uluslararası enerji şirketlerine verdikleri izin ve ruhsatlarla tansiyonu iyice artırmış bulunmaktadır. Mesela GKRY ve İsrail’in Doğu Akdeniz’deki sözde Münhasır Ekonomik Bölge (MEB)alanlarında sondaj izni verdikleri İtalyan ENI, Fransız Total, Rus Novatek, Amerikan Noble Energy ve Exxon Mobil şirketlerine güvence sağlamak üzere bu devletlerin donanmalarının Doğu Akdeniz’de konuşlanması suretiyle bu ülkelerin Bölge’deki ekonomik ve askerî faaliyetlerinin yoğunlaşması, Doğu Akdeniz’de suların ısınmasına sebep olmaktadır. Öte yandan Doğu Akdeniz’deki kıyıdaş ülkelerin kendi aralarında yaptıkları birtakım ittifaklar ile Türkiye ve KKTC’yi sürecin dışında tutmaya çalışmaları ve AB’nin tüm bu hukuksuz girişimler karşısında üyesi olan GKRY’ye arka çıkması, meselenin daha da derinleşmesine yol açmıştır.

Doğu Akdeniz’de, Türkiye ve KKTC’yi yok sayarak yürütülen bütün bu MEB belirleme, belirlenen alanlarda doğalgaz arama ve sondajlama gibi uluslararası hukuka aykırı, haksız faaliyetlere karşı Türkiye’nin diplomatik ve barışçı girişimleri devam etmiştir. Bu anlamda Türkiye, kendisini Akdeniz’de kuşatmaya, Kıbrıs Adası ile bağını koparmaya ve bölgenin enerji kaynaklarını gasp etmeye yönelik hamlelere karşı, gerek proaktifhamlelerle gerekse uygun misillemelerle cevap vermekten kaçınmamış ve bu vesileyle Doğu Akdeniz’deki varlığını ve ekonomik faaliyetlerini artırmış bulunmaktadır.

Rumların bu cüretkâr adımlarına karşı Türkiye’nin ilk cevabı olarak 21 Eylül 2011 tarihinde, New York’ta, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, Türkiye ile KKTC arasında Kıta Sahanlığını Sınırlandırma Anlaşması’nı (KSSA) imzalamışlardır. Söz konusu Anlaşma, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve KKTC Cumhuriyet Meclisi’nde onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Müteakiben Türkiye, Koca Piri Reis’i Doğu Akdeniz’e sevk ederek bölgede tek taraflı petrol/doğalgaz arama/araştırma çalışmaları başlatmıştır.

Ardından da KKTC Hükûmeti, Rumlarla aynı bölgeleri yani Kıbrıs Adası ve çevresini 8 parsele ayırarak Türk Petrolleri Anonim Ortaklığına (TPOA) ruhsatlandırmıştır. Buna göre, Rumların 13 parseli, hem KKTC’nin parselleri ile kesişmekte ve hem de Türkiye’nin Antalya açıklarında ilan ettiği yetki alanını ihlal etmektedir.

Ardından, GKRY’nin tek yanlı parseller oluşturarak münhasır ekonomik bölge ilan etmesine karşılık, adanın çakışma olmayan kuzey, doğu ve güney kısımlarında Rum tarafının fiili durum yaratma olasılığına karşı, proaktif bir hamleyle KKTC tarafından Türkiye Petrolleri’ne ruhsat sahaları verilmiştir. Bu stratejik adımın akabinde, 2013 yılında petrol ve doğalgaz araştırmalarında kullanılmak üzere satın alınan Barbaros Hayrettin Paşa isimli sismik araştırma gemisi bölgeye gönderilerek 2 ve 3 boyutlu sismik araştırmalara başlanmış; ardından Fatih ve Yavuz sondaj gemileriyle KKTC’nin ruhsat verdiği A, B, C, D, E, F, G olarak adlandırılan alanlarda sondaj çalışmaları başlatılmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait savaş gemileri de bölgedeki çalışmalarında bu gemilere refakat etmiştir. Altıncı nesil üst düzey teknolojiye sahip ve 12 bin metre deniz sondaj derinliğine ulaşabilen Türkiye’nin ilk sondaj gemisi Fatih, Mayıs 2019 tarihinde Kıbrıs Adası’nın batısında çalışmalarına başlamış;Yavuz isimli sondaj gemisi de 2019 yaz aylarında bölgeye sevk edilmiştir.

Son zamanlarda, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki varlığını artırma, egemenlik sahasının sınırlarını belirleme ve Bölge’deki ekonomik faaliyetlerini genişletme adımlarının belki de en önemlisi, Türkiye-Libya Anlaşması olmuştur. 27.11.2019 tarihinde imzalanan Türkiye-Libya Deniz Yetki alanlarının Sınırlandırılması Anlaşması ile Türkiye, Doğu Akdeniz’de büyük bir oyunu bozmuş ve gerek GKRY/Yunanistan tarafında gerek AB başta olmak üzere dünya kamuoyunda âdeta şok etkisi yaratmıştır. Yunanistan, GKRY, Mısır ve İsrail’in Doğu Akdeniz’de kurmaya çalıştığı ve Türkiye ile KKTC’ye yer verilmeyen enerji denklemi, Türkiye’nin bu girişimiyle bozulmuştur. Üstelik Türkiye, şu ana kadar KKTC ve Libya ile imzaladığı deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşmalarıyla, Güney Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz’deki diğer bazı ülkelerle imzaladığı anlaşmalarla kaybettiği haklarını tekrar kazanmasını bilmiş ve bu suretle deniz yetki alanlarını genişletmiş bulunmaktadır.

Öyle ki Türkiye, Libya ile yaptığı sınırlandırma anlaşmasıyla Yunanistan’ın GKRY ve İsrail ile yapmayı planladığı MEB anlaşmalarının da önünü kesmiş oldu. Bahse konu anlaşmayla, Doğu Akdeniz’de Türkiye aleyhine oluşturulmaya çalışılan oldubittiler engellenmiş; KKTC dışında başka bir kıyıdaş ülke ile deniz yetki sınırlandırma anlaşması imzalanmış, Türk MEB’inin batı sınırları belirlenmiş ve nihayet bölgede siyasi üstünlük elde edilerek hukuki bir zemin sağlanmıştır.

Türkiye-Libya Anlaşması’nı içine sindiremeyen Yunanistan ise GKRY ve İsrail ile East-Med Boru Hattı Anlaşması’nı apar topar imzalama kararı almıştır. ABD’nin de desteklediği ve AB’nin teknik çalışma maliyetine katkı sağladığı yaklaşık 2000 km’lik boru hattı projesinin alternatiflerine nazaran çok daha maliyetli olduğu ve hepsinden öte Türk Kıta Sahanlığı içerisinden geçtiğini dikkate aldığımızda, bu projenin gerçekleşme şansının bulunmadığı görülmektedir.

BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre, deniz yetki alanları sınırlandırmasının, devletlerin ilgili kıyı uzunluklarının orantısına göre adaların ana kıtaların önünü kapatmayacak şekilde ve ters yönde olup olmamaları dikkate alınarak yapılması gerekmektedir. Bu durumda Türkiye’nin Kıbrıs Adası’nın güneyinde hak ve menfaatleri ortaya çıkmaktadır. Bu kapsamda, Akdeniz’e en uzun kıyısı bulunan Türkiye; Mısır, Suriye ve KKTC’nin yanı sıra Libya, İsrail hatta Lübnan ile de kıyıdaş devlet olarak anlaşma imzalayabilecektir. İşte Türkiye, şu ana kadar KKTC ve Libya ile bu anlaşmaları imzalayarak deniz yetki alanlarını genişletmiş bulunmaktadır.

Ayrıca, Libya’nın meşru hükûmeti olan Libya Ulusal Mutabakat Hükûmeti’nin talebi üzerine, Türk askerinin bu ülkeye gönderilmesi de yine Türkiye’nin uluslararası toplumdaki itibarını artırdığı gibi, Doğu Akdeniz’deki varlığını da pekiştiren bir diğer adım olarak tarihe geçmiştir. Bu stratejik adımla Türkiye, Doğu Akdeniz’de kurulan yeni güç dengesinin hâkim unsuru olduğunuda göstermiş oldu. Libya’da kalıcı barış ve huzur ortamının sağlanmasına katkıda bulunmak üzere bu ülkeye Türk askeri gönderilmesi, aynı zamanda Türk milletinin bölgedeki tarihî ve kültürel sorumluluklarının bilincinde olduğunu göstermesi bakımından anlamlı olmuştur.

Öte yandan son yıllarda Doğu Akdeniz’e ilgisi artan Fransa’nın, bölgesel sorunlar üzerinden kendisine Yunanistan, GKRY ve Mısır gibi bölgesel aktörlerin yanında Rusya, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi bölge dışı müttefikler deedinmeye çalıştığına şahit olmaktayız. Bu amaca matuf olarak Libya ve Suriye’deki kanun dışı yapılanmalar ve terör örgütleriyle işbirliği yapmakta sakınca görmeyen Paris’in bu hamlelerini,Doğu Akdeniz’de kurulu bulunan dengeyi Türkiye hilafına bozmave bölgesel güç dengesine dâhil olma girişimlerinin son örnekleri olarak değerlendirmekteyiz.

Doğu Akdeniz ve Ege’de doğalgaz arama, kıta sahanlığı ve adalar konularında Yunanistan ile yaşanan gerginliği tırmandıran ve Türkiye’ye karşı Yunanistan’ın hamiliğine soyunan Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un son zamanlarda Avrupa’da Türk, İslam ve yabancı düşmanı, ırkçı çevrelerin sesi hâline gelmesi ise manidardır. İç siyasette sıkışan Macron’un 2022 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendisine yeni alan açmak için dış politikada bu tür irrasyonel politikalara yöneldiğini düşünmekteyiz. 

Esasen Macron’u bu noktaya getiren AB’li siyasetçilerin de sorumlulukları bulunmaktadır. Kendi başarısızlıklarını örtbas etmeye çalışarak hayalperest Macron’un peşine takılıp Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ege’deki egemenlik hak ve yetkilerini yok sayan ve Yunanistan/GKRY ile işbirliğine giden AB’li siyasetçiler, hep birlikte Türkiyesiz, KKTC’siz bir Kıbrıs, Doğu Akdeniz ve Ege için propaganda yürütmektedirler. Tarafsız bir duruş sergilemesi gereken AB’nin, uluslararası hukuku görmezden gelerek Macron’un değirmenine su taşıması, abesle iştigaldir. Unutmayalım ki Fransa, AB dönem başkanlığında, 6 Mart 1995’te, Brüksel’de, Türkiye ile Gümrük Birliği oluşturulmasına Yunanistan’ın vetosunu kaldırmasına karşılık, Kıbrıs’ın AB üyeliğini öngören bir anlaşmaya varılmasını sağlamıştır. Bu hareket, Fransa’nın AB’yi Türkiye’ye karşı kullanma girişimlerinin ilki olmadığı gibi sonuncusu da olmayacaktır. 

Bu noktada, Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Kıbrıs politikasının temel esaslarından kısaca bahsetmek isteriz. Bölge’de kurulan yeni güç dengesinin temel taşlarını oluşturan Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Kıbrıs politikası şu esasları ihtiva etmektedir:

1. Deniz yetki alanları, uluslararası hukuka uygun olarak hakça ve adil biçimde sınırlandırılarak kıta sahanlığımızdaki egemenlik haklarımız korunacaktır.

2. Kıbrıs Türklerinin Ada’nın eşit ortağı olarak hidrokarbon kaynakları üzerindeki hak ve çıkarları garanti altına alınacaktır.

3. Kıbrıs’ta çözüm, Ada’daki gerçekler çerçevesinde, egemen eşitlik temelinde iki devletli bir yapıyla, yani iki ayrı egemen devletin varlığını devam ettirmesi ile mümkün olabilecektir. Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisi devam edecektir.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasının bir diğer temelini oluşturan Kıbrıs konusunu, iki farklı açıdan değerlendirmek durumundayız. Birincisi, Ada’nın jeostratejik konumu itibarıylaAnadolu’nun güvenliği açısından vazgeçilmez önemidir. İkincisi ise Türk milletinin, Osmanlı’nın bakiyesi olan Kıbrıs Türk halkı üzerindeki tarihî ve kültürel sorumluluklarıdır.

Bu noktada, Doğu Akdeniz’deki gerginliğin sona erdirilmesine ve 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları ve uluslararası deniz hukuku ile Türkiye’nin yapıcı girişimleri sayesinde bölgede sağlanan barış ve istikrar ortamının korunmasına yönelik önerilerimizi şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Bütün kıyıdaş ülkelerin katılımıyla, hakkaniyete dayalı bir Doğu Akdeniz veya Akdeniz Ekonomik İşbirliği Konferansı düzenlenmelidir. Bu meyanda Akdeniz’e en uzun kıyısı bulunan Türkiye’yi dışarıda bırakan “Doğu Akdeniz Gaz Forumu” gibi oluşumların, ne AB’ye ne de bölge ülkelerine bir yarar sağlayacağının bilhassa Brüksel tarafından dikkate alınması gerekmektedir.

2. Kıbrıs, Ege gibi haksız dayatmalardan vazgeçilmelidir.

3. Türkiye-AB Göç Anlaşması derhâl güncellenmelidir.

4. Kıbrıs konusunda hızlı ve etkili bir diplomasi faaliyeti başlatılmalıdır. 

Bu kapsamda Kıbrıslı liderler arasında ağır aksak yürütülmeye çalışılan görüşmelere, siyasi eşitliğe sahip, egemen iki devlet temelinde ivme kazandırılması için milletlerarası camia nezdindeki diplomatik girişimlere hız verilmelidir. Özellikle BM ve ABD’nin süreçte etkin rol oynamaları sağlanmalıdır. (ABD Senatosu’nun, GKRY’ye karşı uyguladığı silah ambargosunun kaldırılmasına yönelik aldığı karar, Doğu Akdeniz’de ve bilhassa Kıbrıs meselesinde ABD’nin tarafsız konumunu terk ederek Yunanistan/GKRY lehine bir duruş sergilemeye başladığını işaret etmektedir.) Bugüne kadar hep Türk-Yunan dengesini gözetmiş olan ABD’nin bu defa Yunanistan lehine bir tavır takınmış olması, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konudur.

Netice itibarıyla Doğu Akdeniz’de sular giderek ısınmaktadır. Doğu Akdeniz’in enerji jeopolitiğine odaklanan birtakım uzak güçler, bu vesileyle Bölge’nin yüzen üssü olarak değerlendirilebilecek Kıbrıs Adası’nın uluslararası statüsünü ihmal ederek sadece GKRY ile temasa geçmekte ve Kıbrıs Türk halkını ve KKTC’yi yok saymaktadırlar. Kıbrıs Türk halkının egemenlik hakları görmezden gelinerek atılan bu adımlar da garantör ülke Türkiye tarafından yok sayılmakta ve gerek Türkiye’nin gerek KKTC’nin egemenlik hak ve menfaatlerinin korunması için her türlü girişimde bulunulmaktadır. Bu anlamda Türkiye, ihtiyaç duyulan tüm Silahlı Kuvvetler unsurlarını Doğu Akdeniz’e sevk etmiş bulunmaktadır.

GKRY’nin uluslararası hukuka aykırı olarak tek yanlı attığı adımlarla bölgedeki siyasi tansiyonu yükseltmesi ise sadece kendisine zarar verecektir. Zira Rumların bu tahrik edici yaklaşımlarını devam ettirmeleri hâlinde Doğu Akdeniz’de sıcak bir çatışma çıkması ihtimali mümkün görünmektedir. Bütün bu haksız girişimlere karşı Türkiye, meseleyi diplomatik usullerle ve uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde çözüme kavuşturmanın yollarını aramış ve aramaya da devam etmektedir. Ancak, Türkiye’nin gerektiğinde askerî ve ekonomik tedbirlere başvurmaktan çekinmeyeceğini de dünya kamuoyunun bilmesi gerekmektedir. 

Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarından tek taraflı olarak yararlanma hayaline kapılan Rumlar, uluslararası camianın baskısıyla oturdukları müzakere masasından kaçmayı başarmışlardır. Velhasıl Yunan/Rum tarafının dayatmalarıyla Kıbrıs ipoteği altına alınan Türkiye-AB ilişkileri, Ada’da Rumlar lehine sonuçlanacak bir çözüme odaklanmış bulunmaktadır. Türkiye’nin Ada üzerindeki uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisini kaldırıp yerine AB garantörlüğü getirmek isteyen Brüksel’in, Kıbrıs’ta taviz koparmadan Türkiye’nin AB sürecini ilerletmek istemediği açıktır. Ne var ki Kıbrıs’ta sağlanacak adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün Türkiye’nin birinci önceliği olduğu ve AB’nin şantajlarına boyun eğilmeyeceği de izahtan varestedir.

Doğu Akdeniz’in merkezinde yer alan ve dünya devletleri için jeopolitik bir çekim merkezi hâline gelen Kıbrıs’ın önemi, yeni keşfedilen petrol ve doğalgaz yatakları nedeniyle daha da artmış bulunmaktadır. Bundan dolayı uluslararası oyuncular, Kıbrıs üzerinde çeşitli senaryolar geliştirmektedirler. Her biri farklı amaçlar güden bu planların ortak paydası, Kıbrıs Adası üzerinde mutlak hâkimiyet sağlamak ve Bölge’deki enerji kaynaklarından pay almaktır. Ne var ki Türkiye’yi Ege Denizi’nde karasularına ve Doğu Akdeniz’de Antalya Körfezi’ne hapsetme çabaları başarısızlıkla neticelenecektir. Bu bakımdan, millî güvenliği açısından hayati bir öneme haiz bulunan haklı Kıbrıs davasını yakından takip etmek, giderek ağırlaşan uluslararası baskılara göğüs germek ve nihayet Kıbrıs’ta barış ve huzurun garantörlüğü misyonunu ilelebet sürdürmek, Türkiye için vazgeçilmez bir mecburiyettir.

Türkiye, son dönemde attığı stratejik dış politika adımlarıylagerek uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve menfaatlerini gerekse KKTC ile Kıbrıs Türk halkının siyasi ve ekonomik haklarını korumakta kararlı olduğunu göstermiştir. Türkiye-Libya sınırlandırma anlaşmasıyla Türk milleti, Mavi Vatan’ını korumakta hiç tereddüt etmeyeceğini dünyaya ilan etmiş oldu. Zira Türkiye, Doğu Akdeniz’de bir enerji meselesi gibi görünen hadisenin arka planında egemenlik mücadelesinin yattığının farkındadır. 

Bu noktada, Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi dışlamak suretiyle birtakım ittifaklar kurmaya çalışan İsrail, Mısır ve Lübnan’a da şunu hatırlatmak isteriz: Kıyıdaş ülke olarak Türkiye ile ikili sınırlandırma anlaşmaları yapmaları hâlinde, GKRY tarafından gasp edilmiş yetki alanlarının bir kısmını geri kazanmaları mümkün bulunmaktadır. Yunanistan’ın ise Kıbrıs’ta ve Ege sorununda olduğu gibi Doğu Akdeniz’de de haksız olduğunu kabul etmekten ve Türkiye’nin önkoşulsuz diyalog çağrılarına olumlu karşılık vermekten başka bir seçeneği bulunmamaktadır. Velhasıl Doğu Akdeniz’de kalıcı barış ve huzur, GKRY/Yunanistan ve bölge dışı ülkelerle yapılan Türkiyesiz ittifaklarla değil, bilakis bölgenin en güçlü ülkesi ve yeni güç dengesinin hâkim unsuru olan Türkiye ile birlikte hareket etmekle sağlanabilecektir.

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nejat-cogal/dogu-akdeniz-de-yeni-denge-arayislari-ve-kibris-10506

Share This:

Bayrak2

Share This:

Bayrak

Share This:

Ankara Vilayetler Evi

Share This:

Ankara

Share This:

“Enerji ve Güvenlik Denkleminde Doğu Akdeniz” Konulu Tematik Panel

Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü tarafından koordine edilen Sahil Güvenlik Komutan Yardımcısı Tuğamiral Cengiz FİTOZ’un moderatörlüğünde, Ankara Üniversitesinden Prof.Dr.Sertaç Hami BAŞEREN’in, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesinden Prof.Dr. Levent AYDIN’ın ve Araştırmacı Yazar Nejat ÇOĞAL’ın konuşmacı olduğu “Enerji ve Güvenlik Denkleminde Doğu Akdeniz” konulu tematik panel düzenlenmiştir.

http://www.jsga.edu.tr/enerji-ve-guvenlik-denkleminde-dogu-akdeniz-konulu-tematik-panel-duzenlenmistir

Share This: