Kategori arşivi: Manşet

Panel – Kıbrıs ve Batı Trakya

Araştırmacı-Yazar Nejat ÇOĞAL, Türk Ocakları Genel Merkezi ve Türkiye Kamu-Sen işbirliğiyle düzenlenen “Uluslararası Cenderede İki Türk Vatanı: Kıbrıs ve Batı Trakya Paneli” 26 Kasım 2016 Cumartesi günü Türkiye Kamu-Sen Genel Merkezi’nde gerçekleşti. Oturum başkanlığını Türk Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. A. Filiz Yavuz’un yaptığı panelde Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Soyalp Tamçelik, araştırmacı-yazar Nejat Çoğal, eski Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Genel Başkanı Av. Burhanettin Hakgüder ve Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Genel Başkanı Av. Necmettin Hüseyin konuşmacı olarak bulundu.

Kıbrıs ve Batı Trakya’nın Sorunları Bir Panel İle Masaya Yatırıldı

26 Kasım 2016

Kıbrıs ve Batı Trakya'nın Sorunları Bir Panel İle Masaya Yatırıldı

  • Yer
    Türkiye Kamu-Sen Genel Merkezi
  • Tarih
    26 Kasım 2016

Türk Ocakları Genel Merkezi ve Türkiye Kamu-Sen işbirliğiyle düzenlenen “Uluslararası Cenderede İki Türk Vatanı: Kıbrıs ve Batı Trakya Paneli” 26 Kasım 2016 Cumartesi günü Türkiye Kamu-Sen Genel Merkezi’nde gerçekleşti. Oturum başkanlığını Türk Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. A. Filiz Yavuz’un yaptığı panelde Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Soyalp Tamçelik, araştırmacı-yazar Nejat Çoğal, eski  Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Genel Başkanı  Av. Burhanettin Hakgüder ve Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Genel Başkanı  Av. Necmettin Hüseyin konuşmacı olarak bulundu.

 

KÜLTÜREL KİMLİK ÇATIŞMASI SORUN, ÜST SİYASİ KİMLİK ÇÖZÜM

 

Panelde ilk oalrak sözü alan Doç. Dr. Soyalp Tamçelik aslen Kıbrıslı bir Türk olduğunu belirterek sözlerine başladı. Kıbrıs meselesinin hamasetten uzak objektif yargılarla değerlendirilmesi gerektiğini söyleyen Tamçelik, 1878’den bu yana sorunun devam ettiğini aktardı. Özellikle toprak ve kıyı şeridi noktasında ciddi bir anlaşmazlık olduğunu belirten Tamçelik, Rumların 1974 yılının rövanşını almak istedillerini söyledi. Siyasi bir kimlik oluşmadığı sürece hiçbir birleşmenin sonucunun başarılı olamayacağını vurgulayan Tamçelik, adada yaşanan sıkıntıların çoğunun Rumların aksiyoner ve etkisel davranmalarından ötürü ortaya çıktığını söyledi ve buna binaen Türklerin tepkisel kaldıklarını ekledi. Bölgedeki asıl çatışmanın kültürel kimlik çatışması olduğunu söyleyen Tamçelik, diğer meselelerin ikinci planda kaldığını anlattı. Bu kimlik çatışmasının siyasal alana taşınması ile bölgenin uluslararası tanınırlık meselesinin sürekli masada olduğunu söyleyen Tamçelik, her iki tarafta da bencillik ve geçmiş için gelecekten öç alma durumunun olduğunu aktardı. Ada ile alakalı birçok anket çalışmasını gösteren ve analizlerini yapan Tamçelik, anketlere dayanarak en iyi ihtimalle federasyonla ve toplumsal, siyasi ve ekonomik ihtiyaçların karşılandığı durumda bir birlik olabileceğini söyledi ve bu isteniyorsa adada bir üst kimliğin oluşması gerektiğini vurguladı. Yaptığı değerlendirmelerde Rumlar ve Türklerin beklentilerinin ve isteklerinin her durumda çok farklı olduğunu ifade etti. Ardından sözü Nejat Çoğal’a bıraktı.

 

KIBRIS TÜRKLERİN SAVAŞARAK KAZANDIĞI SON TOPRAKTIR

 

Adada yıllardır barış görüşmelerinin sürdüğünün ve hiçbirinin başarılı olamadığını söyleyen Çoğal, Kıbrıs’ta tarafların referanduma gitme ihtimalinin olduğunu söyledi. Kıbrıs’ın Türklerin savaşarak kazandığı son toprak olduğunu ve stratejik öneminin büyük olduğunu söyleyen Çoğal Kıbrıs’ın ve görüşmelerin tarihi sürecini özetledi. Self determinasyon başvurularını, Rum baskısı, Yunan darbesini ve Kıbrıs Barış Harekatı sürecini anlatan Çoğal, GKRY’nin AB üyeliğinin işi çıkılmaz boyuta soktuğunu ekledi. AB’nin Türkiye’yi müzakereler sürecinde sürekli Kıbrıs üzerinden sıkıştırdığını söyleyen Çoğal, GKRY’nin çözüm parametereleri değişmediği sürece çözüme ulaşılamayacağını söyledi ve sözü Av. Necmettin Hüseyin’e bıraktı.

 

ONBİNLER SOKAKLARDA TÜRKÜM DİYE BAĞIRDI

 

Batı Trakya’nın tarihsel akıbetini özetleyen Hüseyin, Yunanistan’da varlığını devam ettiren tek azınlığın Batı Trakya Türkleri olduğunu aktardı. Batı Trakya’nın ilk kurulduğunda nüfusünün yüzde sekseninin Türk olduğunu fakat bugün yüzde kırkbeşlere kadar indiğini söyleyen Hüseyin, toprak mülkiyetinin de aynı oranda düştüğünü ekledi. Demografik değişimin gözle görüldüğünü söyleyen Hüseyin, Batı Trakya’nın 8578km2’lik alana sahip olduğunu da belirtti. İki tane müftülüklerinin olduğunu söyleyen Hüseyin 1974 harekatının bedelini Batı Trakyalıların çok kötü ödediğini ve hala ödediğini söyledi. Kıbrıs harekatında yenilen Yunanlıların bu sürecin acısını Batı Trakya’dan çıkardığını belirtti. Yunanistan’ın kimlik eritme politikalarına karşı onbinlerin sokağa çıkıp “Türküm” diye bağırdığını söyleyen Hüseyin, Dr. Sadık Ahmet’in çabalarının önemine değindi ve sözü selefi Hakgüder’e bıraktı.

 

ANAOKULUNDA TÜRK ÇOCUKLARA HAÇ ÇIKARTIRIYORLAR

 

Sözlerine Türk milletinin ferdi olarak bedel ödemekten gurur duyduğunu söyleyerek başlayan Hakgüder, Türklere ait okulların kapatıldığını ve yer yer ibadetlerinin engellendiğini aktardı. Yunanistan’ın kamulaştırma adı altında Batı Trakyalıların topraklarını ellerinden aldığını söyleyen Hakgüder, Batı Trakya halkının Yunan iç savaşında bile hükümetin yanında yer aldığını fakat buna rağmen Kıbrıs’ın bedelini ödediklerini söyledi. “Yunanistan’ın çoğu Türk’ü sırf Türk oldukları için vatandaşlıktan çıkardı ve ben de onlardan biriyim” diyen Hakgüder, hem AB’nin hem de Yunanistan’ın evrensel insan hakları ilkelerini çiğnediğini söyledi. Türklerin okul, özellikle de anaokul açma yasakları olduğundan ötürü ve anaokulu eğitiminin zorunlu olmasından dolayı Yunan teokratik anaokullarına giden Türk çocuklarına zorla haç çıkartma merasimleri yaptırıldığını söyleyen Hakgüder, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur dedi ve panel sona erdi.

Konuşmaların ardından Türk Ocakları Genel Başkanı Mehmet Öz bir kapanış konuşması yaptı ve soru cevap kısmına geçildi. Programın sonunda konuşmacılara Türk Ocakları yayınlarından ve Türk Yurdu dergisi sayılarından oluşan bir set hediye edildi.

http://turkocaklari.org.tr/faaliyetdetay/325/kibris-ve-bati-trakya-nin-sorunlari-bir-panel-ile-masaya-yatirildi.html#.WDxp4AnwnUg.facebook

 

Share This:

Panel – Kıbrıs ve Batı Trakya

Araştırmacı-Yazar Nejat Çoğal, Türk Ocakları Genel Başkanı Prof. Dr. Mehmet ÖZ, Türk Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. A. Filiz Yavuz, Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Soyalp Tamçelik, Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Eski Genel Başkanı Av. Burhanettin Hakgüder ve Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Genel Başkanı Av. Necmettin Hüseyin ile birlikte… (Türk Ocakları Genel Merkezi ve Türkiye Kamu-Sen işbirliğiyle düzenlenen “Uluslararası Cenderede İki Türk Vatanı: Kıbrıs ve Batı Trakya Paneli” 26 Kasım 2016.)

Share This:

Panel – Kıbrıs ve Batı Trakya Paneli

Araştırmacı-Yazar Nejat ÇOĞAL, Türk Ocakları Genel Merkezi ve Türkiye Kamu-Sen işbirliğiyle düzenlenen “Uluslararası Cenderede İki Türk Vatanı: Kıbrıs ve Batı Trakya Paneli” 26 Kasım 2016 Cumartesi günü Türkiye Kamu-Sen Genel Merkezi’nde gerçekleşti. Oturum başkanlığını Türk Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. A. Filiz Yavuz’un yaptığı panelde Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Soyalp Tamçelik, araştırmacı-yazar Nejat Çoğal, eski Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Genel Başkanı Av. Burhanettin Hakgüder ve Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Genel Başkanı Av. Necmettin Hüseyin konuşmacı olarak bulundu.

Kıbrıs ve Batı Trakya’nın Sorunları Bir Panel İle Masaya Yatırıldı

26 Kasım 2016

Kıbrıs ve Batı Trakya'nın Sorunları Bir Panel İle Masaya Yatırıldı

  • Yer
    Türkiye Kamu-Sen Genel Merkezi
  • Tarih
    26 Kasım 2016

Türk Ocakları Genel Merkezi ve Türkiye Kamu-Sen işbirliğiyle düzenlenen “Uluslararası Cenderede İki Türk Vatanı: Kıbrıs ve Batı Trakya Paneli” 26 Kasım 2016 Cumartesi günü Türkiye Kamu-Sen Genel Merkezi’nde gerçekleşti. Oturum başkanlığını Türk Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. A. Filiz Yavuz’un yaptığı panelde Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Soyalp Tamçelik, araştırmacı-yazar Nejat Çoğal, eski  Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Genel Başkanı  Av. Burhanettin Hakgüder ve Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Genel Başkanı  Av. Necmettin Hüseyin konuşmacı olarak bulundu.

 

KÜLTÜREL KİMLİK ÇATIŞMASI SORUN, ÜST SİYASİ KİMLİK ÇÖZÜM

 

Panelde ilk oalrak sözü alan Doç. Dr. Soyalp Tamçelik aslen Kıbrıslı bir Türk olduğunu belirterek sözlerine başladı. Kıbrıs meselesinin hamasetten uzak objektif yargılarla değerlendirilmesi gerektiğini söyleyen Tamçelik, 1878’den bu yana sorunun devam ettiğini aktardı. Özellikle toprak ve kıyı şeridi noktasında ciddi bir anlaşmazlık olduğunu belirten Tamçelik, Rumların 1974 yılının rövanşını almak istedillerini söyledi. Siyasi bir kimlik oluşmadığı sürece hiçbir birleşmenin sonucunun başarılı olamayacağını vurgulayan Tamçelik, adada yaşanan sıkıntıların çoğunun Rumların aksiyoner ve etkisel davranmalarından ötürü ortaya çıktığını söyledi ve buna binaen Türklerin tepkisel kaldıklarını ekledi. Bölgedeki asıl çatışmanın kültürel kimlik çatışması olduğunu söyleyen Tamçelik, diğer meselelerin ikinci planda kaldığını anlattı. Bu kimlik çatışmasının siyasal alana taşınması ile bölgenin uluslararası tanınırlık meselesinin sürekli masada olduğunu söyleyen Tamçelik, her iki tarafta da bencillik ve geçmiş için gelecekten öç alma durumunun olduğunu aktardı. Ada ile alakalı birçok anket çalışmasını gösteren ve analizlerini yapan Tamçelik, anketlere dayanarak en iyi ihtimalle federasyonla ve toplumsal, siyasi ve ekonomik ihtiyaçların karşılandığı durumda bir birlik olabileceğini söyledi ve bu isteniyorsa adada bir üst kimliğin oluşması gerektiğini vurguladı. Yaptığı değerlendirmelerde Rumlar ve Türklerin beklentilerinin ve isteklerinin her durumda çok farklı olduğunu ifade etti. Ardından sözü Nejat Çoğal’a bıraktı.

 

KIBRIS TÜRKLERİN SAVAŞARAK KAZANDIĞI SON TOPRAKTIR

 

Adada yıllardır barış görüşmelerinin sürdüğünün ve hiçbirinin başarılı olamadığını söyleyen Çoğal, Kıbrıs’ta tarafların referanduma gitme ihtimalinin olduğunu söyledi. Kıbrıs’ın Türklerin savaşarak kazandığı son toprak olduğunu ve stratejik öneminin büyük olduğunu söyleyen Çoğal Kıbrıs’ın ve görüşmelerin tarihi sürecini özetledi. Self determinasyon başvurularını, Rum baskısı, Yunan darbesini ve Kıbrıs Barış Harekatı sürecini anlatan Çoğal, GKRY’nin AB üyeliğinin işi çıkılmaz boyuta soktuğunu ekledi. AB’nin Türkiye’yi müzakereler sürecinde sürekli Kıbrıs üzerinden sıkıştırdığını söyleyen Çoğal, GKRY’nin çözüm parametereleri değişmediği sürece çözüme ulaşılamayacağını söyledi ve sözü Av. Necmettin Hüseyin’e bıraktı.

 

ONBİNLER SOKAKLARDA TÜRKÜM DİYE BAĞIRDI

 

Batı Trakya’nın tarihsel akıbetini özetleyen Hüseyin, Yunanistan’da varlığını devam ettiren tek azınlığın Batı Trakya Türkleri olduğunu aktardı. Batı Trakya’nın ilk kurulduğunda nüfusünün yüzde sekseninin Türk olduğunu fakat bugün yüzde kırkbeşlere kadar indiğini söyleyen Hüseyin, toprak mülkiyetinin de aynı oranda düştüğünü ekledi. Demografik değişimin gözle görüldüğünü söyleyen Hüseyin, Batı Trakya’nın 8578km2’lik alana sahip olduğunu da belirtti. İki tane müftülüklerinin olduğunu söyleyen Hüseyin 1974 harekatının bedelini Batı Trakyalıların çok kötü ödediğini ve hala ödediğini söyledi. Kıbrıs harekatında yenilen Yunanlıların bu sürecin acısını Batı Trakya’dan çıkardığını belirtti. Yunanistan’ın kimlik eritme politikalarına karşı onbinlerin sokağa çıkıp “Türküm” diye bağırdığını söyleyen Hüseyin, Dr. Sadık Ahmet’in çabalarının önemine değindi ve sözü selefi Hakgüder’e bıraktı.

 

ANAOKULUNDA TÜRK ÇOCUKLARA HAÇ ÇIKARTIRIYORLAR

 

Sözlerine Türk milletinin ferdi olarak bedel ödemekten gurur duyduğunu söyleyerek başlayan Hakgüder, Türklere ait okulların kapatıldığını ve yer yer ibadetlerinin engellendiğini aktardı. Yunanistan’ın kamulaştırma adı altında Batı Trakyalıların topraklarını ellerinden aldığını söyleyen Hakgüder, Batı Trakya halkının Yunan iç savaşında bile hükümetin yanında yer aldığını fakat buna rağmen Kıbrıs’ın bedelini ödediklerini söyledi. “Yunanistan’ın çoğu Türk’ü sırf Türk oldukları için vatandaşlıktan çıkardı ve ben de onlardan biriyim” diyen Hakgüder, hem AB’nin hem de Yunanistan’ın evrensel insan hakları ilkelerini çiğnediğini söyledi. Türklerin okul, özellikle de anaokul açma yasakları olduğundan ötürü ve anaokulu eğitiminin zorunlu olmasından dolayı Yunan teokratik anaokullarına giden Türk çocuklarına zorla haç çıkartma merasimleri yaptırıldığını söyleyen Hakgüder, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur dedi ve panel sona erdi.

 

Konuşmaların ardından Türk Ocakları Genel Başkanı Mehmet Öz bir kapanış konuşması yaptı ve soru cevap kısmına geçildi. Programın sonunda konuşmacılara Türk Ocakları yayınlarından ve Türk Yurdu dergisi sayılarından oluşan bir set hediye edildi.

http://turkocaklari.org.tr/faaliyetdetay/325/kibris-ve-bati-trakya-nin-sorunlari-bir-panel-ile-masaya-yatirildi.html#.WDxp4AnwnUg.facebook

 

 

Share This:

Makale-Prof. Dr. Erol Güngör’de Milliyetçilik

Araştırmacı-Yazar Nejat ÇOĞAL’ın “Prof. Dr. Erol Güngör’de Milliyetçilik” adlı makalesi, Denetim Dergisi’nin 131. Sayısında yayınlanmış bulunmaktadır.

Prof. Dr. Erol Güngör’de Milliyetçilik

Nejat ÇOĞAL*

20. Yüzyılın yetiştirdiği en önemli ilim ve fikir adamlarından olan Erol Güngör’ü, ölümünün 33. Yıl dönümünde rahmetle anıyoruz. 25 Kasım 1938 tarihinde dünyaya gelen Erol Güngör’ün hayatı ve fikirleri üzerine onlarca tez, makale ve kitap yazılmıştır. 24 Nisan 1983 tarihinde vefat eden sosyal-psikolog Prof. Dr. Erol Güngör, kısa ömrüne, çok sayıda kitap, sayısız makale sığdırmıştır. Güngör, bunlarla da yetinmemiş, batı kültürünün temellerini teşkil eden başlıca kitapları Türkçe’ye çevirerek Türk gençliğine ve düşünce hayatına armağan etmiştir.

Eserlerinde problemleri ortaya koymakla kalmayıp, bunların çözüm yollarını da gösteren Erol Güngör’ün üzerinde en çok durduğu meseleler; kültür değişmesi ve modernleşme, Türk kültürü ve medeniyeti, tarih ve milliyetçilik, aydın-halk ikiliği, İslâmiyet ve muhafazakârlık olarak sıralanabilir. Erol Güngör, gençliğinde Ziya Gökalp’tan bir hayli etkilenmiştir. Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu, Hilmi Ziya Ülken, Hüseyin Nihal Atsız ve Dündar Taşer gibi milliyetçi yazarlar da fikir dünyasına etki eden diğer isimlerdir.

Erol Güngör’ün bütün çalışmalarına yön veren esas özellik milliyetçilik olmuştur. O’nun milliyetçilik anlayışının temelinde ise Ülkesine ve insanına karşı duyduğu sevgi yatmaktadır. “…İnsanları sevmek, onlara hizmet etmeyi gerektirir; bu hizmetin de medeniyetçi olan bir milliyetçilikten daha başka bir yolda yapılabileceği şüphelidir.

Erol Güngör, milliyetçiliği tamamen milli kültür ve tarih şuuruna dayalı bir fikir hareketi olarak sistemleştirmiştir. O’na göre milliyetçiliğin ana hedefi Türkiye’de milli kültür bütünlüğünü ve onunla birlikte siyasi bütünlüğü kurmaktır. Güngör’ün çalışmaları, milliyetçilik, İslâmiyet ve Osmanlı mirası arasında bir çeşit uzlaştırma hareketi olarak görülebilir.

Erol Güngör’e göre milliyetçilik esas itibariyle, tarih hakkında bir yorum ve bu yoruma bağlı olarak öngörülen pratiklerden ibarettir. Hayatı ve hayat tecrübesi birbirinden farklı fakat kendi içinde benzerlik gösteren topluluklar birer millet teşkil ederler. Millet için hayat denince tarihi, hayat tecrübesi denince de kültürü anlıyoruz. Millet tarih içinde oluştuğu için, millet ile tarih arasında hem objektif hem de sübjektif bir münâsebet vardır. Bu sebeple Erol Güngör, tarih ve dili milliyetçilik için çok önemli görmüştür. Güngör, “Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik” isimli kitabında şöyle demektedir; “…Dilimizin kaynağı eskilerdedir; dinimizin kaynağı eskilerdedir; soyumuzun kaynağı eskilerdedir… Mesela Türk Dilinin en az Göktürk’ler kadar eski olduğunu bütün dünya bilmektedir; böyle bir dilin mevcudiyeti Türkçe’nin Göktürkler’den de yüzyıllarca önce var olduğunu isbat etmeye yeterlidir…”

Türk dilinin korunmasında Türkler’in hâkim millet oluşlarının da büyük rolünün olduğunu belirten Erol Güngör, “Tarihte Türkler” adlı kitabında bu konuyla ilgili olarak şunları ifade etmektedir; “…Nitekim Türkçe’nin büyük eserlerinden Dîvânu Lûgati’t-Türk yazarı Kâşgarlı Mahmud, Peygamberimizin Türkleri övdüğünü, Dünyâ hâkimiyetinin Allâh tarafından Türklerê verilmiş olduğunu, bu yüzden Türkler’in dilini öğrenmekte herkes için büyük faydalar bulunduğunu söylemektedir. Kâşgarlı Mahmud bu eseri 1077’de Bağdad’daki Abbâsî Halîfesi’ne takdim etmiştir.”

Öte yandan, Erol Güngör’e göre, Türk milleti uzun tarihi boyunca kazandığı bütün gücünü ve tecrübesini birleştirerek Osmanlı İmparatorluğunu kurdu. Bizim tarihimizin bütün evvelki safhaları bu büyük eserin meydana getirilmesi için yapılmış birer prova gibidir. Teşkilatçılık, idarecilik, hâkimiyet duygusu, adalet ve şefkât, vekar, yiğitlik, fedakârlık ve feragat, manevi derinlik gibi kültürümüzün bütün mümeyyiz vasıfları hiçbir zaman bu devirdeki kadar işlenmiş ve geliştirilmiş değildir.

Güngör, düşünce ikliminin tahtına, kuşkusuz kültürü oturtmuştur. Kültür-medeniyet ayrımını da reddederek halkın oluşturduğu tüm değerleri tek potada değerlendiren Güngör bu hususta şöyle söylemektedir: “Bir Türk medeniyeti vardır ve başlı başına bir kıymeti vardır. (…) Batı medeniyetinin ne reddi ne kabulü söz konusudur. Bizim onunla bir medeniyet olarak alışverişimiz olabilir.”

Güngör bu bakış açısı sayesinde, modernleşmeyi toplum ve kültür açısından bir sorun olma zorunluluğundan da kurtarmıştır. Milliyetçiliği de zaten, çağdaş bir Türk kültürü inşa ederek milleti yüceltmenin yolu olarak görmektedir. Türk milliyetçiliği onun için bir ilim ve kültür meselesidir, siyasî bir ideoloji değil. Milliyetçilik bir kültür hareketi olduğu için ırkçılığı, halka dayalı bir siyasi hareket olduğu için de otoriter idari sistemleri reddeder.

Öte yandan Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik isimli kitabında belirleyici öneme sahip iki soruyu gündeme getirmektedir:

Milli kültürlerin varlığı ve zenginliği dünya medeniyeti için bir kayıp mı yoksa kazanç mıdır?

Milliyetçiler bu hareketleriyle medeniyet dışında kalma gayreti mi gösteriyorlar?”

Güngör, bu sorularını, kültür değişmeleri mevzusu çerçevesinde cevaplandırmaktadır. Batı’yı örnek alan ülkelerdeki taklitçilik salgınının netice vermemesinin ana sebebini bir kültürün kendi kaynağından uzaklaştıkça orijinalliğini kaybedeceği ve çok defa basit bir taklid konusu haline geleceği fikrine bağlıyor. Güngör burada uzaklaşma sözcüğünü coğrafi mesafe kadar da sosyal mesafe anlamında kullanıyor ve örneklendiriyor:

Amerika ile Türkiye hem coğrafi hem de sosyal mesafe bakımından birbirinden uzaktır.”

Fakat bunun yanında Amerika ile Meksika’nın coğrafi mesafesine rağmen sosyal mesafelerinin en az Türkiye kadar uzak olduğunu belirtiyor.

Erol Güngör’ün fikirlerinde önemli bir yer tutan diğer bir faktör İslâmiyettir. Milliyetçiliğin İslâmiyet’e aykırı olmadığı, tersine dinin Türk milliyetçiliği fikir sistemiyle aynı olduğu yorumunu yapan Erol Güngör, esasında, dini bir kültür meselesi olarak ele almaktadır. O’na göre, Türkiye’deki aydınların misyonerlik gibi ciddî bir meseleyi kültür problemi olarak ele almaları gerekirdi. Erol Güngör kültür mücadelesi olarak gördüğü misyonerlik faaliyetleri ile ilgili şu değerlendirmede bulunmaktadır:

Netice itibariyle, Türkiye, millî kültür meselesini hâlledip, kendi millî kıymetler nizamını kurmadıkça, dev bir medeniyet karşısında hiçbir zaman kuvvetli bir unsur olmayacaktır. Hıristiyan kültürünün yayılması da bu nizamsızlıktan istifade etmektedir.”

Erol Güngör’e göre Türk kültürünün üç ana kaynağından biri de İslam medeniyetidir. Çünkü Erol Güngör, İslam dinini, Türk milliyetçiliğini geliştiren, çeşitli Türk kavimlerini bir araya getiren ve Türklerin bir millet halinde bugünlere kadar yaşamasını sağlayan yegâne unsur olarak görmektedir. Ona göre, “Türkler Müslüman olmasalardı değişik isimlerde kavimler halinde dağılıp gidebilirlerdi.” Erol Güngör’ün ifadesiyle İslamiyet Türk Milletine cihanşümul bir vazife yükledi ve onu bu vazife için gerekli şeylerle teçhiz etti. İslâm, Türk milletinin birliğini sağlamış ve bunu yaparken Türk millî karakterini tahrip etmemiştir.

1960’lara kadar Türk Milliyetçileri dikkatlerini daha çok İslam öncesi Türk tarih ve kültürü üzerinde topluyorlardı. İbrahim Kafesoğlu, Osman Turan, Dündar Taşer ve Erol Güngör’ün ilmi çalışmaları sayesinde “İslam çağı” önem kazanmış ve “Türklük” ile “İslam” birbiriyle kaynaştırılmıştır. Erol Güngör’ün ifadesiyle Türk milliyetçiliğinin temel meselesi İslamiyet’in savunulması olmuş ve Milliyetçi Türk aydınları her türlü fikir akımlarına karşı İslamiyet’i savunmuşlardır.

Güngör’e göre Türklük ve Müslümanlık birbirinden ayrı şeyler olarak düşünülemezdi. Yapılacak iş, bu unsurlardan birine bilhassa önem vererek diğerini ihmal eden milliyetçi liderleri bu noktada birleşmeye davet etmekti. Yüzyıllar boyunca Türk milli özellikleri İslam potası içinde eridiğinden Türk ve Müslüman aynı manaya gelmekteydi. Öyle ki İslamlığı kabul eden milletler arasında hiçbiri, kendi milli kimliğini eriterek İslam ümmeti içinde Türklerden daha ileri gitmemiştir.

İslâm dininin üniversel bir din olmak itibariyle insanlar arasında ırk, soy, sosyal sınıf vs. farkları gözetmediğini belirten Erol Güngör, “İslâmın Bugünkü Meseleleri” adlı kitabında şöyle söylemektedir; “…Kur’ân’da insanların ‘birbirlerini tanımaları için şubeler ve kabileler hâlinde’ yaratıldıkları bildiriliyor. Bu bizim anladığımız kadarıyla ‘kültürlerin farklılığı ve çokluğu’ demektir ki medeniyetin gelişmesi, hattâ bizzat insan soyunun gelişmesi bakımından son derece önemli bir vâkıanın ifadesidir. Ancak İslâmiyet insanların falan veya filan soya mensup olmakla diğerlerine üstünlük iddiâsını yasaklamaktadır. Bu açıdan İslâm’da “kavmiyetçilik” yasaktır.”     Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’in Hucurât Sûresi’nin 13. Ayetinde Yüce Allah “Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.” demektedir.

Erol Güngör’ün Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olarak gördüğü ve üzerinde en çok durduğu meselelerden biri de Türkiye’deki aydınlar ile halk arasındaki kopukluktur. Erol Güngör, bu halktan kopuk aydın karşısında elbette bir ideal milliyetçi aydın tipi de çizmektedir. Fakat bu tipleme, beklenildiği gibi tamamen halkın içinde değildir. Şaşırtıcı ama bir o kadar da gerçekçi bir tahlilde bulunuyor Güngör:

Milliyetçiler, bir ‘seçkin’ grup olarak, henüz modernleşmemiş bir cemiyet karşısında modernizmi temsil etmektedirler. Şu hâlde kendilerini halka ne kadar yakın veya onunla aynı hissederlerse etsinler, halkın şimdilik yabancı olduğu bir değer sistemini ve bir hayat tarzını temsil ediyorlar demektir.”

Halk aydından kendi gibi gözükmesini değil, kendisine rehberlik etmesini bekler. Milliyetçi aydının farkı ise, halk ile aynı millî kültürden beslenmesi, jakoben ve elitist bir tavır takınmaması, hedeflerinin tamamen halk yararına olması ve bu yolda millî vasıtaları kullanması olacaktır.

Erol Güngör, “Sosyal Meseleler ve Aydınlar” isimli kitabında, Türk aydınlarının kafa karışıklığına dikkat çekiyor ve şu soruyu soruyor; “Memlekete sahip çıkmanın bir yolu da onun kültür ve medeniyetine sahip çıkmak değil midir?” Türkiye’deki aydın zümrenin yerli kültüre olan yabancılığını eleştiren Güngör, buna rağmen, meseleye ümitkâr bir açıdan yaklaşmakta ve şöyle demektedir; “Fakat muhakkak ki Türkiye’de aydın zümrenin bünyesi değişiyor ve kozmopolitizme karşı yerli bir hüviyet bulma gayreti her yerde görülüyor. Önümüzdeki yıllarda böyle bir kültür hamlesine şahit olmamız için pek çok sebep mevcut bulunuyor.”

Öte yandan, “Türk Kültürü ve Milliyetçilik” isimli kitabında Erol Güngör şöyle söylemektedir;

Milliyetçilik kitabı ve peygamberi bulunan bir doktrin olmadığı için, ona karşı genel itirazlarda bulunmak doğru değildir. Milli kudretin geliştirilmesi bir memlekette istilacı bir politikaya imkân verebilir, bir başka memlekette bağımsızlık hareketi halinde inkişaf edebilir, bir başka yerde bir kültür ve medeniyet hareketi halini alabilir. Yunan milliyetçiliğinde kilise büyük bir rol oynamıştır, bugünkü Arap milliyetçiliği dini ikinci plana atarak Arap dili ve sosyalizme dayanan bir birliği gerçekleştirmeye çalışıyor. Sömürgelikten yeni kurtulmuş ülkelerde eski sömürgecilere karşı düşmanlık milli hareketin esas itici gücünü teşkil ediyor, eski kudretine kavuşmak isteyen küçük devletlerde ise milli kültür ve tarih şuuru bu gücü veriyor. Bütün bu milliyetçilik hareketlerini bir tek örneğe bakarak toptan red veya kabul etmek elbette yanlış olur.”

Milliyetçiliği Türkiye ile sınırlı tutsa da, Güngör için Türk milleti bu sınırların ötesinde de vardır. Ancak Erol Güngör, Türkiye dışındaki Türkler ile sadece kültürel bir bağ kurmaktadır. Diğer birçok milliyetçinin aksine siyasî bir birlik fikrine çok sıcak bakmamaktadır.

Erol Güngör’e göre her şeyden önce milliyetçilerin temel prensibi: Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüdür. “Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik” adlı Kitabında Güngör şunları ifade etmektedir; “…Ülke ve milletin bölünmezliği prensibi, her türlü mezhep ve bölge ayrılıklarını da reddettiği için bu türlü ayrılıkları siyasi menfaat için basamak yapmak isteyenlerin karşısında milliyetçiler yine birleşecek, birleştirici olacaklardır. Milliyetimizin İslâm dini dışında düşünülemeyeceği fikri yine milliyetçileri birleştiren bir prensiptir. İslâmiyet millî kültürümüz içinde mütalâa edildiği için burada lâiklik prensibine aykırılık diye bir şey zaten bahis konusu olamaz. Milliyetçiler Türk devleti, Türk milleti ve vatanı gibi Türk tarihinin de bölünmez bir bütün olduğunu kabul ederler. Türk Milleti Suriye veya Irak gibi tarihin belli bir anında birdenbire ortaya çıkmamış, çok eski zamanlardan bu yana tabiî olarak teşekkül etmiştir.”

Erol Güngör, Türk milliyetçilerinin yönünü Batı’dan kendi milletine çevirdiğinde millette iki gerçeği gördüğünü belirtmektedir. Bunları ise şöyle özetlemektedir: “…Bir defa İslam dini bizim milliyetçiliğimizin en mühim bir unsuruydu ve onun ihmal edilmesi için hiçbir ciddi sebep de mevcut değildi. Diğer taraftan bizi başka Müslüman cemiyetlerden ayıran pek çok hususiyetlerimiz vardır ki bunlar bizim bir millet halinde teşekkül edişimizden yani Türk olmamızdan ileri geliyordu.”

Netice itibariyle, Erol Güngör’ün milliyetçilik anlayışı hoşgörülü, ılımlı ve diğer milletlere karşı saygılıdır. O, Türk Milletine duyduğu derin sevgisini ilim ciddiyetiyle birleştirebilmis bir sevgi ve ilim adamıdır. Erol güngör, herhangi bir meseleye dışarıdan objektif olarak bakmış, mevzulara hiçbir zaman hissi olarak yaklaşmamış, devamlı meselelerin farklı boyutlarını düşünmüş ve farklı düşünenleri de dikkate almıştır.

Güngör, bir “Kültür Milliyetçisi” idi. Onun milliyetçilik kavramına yaklasımı ideolojik ve doktriner değildi. Türkiye’de Türk Milliyetçiliği fikriyatına ilmî haysiyet kazandıran Erol Güngör’ün bütün çalısmalarında milliyetçiliğin merkeze alındığı görüyoruz. Güngör’de milliyetçilik milli tarih anlayışıyla bütünleşmistir. Öyle ki Güngör, milliyetçiliğin doğuşuyla milli tarihin doğuşunu bir saymaktadır. Milliyetçilik, milli kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı haline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık pazar yeri halinden kurtarmak hareketidir. Binaenaleyh milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet dâvasıdır.

Milliyetçilik anlayışının temeline Türk kültürü, Türk tarihi ve İslam dinini koyan Erol Güngör, Türklerin islamiyeti kabul etmesiyle birlikte millet olma şuurunun daha da arttığını belirtmektedir. Türklük şuuru ile İslam inancının birbiriyle iyi bir şekilde kaynaştığını, zira İslam inancına içten ve dıştan yapılan saldırılara karşı hep türk milliyetçilerinin karşı koyduğunu vurgulamaktadır.

Erol Güngör, Türk milletinin ileriye gitmesi ve tarih sahnesinde varlığını sürdürmesini ancak kendi tarihine, kültürüne ve inancına sımsıkı bağlanması ve bunu gelecek olan nesillere aktarmasına bağlamaktadır. O, Türk tarihinin bütün evrelerine sahip çıkmakla birlikte, Osmanlıyı “yaratıcı gücümüzün en büyük sembolü” olarak görmüş ve onun “milletimize sonsuz bir ilham kaynağı” olacağına inanmıştır.

Milli kültürün devamlılığına büyük önem veren Erol Güngör, Türk milletinin Batılılasma hareketleriyle hüviyet degistirmek yerine kendine dönmesi ve maziden intikal eden kültür mirasına sahip çıkması gerektiğine işaret etmektedir. Güngör, Türk milletinin bir başkasını model almayacak kadar orijinal bir medeniyete sahip olduğuna inanmaktadır.

Neticede, Erol Güngör milli kültürü esas alan ve bu esas içerisinde İslam faktörüne ağırlık veren bir milliyetçilik ortaya koymaya çalısmıstır. Güngör’e göre, milliyetçilik “birlik” prensibine dayanmaktadır ve milliyetçiler de bir memlekette birliği kurmak veya ayakta tutmak için uğraşan insanlardır. O, “Milli birliğin fikir temellerini işlemenin ve birlik şuurunu kuvvetlendirmenin, en büyük vazifemiz olması gerektiğini” söylemektedir.

Erol Güngör, Türk milliyetçilerinin mukaddes vazifesini şu şekilde izah eder: “Biz Türk kültürünü yeniden kurmak mecburiyetindeyiz. Bu yolda kaybedecek bir saniyemiz bile yoktur. Türk kültüründe açılan yaralar bu memlekette milli birliği bozacak derecede ağır olmuştur. Gittikçe de ağırlaşmaktadır…

Velhasıl, Erol Güngör’ün bundan tam 33 yıl önce yaptığı “kaybedecek bir saniyemiz bile yoktur” şeklindeki uyarısını dikkate aldığımızda, günümüz Türk aydını ve bilhassa Türk gençliğinin ne ağır bir sorumluluk yüklenmiş olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Bu vesileyle, fikirleri ve eserleriyle Türk gençliğine yol gösteren Prof. Dr. Erol Güngör’e Allah’tan rahmet diliyoruz.

* Daire Başkanı, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı

Share This:

13. SELEC Council Meeting / Romania

SELEC Konseyi Türkiye Daimi Temsilcisi Nejat ÇOĞAL, 17.11.2016 tarihinde Romanya/Bükreş’te düzenlenen 13. SELEC Konsey Toplantısında Ülkemiz adına müzakerelerde bulundu…

Share This:

MAKALE – Kıbrıs’ta Tarihin Tekerrürü

Nejat ÇOĞAL

Nejat ÇOĞAL

Son günlerde Kıbrıs’ta önemli gelişmeler yaşanmaktadır. KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı ile GKRY Lideri Anastasiadis, meseleye bir çözüm bulmak üzere haftada iki defa bir araya gelmekte ve yoğun görüşmeler yapmaktadırlar. Hatta Rum basınında, Güzelyurt ve Karpaz’ı Rum sınırları içinde gösteren haritalar bile yayımlanmaya başladı.

turkocagi@turkocagi.org.tr

Kıbrıs’ta Tarihin Tekerrürü

Nejat ÇOĞAL

03 Kasım 2016
 Son günlerde Kıbrıs’ta önemli gelişmeler yaşanmaktadır. KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı ile GKRY Lideri Anastasiadis, meseleye bir çözüm bulmak üzere haftada iki defa bir araya gelmekte ve yoğun görüşmeler yapmaktadırlar. Hatta Rum basınında, Güzelyurt ve Karpaz’ı Rum sınırları içinde gösteren haritalar bile yayımlanmaya başladı. KKTC Lideri Akıncı’ya göre ise 2016 sonuna kadar bir çözüme ulaşılması ve ardından 2017 Mart-Nisan’da bir referanduma gidilmesi mümkündür. Ne var ki biz bu filmi daha önce de izledik, hem de birçok defa. Yani Akıncı’nın öngördüğü gibi bir takvimlendirmeyi, Kıbrıs Rum tarafı hiçbir zaman kabul etmemiştir; etmeyecektir. Anastasiadis’in de böylesi bir takvimlendirmeyi kabul ettiğine dair herhangi bir işaret yoktur.

Kıbrıs’ta Liderler, Ekim ayını, öngördükleri gibi yoğun görüşmelerle geçirdiler. Bilindiği üzere, Liderler 6 ana başlıkta müzakere yürütmektedir: yönetim ve güç paylaşımı, AB, güvenlik ve garantiler, toprak, mülkiyet, ekonomi. Akıncı’ya göre, bunların dördünde ciddi yakınlaşmalar sağlanmıştır: “Ekim ayı içerisinde bu 4 başlıkta yoğunlaşılacak, 4 başlıktaki ayrılıklar en aza düşürülecek, Kasım başlarında Genel Sekreter ile de iş birliği içerisinde yurt dışında toprağın sürekli bir biçimde konuşulabileceği bir düzeneğe geçilecek, orada da bir başarı elde edilirse 5’liye gidilecek, güvenlik ve garantiler konusu da o çerçevede ele alınacak.”

Geldiğimiz noktada, Akıncı’nın Ekim ayına dair hedefleri önemli ölçüde gerçekleşmiş gibi görünüyor. Zira bugünlerde, uluslararası toplumda, Kasım ayında, İsviçre’de, Bürgenstock tarzında, 3’lü bir toplantı yapılması konuşulmaktadır. Bu toplantıda, “toprak” konusunun kamp şeklinde yapılacak toplantılarla müzakere edilmesi, bu başlıkta da ciddi yakınlaşma olursa hemen ardından garantör ülkelerin de katılımıyla 5’li bir toplantı yapılması planlanmaktadır. Bu 5’li toplantıda “güvenlik ve garantiler” konusu masaya yatırılacak ve ardından da 2016 yılı sonuna kadar çözüm anlaşması ortaya çıkarılabilecektir.

KKTC Lideri Akıncı ve uluslararası toplumun, Kıbrıs çözüm görüşmeleri ile ilgili öngörüsü bu şekildedir. Ne var ki süreç, öngörüldüğü gibi işlese bile neticede Kıbrıs’taki her iki toplumun meşru ve temel hak ve çıkarlarını eşit oranda koruyacak âdil ve kapsamlı bir çözüme ulaşılması mümkün görünmemektedir. Kuşkusuz, öngörümüzü destekleyen çok sayıda faktör vardır.

Şimdi isterseniz, Kıbrıs’ta yürütülen çözüm müzakerelerinin başarı şansını azaltan faktörlere kısaca bir göz atalım:

1. Ada’da 2016 yılı sonuna kadar muhtemel bir çözümün önündeki engellerden biri, BM Genel Sekreteri Banki Moon’un görev süresinin, 31.12.2016 tarihinde sona erecek olmasıdır. Bilindiği gibi Kıbrıs görüşmeleri, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde yürütülmektedir. Yani BM, çözüm sürecine hakemlik yapmaktadır. Genel Sekreter Banki Moon’un, görev süresinin son günlerinde hakemlik görevini layıkıyla yerine getirmesi ise zor görünmektedir. Buna, BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Barth Eide’nin Kıbrıs’ın her iki tarafında ciddi bir güven kaybına uğraması ve yeni BMGS tarafından değiştirilme ihtimalinin varlığı, ayrıca Rum tarafının BM hakemliğine mesafeli bakıyor olması, çözüm ihtimalini daha da zayıflatmaktadır.

2. Kıbrıs’taki çözüm müzakerelerinin önündeki bir diğer engel ise Güney Kıbrıs’ta 2018 yılı Şubat ayında yapılacak Başkanlık seçimleridir. Bu nedenle Rum Lider Anastasiadis, zamana oynamakta ve oyalama taktiği uygulamaktadır. Büyük ihtimalle Anastasiadis, seçim bahanesiyle 2017 yılı başında masadan kaçacak/Türk tarafını masadan kaçırtacak ve müzakere süreci en az bir yıl duracaktır. Ardından da KKTC seçimleri gelecek ve süreç bu yüzden bir kez daha kesilecektir. Zaten, Rumların tuzu kurudur. Acil bir çözüme ihtiyaçları yoktur. Çünkü onlar, uluslararası camianın Kıbrıs’ta tanıdığı tek meşru hükûmettir. GKRY, AB üyesidir. Buna karşın, KKTC, AB üyesi değildir ve Kıbrıs Türk Halkı, izolasyonlar altında ezilmekte ve dünyadan âdeta tecrit edilmektedir. İşte bu yüzden, Kıbrıslı Türkler çözüm için ne kadar acele ederse Rumlar da o derece oyalama taktiklerine başvuracaklardır.

3. 2016 yılı sonuna kadar bir çözüme ulaşılmasını zorlaştıran bir diğer etken ise ABD’de yapılacak olan Başkanlık seçimleridir. Yeni seçilecek ABD Başkanı’nın 2017 yılı Ocak ayında görevi devralacağını düşündüğümüzde, Kıbrıs meselesinin en önemli aktörlerinden biri olan ABD siyasetinin, bu geçiş döneminde ciddi bir tavır sergilemesi beklenmemektedir.

4. Kıbrıs’ta yürütülen çözüm görüşmelerinin bir anlaşmayla sonuçlanmasını engelleyen en önemli faktör ise Kıbrıs Rum tarafının meseleye bakış açısıdır. Kıbrıs’ta taraflar, birbirinden tamamen farklı çözümler istemektedirler. Kuşkusuz bu farklılık, tarafların probleme farklı teşhisler koymalarından kaynaklanmaktadır. Türkiye ve Kıbrıs Türk Halkının meseleye bakışı ve çözüm parametreleri oldukça basittir ve BM ile aynı doğrultudadır. Buna göre, Kıbrıs’ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet görevi çerçevesinde, Ada’daki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni birortaklıkla sağlanacaktır. Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisi devam edecektir.

 Rumların çözüm beklentileri ise tamamen farklıdır. Buna göre Kıbrıs Rum tarafı, çözümü yeni bir ortaklıkta değil, kendilerinin egemenliğindeki sözde Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında istemektedir. GKRY’nin eski Lideri Hristofyas, ” Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet hâline dönüşecek olan Kıbrıs Cumhuriyeti’dir.” demiştir. Yine, eski Rum liderlerden Papadopulos, “Ben halkımdan bir devlet teslim aldım. Onu topluma dönüştüremem.” demiştir. Ayrıca, Rumlara göre Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlükten kalkacak, Ada’daki Türk askeri geri çekilecek, on binlerce yerleşik Türkiye’ye dönecektir.

5. Görüşmelerin başarı şansını azaltan bir diğer faktör, Hristofyas’ın “Biz sessiz ve özlü çalışırız.” şeklinde özetlediği ikiyüzlü Rum/Yunan politikasıdır. Bu, son derece tehlikeli bir yaklaşımdır ve çok dikkatli olunması gereken bir konudur. Bakınız, 10 yıl GKRY liderliği yapan Glafkos Klerides ne diyor? “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık.” İşte bu yüzden, Akıncı-Anastasiadis sürecinin akıbeti de daha önceki birçok benzer nafile çözüm çabalarından farklı olmayacaktır. Zira Rumlar, muhtemel bir çözüme inanmamakta fakat BM, ABD ve AB’nin başını çektiği uluslararası camianın baskısıyla masaya oturmak zorunda kalmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Anastasiadis, bir Klerides’ten veya bir Hristofyas’tan farklı değildir ve olmayacaktır.

Mesela, geçen Eylül ayında, BM Genel Kurul Toplantılarına katılmak üzere New York’a giden Rum Lider Anastasiadis’in daha yola çıkmadan sarf ettiği “Ne garantiler ne hakemlik ne deregasyon ne de takvim olabilir!” şeklindeki tahrik edici sözleriyle, New York’ta yapılacak 3’lü Zirve ölü doğmuştu. KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın müzakere yürüttüğü Rum Liderin meseleye bakış açısını biraz daha açalım: Rum Lider, göreve gelir gelmez “Türkiye doğalgaza karışmasın, kapalı Maraş’ı bize iade etsin, o zaman AB’deki vetomuzu kaldırmayı düşünürüz…” demiştir. Bugün de bunlara ilave olarak Güzelyurt ve Karpaz’ı istemektedir. Nihayet Anastasiadis, Türkiye’nin Ada üzerindeki garantörlüğüne daima karşı çıkmış klasik bir Rum siyasetçisidir.

6. Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm görüşmelerinin önündeki bir başka engel, müzakerelerin “her konuda anlaşma sağlanmadan hiçbir konuda anlaşma sağlanmış sayılmayacağı” ilkesiyle yürütülüyor olmasıdır. Öyle ki Kıbrıs gibi karmaşık bir meselede tarafların her konuda uzlaşmaya varması mümkün bulunmamaktadır.

7. Ayrıca Rum tarafı, güvenlik ve garantörlük sisteminin devam etmesini istememekte ve AB’nin garantörlüğünü yeterli görmektedir. Türk tarafı ise Türkiye’nin garantörlüğünü vazgeçilmez kabul etmektedir. 1959 Zürih ve Londra Anlaşmaları yürürlüktedir. Bugüne kadar da taraflardan hiçbiri Anlaşma’nın kaldırılmasına yönelik resmî bir başvuruda bulunmamıştır. Kaldı ki uluslararası hukuka göre taraflardan biri, tek başına Anlaşma’yı feshedememektedir.

8. Müzakerelerin önündeki bir diğer zorluk ise, Tük tarafı, mülkiyet konusunun takas ve tazminat yöntemiyle toplu olarak çözümünden yanayken Rum tarafının bu konunun bireysel olarak ve iade yöntemiyle çözülmesinde ısrar etmesidir. Yine Türk tarafı, toprak konusunun iki kesimlilik ilkesine göre ve iki ayrı halkın yoğun olarak yaşadığı bölgeler dikkate alınarak çözülmesini isterken Rum tarafı, göçmenlerin topraklarına geri dönmesini savunmaktadır.

9. Rumlar, Ada’daki tüm yerleşiklerin Türkiye’ye geri dönmesini isterken Türk tarafı, bunun belirli sayıda olmasını istemektedir.

10. Ayrıca Türk tarafı, müzakerelerde takvimlendirmeyi ve uluslararası toplumun sürece hakemlik yapmasını savunurken Rum tarafı buna şiddetle karşı çıkmaktadır.

11. Rum/Yunan tarafı, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kişilik” gibi temel kavramlara, tamamen Rum egemenliğini çağrıştıran anlamlar yüklemektedir.

12. Uluslararası toplum, GKRY’yi meşru Kıbrıs Hükûmeti olarak tanımaktadır. Ayrıca, Rum tarafı haksız bir şekilde AB üyesi yapılmıştır. Hem, meşru Kıbrıs Hükûmeti olarak tanınan hem de AB üyesi olan Rumların, Kıbrıslı Türklerle uzlaşması mümkün değildir.

Bütün bu zorluklar, Ada’da yürütülen çözüm müzakerelerinin başarı şansını azaltan ciddi faktörlerdir. Öte yandan her iki toplum lideri, nasıl bir anlaşmaya varırlarsa varsınlar son sözü, Kıbrıs Türk Halkı söyleyecektir. Yani varılacak bir anlaşma, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.

 Yukarıda da belirttiğimiz gibi, biz bu filmi daha önce defalarca izledik. Zira 1968 yılından bu yana Ada’daki iki toplum arasında görüşmeler devam etmektedir. 1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeler“i, 1992 yılında Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi“, 2004 “Annan Planı”, 2008 yılında “21 Mart Süreci” 48 yıldır devam eden görüşmelerin öne çıkan çözüm planlarıdır. Ne yazık ki bu çabaların hiçbiri uygulamaya girememiştir. 48 yıldır Rum/Yunan tarafıyla bir çözüme ulaşılamamışken şimdi ne değişmiştir de aylar içinde âdil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşma ümidi belirmiştir? KKTC Lideri, klasik Rum/ Yunan siyasetinden haberdar değil midir?

Kıbrıslı Türklerin 1963, 1964, 1967 ve 1974 yıllarında uğradığı katliamlar, Kıbrıs Türk Halkının kolektif hafızasına âdeta kazınmış bulunmaktadır. Benzer olayların tekrarlanmamasını kim garanti edebilir? AB mi? Elbette, hayır! Kıbrıslı Türk soydaşlarımızın güvenliğinin yegâne garantörü Anavatan Türkiye’dir. Ada’da 42 yıldır barış ve huzurun güvencesi olan Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’dir. Gerçekler bu kadar ortada iken Rumlardan veya Brüksel’den medet ummak tabiri caizse abesle iştigaldir.

Netice itibarıyla Kıbrıs’ta tarih tekerrür etmektedir. Ada’da 1968 yılından bu yana çok sayıda görüşme yapılmış ve onlarca çözüm planı gündeme getirilmiştir. Ancak, bunların hiçbiri, uygulama alanı bulamamıştır. Günümüzde, KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı ile GKRY Lideri Anastasiadis’in yürüttüğü çözüm görüşmeleri de ne yazık ki aynı akıbete uğrayacaktır. Bu muhtemel akıbetin sebeplerini yukarıda belirttik. Yani, ne AB’nin ne de küresel güçlerin baskısı, Kıbrıs’ta Rumlar lehine bir anlaşmayı mümkün kılabilecektir. Anavatan Türkiye’nin “kırmızı çizgiler”ini hiçbir güç ihlal edemeyecektir. Uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerine dayanan Türkiye’nin, Kıbrıs’ta bir oldubittiye izin vermesi de mümkün değildir. Bugünlerde Rum basınında yayımlanan ve Güzelyurt ile Karpaz’ı Rum sınırları içinde gösteren haritaların da hiçbir değeri yoktur. Kıbrıs’ta çözüm, Rumlara toprak vererek değil, bilakis Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum toplumlarının toprak bütünlüklerinin korunduğu ve tarafların siyasi eşitliğine dayanan yeni bir federal ortaklık devleti çatısı altında gerçekleşecektir. Bu çerçevede âdil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm sağlanamaması hâlinde, uluslararası toplum tarafından da tanınmış Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin varlığının, yani mevcut statünün devam ettirilmesi en uygun çözüm olacaktır.

KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın Türkiye’nin Ada üzerindeki garantörlük hak ve yetkisini ve Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’nin varlığını tartışmaya açması anlaşılır bir durum değildir. Bilinmelidir ki Kıbrıs Adası’nın bir “Yunan Adası” olmasına asla müsaade edilmeyecektir. Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan Kıbrıs’ın yegâne güvencesi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir. Bu meyanda Türkiye, Kıbrıs Türk halkı üzerindeki tarihî ve kültürel sorumluluğunun bilinciyle ve uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve yükümlülükleri çerçevesinde, sadece Kuzey Kıbrıs’ın değil, tüm Ada’nın garantörü olarak Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de barış ve huzura katkı sağlamaya devam edecektir.

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/7022/kibris-ta-tarihin-tekerruru.html

 

Share This:

Panel : Misak-ı Millî, Lozan ve Musul Meselesi

Nejat ÇOĞAL, Türk Ocakları Genel Merkezi ile Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Milli Kütüphane Konferans Salonunda düzenlenen Misak-ı Millî, Lozan ve Musul Meselesi konulu Panele iştirak etti…

Share This:

Şehit Asb. Ömer HALİSDEMİR Ziyareti.

15 Temmuz 2016 tarihli hain darbe girişiminin engellenmesi için hiç tereddüt etmeden canını feda eden, milli kahramanımız, Vatanın yiğit evladı Şehit Asb. Ömer HALİSDEMİR’in Niğde/Çukurkuyu’da bulunan kabrini ziyaret ettik…

 

 

 

Share This:

Makale- Türk Milletinin Ateşle İmtihanı Nejat ÇOĞAL

 Son iki yüzyıldır Türkiye, Türkleri, Türk-İslâm Medeniyetinden koparmak isteyen ihanet çetelerinin tezgâhladığı birçok oyuna sahne olmuştur. Bu dönemde Ülkemiz, iç ve dış kaynaklı çok sayıda bölücü ve yıkıcı saldırılara maruz kalmış, Türkiye aleyhinde, birçok “zıt kuvvet” el ele vermiş, Siyonist, kapitalist ve komünist çevreler, Ülkemize karşı rahatlıkla işbirliğine gidebilmişlerdir. Düşmanlarımız, “dıştan saldırma” imkânı bulamayınca, bu sefer “içten saldırma” metotlarına başvurmuşlardır.

Türkiye’nin milli birlik ve beraberliğine, Türk Devletinin ve Türk Vatanının bölünmez bütünlüğüne yönelik bu hain saldırıların en son örneği ise Fethullahçı Terör Örgütü FETÖ/PDY ihanet çetesinin 15 Temmuz 2016 tarihindeki başarısız darbe girişimidir. Türk Milletinin 40 yıl düşünse bile aklına gelmeyecek bir ihanet girişimi maalesef gerçek olmuştur. Çocuklarımıza, ömür boyu unutamayacakları bir korku yaşatan bu teröristler, Milletimizin kolektif hafızasına asla silinmeyecek kötü izler bırakmışlardır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içinde yuvalanmış birtakım asker kılıklı hainin bu kalkışması aynı zamanda, şanlı Türk Ordusunun tarihine de kara bir leke sürmüştür. Allah, Türk Milletine bu kâbusu yaşatan hainleri kahretsin.

Ne yazık ki bu karanlık gecede, Atlantik Ötesi’nden yönetilen, asker kılığına girmiş birtakım FETÖ’cü ihanet çetesi, Türk Milletinin kendi savaş uçağıyla, kendi helikopteriyle, kendi tankıyla, kendi silahıyla yine Türk Milletinin başına bombalar, mermiler yağdırmış, kendi halkını tankların altında ezmiştir. Tarihinde ilk defa Gazi TBMM, bu vatan hainleri tarafından, üstelik de Türk savaş uçaklarıyla bombalanmıştır. Türk Milletinin en önemli ve güzide kurumları olan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Çankaya Köşkü, MİT Yerleşkesi, Özel Harekât Dairesi Başkanlığı, Emniyet Müdürlüğü başta olmak üzere birçok kamu kuruluşu da maalesef bu hain bomba ve kurşunlardan nasibini almıştır.

Peki, Türkiye’yi başkentinde, tam kalbinden vuran bu hain işgal girişimi başarılı olsaydı ne olacaktı? Büyük ihtimalle Türkiye İran ile savaşa sokulacak, Suriye bataklığına sürüklenecek ve böylece Ülkemiz bölgesinde bir kaosun içine çekilecekti. Yine, hain darbeciler başarılı olsalardı, Ülkemiz iç savaşa sokulacak ve bir Suriye’den farksız hale getirilecekti. Evet, Allah, ülkemizi 15 Temmuz gecesi uçurumun kenarından bir kez daha çekip almış

Türk Milleti, 2. Kurtuluş Savaşını da 15 Temmuz 2016 tarihinde kazanmış, milli irade, FETÖ/PDY’nin hain işgal girişimini başarıyla püskürtmüştür. Halkın iradesiyle göreve gelen Cumhurbaşkanımızın demokrasiye olan inancı ve dik duruşu sayesinde Türk Milleti harekete geçmiş, demokrasisine ve milli egemenliğine sahip çıkmıştır. Öyle ki, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir cesaret ve kararlılıkla Halk sokaklara, meydanlara çıkmış, tanklara, savaş uçaklarına, helikopterlere, makineli tüfeklere karşı göğsünü siper etmiştir. O karanlık gecede tam 240 vatan evladı demokrasi şehidi, 2000’den fazla milli kahraman da demokrasi gazisi olmuştur. Allah onlardan razı olsun.

Her fırsatta ifade ettiğimiz gibi, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet var olabilmesinin yegâne şartı milli birlik ve beraberliktir. İşte, 15 Temmuz’la birlikte milli birlik ve beraberliğimiz daha da güçlenmiş, Türk Milleti demokrasisi ve bağımsızlığı için sımsıkı kenetlenmiştir. 7 Ağustos’ta İstanbul/Yenikapı’da gerçekleştirilen Demokrasi ve Şehitler Mitingine, Toplumun her kesiminden 5 milyon vatandaşın katılmasıyla, milli birlik ve beraberliğimizin gücü tüm dünyaya gösterilmiştir.

Neticede, kazanan milli irade olmuştur. Türk-İslâm Medeniyetini bölüp, parçalamak isteyen Siyonist ve kapitalist şer odakları ise Türk Milletinin gösterdiği bu kahramanlık karşısında âdeta şaşkınlığa düşmüşlerdir. Milli birlik ve beraberliğin ne kadar önemli olduğunu yaşadığı acı tecrübe ile bir kez daha anlayan Türk Milletinin Tek Millet, Tek Devlet, Tek Vatan ve Tek Bayrak altında birleştiğini görmek, FETÖ/PDY Terör maşası ile onun arkasındaki sinsi düşmanları da kahretmiştir. Son iki yüzyıldır Türkiye üzerinde gizli planlar yapan ve Türk Milletine kefen biçen Batılı şer odakları, bunun hesabını mutlaka vereceklerdir.

Umuyoruz ki, bir darbe girişiminden öte, Türkiye’yi işgal girişimi olarak nitelendirebileceğimiz bu kalkışma hareketi, Siyonist ve kapitalist şer odaklarının ve onların hain taşeronlarının Türkiye’ye yönelik son saldırıları olsun. Ve yine istiyor ve bekliyoruz ki Türk Milleti böylesi bir ihanetle bir daha karşılaşmasın.

İç ve dış düşmanlarımızın bu hain saldırılarına bir başka örnek olarak, Suriye sınırımızın ötesinden vatan topaklarımıza bombalar yağdırılmasıdır. Yine, mesela, içerideki taşeron terör örgütlerinin Ülkemizi bölmek için şehirlerimize hendek kazıp, Devletimize meydan okuma cüretini göstermeleri, ayrıca, onlarca savunmasız sivil vatandaşlarımızın ve güvenlik güçlerimizin şehit olmasına yol açan bombalama eylemleri, içten yapılan saldırıların en son örnekleri olarak gösterilebilir. Fakat, tüm Dünya da şahit olmuştur ki Büyük Türk Devleti, bir yandan, sınırlarını ihlal eden Batı’nın taşeron terör örgütlerine misliyle karşılık vermesini, öte yandan da içerideki bölücü anarşistleri kendi kazdıkları hendeklere gömmesini bilmiştir. Velhasıl, tüm iç ve dış düşmanlarımızın şunu iyi bilmeleri gerekmektedir: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür, parçalanamaz. Ayrıca, milli sınırlarına ve Devletine uzanan elleri kesmekle kalmaz, o ellere hükmeden kafaları da yok etmesini bilir.

Türk-İslâm kültür ve medeniyetine karşı düşmanlığı bulunan, Milletimizi tarihi bağlarından koparmak isteyen ve Dünya Türklüğünü dağıtmak isteyen bu şer odakları, Ülkemizde hiç yoktan, bölgesel farklılıklara dayalı, siyasi mezhep ve etnik grup temelli, sınıflar ve nesiller arası çatışmalar icat etmekte ve bu vesileyle kitleleri kışkırtmaktadırlar. Kısaca “böl-parçala-yönet” düsturuyla hareket eden bu hain mihraklar, bölgesinin en istikrarlı ve güçlü Ülkesi olan Türkiye’yi, kan gölüne çevirdikleri Ortadoğu bataklığına sürüklemenin gayreti içerisine girmişlerdir.

Bu açıdan bakıldığında, bir FETÖ/PDY’nin, bir PKK veya DAEŞ’ten hiçbir farkı yoktur, hatta toplumun her kesimine ve Devletin her birimine sızmış bu sinsi ve hain Fethullahçı Terör Örgütü FETÖ, diğer terör örgütlerinden 10 kat daha zararlıdır diyebiliriz. Her biri kara ve kızıl emperyalizmin birer maşası olan bu taşeron terör örgütlerinin kökünün kazılması, müteakiben de onların üst akıllarına gereken dersin verilmesi, Türk Milletinin boynunun borcudur.

Kaldı ki, binlerce yıllık devlet tecrübesi, kültür ve medeniyet birikimi ile tarihin kaydettiği en dinamik milletlerden bir olan Türkler, “demokrasi ve özgürlük” maskesi arkasına sığınan bu kahpe oyunları bozabilecek yeteneğe sahiptir. İslam’da hürriyet “Allah’tan gayrisine boyun bükmemek” ve “Allah’ın emirlerine ters düşmemek kaydıyla milli örfe itaat etmek” şeklinde karşılık bulur. İşte, Türk-İslâm Ülkücüsü ahlâkını kurarken aklını kullanacak, millî ruh ve şuurunu koruyarak, İslâm ahlâkının ve Türk töresinin aydınlığında yürüyecektir.

Hiç bir millet, dininin, dilinin, kültür ve medeniyetinin, devlet ve vatanının parçalanması gayretlerine müsamaha gösteremez. Bayrağının düşürülmesi karşısında sessiz kalamaz. Türk Milletinin dostluğunun da düşmanlığının da muhteşem olduğunu çok iyi bilen dış güçler, bu milletin tarihî yeniden şahlanışına engel olamayacaklardır.

Osmanlı Devleti’nin, üç kıta üzerindeki farklı dinlere mensup kavim ve sınıflar arasında hukuki ve içtimai adaleti sağlayarak bir düzen içinde yaşamalarını gaye edinen “Nizam-ı Âlem” davası başarıyla takip edilmiştir. Yakın gelecekte ise Müslüman-Türk Milletinin “Nizam-ı Âlem Ülküsünün” bir hayal olmadığına, bilakis damarlarında akan kan kadar gerçek olduğuna tüm Dünya şahit olacaktır.

Sevgili Peygamberimizin “Bir elime Güneş’i, bir elime Ay’ı verseniz yine dâvamdan dönmem” diyerek özetlediği ahlak anlayışını benimsemiş olan Türk-İslâm Ülkücülerinin bu mukaddes davadan vazgeçmeleri asla söz konusu olamaz.

Bilinmelidir ki Türkiye Cumhuriyeti, büyük Türk Milletinin tek ve bağımsız kalesi olup, aynı zamanda bütün Dünya Türklüğünün ve bütün mazlum milletlerin de ümidi durumundadır. Ay-Yıldızlı Al bayrağın dalgalanabildiği tek ülke olan Türkiye’miz, çetin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik problemlerin ardından, Allah’ın izniyle, yeni bir diriliş ve şahlanışın eşiğinde bulunmaktadır. Türk Milleti, 21. Yüzyıla damgasını vuracak, hiç bir güç de buna engel olamayacaktır.

Bir yandan İslâm’ın kılıcı ve kalkanı olarak önemli hizmetler veren Türkler, bir yandan da, tarih boyunca kurdukları imparatorluklarda, egemenlikleri altına aldıkları halklara din ve vicdan özgürlüğü tanıyarak, bunların birlikte, barış içinde yaşamalarını temin etmiş ve evrensel barışa büyük katkılar sağlamışlardır. Binlerce yıllık tarihi boyunca Dünyada adaleti hâkim kılmak arzusuyla hareket eden Türkler, bir nevi bütün insanlığın sorumluluğunu üzerinde taşımıştır.

Hiç şüphesiz, Türk Milleti, tarihî sorumluluğunun farkında olarak “cihan hâkimiyeti mefkuresi” için mücadelesini sürdürecektir. Günümüzde, Dünyanın her yerinde, emperyalist devletlerin ve onların taşeronu olan terör örgütlerinin saldırılarıyla vahşice katledilen binlerce Müslüman’ın dökülen kanlarından beslenen kara ve kızıl emperyalizm canavarına karşı tek direnç noktası Türkiye’dir, Türk-İslâm Ülkücüsüdür. Sevgili Peygamberimizin “Haksızlıklar karşısında susan, dilsiz şeytandır” Hadis-i Şerifi çerçevesinde, Türk-İslâm Ülkücüsü susmayacak, zalimler karşısında Hakk’ı savunmaya devam edecektir.

Günümüzde, Dünya Devletlerinin yaklaşık üçte birini teşkil eden Müslümanlar, kara ve kızıl emperyalizmin kucağında istismar edilmekte ve sömürülmektedir. Kapitalizmin, komünizmin ve Siyonizm’in pençesinde inleyen Dünya Müslüman-Türkleri için sadece Türkiye’de bir ümit ışığı belirebilir. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, Allah yolunda savaşan ve kınayanların kınamasına aldırmayan, İslâm iman ve ahlâkıyla yoğrulmuş yeni bir ülkücü nesil, tarihimizin bağrından fışkırarak ve her gün biraz daha güçlenerek gelmektedir. Bu nesil, Allah’ın Türk Milletine ve İslâm Âlemine ihsanıdır. Yine bu nesil, Yahya Kemal’in, Kurtuluş Mücadelesinde işaret ettiği kahramanların neslidir;

Şu kopan fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi,
Senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi.
Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın
Galip et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.

Bugün, Milletçe, Türk-İslâm Ülküsü etrafında kenetlenmekten başka çare yoktur. Türk-İslam Ülküsü açısından düşünürsek, mutlak irade Allah’ındır. O dilerse “milli iradeyi”, yine O dilerse “tarihin iradesini” harekete geçirerek milletlerin kaderine yön verir. Yeter ki ülkemiz için çalışalım, millî birlik ve beraberliğimizi koruyalım, inançlı-vatansever nesiller yetiştirelim, gençliğimize sahip çıkalım…

Tasada ve kıvançta birleşmiş, millî tarih ve kültür ile yoğrulmuş, milletçe bütünleşmiş, Sevgili Peygamberimizin buyurduğu gibi “bir yeri ağrıdığı zaman bütün vücudu ile ıstırap duyan” bir organizma olmayı başarmış yeni Türk Gençliğinin, nefsani ihtiraslardan kurtulup Türk-İslâm Ülküsünde fâni olmasının zamanı gelmiştir.

Nihayet, bin yıllık kardeşliğimize göz diken küresel güç odaklarının 15 Temmuz 2016 tarihli Türkiye’yi işgal girişimi, Atalarımızın “su uyur, düşman uyumaz” uyarısının ne kadar doğru olduğunu, bir kez daha gözler önüne sermiştir. Bu bakımdan, Üstâd Necip Fazıl’ın ifade ettiği “kim var! diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert “ben varım!” diyebilecek cesarette, dimdik, dinamik bir Müslüman-Türk Gençliği, Türkiye’nin aydınlık geleceğinin yegane güvencesidir.

Türk Milletinin iki yüzyıldır süregelen ateşle imtihanı henüz bitmemiştir ancak, bu dönemde biriktirdiği tecrübeler onu geleceğe taşıyacaktır. Atalarımızın, “bir musibet, bin nasihatten iyidir” sözüne uygun olarak, Milletçe yaşadığımız acı tecrübelerden gereken dersleri çıkartıp, gerekli tedbirleri alıp, gelecek nesillere daha güvenli ve daha müreffeh bir Türkiye bırakmak için, Milletçe, var gücümüzle çalışmak mecburiyetindeyiz.

Allah’tan başka ilâh yoktur diyen Türk Milletini Allah ve Resulünün muhteşem çizgisinden saptırmaya kimsenin gücü yetmemiştir, yetmeyecektir. Allah Türk Vatanını ve Türk Milletini korusun. Millî birlik ve beraberliğimizi bozmasın…

Nejat Çoğal/Bu Ülke

http://buulke.net/2016/08/12/turk-milletinin-atesle-imtihani/

 

Share This:

Avrupa Birliği Nereye Gidiyor?

Velhasıl, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın belirttiği gibi “Gerekirse, Kopenhag Kriterlerinin adını Ankara Kriterleri olarak değiştirir ve yolumuza devam ederiz”.

Avrupa Birliği Nereye Gidiyor?

27 Haziran 2016

  Nejat ÇOĞAL

turkocagi@turkocagi.org.tr

BREXIT, yani İngiltere’nin AB ile devam edip etmemesi hakkında yapılan referandum sonuçları Avrupa Birliği’nde şok etkisi yapmıştır. İngiltere’de 23 Haziran 2016 tarihinde yapılan referandumda Halkın %48’i AB’yle yola devam derken, %52’si AB’ye HAYIR demiştir. Referandumda AB’ye hayır diyen İngilizlerin bile pişmanlık duyduğu bu sonuç, Brüksel’in gündemine adeta bomba gibi düşmüştür. Avrupa entegrasyonunu 70 yıl geriye götürebilecek potansiyele sahip böylesi bir kararın ardından, İngiltere’nin AB Komiseri Jonathan Hill görevinden istifa etmiş, İngiltere Başbakanı David Cameron istifa edeceğini açıklamıştır. Brüksel’in önde gelen siyasetçileri tarafından da “İngiliz Halkının bu kararının vakit geçirilmeksizin uygulanması gerektiği ve bir daha İngiltere’nin AB üyeliği için müzakere yapılmayacağı” şeklinde sitemkâr bir açıklama yapılmıştır. Lizbon Anlaşması’nın 50. Maddesi’ne göre, 2 yıl içinde ayrılmanın gerçekleştirilmesi ve İngiltere-AB arasında yeni bir ilişkinin kurulması gerekmektedir.

AB Konseyi Başkanı Donald Tusk, Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz ve AB Dönem Başkanı Hollanda Başbakanı Mark Rutte, Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker`in daveti üzerine apar-topar Brüksel’de toplanmışlar ve İngiltere’de yapılan BREXIT referandumundan çıkan sonuç hakkında kısaca şu açıklamayı yapma ihtiyacı hissetmişlerdir:“…Bu kararı esefle karşılıyoruz ancak saygı duyuyoruz. Bu, eşi benzeri olmayan bir durumdur ancak yanıtımız için birleştik… 27 üye devletli birlik devam edecektir. Birlik, ortak siyasi geleceğimizin çerçevesidir. Biz tarih, coğrafya ve ortak çıkarlarla birbirimize bağlıyız ve işbirliğimizi bu esasta geliştireceğiz…

Birlik içindeki en büyük müttefikini kaybeden Almanya Başbakanı Angela Merkel ise “İngiltere’nin AB’den ayrılma kararı Avrupa için bir kırılma noktasıdır” demiştir. Buna karşın, İngiltere’nin olmadığı bir AB’de nüfuzu daha da artacak olan Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’dan ise “AB’nin bir sıçrama yapmasının zamanı gelmiştir” şeklinde, memnuniyet içerikli bir tepki gelmiştir.

Esasen, İngiltere’nin başından beri Avrupa bütünleşmesinin dışında kalmaya çalışıp, Atlantik Ötesi dostu ABD ile birlikte hareket etmesi, bugünkü hadiselerin en büyük alameti olarak görülebilir. Bilindiği gibi, İngiltere, başından beri AB’nin siyasi ve ekonomik derinleşme çabalarından mümkün mertebe uzak kalmaya gayret etmiştir. Mesela, ekonomik ve siyasi derinleşmenin en bariz adımlarından olan Eurozone ve Schengen’e İngiltere dâhil olmamıştır. İngilizler yine, NATO dışında bir savunma sistemine, mesela Avrupa Ortak Savunma sistemi ve Avrupa Birleşik Ordusu projesine hep karşı çıkmıştır. Ayrıca, son zamanlarda AB’nin yaşadığı göçmen krizi konusunda Brüksel ile birlikte hareket etmeyi reddetmiştir. İngiltere, son yıllarda, AB bütçesine de yeterli katkıyı sağlamaktan sarfınazar etmiştir. Milli egemenlik haklarını Brüksel’e kaptırmamak için ciddi direnç gösteren İngilizler, nihayet meseleyi “23 Haziran Bağımsızlık Günü olsun” noktasına kadar getirebilmişlerdir.

Ancak, AB’ye tepki vermekte bu kadar aşırıya giden İngilizlere şunu hatırlatmak isteriz: AB’den ayrılma kararıyla İngiltere kendi ülke bütünlüğünü de tehlikeye atmış bulunmaktadır. Zira, yakın zamanda, İskoçya’da yapılan bağımsızlık referandumunda, sırf AB’nin bir parçası olarak kalmak uğruna Birleşik Krallık içinde kalmayı tercih eden İskoçyalılar, BREXIT kararının ardından kendilerini aldatılmış hissetmektedirler. Nitekim, Başkent Edinburgh’ta sonuçtan duyduğu üzüntüyü dile getiren İskoçya Başbakanı Nicola Sturgeon, “İskoçya geleceğini AB’de görüyor. İskoçya isteğimiz dışında AB dışına çıkarılacaktır. Bu demokratik olarak kabul edilemez. İskoçya’nın ikinci bir bağımsızlık referandumuna gitmesi yüksek ihtimal.” açıklamasını yapmıştır.

İngiliz halkının BREXIT kararının FREXIT’e veya diğerlerine dönüşüp dönüşmeyeceği ve bu kararın ekonomik ve siyasi sonuçlarının neler olacağı konusunu makalemizin ilerleyen bölümlerinde irdeleyeceğiz. Ancak, öncelikle, bu noktaya nasıl gelindiği hakkında ve özellikle de Avrupa’daki yabancı düşmanı ırkçıların ve AB karşıtı aşırı sağcıların, yakın zamanda Brüksel’in başına bela olacakları yönünde, daha önce yapmış olduğumuz uyarıları ele almak isteriz. Zaman bizi haklı çıkardı ve Brüksel’in korkulu rüyası da böylece gerçekleşmiş oldu. Zira, İngiltere’nin AB’yi terk etme kararı domino etkisi yapabilir ve AB’nin diğer lokomotif ülkelerinde de ayrılma yönünde referandumlara gidilebilir. Mesela, ağır mali krizden ve kemer sıkma politikalarından derin şekilde etkilenen Yunanistan halkı da aynen bizim gibi düşünmektedir. Yapılan kamuoyu araştırmalarına göre Yunan Halkı “Bu işin bu noktaya geleceği belliydi, hatta gecikti. Halk zaten canından bezmişti. Bu neo-liberal AB’nin bizleri bugün bu noktaya getireceği çok önceden belliydi” demektedir.

Şimdi, islamofobi ve AB karşıtlığı konusunda bundan tam 1,5 yıl önce Brüksel’e yaptığımız uyarılar hakkında kısaca bilgi vermek isiyoruz. 13 Ocak 2015 tarihinde yayınlanan “Avrupa’da Kimler Tarih Yazıyor? ” başlıklı makalemizde, özetle şu hususların altını çizmiştik:

Son zamanlarda, Avrupa’da yabancı düşmanlığı ve Türk-İslam karşıtlığı yeniden hortladı. Daha önce yazdığımız makalelerle Brüksel’i müteaddit defalar uyardık… Peki bu noktaya nasıl gelindi? Yazımıza, 2014 Mayıs ayında gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu seçimleri ile başlamak istiyoruz. Çünkü seçim sonuçları, bugün yaşanan problemlerin önemli bir göstergesi olarak tarihe geçmiş bulunmaktadır… Öyle ki Müslüman-Türk düşmanlığı ve AB karşıtlığı yapan çevreler bu seçimlerde önemli bir başarı gösterdiler ve AP içinde ciddi bir pozisyon elde ettiler… Zira seçimlerde Sosyalistler, Liberaller ve Hıristiyan Demokratlar oy kaybederken, aşırı sol, muhafazakâr anti-federaller, sağcı AB karşıtları, aşırı sağ dâhil bağımsızlar oylarını artırmış ve 751 üyeli AP’de toplam 167 sandalye kazanmışlardır.

Bu seçimlerde aşırı grupların 2009 seçimlerine nazaran başarı kazanması, Avrupa Birliği siyasetçilerini ziyadesiyle endişelendirdi… Bilindiği gibi, Ulusal Cephe’nin Lideri Marine Le Pen, son AP seçimlerinde Fransızların %25 oyunu alarak partisini birinci sıraya taşıdı. Aşırı ırkçı görüşleriyle Fransa’yı sallayan babası Jean Marie Le Pen’den 2011 yılında partiyi devralan Marine Le Pen’in çok kısa bir sürede yüksek başarı sağlaması, Avrupalıları endişeye sevketmiş gibi görünüyor. Son yıllarda Avrupa kamuoyunu meşgul eden göçmenler meselesine ilave olarak, yine Avrupa’da yaşanan yüksek işsizlik problemi ve mali krizin sorumluluğunu da Brüksel’e yükleyen Marine Le Pen, durumdan vazife çıkarmayı başarmıştır. “Şeytan” diye anılan babası tarafından “Şeytan’ın kızı” olarak nitelendirilen Marine Le Pen’in hedefinin, AB’yi dağıtmak ve 2017 seçimlerinde Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmak olduğu söylenmektedir.

 Öte yandan, Almanya’da, yabancı düşmanı olarak bilinen NPD’nin ilk kez AP’ye milletvekili göndermesi, AB’de bir diğer endişe kaynağı olmuştur. Ayrıca seçimlere ilk kez katılan, Eurozone karşıtı AfD partisi, Alman seçmenlerin yüzde 7’sinin oyunu alarak 7 sandalye kazanmış bulunmaktadır.

 Sonuçları itibariyle şaşkınlık yaratan AP seçimleri, AB’nin bir diğer lokomotifi İngiltere’de de tedirginliğe yol açmış gibi görünüyor. Zira, seçimlerin hemen ardından The Guardian’ın manşetinde yer alan bir araştırma dikkat çekmiştir. Araştırmaya göre, “İngiltere’de 2000 yılından sonra, ırkından dolayı kendilerine önyargılı bakıldığına inananların sayısının arttığına” işaret edilmektedir. Yani Araştırmaya göre, aynı dönemde İngiltere’de ırkçılık ve İslamofobi önemli bir şekilde artış göstermiştir.

Diğer taraftan, İngiltere’de, “Avrupa’yı AB’den kurtaracağım” diyen Nigel Farage’nin Lideri olduğu UKIP Partisi’nin oyların yüzde 27.5’ini alarak İngiliz siyasetinde “3. Güç” olarak ortaya çıkması dikkat çekicidir Seçim sonuçlarıyla ilgili olarak konuşan İngiltere Başbakanı David Cameron, “Seçmenin, AB konusunda hayal kırıklığı hissettiğini” belirtmesi ve “Sandıktan çıkan mesajı aldık” demesi, İngiliz siyasetinin önümüzdeki günlerde Brüksel ile ciddi problemler yaşayacağını işaret etmektedir. 

  AB siyasetçilerinin yaptığı bu özeleştiriye karşı, seçimlerde başarı gösteren aşırı grupların verdiği cevap ise manidardır. Avrupa’nın farklı ülkelerinde seçimlerde başarı gösteren aşırı gruplar yaptıkları ortak basın toplantısıyla adeta gövde gösterisi yapmışlar ve “AB’de tarih yazıyoruz” diyebilme cesaretini göstermişlerdir.

 AB’deki Aşırı grupların Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı basın toplantısına Fransa’dan Marine Le Pen, Hollanda’dan Geert Wilders, İtalya’dan Matteo Salvini, Belçika’dan Gerolf Annemans ve Avusturya’dan Harald Vilimsky katılmış ve AP’de bir grup kurma konusunda mutabakata varmışlardır. Toplantıda konuşan Marine Le Pen, “Teknokratik ve totaliter AB modeli geride kaldı” demiş ve kuracakları grupla halkların menfaatine karşı olan her girişimi bloke etmeyi hedeflediklerini söylemiştir.

  Türkiye’nin Avrupalı olmadığı iddiasıyla AB’ye tam üyeliğine karşı olduğunu her fırsatta dile getiren Nicolas Sarkozy şoku daha atlatılamadan, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu ve Türkiye’yi veto edeceğini açıklayan bir Marine Le Pen’in Fransız siyasetinde önemli bir aktör haline gelmesi, kuşkusuz, Türkiye’nin dikkate alması gereken ciddi bir problem olarak ortada durmaktadır.

 Görüldüğü üzere, 2014 AP seçimleri özellikle Avrupa kamuoyunda ciddi bir yankı bulmuştur. Eğer Brüksel, Avrupa’da hızla artan yabancı düşmanlığı ve AB karşıtlığı ile mücadele etmezse, yakın zamanda Birliğin temelleri sarsılacaktır. Zira Fransa, İngiltere, Avusturya, Macaristan ve Almanya’da hızla artan işsizlik oranı ve yabancı düşmanlığı, giderek AB düşmanlığına dönüşmektedir. Mesela Fransa’da seçmenlerin sadece %39′unun ülkelerinin Avrupa Birliği üyeliğini destekliyor olmaları, AB siyasetçilerinin üzerinde durması gereken ciddi bir problem olarak karşılarında durmaktadır.

  Türkiye açısından olaya baktığımızda, benzer bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu görmekteyiz. Bu da, Türkiye’nin AB katılım süreci uzadıkça, tam üyelik önündeki engellerin arttığı gerçeğidir. Öyle ki AB’de son yıllarda baş gösteren ekonomik sorunların ve artan suç olaylarının sorumluluğu göçmenlere yüklenmekte ve bu durum, hiç ilgisi olmadığı halde76 milyonluk Türkiye’nin üyeliği ile ilişkilendirilmeye çalışılmaktadır. Avrupa’da yaşayan yabancılar bir nevi günah keçisi haline getirilmek istenmektedir. Bu noktada, AB’li siyasetçilerin ve aydınların acil tedbirler üzerinde kafa yormaları elzemdir. AB’nin her köşesinde görülen ırkçı eğilimler ve oluşumlara karşı Brüksel’in kararlılıkla mücadele vermesi gerekmektedir. Kendi temel değerlerini yine kendi bünyesinde korumak anlamında acizlik gösteren bir AB’nin dağılması ise kaçınılmazdır.

 

Kaldı ki Türk Halkının AB’ye bakış açısının giderek olumsuza döndüğünü de Brüksel’in görmesi gerekmektedir. Türk vatandaşlarının AB’ desteğinin %40’ın altına indiğini burada belirtmekte yarar bulunmaktadır. AB’deki olumsuz gelişmelerin ekonomik, siyasi ve toplumsal yapısına zarar vermesini engellemek için Türkiye’nin de birtakım girişimlerde bulunması faydalı olacaktır. AB Bakanı ve Başmüzakereci Mevlüt Çavuşoğlu’nun, “Çıkaracağımız yasaları, AB mevzuatlarıyla ne kadar uyumlu olup olmadığını da karşılaştırarak yapacağız. AB ile Gümrük Birliği anlaşmasını da gözden geçiriyoruz…” şeklindeki açıklaması, bu anlamda dikkate değer bulunmaktadır.

  Peki, Türkiye’nin AB sürecinin önünün açılması ve ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açılabilmesi için neler yapılması gerekmektedir? Türkiye-AB arasında yaşanması muhtemel bir krizin engellenmesi için yapılması gerekenleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:

  1. Tam üyelik için artık Türkiye’ye bir tarih verilmelidir.

2. Türk milletinin tarihi- kültürel dokusuna müdahale edilmemelidir.

 3. Türkiye’nin milli birlik  ve beraberliğine, milli ve manevi değerlerine saygı gösterilmelidir.

4. Aday ülke olarak Türkiye’ye karşı samimi davranılmalı ve çifte standartlı yaklaşımlardan  

   vazgeçilmelidir.

5. Brüksel, Türkiye’nin AB Sürecini, taviz koparmak için bir fırsat olarak görmekten vazgeçmelidir.

6. Kıbrıs, Ege gibi haksız dayatmalardan vazgeçilmelidir.

7. Gümrük Birliği Anlaşması derhal revize edilmedir.

 8. Brüksel ve AB’nin lokomotif ülkeleri, AB karşıtlığı ve Avrupa’da tehlikeli bir şekilde gelişen islamofobi’ye karşı acil tedbirler almalı, bunların AB’de tarih yazmalarına izin vermemelidir…

Görüldüğü üzere, AB’de bugün yaşanan büyük krizin ayak sesleri önceden duyulmuş ve ne gibi tedbirler alması gerektiği yönünde Brüksel, tarafımızca 1,5 yıl önce uyarılmıştır. AB siyasetçilerinin sesimize kulak verip AB karşıtlığı ve yabancı düşmanlığına karşı vakitli önlemler almış olsaydı, belki bugün tarihinin en derin krizini yaşıyor olmayacaklardı.

Öte yandan, İngiltere Halkının AB’den ayrılma kararı, Türkiye’de de ciddi yankılar uyandırmıştır. Öncelikle belirtmemiz gerekir ki Türkiye’nin AB’ye yaklaşımı dün de bugün de aynıdır. Kısaca, Türkiye için “AB üyeliği stratejik hedeftir”.  Başbakan Binali Yıldırım’ın da belirttiği gibi “Biz Birliğin güçlenerek gelecekte devamından yanayız” “İstikrar ve barış için bu önemli” ancak “Avrupa Birliği kendi gelecek vizyonunu gözden geçirmelidir.”. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, BREXIT kararı ile ilgili olarak “Sorunlarla baş etmekte gücünü gösteremezse, önce güvenirliği kaybolur, sonra itibarı kaybolur sonra yavaş yavaş kendisi ortadan kaybolur gider” demiştir. Yine Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Ömer Çelik’in de belirttiği gibi “…Avrupa Birliği evrilmek ve değişmek zorundadır. Yepyeni bir Birlik sistemi ortaya çıkaracaktır ve bütün bunların merkezinde de aslında Türkiye ile ilgili verilecek kararlar vardır. Dolayısıyla, tazeleyici bir aşı yapılmadan Birlik bu haliyle kendini sürdürmeye çalışırsa, bunu sürdüremeyecektir…”.

Zira, BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi, 2.9 trilyon Dolarlık milli geliri ile Dünyanın 5., AB’nin ise 2. Büyük ekonomisi olan İngiltere’nin 43 yıldır üyesi olduğu Avrupa Entegrasyon Modelini terk etme kararı, başta İngiltere ve Avrupa olmak üzere tüm Dünya ekonomisini derinden etkileme potansiyeline sahiptir. Böylesi bir ekonominin içine kapanması halinde tüm dünyada yatırım ve tüketim harcamalarında ciddi bir daralma olabileceği endişesi hâsıl olmuştur. Yine, dünyanın finans merkezi olan Londra’nın bu fonksiyonunu yitireceği de kuvvetle muhtemel görünmektedir. 1.54 trilyon dolarlık yurtdışı yatırıma sahip bir ülkenin, bu aşamadan sonra Dünya siyasi ve ekonomik sahnesinde nasıl bir rol alacağı başta İngilizler olmak üzere AB vatandaşları için de büyük bir önem arz etmektedir.

Ayrılma sonrası İngiltere-AB arasında nasıl bir ilişki kurulacağı, mesela, gümrük birliği aşamasında mı kalınacağı, yoksa karşılıklı Serbest Ticaret Anlaşması ile mi yola devam edileceği hususu, yeni statüyü belirleyici bir rol oynayacaktır. Mesela, İngiltere, AB-ABD arasında imzalanacak olan TTIP Anlaşmasına dâhil edilecek midir? İngiltere-DTÖ arasında başlayacak olan müzakereler ne kadar sürecek ve nasıl sonuçlanacaktır? İşte önümüzdeki 2 yıl (uzatma imkânı vardır) içinde netleşecek bu hususlarla birlikte, İngiltere’nin Brüksel ile ve hatta Dünya ekonomileri ile nasıl bir münasebet içine gireceği de ortaya çıkmış olacaktır.

Öte yandan, İngiltere’nin AB’den ayrılma sürecinin hızlı ilerleyeceğine dair birtakım işaretler şimdiden kendini göstermeye başladı. Mesela, Referandumdan iki gün sonra, Almanya’nın çağrısıyla, Berlin’de Dışişleri düzeyinde bir araya gelen AB’nin 6 kurucu üyesinin (Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya, Belçika ve Lüksemburg) İngiltere’ye verdiği mesaj çok net olmuştur. Kurucu üyeler, “Çıkış süreci hızlı gerçekleşmeli. Avrupa Birliği geleceğini planlayabilmek için, İngiltere’nin çıkışıyla meşgul edilmemeli” şeklinde açıklama yapmışlardır. Bununla birlikte, Avrupa’da İngiltere’ye karşı verilen sert mesajlardan rahatsız olan Almanya Başbakanı Angela Merkel “”Çirkinleşmeye gerek yok, usulüne uygun yürütülmeli” diyerek bu tepkisini dile getirmiştir. AB kurucu ülkelerinin Dışişleri Bakanları’nın Berlin’deki olağanüstü zirvesinin ardından konuşan Merkel, “Londra’nın ‘hızlı çıkışından yana olmadığını” ifade etmiş ve “Evet, sonsuza kadar sürmemeli, doğru, ama, özellikle kısa zamanda gerçekleşmesi için de uğraşmayacağım” demiştir.

Peki, İngiltere’nin bu ani ayrılma kararı Türkiye-AB ve Türkiye-İngiltere ilişkilerininasıl etkileyecektir?

Şunu peşinen belirtmekte fayda vardır ki, BREXIT kararının Türkiye’nin AB katılım sürecini olumlu yönde etkileme ihtimali yüksektir. İngiltere, Türkiye’nin Almanya’dan sonra 2. Büyük ihracat pazarı konumundadır ve yeni kurulacak düzende bu pazarın daha da genişletilmesi imkânı mevcuttur. Ayrıca, İngiltere Türkiye’nin dış ticaret fazlası verdiği gelişmiş ülkelerin başında yer almaktadır. Hepsinden önemlisi, ayrılık gerçekleştikten sonra İngiltere-AB arasında kurulacak yeni ilişki düzeni Türkiye için de bir model olabilecektir.

NATO müttefiki olan ve Birlik içerisinde kendisini destekleyen bir ülkenin AB dışında kalması, AB katılım süreci bakımından, Türkiye için olumsuz bir gelişme olarak görülebilir. Ne var ki İngiltere Başbakanı David Cameron’un geçtiğimiz günlerde, iç siyasete mesaj vermek uğruna ve alay edercesine “Türkiye 3000 yılına kadar AB üyesi olamaz!” açıklaması, Türk Kamuoyunda büyük bir hayal kırıklığına yol açmıştı. Cameron’un bu densiz çıkışından birkaç gün sonra İngiliz Halkının AB’den çıkma kararı almış olması ise, Cameron’un bizatihi kendisinin istifasına yol açan tarihi bir gelişme olmuştur. Esasen, İngiliz Başbakanına en anlamlı cevap Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından verilmiştir. Cumhurbaşkanı, Cameron’a şöyle cevap vermiştir “…Biz de referandum sonucunun EVET olarak çıkmasını bekliyorduk. Ama sonuç bu şekilde tecelli etti. İngiliz Halkının verdiği bu kararı İngiltere ve Avrupa Birliği için yeni bir dönemin başlangıcı olarak görüyorum. Ne dedi? 3000 yılına kadar Türkiye giremez dedi. Şimdi ne oldu? Hadi buyur bakalım. 3 gün bile dayanamadın bak…

Öte yandan, İngiltere’nin AB-ABD Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) ile kuracağı ilişkinin Türkiye’yi de etkileyebileceğini söyleyebiliriz. ABD ile İngiltere arasındaki tercihli ilişki göz önüne alındığında, İngiltere’nin bu kez üçüncü bir taraf olarak TTIP’e dâhil edilmesi yönünde bir talebin gündeme getirileceği öngörülebilir. AB üyesi olmayan İngiltere’nin TTIP’e taraf olmasının, benzer bir pozisyonda olan Türkiye için bir avantaj sağlayabileceği kanaatindeyiz.

Yine Türkiye, Norveç, İzlanda’nın yanı sıra İngiltere’nin de AB’den çıkmasıyla birlikte,  AB dışında kalan Avrupalı ülkeler grubuna dâhil olabilir. Böylece, AB dışında ancak AB ile ciddi rekabet edebilecek bir ortaklık içinde Türkiye elini güçlendirebilir.

Ayrıca, bilindiği gibi, Türkiye’nin İngiltere’yle olan ticari ilişkileri AB-Türkiye Gümrük Birliği çerçevesinde yürütülmekteydi. Türkiye, gümrük birliği sayesinde sanayide yeni teknolojilere açılmış, ürün çeşitliliği ve kalitesini artırmış ve nihayet Avrupa pazarlarıyla rekabet edebilir seviyeye ulaşmıştır. Üstelik İngiltere her ne kadar AB’den çıksa da iki ülke arasında gümrük birliği şartlarının devam ettirilmesi mümkün görünmektedir. Bu da ikili ticari ilişkilerin herhangi bir şekilde sekteye uğramadan devam edebileceğini işaret etmektedir.

Diğer taraftan,AB’nin 2. Büyük ülkesinin Birliği terk etmesi, Avrupa kamuoyunda ciddi bir hayal kırıklığı yaratmış ve “Birlik Dağılıyor mu?” sorusunu da gündeme getirmiştir. Kanaatimizce, Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli’nin ifade ettiği gibi “Avrupa Birliği’nin dağılma süreci başlamış ve gemiyi ilk terk eden İngiltere olmuştur”.  Bu referandum sonucunun domino etkisi yaparak AB’nin diğer lokomotif ülkelerine de sıçrayabileceği endişesi belirmiştir ki gerçekleşmesi halinde bu durum İngiltere’nin çıkışından daha ağır sonuçlar doğurabilecektir. Öyle ki referandumun hemen ardından Fransa, İtalya ve Hollanda’da aşırı sağcı gruplar, kendi ülkelerinde de ayrılma referandumu yapılabileceği hususunu konuşmaya başladılar bile. Mesela, Fransa’nın aşırı sağcı Lideri Marine Le Pen, İngiltere’nin AB’den ayrılma kararı BREXIT’e gönderme yaparak Fransa’nın da Birlik’ten ayrılmasını teklif etmiş ve “FREXIT zamanı geldi” demiştir. Yine Hollanda’nın aşırı sağcı Özgürlük Partisi Lideri Geert Wilders “Kendi ülkemizi, kendi paramızı, kendi sınırlarımızı ve kendi göçmen politikamızı kendimiz üretmek istiyoruz.” şeklinde açıklama yapmıştır.

Netice itibariyle;

Birlik çerçevesinde siyasi entegrasyona karşı çıkarak ulusal egemenliği savunan çevrelerle, yabancı düşmanlığı yapan ırkçı gruplar, 2014 yılındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bir ittifak oluşturmak suretiyle gövde gösterisi yapmışlardır. Onları bir araya getiren en önemli faktör ise kuşkusuz AB’de yaşanan yüksek işsizlik ve artan suç oranlarıdır. Evet, birileri AB’de tarih yazacaklarını, yakın bir zamanda açıklamışlardı. Ne var ki bu birileri, AB’nin temel değerlerini görmezden gelen ırkçı, yabancı düşmanı ve AB karşıtı gruplardır. Eğer AB’li siyasetçiler ve aydınlar, İslamofobi illetinin bu tehlikeli gidişatına bir dur demezlerse, sadece Türkiye’nin AB üyelik süreci zarar görmeyecek, bilakis Brüksel’in varlığı temelinden sarsılacaktır. Biz, bu yöndeki uyarılarımızı önceden yapmıştık.

Eğer, Kıbrıs meselesi çözülmüş ve Türkiye AB üyesi yapılmış olsaydı, Avrupa’daki gerilimler bu safhada olmayacaktı. Müzakere Çerçeve Belgesinde sivil insiyatiflerin geliştirilmesi ve Türk ve AB vatandaşları arasında karşılıklı diyaloğun artırılması şartını getiren AB’nin kendi vatandaşları arasında Müslüman-Türk düşmanlığının hızla artması karşısında acizlik göstermesi, kabul edilmesi ve telafisi mümkün olmayan ciddi bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Avrupa’da yaşanan bu süreç, AB’nin, çok kültürlü ve çok dinli bir yapı olup olmadığının belirlenmesi bakımından da Brüksel için ciddi bir sınav olacaktır. Velhasıl, Şeytan’ın Kızı’nın başını çektiği ırkçı ve yabancı düşmanı grupların AB’de tarih yazmalarına izin verenleri, tarih asla affetmeyecektir.

Son 10 yıllık dönemde Avrupa Birliği, siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan başarısız olmuştur. Türkiye-AB ilişkileri açısından bakıldığında ise bu dönemin birçok olumsuzlukları da beraberinde getirdiği görülmektedir. Brüksel’in çifte standartlı yaklaşımları sayesinde Kıbrıs Meselesi içinden çıkılmaz hale sokulmuş, katılım müzakere süreci AB’nin birtakım siyasi dayatmaları nedeniyle çok yavaş ilerlemiş, Gümrük Birliği Süreci Türkiye’ye zarar verir hale gelmiş ve nihayet Türkiye-AB Katılım Süreci “Kıbrıs ipoteği” altına alınmıştır. Velhasıl, AB’nin son 10 yıllık karnesi zayıf çıkmıştır. Her ne kadar AB’li siyasetçiler kendilerini başarılı görseler de Brüksel, hem Türkiye’den ve hem de AB vatandaşlarından çürük not almış ve sınıfta kalmıştır. Bugün, bu başarısızlığın bedelini de ağır bir şekilde ödemektedir.

Bu nedenle, İngiltere gibi Avrupa Birliği’nin en önemli ülkelerinden birisinin, ani bir referandumla, Birlik ’ten ayrılma kararı almasını, AB’li siyasetçilerin iyi okuması gerekmektedir. AB’nin durmaya veya gerilemeye tahammülü olamaz. Bu anlamda, AB’yi, durunca düşen bir bisiklete benzetebiliriz. Bu nedenle, hep ileriye doğru yürümek, genişlemek ve derinleşmek mecburiyetindedir. İşte, İngiltere’nin BREXIT kararı, aynı zamanda, AB’nin Türkiye’ye olan ihtiyacını da ortaya koymuş oldu. Öyleyse, Brüksel, Türkiye’ye karşı çifte standartlı yaklaşımlardan vazgeçmeli ve Türkiye ile katılım müzakerelerini gecikmeksizin neticelendirmek mecburiyetindedir. AB’nin ayakta kalmasının yegâne şartı budur.

 

Bilinmelidir ki Türkiye’nin 1959 tarihli AT ortak üyelik başvurusu bir stratejik adımdan ibaretti. Bugün, tam üyelik süreci de Türkiye için stratejik bir hedeftir. Eğer Brüksel daha fazla nazlanmaya devam ederse, Ankara’nın farklı stratejiler geliştirme potansiyeli her zaman mevcut bulunmaktadır. Velhasıl, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın belirttiği gibi “Gerekirse, Kopenhag Kriterlerinin adını Ankara Kriterleri olarak değiştirir ve yolumuza devam ederiz”.

27 Haziran 2016

 Nejat ÇOĞAL

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/6787/avrupa-birligi-nereye-gidiyor.html

 

Share This: