illinois tarafından yazılmış tüm yazılar

Makale-Türkiye-AB İlişkileri ve Hollanda Krizi

Nejat Çoğal-Son yıllarda Avrupa’da hortlayan Müslüman-Türk düşmanlığı maalesef, geçtiğimiz günlerde yeni bir siyasi-diplomatik skandala yol açmıştır. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın Hollanda Polisi tarafından yolu kesilip, 30 metre ilerdeki Türk konsolosluk binasına girmesine izin verilmemesi, aynı sıralarda Konsolosumuzun Konsolosluk binasından çıkmasının engellenmesi, hatta Hollanda Polisi tarafından Sayın Bakan ve Heyetinin kaba ve sert muameleye tabi tutulması olayı, dünya diplomasi tarihine kara bir leke sürmüştür. Üstelik Sayın Bakana destek vermek için olay yerine gelen Türk vatandaşlarına coplarıyla, atlarıyla, itleriyle saldıran Hollanda Polisi ve onların ırkçı yöneticileri bu faşizan tutumuyla Avrupa’nın gerçek yüzünü de ortaya çıkarmış oldu. Batı Avrupa’nın göbeğinde Türk-Müslüman düşmanlığını zirveye çıkaran bu çirkin, alçak davranışından dolayı Hollanda başta olmak üzere tüm Avrupa’yı ve Brüksel’i şiddetle kınıyoruz. Ayrıca, demokrasi ve özgürlük havarisi kesilen ve savunduğu değerlerin kendi üyeleri tarafından ayaklar altına alınmasına seyirci kalan Avrupa Birliği’nin sorumluluktan kaçması mümkün değildir.

Maalesef, Hollandalı faşist-nazi çeteleri uluslararası hukuku çiğneyerek bir Türk Bakanın kendi Ülkesinin Konsolosluğuna girmesini engellemiş, diplomatik nezaket kurallarını hiçe sayarak kaba ve çirkin bir tavırla bir Bakanı sınır dışı etmiş ve böylece diplomatik, insani ve siyasi bir krize yol açmışlardır. Biz de onlara, Türk Milletinin düşmanlığının ne kadar şiddetli olduğunu ve bu alçaklığın bedelini Hollandalılara ve onların destekçisi Almanlara mutlaka ödeteceğini hatırlatıyoruz.

Sürekli olarak Türkiye’deki ifade özgürlüğünün yetersizliğinden bahseden AB’li siyasetçilerin, Hollanda’da ve Almanya’da Türklerin ifade özgürlüğünün açıkça kısıtlanması karşısında sessiz kalmaları tam anlamıyla çifte standarttır. AB’nin “hem suçlu, hem güçlü” bir tavırla bir yandan Türkiye’ye karşı gayri samimi davranış sergilemesi, diğer yandan da Almanya ve Hollanda’nın yol açtığı siyasi-insani-diplomatik krizden dolayı Türkiye’yi suçlayarak önceden karara bağlanmış AB Mali Yardımlarının askıya alınmasını gündeme getirmesi kabul edilebilir bir durum değildir.

AB’nin bu çifte standartlı ve küstah yaklaşımları ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır. Nitekim 2012 tarihinde yayınlanan “AB’nin Türkiye Paradoksu” isimli kitabımızın ön kapağında şu not yer almaktadır: “Brüksel, 50 yıllık ortağı, 16 yıllık gümrük birliği partneri ve 7 yıldır tam üyelik müzakereleri yürüttüğü Türkiye‘ye karşı takındığı gayri samimi davranışlarının esasen kendi çıkarlarına zarar verdiğini anladığında, çok geç kalmış olacaktır…”. Geldiğimiz noktada Brüksel, Türkiye’yi iç siyasi malzeme olarak kullanmak ve Avrupa’da hortlayan Müslüman-Türk düşmanlığına göz yummakla kendi sonunu hazırladığının farkında değildir.

AB’nin ve üye ülkelerinin Türkiye’ye gayri samimi yaklaşımlarının en son örnekleri olarak özellikle Almanya ve Hollanda’da yaşanan siyasi-diplomatik skandalları gösterebiliriz. Öyle ki Türk Dışişleri Bakanının uçağının inişine “güvenlik” gibi saçma bir sebeple izin vermeyen Almanya ile yine bir Türk Bakanın kendi Konsolosluğuna girmesini engelleyip sınır dışı eden bir Hollanda, Avrupa’da gittikçe tehlikeli boyutlara ulaşan genelde yabancı özelde ise Müslüman-Türk düşmanlığının önderliğini yapmaktadırlar. Demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi savunduğu değerleri ayaklar altına alan Avrupa’nın bu lokomotif ülkeleri esasen, Türk Milletinin tarihi yeniden şahlanışının ayak seslerini duymuşlar ve paniklemişlerdir. Ne var ki bu ırkçı yaklaşımlarıyla Avrupalı şer odakları Türkiye’nin önünü kesemeyecekler bilakis bu tavırlarıyla Türklerin milli birlik ve beraberliğinin daha da güçlenmesine vesile olacaklardır.

Kuşkusuz, Avusturya, Almanya ve Hollanda gibi AB’nin kurucu üyelerinin son günlerde ortaya koyduğu Türkiye’ye yönelik haksız ve çirkin uygulamalar, Türk Milletinin AB’ye bakış açısını önemli ölçüde olumsuza çevirmiştir. Zira Türkiye’nin sabrı tükenmektedir. Son 10 yılda, AB projesine olumlu bakan Türk Vatandaşlarının oranı %70’lerden %30’lara kadar düşmüştür. Eğer, AB’nin önde gelen liderleri Türkiye ile olan ilişkilerini gerçekten düzeltmek istiyorlarsa ya da müzakere sürecinin hızlanmasını arzuluyorlarsa, öncelikle Türkiye’nin haklı endişelerine kulak asmaları ve Türk Halkına karşı samimi davranmaları gerekmektedir. Bir Kıbrıs Meselesi, bir vize meselesi, bir Ermeni Meselesi ve hatta bir gümrük birliği meselesi ortadadır ve bu meseleler adil ve kalıcı bir şekilde çözülmediği sürece Türkiye’den yeni adımlar atmasını beklemek anlamsızdır.

Kuşkusuz Türkiye, 2005’te başlayan katılım müzakerelerini devam ettirmek istemektedir ve bu süreci kendi Halkının yararına kullanmaktan yanadır. Ancak bu şartlar altında bunu ne kadar zor olduğu da açıktır. Kaldı ki Türkiye-AB Katılım Müzakerelerinin durma noktasına gelmesinden bizatihi Brüksel sorumludur. Dolayısıyla, bu sürece ivme kazandırmak yine AB’ye düşmektedir. Brüksel üzerine düşenleri yerine getirmedikçe, Türkiye’nin yeni bir adım atması zor görünmektedir. Bu anlamda AB’nin, öncelikle Türk vatandaşlarının serbest dolaşım hakkını gasp etmekten vazgeçmesi, Türkiye-AB ilişkilerini Kıbrıs ipoteğinden kurtarması, Türk diplomat, siyasetçi ve vatandaşlarının ifade ve seyahat özgürlüğüne saygı göstermesi gerekmektedir.

Daha önce “Almanya’da çok kültürlülük iflas etti” şeklinde açıklama yapan Angela Merkel, AB’nin bir “Hristiyan Klübü” olduğu yönündeki şüpheleri de gündeme getirmişti. Bugün Avrupa’daki Müslümanlara yönelik saldırılar ise AB’nin bir “Hristiyan Kulübü” olduğunu maalesef teyit etmektedir. Eğer AB’li siyasetçiler tüm dünyaya verdikleri bu görüntüden bir nebze olsun rahatsızlık duyuyorlarsa bu tür çifte standartlı, ayırımcı, ötekileştirici ve insanlık dışı yaklaşımları bırakarak uluslararası hukuka sadık kalmaları ve Birliğin demokrasi, özgürlük, insan hakları ve hoşgörü gibi evrensel değerlerine sahip çıkmaları gerekmektedir.

Yarım asırdan fazla bir geçmişe sahip bulunan Türkiye-AB ortaklık ilişkisinin sağlam bir hukuki zemine oturtulduğu da unutulmamalıdır. Ayrıca Türkiye, AB’nin 5’inci büyük pazarı ve 7’inci büyük ticaret ortağı olarak karşımızda durmaktadır. Kaldı ki 1959 yılında başlayan ortaklık ilişkisi zamanla genişlemiş, gümrük birliği ile derinlik kazanmış ve nihayet aday üyelik süreciyle birlikte ekonomik boyutun ötesine geçmiş, siyasi ve toplumsal bir nitelik kazanmıştır. Bu bakımdan, çok boyutlu ve dinamik bir yapıya sahip bulunan Türkiye-AB ilişkilerinin, bir Hollanda’nın kişisel siyasi çıkarlarına feda edilmesi akıl ve mantıkla izah edilebilecek bir durum değildir.

Ne var ki AB’nin lokomotif ülkelerinin, hiç bir zaman Türkiye’nin İslam dünyasıyla Batı arasında bir köprü olmasını istememektedirler. Bu ülkeler, Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemindeki konumuna benzer bir şekilde, Müslüman dünyasıyla Avrupa arasında tampon bölge rolünü oynamasını istemektedir ki küresel bir oyuncu olmaya hazırlanan Türkiye’nin böyle bir senaryo içinde yer alması söz konusu bile olamaz.

Öte yandan, terör örgütlerine yardım ve yataklık eden bir Almanya’nın bir Hollanda’dan veya Avusturya’dan hiçbir farkı yoktur. Her biri kara emperyalizmin birer maşası olan bu ülkelere ve onların üst akıllarına gereken dersin verilmesi, Türk Milletinin boynunun borcudur. Neticede, binlerce yıllık devlet tecrübesi, kültür ve medeniyet birikimi ile tarihin kaydettiği en dinamik milletlerden bir olan Türkler, “demokrasi ve özgürlük” maskesi arkasına sığınan bu şer odaklarının kahpe oyunlarını bozabilecek yeteneğe sahiptir.

Hiç bir millet, dininin, dilinin, kültür ve medeniyetinin, devlet ve vatanının parçalanması gayretlerine müsamaha gösteremez. Bayrağının düşürülmesi karşısında sessiz kalamaz. Bakanına, diplomatına, vatandaşına karşı kötü muameleyi cezasız bırakamaz. Türk Milletinin dostluğunun da düşmanlığının da muhteşem olduğunu çok iyi bilen bu şer odakları, artık Türk Milletinin hesap soracağı günü beklesinler.

Bilinmelidir ki Türkiye Cumhuriyeti, büyük Türk Milletinin tek ve bağımsız kalesi olup, aynı zamanda bütün Dünya Türklüğünün ve bütün mazlum milletlerin de ümidi durumundadır. Ay-Yıldızlı Al bayrağın dalgalanabildiği tek ülke olan Türkiye’miz, Allah’ın izniyle, yeni bir diriliş ve şahlanışın eşiğinde bulunmaktadır. Türk Milleti, 21. Yüzyıla damgasını vuracak, hiç bir güç de buna engel olamayacaktır.

Bir yandan İslâm’ın kılıcı ve kalkanı olarak önemli hizmetler veren Türkler, bir yandan da, tarih boyunca kurdukları imparatorluklarda, egemenlikleri altına aldıkları halklara din ve vicdan özgürlüğü tanıyarak, bunların birlikte, barış içinde yaşamalarını temin etmiş ve evrensel barışa büyük katkılar sağlamışlardır. Binlerce yıllık tarihi boyunca Dünyada adaleti hâkim kılmak arzusuyla hareket eden Türkler, bir nevi bütün insanlığın sorumluluğunu üzerinde taşımıştır. Hollanda’da Türklere reva görülen muamele dikkate alındığında bu sorumluluğun önemi ortaya çıkmaktadır.

Her fırsatta ifade ettiğimiz gibi, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet var olabilmesinin yegâne şartı milli birlik ve beraberliktir. Velhasıl, tüm iç ve dış düşmanlarımızın şunu iyi bilmeleri gerekmektedir: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür, parçalanamaz. Ayrıca, milli sınırlarına ve Devletine uzanan elleri kesmekle kalmaz, o ellere hükmeden kafaları da yok etmesini bilir. Umuyoruz ki, Türkiye’ye yönelik bu çirkin davranış, kapitalist şer odaklarının ve onların hain taşeronlarının Türkiye’ye yönelik son saldırıları olsun. Ve yine istiyor ve bekliyoruz ki Türk Milleti böylesi bir krizle bir daha karşılaşmasın.

Netice olarak, özellikle Almanya, Avusturya ve Hollanda’da şiddetlenen, genelde ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına özelde ise Müslüman-Türk düşmanlığına yönelik eylemlere prim veren bu zihniyetin evrensel batı değerlerini ayaklar altına aldığının Avrupa kamuoyu tarafından değerlendirmeye alınacağını ümit etmekteyiz. Aksi halde, Avrupalı siyasetçilerin göz yumdukları ve müsamaha gösterdikleri ırkçı yabancı düşmanlarının, yakın zamanda AB’yi darmadağın etmesi ve nihayet Avrupa kıtasını ağır siyasi ve sosyal bunalımlara mahkûm etmesi kaçınılmazdır.

Share This:

Nejat ÇOĞAL Tiyatroda…

Nejat ÇOĞAL, Küçük Tiyatro, Ulus/Ankara’da, Merhum Neşet ERTAŞ’ın hayat hikayesini konu alan “Neşe’ Dert’ Aşk” isimli oyunu izlemiş ve Tiyatro çıkışında, oyun hakkında basına değerlendirmelerde bulunmuştur…

Share This:

Makale – Kıbrıs’ta Ne Dedik, Ne Oldu?

Nejat ÇOĞAL

Nejat ÇOĞAL

Kıbrıs’ta Ne Dedik, Ne Oldu?

23 Şubat 2017

Maalesef Kıbrıs’ta ne dediysek, o oldu. Yani, Rum lider Anastasiadis bizi bu defa da şaşırtmadı. 16.02.2017 tarihinde Kıbrıs’ta yapılan görüşmelerde Rum Lider masadan kaçtı. Ani bir tavırla kapıyı çarpıp gitti. Peki, 03.11.2016 tarihinde, yine bu köşede yayımlanan “Kıbrıs’ta Tarihin Tekerrürü” başlıklı makalemizde şöyle demiştik: “Biz bu filmi daha önce de izledik, hem de birçok defa… Netice itibarıyla Kıbrıs’ta tarih tekerrür etmektedir. Rum Lider Anastasiadis, zamana oynamakta ve oyalama taktiği uygulamaktadır. Büyük ihtimalle Anastasiadis, seçim bahanesiyle 2017 yılı başında masadan kaçacak/Türk tarafını masadan kaçırtacak ve müzakere süreci en az bir yıl duracaktır…”. Evet, maalesef öyle de oldu.

Kıbrıs müzakerelerine ilişkin öngörülerimizde haklı çıkmaktan elbette memnuniyet duymamaktayız. Ancak, bunda da bir hayır olduğu kanaatindeyiz. Zaten, görünen köy kılavuz istemez. Klasik Rum/Yunan siyaseti ve Anastasiadis hakkında yeterli bilgiye sahip olduğunuzda, Rum Liderin nasıl davranacağını tahmin etmeniz zor olmayacaktır.

Peki, 16.02.2017 tarihinde Kıbrıs’ta neler oldu? Bilindiği gibi, 1950 yılında Kıbrıslı Rumlar arasında yapılan “enosis plebisiti”nde Rum Papazlar ev ev dolaşarak imza toplamış ve sonuçta Rumların %96’sı Yunanistan’la birleşme isteğini ortaya koymuştu. İşte Rum Meclisi, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı anlamına gelen bu enosis referandumunun bundan böyle okullarda kutlanmasını öngören bir karar almıştır. Rumların ırkçı ELAM Partisinin öncülüğünde alınan bu karar, kuşkusuz Güney Kıbrıs’ta enosis rüyası gören gençler arasında ciddi bir motivasyon sağlayacaktır. Kıbrıs’ta çözüm görüşmelerinin belli bir aşamaya geldiği ve Liderlerin ciddi yakınlaşmalar sağladığı bir dönemde, Rum Meclisinin süreci baltalayıcı böylesi bir karar almış olması, kuşkusuz manidardır. Bu karar aynı zamanda Rum Lider Anastasiadis’in ekmeğine de yağ sürmüştür. Zira aylardır masadan kaçmanın yollarını arayan Anastasiadis, aradığı bahaneyi bulmuştur.

Rum Liderin bu olumsuz kararı net bir şekilde reddetmek yerine, en azından sessiz kalarak zımnen kabul etmiş olması, “Enosis Krizi” adı altında, beklenen krizi de gündeme getirmiş oldu. BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Barth Eide’nin de katıldığı16 Şubat tarihli Liderler Toplantısı’nda KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı, Türk tarafının mezkûr kararla ilgili endişelerini dile getirmiş, “Rum Meclisinin Enosis kararı düzeltilmeden müzakerelere devam edilemeyeceği”ni Rum tarafına iletmiştir. Rum Lider Anastasiadis bunun üzerine, hiçbir şey söylemeden herkesin gözü önünde kapıyı çarparak çıkıp gitmiştir. Yani masadan bir kez daha kaçmıştır. Ardından yaptığı açıklamada, masadan kaçmadığını, masadan kaçan tarafın Türk tarafı olduğunu ileri sürerek KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’yı suçlamıştır. Bu tavrıyla Anastasiadis, “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık.” diyen eski Rum Lider Glafkos Klerides’in takipçisi olduğunu göstermiş ve Türk tarafının haklılığını bir kez daha otaya koymuştur.

Gelin şimdi hep birlikte, yeni bir “Enosis Krizi”ne yol açan Rum Lider Anastasiadis’i tanımaya çalışalım:

16 Şubat 2017 tarihinde diplomatik bir krize yol açan Rum Lider Nikos Anastasiadis’in bu tavrı ilk olmadığı gibi elbette son da olmayacaktır. Uzlaşmaz tutumunu gelenek hâline getiren Rum Lider, yakın geçmişte de benzeri siyasi krizlere imza atmıştı. Mesela, 2013 yılı başında Başkan seçilen Nikos Anastasiadis ne yaptı dersiniz?  Tam bir yıl süreyle KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmadı. Üstelik göreve gelir şunları söyledi: “Türkiye doğalgaza karışmasın, kapalı Maraş’ı bize iade etsin; o zaman AB’deki  vetomuzu kaldırmayı düşünürüz.”. Anastasiadis, daha Rumlar AB’ye girmeden önce ne diyordu? “Kıbrıs-AB birleşmesini başarmak suretiyle, aynı zamanda Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesini de başarmış olacağız.” Yanidolaylı ENOSİS… Peki, bugün yaşanan krizin adı nedir? “Enosis Krizi”. Hiç şaşırmadık.

Tam bir yıl süreyle müzakere masasından kaçan Anastasiadis, AB, ABD ve BM’nin başını çektiği uluslararası toplumun yoğun baskıları neticesinde KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile masaya oturmayı kabul etmişti. KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile birlikte 11 Şubat 2014 tarihinde bir Ortak Açıklama’ya imza atan Rum Lider Anastasiadis, kısa bir süre sonra bu imzasını da inkâr etmişti. Yapılacak çözüm müzakerelerinin genel çerçevesini belirleyen ve Kıbrıslı Türklerle eşit statüde olacakları, iki toplumlu, iki kesimli federal bir ortak devleti öngören bu mutabakat Zaptı, daha sonra Anastasiadis’in başına bela olmuştur.

11 Şubat’ta attığı imzadan pişmanlık duyan Anastasiadis, 25 Temmuz 2014 tarihli Liderler görüşmesinde diplomatik bir skandala yol açmıştır. Müzakere masasında kontrolünü kaybederek “Bugüne kadar kabul edilenler beni ilgilendirmez, sadece benim kabul edeceğim konular görüşülmeli, benim istediğim olacak.” diye bağırmış, gözlüğünü fırlatmış, sigara yakmış, masayı yumruklamış ve heyetini masada bırakıp gitmiştir. Böylece, daha önce Talat-Hristofyas ikilisinin anlaşmaya vardıkları konuları “yok saydığını” itiraf eden Rum Lider, içine düştüğü derin çelişkiyi de herkese göstermiş oldu. Zira 11 Şubat 2014’te KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile birlikte altına imza atıp tüm dünyaya ilan ettikleri ortak çözüm çerçevesinin, aynı zamanda Mehmet Ali Talat ile Dimitris Hristofyas’ın uzlaşmaya vardığı konular olduğunu çok iyi bilmekteydi.

25 Temmuz’da yumrukladığı müzakere masasını terk edeceğinin ilk sinyalini de vermiş olan Anastasiadis, çok geçmeden, 9 Ekim 2014’te yapılması planlanan görüşmeden bir gün önce, yeni AB Komisyonu Başkanı Juncker’i de arkasına alarak Kıbrıs’ın sözde Münhasır Ekonomik Bölgesine Türkiye’nin savaş gemileri göndermesinibahane edip barış görüşmelerine katılmayacağını açıklamıştır. Bu tarih itibarıyla “masa”dan kaçan Anastasiadis’in geri dönmesi ise tam 8 ay sürmüş ve nihayet Mayıs 2015’te KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ile görüşme masasına oturabilmiştir.

Ne var ki bu müzakereler de fazla sürmemiştir. Nitekim kısa bir süre sonra Rum lider İstanbul’da yeni bir siyasi krize kapı aralamıştır. Rum Lider, KKTC Cumhurbaşkanı ile hem de İstanbul’da aynı masada yemek yemeyi kendine yedirememiş ve apar topar İstanbul’u terk etmiştir. Ardından da, birkaç gün sonra Ada’da yapılacak olan ve önceden planlanmış bulunan Liderler buluşmasına tek taraflı olarak katılmayacağını açıklamıştır. Düşünün ki İstanbul’da verilecek bir uluslararası çalışma yemeğine, Türkiye’nin resmen tanımadığı GKRY’nin Lideri katılacak, buna karşın, Türkiye’nin resmen ve fiilen tanıdığı yavru vatan KKTC’nin Cumhurbaşkanı katılmayacak. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Kaldı ki Türkiye’den böyle bir haksız talepte bulunmak, bırakın Anastasiadis’i, hiç kimsenin haddine değildir. Müslüman mahallesinde salyangoz satılamayacağını anlayan Rum Lider, apar topar İstanbul’u terk etmişti.

Esasen Anastasiadis, yol açtığı tüm bu diplomatik krizlerle iç politikaya yönelik mesajlar vermektedir. Zira 2018 Şubat ayında Güney’de Başkanlık seçimleri yapılacaktır ve Anastasiadis de seçimlerde aday olacaktır. Bütün Rum liderler, seçim öncesinde mütemadiyen aynı tavrı sergilemektedir. Yani, Kıbrıslı Türklerle eşit statüde olacakları bir çözümü reddetmek, müzakere masasını sudan bahanelerle terk etmek, Türk tarafını uzlaşmazlıkla suçlamak, Ada’nın güya tek meşru hükûmetiymiş gibi davranmak, Türkiye’nin AB katılım sürecini bir koz olarak kullanmaya çalışmak, Türkiye’yi uluslararası platformlarda köşeye sıkıştırmak gibi klasik Rum taktiklerine başvurmaktadırlar.

Oysa Akıncı ve Anastasiadis, 2016’yı çözüm yılı olarak ilan etmişlerdi. Olmadı, 2017’ye kaldı. Peki, bu şartlarda veya bu bakış açısıyla hangi çözümden bahsedilebilir? Biz, daha önce defalarca söyledik:  Anastasiadis seçim bahanesiyle masadan kaçacak ve müzakere süreci en az bir yıl duracaktır. Zaten, Rumların tuzu kurudur. Çözüm için niçin acele etsinler ki? Onlar, uluslararası camianın Kıbrıs’ta tanıdığı tek meşru hükûmettir. GKRY AB üyesidir. Buna karşın, KKTC AB üyesi değildir ve Kıbrıs Türk Halkı izolasyonlar altında ezilmekte ve dünyadan âdeta tecrit edilmektedir. İşte bu yüzden, Kıbrıslı Türkler çözüm için ne kadar acele ederse, Rumlar da o derece oyalama taktiklerine başvuracaklardır.

 Bu noktada, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın müzakerelerde dikkat etmesi gereken hususları bir kez daha hatırlatmakta yarar bulunmaktadır:

– Kıbrıs Türk halkının yakın geçmişte yaşadığı acı olayları daima hatırda tutmalıdır.

– Ada’daki kalıcı barış ve huzur ortamının yegâne teminatı Türkiye’dir.

– Ana Vatansız bir KKTC’nin var olması mümkün değildir.

– Kıbrıs üzerindeki Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisi, Ada’daki Türk askerî varlığı,  iki kesimlilik ve Kıbrıs Türk halkının kurucu eşit ortaklığı, kırmızı çizgilerimizdir. Müzakere dahi edilemez.

– KKTC’deki yerleşiklerin temel hak ve özgürlükleri kısıtlanamaz.

– Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs Türklerinin meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulması mümkün değildir.

– Sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmamıştır, olmayacaktır. Rumların muhtemel ayak oyunlarına karşı çok dikkatli olunmalıdır.

– Enosis hayali çöpe atılmamıştır, atılmayacaktır.

– Anastasiadis’in bir Klerides veya Hristofyas’tan hiçbir farkı yoktur.

– Kısaca, artık ihtiyatlı bir iyimserlikten öte çok dikkatli bir şekilde müzakere yürütülmesi gerekmektedir.

Netice itibarıyla Kıbrıs’ta ne dediysek o olmuştur. Rum Lider Anastasiadis bir kez daha masadan kaçmış ve yeni bir siyasi krize imza atmıştır. Rum Lider Hristofyas’ın  “Biz sessiz ve özlü çalışırız.” şeklinde özetlediği ikiyüzlü Rum/Yunan politikasında hiçbir değişiklik olmadığına bir kez daha şahit olmaktayız. Rumların anlaşmaya niyetleri yoktur. Onlar Ada’da tek taraflı bir çözümün arayışı içerisindedirler. Bu nedenle, yani, Kıbrıs Rum tarafının çözüm parametreleri değişmeyeceği için, Kıbrıs’ta yakın zamanda bir çözüm mümkün değildir.

Ayrıca, Ada’nın Türkiye’nin stratejik çıkarları açısından vazgeçilmez bir öneme sahip olduğunu da bu vesileyle belirtmek isteriz. Anadolu’nun güvenliği açısından hayati önemi haiz böyle bir Ada’nın, Kıbrıs Türk Halkının AB rüyası gören malum bir kesiminin heveslerine kurban edilemeyeceğini de burada ifade etmek isteriz. Velhasıl, tüm dünyanın şunu net bir şekilde görmesi gerekmektedir: Ada’da bir tek Müslüman-Türk olmasa bile, Türkiye’nin bir Millî Kıbrıs Davası olmak zorundadır.

Nihayet, bilinmelidir ki Kıbrıs meselesi sonsuza dek masada kalamaz. Bu nedenle, makul bir süre içerisinde, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde -ki gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir- mevcut statünün devamını, yani KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınmasını sağlamanın en doğru yol olacağını da tüm tarafların dikkatine sunmak isteriz.

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/7335/kibris-ta-ne-dedik-ne-oldu.html

 

Share This:

Güle Güle Anastasiadis

Nejat ÇOĞAL

Nejat ÇOĞAL

turkocagi@turkocagi.org.tr

Güle Güle Anastasiadis
06 Hazıran 2016

Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da düzenlenen Dünya İnsani Zirvesi’nde, ani bir kararla Türkiye’yi terk eden Rum Lider’e “Güle Güle Anastasiadis” diyoruz.  Diplomatik bir krize yol açan Rum Lider Nikos Anastasiadis’in bu tavrı ilk olmadığı gibi elbette son da olmayacaktır. Bilindiği gibi, 60’a yakın Ülke ve uluslararası örgütle birlikte BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un da katılım sağladığı, tarihte ilk kez düzenlenen, İstanbul’daki Dünya İnsani Zirvesi’ne, GKRY Lideri de davet edilmişti. Buna karşın, KKTC Lideri Mustafa Akıncı haksız bir şekilde Zirve’ye davet edilmemiştir. Zirve’ye katılması engellenen KKTC Lideri Akıncı’nın BMGS tarafından davet edildiği “akşam yemeğine de katılmasını istemiyoruz” diyerek, ani ve reaksiyoner bir kararla İstanbul’u terk eden Anastasiadis, uzlaşmaz tavrını bir kez daha dünya kamuoyuna göstermiş oldu.

 

Bu tavrın, Anastasiadis için ilk olmadığını söylemiştik. Uzlaşmaz tutumunu gelenek haline getiren Rum Lider yakın geçmişte de benzerî siyasi krizlere imza atmıştı. Mesela, 2013 yılı başında, Başkan seçilen Nikos Anastasiadis ne yaptı dersiniz?  Tam bir yıl süreyle KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmadı. Üstelik göreve gelir gelmez ne söyledi? Buyurun;“Türkiye doğalgaza karışmasın, Kapalı Maraş’ı bize iade etsin, o zaman AB’deki  vetomuzu kaldırmayı düşünürüz”.Devam edelim: Anastasiadis, daha Rumlar AB’ye girmeden önce ne diyordu? “Kıbrıs-AB birleşmesini başarmak suretiyle, aynı zamanda Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesini de başarmış olacağız.” Yani, dolaylı ENOSİS…

 

Tam bir yıl süreyle müzakere masasından kaçan Anastasiadis, AB, ABD ve BM’in başını çektiği uluslararası toplumun yoğun baskıları neticesinde KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile masaya oturmayı kabul etmişti. KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile birlikte 11 Şubat 2014 tarihinde bir Ortak Açıklamaya imza atan Rum Lider Anastasiadis, kısa bir süre sonra bu imzasının da inkâr etmişti. Yapılacak çözüm müzakerelerinin genel çerçevesini belirleyen ve Kıbrıslı Türklerle eşit statüde olacakları, iki toplumlu, iki kesimli federal bir ortak devleti öngören bu mutabakat Zaptı, daha sonra Anastasiadis’in başına bela olacaktır.

 

11 Şubat’ta attığı imzadan pişmanlık duyan Anastasiadis, 25 Temmuz 2014 tarihli Liderler görüşmesinde diplomatik bir skandala da imza atmıştır. Müzakere masasında kontrolünü kaybederek, Bugüne kadar kabul edilenler beni ilgilendirmez, sadece benim kabul edeceğim konular görüşülmeli, benim istediğim olacak” diye bağırmış, gözlüğünü fırlatmış, sigara yakmış, masayı yumruklamış ve Heyetini masada bırakıp gitmiştir. Böylece, daha önce Talat-Hristofyas ikilisinin anlaşmaya vardıkları konuları “yok saydığını” itiraf eden Rum Lider, içine düştüğü derin çelişkiyi de herkese göstermiş oldu. Zira 11 Şubat 2014’te KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile birlikte altına imza atıp, tüm dünyaya ilan ettikleri ortak çözüm çerçevesinin, aynı zamanda Mehmet Ali Talat ile Dimitris Hristofyas’ın uzlaşmaya vardığı konular olduğunu çok iyi bilmekteydi.

 

25 Temmuz’da yumrukladığı müzakere masasını terk edeceğinin ilk sinyalini de vermiş olan Anastasiadis, çok geçmeden, 9 Ekim 2014’te yapılması planlanan görüşmeden bir gün önce, yeni AB Komisyonu Başkanı Juncker’i de arkasına alarak ve Kıbrıs’ın sözde Münhasır Ekonomik Bölgesine Türkiye’nin savaş gemileri göndermesinibahane ederek, barış görüşmelerine katılmayacağını açıklamıştır. Bu tarih itibariyle Masadan kaçan Anastasiadis’in geri dönmesi ise tam 8 ay sürmüş ve nihayet Mayıs 2015’te KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı Mustafa AKINCI ile görüşme masasına oturabilmiştir.

 

Anastasiadis’in son siyasi krizi de işte geçtiğimiz günlerde İstanbul’da vuku bulmuştur. Rum Lider, KKTC Cumhurbaşkanı ile, hem de İstanbul’da aynı masada yemek yemeyi kendine yedirememiş ve apar topar İstanbul’u terk etmiştir. Ardından da, birkaç gün sonra Ada’da yapılacak olan ve önceden planlanmış bulunan Liderler buluşmasına tek taraflı olarak katılmayacağını açıklamıştır. Düşünün ki İstanbul’da verilecek bir uluslararası çalışma yemeğine, Türkiye’nin resmen tanımadığı GKRY’nin Lideri katılacak, buna karşın, Türkiye’nin resmen ve fiilen tanıdığı yavru vatan KKTC’nin Cumhurbaşkanı katılmayacak. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu. Kaldı ki Türkiye’den böyle bir haksız talepte bulunmak, bırakın Anastasiadis’i hiç kimsenin haddine değildir. Müslüman mahallesinde salyangoz satılamayacağını anlayan Rum Lider, apar topar İstanbul’u terk etmiştir.

 

Esasen Anastasiadis, iç politikaya yönelik mesajlar vermeye başlamış bulunmaktadır. Zira, 2018 Şubat ayında Güney’de Başkanlık seçimleri yapılacaktır ve Anstasiadis de seçimlerde aday olacaktır. Bütün Rum Liderler seçim öncesinde mütemadiyen aynı tavrı sergilemektedirler. Yani, Kıbrıslı Türklerle eşit statüde olacakları bir çözümü reddetmek, müzakere masasını sudan bahanelerle terk etmek, Türk tarafını uzlaşmazlıkla suçlamak, Ada’nın güya tek meşru hükümetiymiş gibi davranmak, Türkiye’nin AB katılım sürecini bir koz olarak kullanmaya çalışmak, Türkiye’yi uluslararası platformlarda köşeye sıkıştırmak gibi klasik Rum taktiklerine başvurmaktadırlar.

 

Oysa Akıncı ve Anastasiadis, 2016’yı çözüm yılı olarak ilan etmişlerdi. Peki, bu şartlarda veya bu bakış açısıyla hangi çözümden bahsedilebilir? Biz, yakında neler olacağını şimdiden söyleyelim:  Anastasiadis seçim bahanesiyle masadan kaçacak ve müzakere süreci en az bir yıl duracaktır. Zaten, Rumların tuzu kurudur. Çözüm için niye acele etsinler ki? Onlar, uluslararası camianın Kıbrıs’ta tanıdığı tek meşru hükümettir. GKRY AB üyesidir. Buna karşın, KKTC AB üyesi değildir ve Kıbrıs Türk Halkı izolasyonlar altında ezilmekte ve dünyadan adeta tecrit edilmektedir. İşte bu yüzden, Kıbrıslı Türkler çözüm için ne kadar acele ederse, Rumlar da o derece oyalama taktiklerine başvuracaklardır.

 

Netice itibariyle, İstanbul’da, KKTC Cumhurbaşkanı ile aynı masaya oturmayı kendine yediremeyen bir GKRY Liderine, Türkiye olarak “güle güle” demekten başka çaremiz yoktur. Ayrıca, bilinmelidir ki Anastasiadis’in bu tavrı daha önceki Rum Liderlerinkinden farklı değildir. Zira, bu hareket tarzı tam anlamıyla “sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetidir”.

 

Mustafa Akıncı KKTC Cumhurbaşkanı seçildiğinde kendisini uyarmıştık. Daha sonraki her fırsatta da bu uyarımızı tekrarladık. Maalesef uyarımızda haklı çıktık. Yani, Anastasiadis’in bir Hristofyas’tan veya Klerides’ten farklı olmadığını, Enosis hayalinin çöpe atılmadığını, atılmayacağını, Ana Vatansız bir KKTC’nin var olamayacağını, sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmadığını, olmayacağını, kısaca, Akıncı’nın ihtiyatlı bir iyimserlik içerisinde müzakere yürütmesi gerektiğini söylemiştik. KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın bugün Rum Lider Anastasiadis’in gerçek yüzünü görmüş olması sevindiricidir ama yeterli değildir. Bu vesileyle, Akıncı’nın kuru AB sevdasından vazgeçip, öncelikle Kıbrıs Türk Halkının meşru ve temel hak ve çıkarlarını ve anavatan Türkiye’nin Ada üzerindeki hak ve yükümlülüklerini esas alan bir çözüm dışında hiçbir alternatifi müzakere masasına getirmemesi gerektiği yönündeki uyarımızı burada bir kez daha tekrarlamak mecburiyetinde olduğumuzu ifade etmek isteriz.

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/6748/gule-gule-anastasiadis.html

Share This:

Makale – Kıbrıs’ta Çözümün Şifreleri

Araştırmacı-Yazar Nejat ÇOĞAL’ın “Kıbrıs’ta Çözümün Şifreleri” başlıklı makalesi, KIRMIZILAR’da yayınlandı…

Pazar, 22 Ocak 2017 23:26

Kıbrıs’ta Çözümün Şifreleri

Kıbrıs’ta Çözümün Şifreleri

“Kıbrıs’ta problem; Zürih ve Londra Anlaşmaları ile tesis edilen 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti Devletinin 1963 yılında Rumlar tarafından yıkılması ve Kıbrıslı Türklerin bu devlet mekanizmasından tamamen dışlanarak, tedhiş ve katliamlara maruz bırakılmasıdır.”

***** 

Nejat ÇOĞAL[i]

Son günlerde Kıbrıs’ta çok önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Öyle ki Kıbrıs tarihinde ilk defa, 12 Ocak 2017 tarihinde Cenevre’de, 5’li konferans toplandı. Bilindiği gibi, adada kalıcı bir çözüme ulaşmak amacıyla 7-11 Kasım ve 20-21 Kasım 2016 tarihlerinde, İsviçre’nin Mont Pelerin Kasabasında Kıbrıslı Liderler bir araya gelmişlerdi. Ne var ki toprak konusu görüşülemeden ve 5’li zirve için tarih belirlenemeden bu görüşmeler tıkanmış ve Liderler apar-topar Ada’ya geri dönmüşlerdi. Yunanistan Başbakanı Çipras’ın “Garantilerin kaldırılması ön şartı” müzakerelerin durmasına yol açmıştı. Böylece, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın 2016 sonuna kadar Kıbrıs’ta nihai çözüme ulaşma hedefi de 2017 baharına kalmış oldu. 

Kıbrıslı Liderlerin, 1 Aralık 2016 tarihinde vardıkları mutabakata uygun olarak KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı ile GKRY Lideri Anastasiadis 9-10-11 Ocak günlerinde Cenevre’de tekrar bir araya gelerek müzakereler yürüttüler. Burada bazı yeni ilerlemeler de sağlandı. 11 Ocak’ta harita sunumu yapıldı. Haritalar karşılıklı olarak görüldü ve BM’ye teslim edildi ve BM tarafından kasada kilit altına alındı. Tarafların sunduğu haritalar ancak iki liderin ortak kararıyla oradan çıkarılabilecek. 12 Ocak’ta ise 5’li konferans süreci başlatıldı. 9-11 Ocak tarihleri arasında ikili olan süreç, 12’sinden itibaren üç garantör ülkenin de katılımı ve AB’nin sadece gözlemci olarak dâhil olmasıyla devam etti.  

12 Ocak’ta Cenevre’de başlayan beşli konferansa, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, BM Genel Sekreteri Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Barth Eide, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve GKRY Lideri Nikos Anastasiadis ile garantör ülkeler adına T.C. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Kocas ve İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson iştirak ettiler. Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm müzakerelerinin 6 ana başlığından (Ekonomi, AB, Mülkiyet, Yönetim-Güç Paylaşımı, Toprak ile Güvenlik ve Garantiler) “Güvenlik ve Garantiler” başlığı konferansın ana gündem maddesini oluşturdu. Ne var ki, Yunanistan’ın süre istemesi nedeniyle görüşmeler burada durakladı. Yunanistan, Atina’da birtakım görüşmeler yapılmasına ihtiyaç duyduğu gerekçesiyle, 23 Ocak’a kadar süre istedi ve 18 Ocak üzerinde mutabakat sağlandı. 18 Ocak’ta taraflar teknik heyetler marifetiyle Cenevre’de tekrar bir araya gelecekler ve 5’li Konferans devam edecek. 18 Ocak’taki teknik görüşmelerin ardından taraf ülkelerin dışişleri bakanlarının bir araya gelmesi planlanmaktadır.  

Peki, bundan sonra ne olacak? Bunu bekleyip hep birlikte göreceğiz. Bu aşamada bildiğimiz tek şey, Kıbrıs’ta tarihin tekerrür ediyor olduğudur. Evet, maalesef, Akıncı-Anastasiadis süreci de daha önceki nafile çözüm arayışlarıyla aynı akıbeti paylaşacak gibi görünmektedir. Zira, Ada’daki iki toplum arasındaki görüşmeler 1968 yılından bu yana devam etmektedir. 1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeleri“, 1992 yılında Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi“, 2004 Annan Planı, 2008 yılında 21 Mart Süreci, 49 yıldır devam eden görüşmelerin öne çıkan çözüm planlarıdır. Ne yazık ki bu çabaların hiçbirisi uygulamaya girememiştir. 48 yıldır Rum/Yunan tarafıyla bir çözüme ulaşılamamışken şimdi ne değişmiştir de, aylar içinde adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşma ümidi belirmiştir?  

Makalemizin konusu, özellikle bu kritik sorunun cevabını almaya yönelik olacaktır. Bu sorunun cevabına ulaşabilmek için de şu 5 sorunun cevabını aramamız gerekecektir: 

1- Kıbrıs’ta çözülmeye çalışılan problem nedir?

2- Ada’da taraflar nasıl bir çözüm istemektedir?

3- 50 yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesinin şimdi, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür?

4- Ada’nın gerçekleri nelerdir?

5- Akıncı’nın müzakerelerde dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir? 

Kıbrıs, ülkemizin ve Kıbrıs Türklerinin güvenliği açısından vazgeçilmez öneme sahip, milli bir davadır. Osmanlı Devleti’nin bakiyesi konumundaki diğer tüm Müslüman-Türk Topluluklarında olduğu gibi, Kıbrıs Türk Toplumu üzerinde de Türkiye’nin tarihi-kültürel sorumlulukları bulunmaktadır. Bununla birlikte, Ada’nın sahip olduğu jeostratejik konum da Türkiye için son derece önemlidir. Yani, Ada’da bir tek Müslüman-Türk olmasa bile Türkiye’nin bir Kıbrıs Meselesi olmak zorundadır. Evet, Kıbrıs bugün bölünmüştür ancak bu bölünmenin sebebi Türkiye değil, bilakis Ada’yı Helenleştirmeye çalışan Yunanistan’dır. Nihayet, Kıbrıs’ta bitmek bilmez çözüm arayışlarının en sonuncusu olan Akıncı-Anastasiadis Süreci önemli bir aşamaya gelmiş bulunmaktadır. Ancak, bugün Kıbrıs’ta yaşananları doğru analiz edebilmemiz için Meselenin tarihi arka planı hakkında kısaca bilgi vermekte yarar bulunmaktadır; 

Tarihi Arka Plan 

Bilindiği gibi, Kıbrıs 1571 yılında Osmanlı Devleti tarafından tekrar fethedilmiş ve böylece Ada’daki Venedik hâkimiyeti sona erdirilmiştir. Türklerin 50.000 şehit vererek ele geçirdiği Kıbrıs’ta Osmanlı İdaresi altında süren 307 yıllık bir barış ve huzur döneminin ardından, 1878 yılında Ada, hükümranlık hakkı Osmanlı Devleti’nde kalmak üzere, İngiltere’ye devredilmek zorunda kalınmıştır. 1914 yılında Kıbrıs’ı ilhak eden İngiltere, bu durumu, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Anlaşması’nın 20. maddesi ile tescil ettirmiştir. 1925 yılında İngiliz kolonisi ilan edilen Kıbrıs’ta, 1954 yılına kadar süren bir dönemde, Yunanlıların da tahrikleriyle, Türk ve Rum toplumları arasında cepheleşmeler başlamıştır. 

Merhum Adnan Menderes ve özellikle de Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun yoğun diplomatik girişimleri sayesinde Lozan’da kaybedilen bir vatan toprağı tekrar kazanılmıştır. Bu kapsamda, 1959 yılında, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ilişkin Zürih ve Londra Anlaşmaları imzalanmıştır. Ayrıca, Türkiye, İngiltere, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında imzalanan 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları ile Kıbrıs Cumhuriyetinin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve güvenliği garanti altına alınmıştır.  

16 Ağustos 1960 tarihli Anayasa ile kurulan Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Makarios, veto yetkisine sahip Cumhurbaşkanı Muavini de Dr. Fazıl Küçük olmuştur. Böylece Kıbrıs’ta yaklaşık 80 yıl süren İngiliz sömürge yönetimi sona ermiş, Kıbrıslı Türk ve Rum toplumları bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Bu anlaşmalar, aynı zamanda Türkiye’ye Ada üzerinde hak tesis etmesi bakımından son derece önemlidir. 1963 yılında, Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios, Türkleri Ortak Devlet yapılanmasından dışlamak amacıyla, aralarında anayasanın değişmez maddelerinin de bulunduğu 13 maddeden oluşan anayasa değişikliği önerilerini sunmuştur. Bu teklif Türkiye tarafından kabul edilmeyince, Rumlar tarafından Türklere karşı alçakça saldırılar başlamış ve yüzlerce Türk öldürülerek, evleri ve malları tahrip edilmiş ve binlerce Türk göç etmeye zorlanmıştır. Nihayet Rumlar, Türkleri Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti mekanizmasından tümüyle dışlamışlar ve Kıbrıs Cumhuriyetini tamamen Rumların kontrolü altına alarak, bu devleti adeta gasp etmişlerdir.  

Çalkantılı geçen bir dönemin ardından, 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunan Cuntası, Cumhurbaşkanı Makarios’u bir darbeyle devirmiş ve EOKA-B Çetesi Lideri Nikos Sampson’u Cumhurbaşkanı ilan etmiştir. Bunun üzerine Türkiye, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmalarından kaynaklanan hak ve yetkilerini kullanarak, Ada’da barış ve huzuru ve anayasal düzeni yeniden tesis etmek üzere, 20 Temmuz 1974 tarihinde, Kıbrıs’a askeri bir harekât düzenlemiştir. Kıbrıs Türk Barış Harekâtı sayesinde, Katil Nikos Sampson Ada’dan kaçmış, Kıbrıs’ta kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmış ve nihayet Yunan Cunta’sı da devrilerek Yunanistan’a demokrasi gelmiştir. 13 Şubat 1975 tarihinde, Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edilmiştir. Siyasi eşitliğe sahip, iki toplumlu, iki kesimli federal bir çatı altında birleşme hedefinin gerçekleşme şansının kalmadığını gören Kıbrıs Türk Toplumu, self-determinasyon hakkını kullanarak, nihayet 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilân etmiş ve uluslararası toplum nezdinde, bağımsız bir devlet olarak kendisini temsil etmeye başlamıştır. KKTC’nin kuruluş bildirgesini, Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş bizzat okumuştur.(BMGK 18 Kasım Tarihli Kararı) 

1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeleri“, 1992 yılında ise BM Genel Sekreteri Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi“, çözüm olarak, Kıbrıs Türk ve Rum Halklarının önüne konulmuş ancak her ikisi de Rumlar tarafından reddedilmiştir. 1990’lı yılların başında Rum-Yunan tarafı strateji değişikliğine gitmiştir. Buna göre, Kıbrıs meselesi Avrupa Birliği platformuna taşınacak ve bu vesileyle Rumlar lehine bir çözüm, Türk tarafına dayatılacaktır. İşte Rum/Yunan tarafının adım adım takip ettiği bu senaryonun en son aşaması olan Annan Planı 24 Nisan 2004 tarihinde Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak Referanduma sunulmuştur. Referandumda Kıbrıslı Türkler Plana %65 oranında EVET demelerine rağmen, Rumlar %76 oy ile HAYIR demişler ve böylece Annan Planı da daha öncekiler gibi tarihin tozlu raflarına kaldırılmıştır.  

Referandumdan bir hafta sonra Annan Planına “Hayır” diyen Rumlar AB üyesi yapılmış, Plana “Evet” diyen Kıbrıslı Türkler ise dışarıda bırakılmıştır. Rumların uluslararası anlaşmalara aykırı bir şekilde AB üyesi yapılmasıyla birlikte, Kıbrıs’ta çözümsüzlük daha da derinleşmiş oldu. Adeta içinden çıkılmaz bir hal aldı. Bu tarihten itibaren Yunanistan Kıbrıs meselesini,  AB tam üyelik sürecinde Türkiye’nin önüne bir engel olarak koymak suretiyle siyasi şantajlarına devam etmiştir. Geldiğimiz noktada ise Türkiye, Ya AB, Ya Kıbrıs, veya Türkiye’nin AB Yolu Kıbrıs’tan Geçer gibi tehditlerle köşeye sıkıştırılmaya çalışılmaktadır. “Çözüm ve AB”, “Yes Be Annem” sloganlarıyla Annan Planı’na “evet” diyen Kıbrıslı Türkler ise günümüzde AB tarafından aldatılmış olmanın verdiği hayal kırıklığını yaşamaktadırlar.  

2008 yılı başlarında Hrisyofyas’ın GKRY Lideri seçilmesiyle birlikte KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile Rum Lider arasında yeni bir müzakere süreci başladı. O dönemde iki eski dost olan Liderlere büyük umutlar bağlanmış, hatta bu süreç, bir “fırsat penceresi” olarak görülmüştü. Maalesef, büyük umutlarla başlayan ve AB perspektifiyle yürütülen Talat-Hristofyas süreci de hüsranla neticelendi. 

Peki, Hristofyas’ın ardından görevi devralan Nikos Anastasiadis ne yaptı dersiniz? Tam bir yıl süreyle KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmadı. Üstelik göreve gelir gelmez ne söyledi? Buyurun;“Türkiye doğalgaza karışmasın, kapalı Maraş’ı bize iade etsin, o zaman AB’deki vetomuzu kaldırmayı düşünürüz.” Göreve gelmesinden tam bir yıl sonra, başta AB, ABD ve BM olmak üzere uluslararası toplumun yoğun baskıları neticesinde, KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmayı kabul eden Anastasiadis, nihayet 11 Şubat 2014 tarihinde bir Ortak Açıklamaya imza atabilmiştir. Ortak Açıklamanın temel unsurları şöyledir: 

– Müzakereler, ‘her konuda uzlaşı sağlanmadan hiçbir konuda uzlaşılmış sayılmayacağı’ prensibine dayalı olacaktır.

–  Kıbrıs’ta varılacak çözüm, iki toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı bir federasyon şeklinde olacaktır.

 –  Birleşik Kıbrıs, AB’ye ve BM’ye üye, tek uluslararası kimliği, tek vatandaşlığı ve tek egemenliği bulunan bir devlet olacaktır.

–  Egemenlik Türk ve Rum halklarından kaynaklanacak, Birleşik Kıbrıs vatandaşları, aynı zamanda Türk ve Rum kurucu devletlerin de vatandaşı olacaktır.

 –  Ortak Devletin nitelikleri, iki eşit kurucu devletin oluşturduğu anayasada yer alacaktır. İki bölgeli, iki toplumlu AB normlarına uygun federal yapı tüm Ada’da geçerli olacak ve bu yapı hiçbir şekilde değiştirilemeyecek biçimde korunacaktır.

–  Kurucu devletler, kendi bölgelerinde kendi yetkilerini federal devletten bağımsız olarak kullanacak, taraflardan hiçbiri diğerine tahakküm edemeyecektir.

 11 Şubat’ta attığı imzadan pişmanlık duyan Anastasiadis, 25 Temmuz 2014 tarihli Liderler görüşmesinde diplomatik bir skandala da imza atmış ve daha önce Talat-Hristofyas ikilisinin anlaşmaya vardıkları konuları “yok saydığını” itiraf ederek, içine düştüğü derin çelişkiyi de herkese göstermiştir. Zira Anastasiadis, 11 Şubat 2014’te KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile birlikte altına imza atıp, tüm dünyaya ilan ettikleri ortak çözüm çerçevesinin, aynı zamanda Mehmet Ali Talat ile Dimitris Hristofyas’ın uzlaşmaya vardığı konuların aynısı olduğunu çok iyi bilmektedir. 

KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı seçilen Mustafa AKINCI’nın, icraatları ve yaklaşım tarzı ortada olan Anastasiadis ile nasıl bir çözüme ulaşacağını doğrusu biz de merak etmekteyiz. Bugün Akıncı-Anastasiadis süreci için oluşturulan atmosferin, 2008’de Talat-Hristofyas süreci için oluşturulan hava ile benzerlik göstermesi düşündürücüdür. Umarız, akıbeti de aynı olmaz.  

Kıbrıs’ta çözülmeye çalışılan problem nedir?  

Kıbrıs’ta problem; Zürih ve Londra Anlaşmaları ile tesis edilen 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti Devletinin 1963 yılında Rumlar tarafından yıkılması ve Kıbrıslı Türklerin bu devlet mekanizmasından tamamen dışlanarak, tedhiş ve katliamlara maruz bırakılmasıdır. Kıbrıs’ta problem, GKRY’nin, uluslararası camia tarafından Ada’nın tek meşru hükümeti olarak kabul ediliyor olmasıdır. Yine Kıbrıs’ta problem, Rumların haksız bir şekilde AB üyesi yapılmış olmasıdır. Kıbrıs’ta bir diğer problem, Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini tanımaması ve Kıbrıs Türk Halkını azınlık olarak görmesidir. Nihayet Kıbrıs’ta Problem, Rum/Yunan tarafının 1960’ta tesis edilen garanti sistemini inkâr etmesidir.  

kirmizilar.com 

 

Kıbrıs’ta taraflar nasıl bir çözüm istemektedirler?  

Kıbrıs’ta taraflar, birbirinden tamamen farklı çözümler istemektedirler. Kuşkusuz bu farklılık, tarafların probleme farklı teşhisler koymalarından kaynaklanmaktadır. Türkiye ve Kıbrıs Türk Halkının meseleye bakışı ve çözüm parametreleri oldukça basittir ve BM ile aynı doğrultudadır. Buna göre, Kıbrıs’ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi devam edecektir”. 

Rumların çözüm beklentileri ise Türk Tarafından tamamen farklıdır. Kıbrıs Rum tarafı çözümün, yeni bir ortaklıkta değil, Rumların egemenliğindeki sözde Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında olmasını istemektedir.  GKRY eski Lideri Hristofyas ” Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet haline dönüşecek olan Kıbrıs cumhuriyetidirdemiştir. Yine, Eski Rum Liderlerden Papadopulos “Ben halkımdan bir Devlet teslim aldım. Onu topluma dönüştüremem” demiştir. Ayrıca, Rumlara göre Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlükten kalkacak, Ada’daki Türk Askeri geri çekilecek, on binlerce yerleşik Türkiye’ye dönecektir.  

50 yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesinin şimdi, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür?  

Bu meyanda,  Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm müzakerelerinin başarı şansını azaltan ana sebeplerden kısaca bahsetmemizde yarar bulunmaktadır: 

– Görüşmelerin başarı şansını azaltan en önemli faktör, Hristofyas’ın  “Biz sessiz ve özlü çalışırız” şeklinde özetlediği ikiyüzlü Rum/Yunan politikasıdır. Bu, son derece tehlikeli bir yaklaşımdır ve çok dikkatli olunması gereken bir konudur. Nitekim, 10 yıl GKRY Liderliği yapan Glafkos Klerides’in, “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık” ifadeleriyle itiraf ettiği Rum psikolojisi, bugün de geçerliğini korumaktadır. Rumların anlaşmaya niyetleri yoktur.

– Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm görüşmelerinin başarıyla sonuçlanmasını engelleyen bir diğer faktör ise görüşmelerin “her konuda anlaşma sağlanmadan, hiçbir konuda anlaşma sağlanmış sayılmayacağı” prensibiyle yürütülmesidir. Zira, Kıbrıs gibi karmaşık bir meselede tarafların her konuda uzlaşmaya varması mümkün bulunmamaktadır.

– Ayrıca, Rum tarafı, güvenlik ve garantörlük sisteminin devam etmesini istememekte ve AB’nin garantörlüğünü yeterli görmektedir. Türk tarafı ise Türkiye’nin garantörlüğünü vazgeçilmez kabul etmektedir. Garantörlük Türkiye’nin kırmızı çizgisidir. Müzakere konusu dahi edilemez. 1959 Zürih ve Londra Anlaşmaları halen yürürlüktedir. Bugüne kadar da taraflardan hiçbirisi Anlaşmanın kaldırılmasına yönelik resmi bir başvuruda bulunmamıştır. Kaldı ki uluslararası hukuka göre taraflardan biri, tek başına Anlaşmayı feshedememektedir.

– Müzakerelerin önündeki bir diğer zorluk ise, Tük tarafı, mülkiyet konusunun takas ve tazminat yöntemiyle toplu olarak çözümünden yanayken, Rum tarafı bu konunun bireysel olarak ve iade yöntemiyle çözülmesinde ısrar etmektedir. Yine Türk tarafı, toprak konusunun iki kesimlilik ilkesine göre ve iki ayrı halkın yoğun olarak yaşadığı bölgeler dikkate alınarak çözülmesini isterken, Rum tarafı göçmenlerin topraklarına geri dönmesini savunmaktadır.

Rumlar, Ada’daki tüm yerleşiklerin Türkiye’ye geri dönmesini isterken, Türk tarafı bunun belirli sayıda olmasını istemektedir.

– Ayrıca, Türk tarafı müzakerelerde takvimlendirmeyi ve uluslararası toplumun sürece hakemlik yapmasını savunurken, Rum tarafı buna şiddetle karşı çıkmaktadır.

– Rum/Yunan tarafı, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kişilik” gibi temel kavramlara, tamamen Rum egemenliğini çağrıştıran anlamlar yüklemektedirler.

– Uluslararası toplum, GKRY’ni meşru Kıbrıs Hükümeti olarak tanımaktadır. Ayrıca, Rum tarafı haksız bir şekilde AB üyesi yapılmıştır. Hem, meşru kıbrıs hükümeti olarak tanınan ve hem de AB üyesi olan Rumların, Kıbrıslı Türklerle uzlaşması mümkün değildir.

– Kıbrıs’taki çözüm müzakerelerinin önündeki bir diğer engel ise Güney Kıbrıs’ta 2018 yılı Şubat ayında yapılacak Başkanlık seçimleridir. Bu nedenle, Rum Lider Anastasiadis zamana oynamakta ve oyalama taktiği uygulamaktadır. Büyük ihtimalle, Anastasiadis seçim bahanesiyle masadan kaçacak/Türk tarafını masadan kaçırtacak ve müzakere süreci en az bir buçuk yıl duracaktır.

Tüm bu zorluklar, Ada’da yürütülen çözüm müzakerelerin başarı şansını azaltan ciddi faktörlerdir.

Öte yandan, her iki toplum lideri nasıl bir anlaşmaya varırlarsa varsınlar, son sözü, Kıbrıs Türk Halkı söyleyecektir. Yani, varılacak bir anlaşma, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.  

Tüm bu olumsuzlukları bir arada değerlendirdiğimizde, 3. sorumuzun yani “50 yıldır çözülemeyen Kıbrıs Meselesinin, aylar içinde çözülmesi mümkün müdür? Sorusunun cevabını da vermiş olmaktayız. “Kıbrıs Rum tarafının çözüm parametreleri değişmeyeceği için, Kıbrıs’ta yakın zamanda bir çözüm mümkün değildir.

 

Ada’da Var Olan Gerçekler Ya da Kıbrıs’ta Çözümün Şifreleri Nelerdir?  

Kıbrıslı liderlerin, gerek kendi toplumlarını ve gerekse uluslararası kamuoyunu oyalamaktan vazgeçip, öngörülebilir çözümler üzerinde çalışmaları daha uygun olacaktır. Biz Türk tarafı olarak Kıbrıs’ta çözümün “Ada’daki gerçekler” temelinde olması gerektiğini savunuyoruz. Peki nedir bu gerçekler? 

– 1960 Garanti ve ittifak Anlaşmaları halen yürürlüktedir. Dolayısıyla Türkiye’nin Ada üzerinde, uluslararası hukuktan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisi devam etmektedir. Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlük yetkisi devredilemez ve kaldırılamaz.

– Ada’da dini, dili ve kültürü tamamen birbirinden farklı iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen devlet vardır. 

– 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963 yılında ortaklık statüsünü kaybetmiş ve bu tarihten itibaren sadece Rumları temsil eden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi haline dönüşmüştür.

– Kıbrıslı Türkler, Adanın Kuzey kesiminde, kendi ülke sınırları içerisinde, bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)eliyle egemenliklerini kullanmaktadırlar.

– Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta enosis’i gerçekleştirme ve kuşatma altına aldıkları Kıbrıslı Türkleri yok etme aşamasına geldikleri bir sırada, Türkiye’nin, Garanti Anlaşmasından kaynaklanan yetkisini kullanarak 1974 Temmuz’unda düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk Toplumunu, adeta uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Bu bakımdan Türkiye, kesinlikle Ada’da ‘işgalci’ konumunda olmayıp, barış ve huzurun güvencesi olarak Ada’daki varlığını sürdürmektedir.

 – Adanın fiilen ikiye bölünmesinin asıl nedeni, esasen 1974 Barış Harekâtı değil, Rumların Türklere karşı uyguladıkları katliamlar ve sürgün politikalarıdır.

– Osmanlı Devleti’nin bakiyesi konumundaki diğer tüm Müslüman-Türk Topluluklarında olduğu gibi, Kıbrıs Türk Toplumu üzerinde de Türkiye’nin tarihi ve kültürel sorumlulukları bulunmaktadır. Ayrıca, Ada Türkiye’nin stratejik çıkarları açısından vazgeçilmez bir öneme sahiptir.

– Kıbrıs Türk Tarafı daima çözümden yana tavır takınmış, Ada’da, tamamen eşit iki toplumlu, iki kesimli bir Federasyon kurulması yönündeki BM çabalarını desteklemiş, fakat Rumlar her defasında bu çözüm formüllerini reddeden taraf olmuştur.

– Kıbrıslı Türkler, 24 Nisan 2004 tarihinde Annan Planı’na “evet” demesine rağmen, Kıbrıslı Rumların tek taraflı olarak, güya tüm Ada’yı temsilen AB üyesi yapılması, sadece çözümsüzlüğün daha da derinleşmesine katkıda bulunmuştur. AB’nin bu tavrı Garanti ve İttifak Anlaşmalarına da aykırılık teşkil etmiştir. Kıbrıs Türk Halkına AB tarafından verilen sözler tutulmamış, vaat edilen mali yardımlar yapılmamış, Doğrudan Ticaret Tüzüğü uygulanmamış ve Kıbrıslı Türkler üzerindeki yıkıcı izolasyonlar devam ettirilmiştir.

– Rumların, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık”, “tek uluslar arası kişilik” gibi kavramlara, Rum egemenliğine dayanan anlamlar yüklediğini dikkate almak gerekmektedir.

– AB’nin KKTC’yi, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin etkin kontrolü altında bulunmayan bölgeler’ olarak nitelemesi ve tüm izolasyonlara rağmen Kıbrıslı Türkleri de AB vatandaşı olarak görmesi doğru değildir. KKTC ve Türkiye’nin, Kıbrıslı Türklerin dünya siyasi arenasında onurlu ve saygın bir yer edinmelerinin yegâne güvencesi olduğu gerçeğinin göz ardı edilmemesi bilhassa önem arz etmektedir.

– Kıbrıs’ta çözüm, BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Ayrıca, Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğü devam edecektir.

– Kıbrıslı Liderler tarafından ulaşılacak bir çözüm, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.

– Ada’da her iki halkın meşru ve temel hak ve çıkarlarını gözetecek adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamaması halinde, mevcut statünün devam etmesi ve KKTC’nin milletlerarası camia tarafından tanınmasına yönelik çabaların artırılması en uygun yol olacaktır.

Ada’nın bütün bu gerçekleri aslında, Kıbrıs’ta çözümün şifreleri gibidirler. İşte, Kıbrıs’ta umutların yeniden yeşerebilmesi için evvela Rumların bu şifreleri iyi kavramış olmaları ve ikiyüzlü diplomasiyle dünya kamuoyunu aldatmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir. Türkiye’nin ise, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmesi, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemesi büyük önem arz etmektedir.  

KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın müzakerelerde dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir?

 

– Kıbrıs Türk Halkının yakın geçmişte yaşadığı acı olayları daima hatırda tutmalıdır.

– Ada’daki kalıcı barış ve huzur ortamının yegâne teminatı Türkiye’dir.

– Ana Vatansız bir KKTC’nin var olması mümkün değildir.

– Ada üzerindeki Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi ile Ada’daki Türk Askeri varlığı,  iki kesimlilik ve Kıbrıs Türk halkının kurucu eşit ortaklığı kırmızı çizgilerimizdir. Müzakere edilemez.

– KKTC’deki yerleşiklerin temel hak ve özgürlükleri kısıtlanamaz.

– Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs Türklerinin meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulması mümkün değildir.

– Sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmamıştır, olmayacaktır.

– Enosis hayali çöpe atılmamıştır, atılmayacaktır.

– Anastasiadis’in bir Klerides’ten veya Hristofyas’tan hiçbir farkı yoktur.

– Kısaca, ihtiyatlı bir iyimserlik içerisinde müzakere yürütülmesi gerekmektedir. 

Netice itibariyle, 

1 Mayıs 2004 tarihine kadar meşru “Kıbrıs hükümeti” olarak milletlerarası camiada tanınıyor olmanın verdiği rahatlıkla hiçbir anlaşmaya yanaşmayan Rumlar, bu tarihten itibaren, AB üyesi olmanın da verdiği ekstra rahatlıkla, hem şımarık bir çocuk edasıyla uzlaşmaz tavırlarını pekiştirmişler ve hem de Türkiye’nin AB sürecini engelleme çabası içine girmişlerdir. GKRY’nin tek taraflı olarak ve Türkiye’den önce AB üyesi yapılması kuşkusuz yanlış olmuştur. Şimdi ise, Kıbrıs’ı birleştirme kisvesi altında Ada’nın bir bütün olarak yutulması gündemdedir. Ancak Türkiye, bu planın önündeki en büyük engel olarak görülmektedir. Nitekim özellikle Rum-Yunan tarafı ile AB temsilcilerinin “Türkiye’nin AB yolunun Kıbrıs’tan geçtiği” yönündeki beyanatları esasen, Türk Askerinin Ada’dan çekilmesi, Garanti ve İttifak Anlaşmalarının ortadan kaldırılarak, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki hak ve yükümlülüklerinin elinden alınması ve KKTC’nin yok sayılması temennisinden başka bir anlama gelmemektedir.  

Anastasiadis’in müzakerelerden beklentisi bellidir. Rum Lider, Türkiye’yi Ada’dan dışlayarak, Kıbrıs Türklerini azınlık konumuna düşüren, tamamen Rum egemenliğine dayalı bir çözüme ulaşmak istemektedir. Bu noktada Akıncı’nın çok dikkatli olması, Rumlar, Kıbrıslı Türklerle birlikte, eşit koşullarda bir arada yaşamayı kabul etmedikleri sürece Ada’da adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılmasının mümkün olmadığı gerçeğini iyi görmesi gerekmektedir. Aslında, geçmişte Rum mezalimi altında çok zor dönemler geçiren, evinden, köyünden sürgün edilen Kıbrıs Türk halkı artık Rumlarla birlikte yaşamak istememektedir. Özellikle 1963, 1967 ve 1974’ta yaşananlar, Türklerin Rumlarla birlikte yaşama arzularını tamamen ortadan kaldırmıştır. Kıbrıs’ta 1963 kanlı Noel olaylarını yerinde yaşamış olan, İngiliz gazeteci-yazar Henry Scott Gibbsons’un da kitabında açıkladığı gibi, bir gecede 103 Türk köyü boşaltılmış, içinde canlı insanlar bulunduğu halde Türk evleri dozerlerle yıkılıp çiğnenmiş, köylerde dozerlerle açılan çukurlara kadın ve çocuklar doldurulup canlı canlı toprakla üstleri örtülmüş, Lefkoşa hastanesinde 23 yaralı Türk tahıl kırma makinelerine atılmıştır. Maalesef, örnekleri çoğaltmak mümkündür. Rumların Türkleri yok etmeye yönelik bu katliamları esasen tüm dünyanın gözü önünde gerçekleşmiş ve olaylara bizzat şahit olan yerli-yabancı çok sayıda gazeteci-yazar tarafından kaleme alınmıştır. 

İşte, 1974 Barış Harekâtıyla birlikte barış ve huzur ortamına kavuşan Kıbrıslı Türkler, kesinlikle o acı dolu günlere geri dönmek istememektedirler. Benzer olayların tekrarlanmamasını kim garanti edebilir? AB mi? Elbette hayır. Kıbrıslı Türk soydaşlarımızın güvenliğinin yegâne garantörü Anavatan Türkiye’dir. Ada’da 43 yıldır barış ve huzurun güvencesi olan Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’dir. Gerçekler bu kadar ortada iken, Rumlardan veya Brüksel’den medet ummak nafile çabadır. Nitekim, “Ada’da AB’nin garantisi bize yeter, Türkiye’nin garantörlüğüne ihtiyacımız yok” gibi söylemlerin, Türkiye’yi dışlamaya yönelik taktiklerin bir parçası olduğunu görmek gerekmektedir. Ayrıca, Kıbrıs’ın bir bütün olarak, Türkiye’siz bir AB’ye dâhil edilmesine razı olmak, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki haklarından vazgeçmek anlamına gelecektir. Zira Rum/Yunan tarafı, uluslararası toplumun baskısıyla varılacak bir çözüm çerçevesinde, Kıbrıs Türk tarafının kazanılmış haklarını, (iki toplumluluk, iki kesimlilik, Türkiye’nin garantörlüğü gibi) Türkiye’nin üye olmadığı bir AB içinde kolaylıkla aşındırabileceğini düşünmektedir. 

Başta AB olmak üzere uluslararası toplumun Kıbrıs Rum Yönetimini “meşru Kıbrıs Hükümeti” olarak tanımaya devam ettikleri sürece, Rumların çözüme yanaşmaları mümkün olmayacak ve uzlaşmaz tutumlarını devam ettireceklerdir. Kıbrıs meselesinin AB’nin kuruluş ilkelerine göre çözülemeyeceğinin de artık anlaşılması gerekmektedir. Esasen Brüksel, 1960’ta tesis edilen güvenlik ve garantiler sistemini yıkarak Ada’nın yeni garantörü olma hesapları yapmaktadır. AB tarafından Kıbrıs nedeniyle askıya alınan 8 müzakere faslının da derhal serbest bırakılması gerekmektedir. Ayrıca Kıbrıslı Rumlar, AP’deki Kıbrıslı Türklere tahsis edilmiş olan iki sandalyeyi işgal etmeye devam etmektedirler.  

Kıbrıs’ta Liderler nasıl bir uzlaşmaya varırsa varsın, son sözü Kıbrıs Türk Halkı söyleyecektir. Kıbrıs Türk Halkının ise, kendi egemenliği altında onurlu ve saygın bir yaşam sürmesine engel olacak hiçbir çözüme evet demesi mümkün değildir. Netice itibariyle, Kıbrıs’ta tarih tekerrür etmektedir. Kısaca, ne AB’nin ve ne de küresel güçlerin baskısı, Kıbrıs’ta Rumlar lehine bir anlaşmayı mümkün kılamayacaktır. Anavatan Türkiye’nin kırmızı çizgilerini hiçbir güç ihlal edemeyecektir. Uluslararası Anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerine dayanan Türkiye’nin, Kıbrıs’ta bir oldu-bittiye izin vermesi de mümkün değildir. Bugünlerde Rum medyasında yayınlanan ve Güzelyurt ile Karpaz’ı Rum sınırları içinde gösteren haritaların da hiçbir değeri yoktur. Kıbrıs’ta çözüm, Rumlara toprak vererek değil, bilakis, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum Toplumlarının toprak bütünlüklerini koruyan ve tarafların siyasi eşitliğine dayanan yeni bir federal ortaklık devleti çatısı altında mümkün olabilecektir. 

Türkiye, Kıbrıs’ın bir “Yunan Adası” olmasına asla müsaade etmeyecektir. Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan Kıbrıs’ın yegâne güvencesi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir. Bu meyanda Türkiye, Kıbrıs Türk halkı üzerindeki tarihi ve kültürel sorumluluğunun bilinciyle ve uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve yükümlülükleri çerçevesinde, sadece Kuzey Kıbrıs’ın değil, tüm Ada’nın garantörü olarak, Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de barış ve huzura katkı sağlamaya devam edecektir. Kıbrıs Türk tarafı, Ada’da çözümün şifrelerini (Ada’nın gerçekleri) tüm dünyaya ilan etmiştir. Kıbrıs’ta arzulanan barış ortamı ancak bu şifrelerin doğru anlaşılmasıyla mümkün olabilecektir. Ne yazık ki Rum/Yunan tarafı bu gerçekleri görmezden gelmektedir. Ancak, bilinmelidir ki Kıbrıs meselesi sonsuza dek masada kalamaz. Bu nedenle, makul bir süre içerisinde, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde ─ki gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir─ mevcut statünün devamını, yani KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınmasını sağlamanın en doğru yol olacağını da tüm tarafların dikkatine sunmak isteriz.
  


[i] Daire Başkanı, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı

http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/haber-yorum/item/379-kibris-ta-cozumun-sifreleri

 

 

Share This:

İnceleme Gezisi

Daire Başkanı Nejat ÇOĞAL, Samsun Limanında incelemelerde bulunurken…

Share This:

İnceleme Gezisi

Daire Başkanı Nejat ÇOĞAL, Ordu-Giresun Havalimanında incelemelerde bulunurken…

Share This:

TÜRK MİLLETİNİN BAŞI SAĞOLSUN…

KAYSERİ’DE YAŞANAN HAİN TERÖR SALDIRISINI ŞİDDETLE KINIYORUZ…

TERÖRE VE ONUN ARKASINDAKİLERE LANET OLSUN…

TÜRK MİLLETİNİN BAŞI SAĞOLSUN…

ŞEHİTLERİMİZE ALLAH RAHMET EYLESİN…

«Ey kimsesizlerin kimsesi Allah’ım, mağdurların, mazlumların, kimsesizlerin sığınağı olan aziz Türk Milletini, Türk Vatanını ilelebet muhafaza eyle. Fitne ateşlerini söndür, anaların gözyaşlarını dindir, zalimleri, hainleri kahreyle ya rabbim…»

Share This:

Türk Ocakları Gençlik Kolları Ziyareti

Ziyaretimize gelen Türk Ocakları Gençlik Kolları Genel Başkanı Selman Kürşat Balcı , Genel Başkan Yardımcısı Kürşat Yaman , Genel Sekreter Hasan Furkan Celil ve Proje Koordinatörü Mert Oğuz Coşkun Kardeşlerimize nazik ziyaretlerinden dolayı teşekkür eder, çalışmalarında başarılar dileriz…

Share This:

Nejat ÇOĞAL Makamında…

Share This: