Kategori arşivi: Makalelerim

Türk-İslâm Ülküsü

Nejat ÇOĞAL’ın “Türk-İslâm Ülküsü” başlıklı makalesi, Türk Ocakları Genel Merkezi Web Sitasinin “Yazarlar” bölümünde yayınlanmıştır.

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/5860/turk-isl-m-ulkusu.html

Nejat ÇOĞAL

turkocagi@turkocagi.org.tr

Türk-İslâm Ülküsü

 Son zamanlarda Ülkemiz, iç ve dış kaynaklı çok sayıda bölücü ve yıkıcı saldırılara maruz kalmaktadır.  Mesela, Türkiye aleyhinde, birçok “zıt kuvvet” el ele verebilmekte, Siyonist, kapitalist ve komünist çevreler, Ülkemize karşı rahatlıkla bir araya gelebilmektedirler. Düşmanlarımız,  “dıştan saldırma” imkanı bulamayınca, bu sefer “içten saldırma” metotlarına başvurmaktadırlar.

Türk-İslâm kültür ve medeniyetine karşı düşmanlığı bulunan, Milletimizi tarihi bağlarından koparmak isteyen ve Dünya Türklüğünü dağıtmak isteyen bu şer odakları, Ülkemizde hiç yoktan, bölgesel farklılıklara dayalı, siyasi mezhep ve etnik grup temelli, sınıflar ve nesiller arası çatışmalar icat etmekte ve bu vesileyle kitleleri kışkırtmaktadırlar. Kısaca “böl-parçala-yönet” düsturuyla hareket eden bu hain mihraklar, bölgesinin en istikrarlı ve güçlü Ülkesi olan Türkiye’yi, kan gölüne çevirdikleri Ortadoğu bataklığına sürüklemenin gayreti içerisine girmişlerdir.

Ne var ki, binlerce yıllık devlet tecrübesi, kültür ve medeniyet birikimi ile tarihin kaydettiği en dinamik milletlerden bir olan Türkler, “demokrasi ve özgürlük” maskesi arkasına sığınan bu kahpe oyunları bozabilecek yeteneğe sahiptir. İslam’da hürriyet “Allah’tan gayrisine boyun bükmemek” ve “Allah’ın emirlerine ters düşmemek kaydıyla milli örfe itaat etmek” şeklinde karşılık bulur. İşte, Türk-İslâm Ülkücüsü ahlâkını kurarken aklını kullanacak, millî ruh ve şuurunu koruyarak, İslâm ahlâkının ve Türk töresinin aydınlığında yürüyecektir.

Hiç bir millet, dininin, dilinin, kültür ve medeniyetinin, devlet ve vatanının parçalanması gayretlerine müsamaha gösteremez. Bayrağının düşürülmesi karşısında sessiz kalamaz. Türk Milletinin dostluğunun da düşmanlığının da muhteşem olduğunu çok iyi bilen dış güçler, bu milletin tarihî yeniden şahlanışına engel olamayacaklardır. Müslüman-Türk Milletinin “Nizam-ı Âlem Ülküsünün” bir hayal olmadığına, bilakis damarlarında akan kan kadar gerçek olduğuna tüm Dünya şahit olacaktır. Sevgili Peygamberimizin “Bir elime Güneş’i, bir elime Ay’ı verseniz yine dâvamdan dönmem” diyerek özetlediği ahlak anlayışını benimsemiş olan Türk-İslâm Ülkücülerinin mukaddes davalarından vazgeçmeleri asla söz konusu olamaz.

Bilinmelidir ki Türkiye Cumhuriyeti, büyük Türk Milletinin tek ve bağımsız kalesi olup, aynı zamanda bütün Dünya Türklüğünün de ümidi durumundadır. Ay-Yıldızlı Al bayrağın dalgalanabildiği tek ülke olan Türkiye’miz, çetin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik problemlerin ardından, Allah’ın izniyle, yeni bir diriliş ve şahlanışın eşiğinde bulunmaktadır. Türk Milleti, 21. Yüzyıla damgasını vuracak, hiç bir güç de buna engel olamayacaktır.

Hiç şüphesiz, Türk Milleti, tarihî sorumluluğunun farkında olarak “cihan hâkimiyeti mefkuresi” yani “Nizam-ı Âlem Dâvası” için mücadelesini sürdürecektir. Günümüzde, Dünyanın her yerinde, emperyalist devletlerin ve onların taşeronu olan terör örgütlerinin saldırılarıyla vahşice katledilen binlerce Müslüman’ın dökülen kanlarından beslenen kara ve kızıl emperyalizm canavarına karşı tek direnç noktası Türkiye’dir, Türk-İslâm Ülkücüsüdür. Sevgili Peygamberimizin “Haksızlıklar karşısında susan, dilsiz şeytandır” Hadis-i Şerifi çerçevesinde, Türk-İslâm Ülkücüsü susmayacak, zalimler karşısında Hakk’ı savunmaya devam edecektir.

Bugün, Dünya Devletlerinin yaklaşık üçte birini teşkil eden Müslümanlar, kara ve kızıl emperyalizmin kucağında istismar edilmekte ve sömürülmektedir.  Kapitalizmin, komünizmin ve Siyonizm’in pençesinde inleyen Dünya Müslüman-Türkleri için sadece Türkiye’de bir ümit ışığı belirebilir.  Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, Allah yolunda savaşan ve kınayanların kınamasına aldırmayan, İslâm iman ve ahlâkıyla yoğrulmuş yeni bir ülkücü nesil, tarihimizin bağrından fışkırarak ve her gün biraz daha güçlenerek gelmektedir. Bu nesil, Allah’ın Türk Milletine ve İslâm Âlemine ihsanıdır.

O halde, Türk Milliyetçileri umutsuzluğa düşmemelidir. Bugün, Milletçe Türk-İslâm Ülküsü etrafında kenetlenmekten başka çare yoktur. Türk-İslam Ülküsü açısından düşünürsek, mutlak irade Allah’ındır. O dilerse “milli iradeyi”, yine O dilerse “tarihin iradesini” harekete geçirerek milletlerin kaderine yön verir. Yeter ki ülkemiz için çalışalım, millî birlik ve beraberliğimizi koruyalım, inançlı-vatansever nesiller yetiştirelim, gençliğimize sahip çıkalım…

Tasada ve kıvançta birleşmiş, millî tarih ve kültür ile yoğrulmuş, milletçe bütünleşmiş, Sevgili Peygamberimizin buyurduğu gibi “bir yeri ağrıdığı zaman bütün vücudu ile ıstırap duyan” bir organizma olmayı başarmış yeni Türk Gençliğinin, nefsani ihtiraslardan kurtulup Türk-İslâm Ülküsünde fâni olmasının zamanı gelmiştir.

Allah Türk Vatanını ve Türk Milletini korusun. Millî birlik ve beraberliğimizi bozmasın…

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/5860/turk-isl-m-ulkusu.html

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/5860/turk-isl-m-ulkusu.html

Share This:

Garantiler Tabu Değilmiş

Nejat ÇOĞAL

turkocagi@turkocagi.org.tr

Garantiler Tabu Değilmiş

29 Eylül 2015

 

Son günlerde KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı, Sözcüsü ve KKTC Dışişleri Bakanının yaptığı açıklamalar, Kuzey Kıbrıs’ta ve Türkiye’de tam anlamıyla hayal kırıklığı yaratmıştır. Rumları ziyadesiyle memnun eden bu tür açıklamalar bir yandan Türk tarafının müzakere masasında elini zayıflatırken diğer yandan Rum/Yunan tarafının adeta ekmeğine yağ sürmektedir. Bir yıl önce, KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile yürüttüğü müzakere masasından kaçan ve ancak 8 ay sonra masaya geri dönebilen Rum Lider Anastasiadis’in bugün KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı Akıncı ile mutluluk pozları vermesi, bizlere klasik Rum/Yunan politikasını hatırlatmaktadır: “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan, laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık”(Glafkos Klerides).  “Biz sessiz ve özlü çalışırız” (Dimitris Hristofyas).

 

Rumların bu geleneksel politikası iyi bilindiği halde, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın göreve gelir gelmez Türkiye ile “yavru vatan-kardeş vatan” tartışmasına girmesi hiç de uygun olmamıştır. Özünde Rum Egemenliğini içeren ve “Kıbrıslılık” ve “Kıbrıslı çözüm” gibi masumane söylemleri referans alan bu tür yaklaşımlar, Rumları çözümden daha da uzaklaştırmaktadır. Türkiye’nin anavatan statüsü, 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarıyla tescil edilmiştir. Türkiye Anavatan olarak, 1963’te, 1967’de ve 1974’te üzerine düşen görevi yerine getirmiştir. Hâlâ da bu vazifesini eksiksiz olarak yerine getirmektedir.

 

KKTC Cumhurbaşkanı, toprak, mülkiyet, yönetim ve güç paylaşımı, AB ve ekonomi gibi konularda iki tarafı tatmin edecek bir uzlaşıya varılması halinde garantiyle ilgili de bir çıkış bulunabileceğine inandığını ifade etmektedir. Uluslararası hukuktan kaynaklanan ve Kıbrıs Türk Halkının yegane güvencesi olan “1960 Garantiler Sistemiyle” ilgili Sayın Akıncı’nın nasıl  bir çıkış yolu bulacağı ise ayrı bir merak konusudur. Üstelik, Akıncı’nın sözcüsünün “Garantiler tabu değildir” şeklindeki açıklaması, merakımızı daha da artırmıştır.

 

Öte yandan, Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu II. Hrisostomos’un “ufukta çözüm görmediğini” belirtmesi, GKRY Lideri Nikos Anastasiadis’in ABD’ye giderek, Türkiye’ye baskı yapılmasını talep etmesi ve sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyetinin’ varlığının devam edeceğinden bahsetmesine rağmen, Akıncı’nın değil yıllar, aylar içinde Anastasiadis ile çözüme ulaşabileceğini düşünmesi manidardır.

 

Yine geçtiğimiz günlerde KKTC Dışişleri Bakanı Emine ÇOLAK’ın “Garantiler çözümü geciktirmemeli” şeklinde özetlediği açıklaması, Kıbrıs Türk Tarafının elini zayıflatan, buna karşın Rum/Yunan tarafını rahatlatan son  derece talihsiz bir açıklama olmuştur. Türk askerinin adadan ayrılmasının yolunun açılması konusunda bir formül arayan ve halkın bir kısmının Türk askerinden sembolik bir rakamın veya bir bölüğün adada kalmasını isteyebileceğini ifade eden KKTC Dışişleri Bakanının bu yaklaşımının olumsuz sonuçlarını maalesef yakın zamanda göreceğiz.

 

Rum Basınına verdiği bir röportajda,Şayet Anastasiadis bir sonraki Kahire ziyaretine sizi de çağırırsa gider misiniz?” sorusuna “koşarak giderim” yanıtını veren Sayın ÇOLAK’a, biz de bir soruyla cevap vermek isteriz: “Rum Lider Anastasiadis ile hangi sıfatla Kahire’ye gideceksiniz?

 

Kıbrıslı Türklerin “Biz bu malları 1974’te aldık, bugün Rumların hiçbir hakkı yoktur” deme lüksünün bulunmadığını söyleyen KKTC Dışişleri Bakanına ayrıca şu soruyu yöneltmek zorundayız? Türk Milletinin savaşarak kazandığı vatan topraklarına sahip çıkmak ne zamandan beri lüks sayılmaktadır?

 

Bu noktada, Kıbrıs Türk Halkı adına müzakere yürüten KKTC temsilcilerine şunu hatırlatmak isteriz: Türkiye, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisi ile Ada’daki Türk Barış Kuvvetlerinin varlığını asla tartışma konusu yaptırmayacaktır.”“Kıbrıslı Türkler, Rumların acımasız saldırıları ve katliamları karşısında yok olmanın eşiğine geldiğinde, Türkiye 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtıyla soydaşlarını uçurumun kenarından çekip almıştır.  Kıbrıs’ta, 41 yıldır süregelen barış ve huzur ortamının yegâne güvencesi de Türkiye’dir. Kıbrıs, Türkiye’nin milli davasıdır. Türkiye varsa KKTC vardır. Kıbrıs, Türk Milletinin savaşarak kazandığı son vatan toprağıdır ve masada kaybedilmesine asla müsaade edilmeyecektir.

 

Ayrıca, Anastasiadis’inKapalı Maraş’a uzman heyetin girerek tespit çalışmalarına başlaması…” şeklinde ifade ettiği, güya Güven  Artırıcı Önleminin (GAÖ) kabul edildiği yönünde açıklamalar yapan Akıncı ve Sözcüsüne bir hatırlatma daha yapmakta fayda bulunmaktadır: “Maraş, ancak kapsamlı ve kalıcı bir çözümün parçası olarak gündeme gelebilecektir. Kesinlikle, GAÖ olarak tartışmaya açılamaz.”

 

Eğer Kıbrıslı Türk Temsilciler bu şekilde beyanlarda bulunmaya devam ederlerse, Avrupa’nın şımarık çocuğu daha da şımaracak ve müzakere masasında hiçbir uzlaşmaya da yanaşmayacaktır.

 

Peki, Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm müzakerelerinin başarı şansını azaltan ana sebepler nelerdir?

 

– Görüşmelerin başarı şansını azaltan en önemli faktör, Hristofyas’ın  “Biz sessiz ve özlü çalışırız”şeklinde özetlediği iki yüzlü Rum/Yunan politikasıdır.

 

– Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm görüşmelerinin başarıyla sonuçlanmasını engelleyen bir diğer faktör ise görüşmelerin “her konuda anlaşma sağlanmadan, hiçbir konuda anlaşma sağlanmış sayılmayacağı” prensibiyle yürütülmesidir.

 

– Ayrıca, Rum tarafı, güvenlik ve garantörlük sisteminin devam etmesini istememekte ve AB’nin garantörlüğünü yeterli görmektedir.

 

– Müzakerelerin önündeki bir diğer zorluk ise, Tük tarafı, mülkiyet konusunun takas ve tazminat yöntemiyle toplu olarak çözümünden yanayken, Rum tarafı bu konunun bireysel olarak ve iade yöntemiyle çözülmesinde ısrar etmektedir.

 

– Rumlar, Ada’daki tüm yerleşiklerin Türkiye’ye geri dönmesini isterken, Türk tarafı bunun belirli sayıda olmasını istemektedir.

 

– Ayrıca, Türk tarafı müzakerelerde takvimlendirmeyi ve uluslararası toplumun sürece hakemlik yapmasını savunurken, Rum tarafı buna şiddetle karşı çıkmaktadır.

 

– Rum/Yunan tarafı, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kişilik” gibi temel kavramlara, tamamen Rum egemenliğini çağrıştıran anlamlar yüklemektedirler.

 

Tüm bu zorluklar, Ada’da yürütülen çözüm müzakerelerin başarı şansını azaltan ciddi faktörlerdir.,

 

Öte yandan, her iki toplum lideri nasıl bir anlaşmaya varırlarsa varsınlar, son sözü, Kıbrıs Türk Halkı söyleyecektir. Yani, varılacak bir anlaşma, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.

 

 Kıbrıs Türk Toplumu adına müzakere yürüten temsilcilere ise;

–  Kıbrıs Türk Halkının yakın geçmişte yaşadığı acı olayları,

– Kıbrıs’ın şehit kanıyla sulanmış vatan toprağı olduğunu,

– Türkiye’nin, Ada’daki kalıcı barış ve huzur ortamının yegâne teminatı olduğunu,

– Ana Vatansız bir KKTC’nin var olamayacağını,

– Türkiye’nin Ada üzerindeki garantörlük hak ve yetkisinin, KKTC’deki göçmenler ile

Ada’daki Türk Askeri varlığının asla tartışma konusu yapılamayacağını,

– Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs Türklerinin meşru ve temel

hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulmasının mümkün olmadığını,

– Sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmadığını,

olmayacağını,

– Enosis hayalinin çöpe atılmadığını, atılmayacağını,

– Anastasiadis’in bir Klerides’ten veya Hristofyas’tan hiçbir farkının bulunmadığını,

– Kısaca, ihtiyatlı bir iyimserlik içerisinde müzakere yürütülmesi gerektiğini,

 

bir kez daha hatırlatmak isteriz.

 

Nihayet, bilinmelidir ki Kıbrıs meselesi sonsuza dek masada kalamaz. Bu nedenle, makul bir süre içerisinde, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde-ki gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir- mevcut statünün devamını, yani KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınmasını sağlamanın en doğru yol olacağını da tüm tarafların dikkatine sunarız.

 

Garanti Anlaşması halen yürürlüktedir ve bu Anlaşmanın 2. Maddesine göre, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın temel maddeleriyle oluşturulan düzeni korumayı garanti emişlerdir. Velhasıl, Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisi, Kıbrıslı Liderler tarafından müzakere edilemez. Avrupa Birliği, Kıbrıs meselesinde taraf değildir. Dolayısıyla, Ada üzerinde AB’nin garantörlüğü bir  hayal olmaktan öteye geçemez. Rum/Yunan tarafına bu hayalinden, Kıbrıs Türk Halkının Temsilcilerine ise Rumların hayallerini süsleyen açıklamalardan vazgeçmelerini öneririz.

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/5649/garantiler-tabu-degilmis.html

 

Share This:

Kıbrıs’ta Akıncı-Anastasiadis Dönemi

Nejat ÇOĞAL’ın “Kıbrıs’ta Akıncı-Anastasiadis Dönemi” Başlıklı Makalesi, Türk Ocakları Web Sitesinde Yayınlandı… http://turkocaklari.org.tr/sayfa/5412/kibris-ta-akinci-anastasiadis-donemi.html

Nejat ÇOĞAL

turkocagi@turkocagi.org.tr

Kıbrıs’ta Akıncı-Anastasiadis Dönemi

 Kıbrıs’ta Akıncı-Anastasiadis Dönemi
07 Temmuz 2015

Nisan 2015 seçimlerinde Mustafa Akıncı’nın KKTC Cumhurbaşkanı seçilmesinin, özellikle Rum/Yunan tarafında memnuniyetle karşılanması manidardır. Önceki KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile müzakere masasında kavga edip, hiddetle masayı bırakıp giden ve nihayet 8 ay sonra, gönülsüz olarak masaya dönebilen Anastasiadis, garip bir şekilde Akıncı ile çözüme ulaşabileceğini düşünmektedir. Manzaranın daha da garip olan tarafı ise Akıncı’nın değil yıllar, aylar içinde Anastasiadis ile çözüme ulaşabileceğini sanmasıdır.

 

KKTC’deki seçimlerin ardından olumlu bir hava estiren Rum/Yunan tarafının, geleneksel ikiyüzlü politikasından vazgeçmiş olduğunu düşünmek saflık olur. Zira, biz bu filmi daha önce çok izledik. Öyle ki, Mayıs ayında yapılan Eroğlu-Anastasiadis görüşmesinin hemen ardından Rum Dışişleri Bakanı Kasulidis soluğu Atina’da almıştır. Atina’da, Yunan Dışişleri Bakanı Kocas ile Türkiye’nin kırmızı çizgilerini nasıl ihlal edeceklerinin hesabını yapmışlardır. Aynı şekilde, KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı ile çözüme ulaşabileceği konusunda umutlanan Rum Lider Anastasiadis İsrail’e giderek, burada, tek taraflı olarak birtakım doğalgaz işbirliği anlaşmaları imzalamıştır. Siz, bir yandan Kıbrıslı Türk Liderle müzakere masasına oturacaksınız, diğer taraftan Atina’da ve İsrail’de yapılan gizli toplantılarla müzakere sürecini baltalayıcı girişimlerde bulunacaksınız. İşte bunun adı tam anlamıyla klasik Rum/Yunan siyasetidir.

 

Ne var ki “Ada üzerindeki garanti ve güvenlik sistemi, Türk Barış Kuvvetlerinin varlığı ve KKTC’deki göçmenler” gibi konularda Türkiye’nin taviz vermesi mümkün değildir. Türkiye’de yapılan genel seçimleri de fırsat bilen Rum/Yunan tarafına şunu hatırlatmak isteriz ki “Türkiye’de bir hükümet vardır ve her zaman da olacaktır. Ayrıca, Türkiye, Ada üzerindeki uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkilerini asla tartışma konusu yaptırmayacaktır.”

 

Öte yandan, göreve gelir gelmez “yavru vatan-kardeş vatan” tartışmasına giren, Rum Liderle yürüttüğü çözüm müzakerelerine, Sözcüsünün (Barış Burcu) “Garantiler tabu değildir. Bu konuda bir anlaşma ya da takvim yok ama Eylül ayında yapılacak toplantı, garantiler konusuna yönelik olacak…“,   şeklindeki açıklamalarıyla gölge düşüren KKTC Cumhurbaşkanına da şunu hatırlatmak mecburiyetindeyiz: “Kıbrıslı Türkler, Rumların acımasız saldırıları ve katliamları karşısında yok olmanın eşiğine geldiğinde, Türkiye 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtıyla soydaşlarını uçurumun kenarından çekip almıştır. Hulefa-i Raşidin’in mirası ve Osmanlı’nın bakiyesi olan Kıbrıs’ta, 41 yıldır süregelen barış ve huzur ortamının da yegâne güvencesi de Türkiye’dir. Kıbrıs, Türkiye’nin milli davasıdır. Türkiye varsa KKTC vardır. Kıbrıs, Türk Milletinin savaşarak kazandığı son vatan toprağıdır ve masada kaybedilmesine asla müsaade edilmeyecektir.”

 

Bu noktada, Anastasiadis’in Kapalı Maraş’a uzman heyetin girerek tespit çalışmalarına başlaması…” şeklinde ifade ettiği, güya Güven  Artırıcı Önleminin (GAÖ) kabul edildiği yönünde açıklamalar yapan Akıncı ve Sözcüsüne bir hatırlatma daha yapmakta fayda bulunmaktadır: “Maraş, ancak kapsamlı ve kalıcı bir çözümün parçası olarak gündeme gelebilecektir. Kesinlikle, GAÖ olarak tartışmaya açılamaz.”

 

Esasen Kıbrıs’taki son gelişmeleri doğru analiz edebilmek için, bugüne nasıl gelindiğini de iyi bilmemiz gerekmektedir. Zira, Rumların başından beri uygulayageldikleri sinsi ve uzlaşmaz tavırlarının bugün de aynen devam ettiğini belirtmiştik. Kuşkusuz Kıbrıs meselesi bugünün meselesi değildir. Meselenin kökeni şöyle bir 50 yıl geriye gitmektedir. 2004 Annan Planı referandumu ve hemen ardından Kıbrıslı Rumların haksız bir şekilde AB üyesi yapılması noktasından hareketle, bugüne gelmeye çalışalım:

 

Bilindiği gibi, 2004’te Kıbrıs’ta gerçekleştirilen Annan Planı referandumunda Rumlar %76 oranında HAYIR demelerine rağmen, bir hafta sonra AB üyeliği ile ödüllendirildiler. Kıbrıslı Türkler ise Plana %65 oranında EVET demelerine rağmen AB dışında bırakıldılar, yani cezalandırıldılar.  Rumların uluslararası anlaşmalara aykırı bir şekilde AB üyesi yapılmasıyla birlikte, Kıbrıs’ta çözümsüzlük daha da derinleşmiş oldu. Adeta içinden çıkılmaz bir hal aldı. Kuşkusuz bu, çok büyük bir hataydı.

 

2008 yılı başlarında Hrisyofyas’ın GKRY Lideri seçilmesiyle birlikte KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile Rum Lider arasında yeni bir müzakere süreci başladı. O dönemde iki eski dost olan Talat-Hristofyas’a büyük umutlar bağlanmış, hatta bu süreç, bir “fırsat penceresi” olarak tanımlanmıştı. Üstelik, KKTC Cumhurbaşkanı Talat, Ada’daki Türk Barış Kuvvetlerinin varlığını bile masaya yatırmaya yeltenmişti. İki lider 100 civarında görüşme yaptılar. Sonuç ne oldu dersiniz? Talat 2010 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybetti. Hristofyas masadan kaçtı ve ardından da 2013 Başkanlık seçimlerin kaybetti. Kısacası, büyük umutlarla başlayan ve AB perspektifiyle yürütülen Talat-Hristofyas süreci hüsranla neticelendi.

 

Peki, Hristofyas’ın ardından görevi devralan Nikos Anastasiadis ne yaptı dersiniz?  Tam bir yıl süreyle KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmadı. Üstelik göreve gelir gelmez ne söyledi? Buyurun;“Türkiye doğalgaza karışmasın, kapalı Maraş’ı bize iade etsin, o zaman AB’deki vetomuzu kaldırmayı düşünürüz”.Devam edelim: Anastasiadis, daha Rumlar AB’ye girmeden önce ne diyordu? “Kıbrıs-AB birleşmesini başarmak suretiyle, aynı zamanda Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesini de başarmış olacağız.” Yani, dolaylı ENOSİS…

 

Göreve gelmesinden tam bir yıl sonra, başta AB, ABD ve BM olmak üzere uluslararası toplumun yoğun baskıları neticesinde, KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile masaya oturmayı kabul eden Anastasiadis, nihayet 11 Şubat 2014 tarihinde bir Ortak Açıklamaya imza atabilmiştir:

 

– Müzakereler, ‘her konuda uzlaşı sağlanmadan hiçbir konuda uzlaşılmış sayılmayacağı’ prensibine dayalı olacaktır.

–  Kıbrıs’ta varılacak çözüm, iki toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı bir federasyon şeklinde olacaktır.

 –  Birleşik Kıbrıs, AB’ye ve BM’ye üye, tek uluslararası kimliği, tek vatandaşlığı ve tek egemenliği bulunan bir devlet olacaktır.

–  Egemenlik Türk ve Rum halklarından kaynaklanacak, Birleşik Kıbrıs vatandaşları, aynı zamanda Türk ve Rum kurucu devletlerin de vatandaşı olacaktır.

 –  Ortak Devletin nitelikleri, iki eşit kurucu devletin oluşturduğu anayasada yer alacaktır. İki bölgeli, iki toplumlu AB normlarına uygun federal yapı tüm Ada’da geçerli olacak ve bu yapı hiçbir şekilde değiştirilemeyecek biçimde korunacaktır.

–  Kurucu devletler, kendi bölgelerinde kendi yetkilerini federal devletten bağımsız olarak kullanacak, taraflardan hiçbiri diğerine tahakküm edemeyecektir.

 

Ancak, kısa bir süre sonra, altına imza attığı ve yapılacak çözüm müzakerelerinin de genel çerçevesini belirleyen bu mutabakat Zaptı, Anastasiadis’in başına bela olacaktır.  Kıbrıslı Türklerle eşit statüde olacakları bir ortak devlet çözüm projesine imza attığı için Rum Lider, iç siyasette ağır eleştirilere maruz kalmış ve hatta bu yüzden istifa eden bakanlar nedeniyle Rumların koalisyon hükümeti düşmüştür.

 

11 Şubat’ta attığı imzadan pişmanlık duyan Anastasiadis, 25 Temmuz 2014 tarihli Liderler görüşmesinde diplomatik bir skandala da imza atmıştır. Müzakere masasında kontrolünü kaybederek, Bugüne kadar kabul edilenler beni ilgilendirmez, sadece benim kabul edeceğim konular görüşülmeli, benim istediğim olacak” diye bağırmış, gözlüğünü fırlatmış, sigara yakmış, masayı yumruklamış ve Heyetini masada bırakıp gitmiştir. Böylece, daha önce Talat-Hristofyas ikilisinin anlaşmaya vardıkları konuları “yok saydığını” itiraf eden Rum Lider, içine düştüğü derin çelişkiyi de herkese göstermiş oldu. Zira 11 Şubat 2014’te KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile birlikte altına imza atıp, tüm dünyaya ilan ettikleri ortak çözüm çerçevesinin, aynı zamanda Mehmet Ali Talat ile Dimitris Hristofyas’ın uzlaşmaya vardığı konular olduğunu çok iyi bilmektedir.

 

25 Temmuz’da yumrukladığı müzakere masasını terk edeceğinin ilk sinyalini de vermiş olan Anastasiadis, çok geçmeden, 9 Ekim 2014’te yapılması planlanan görüşmeden bir gün önce, yeni AB Komisyonu Başkanı Juncker’i de arkasına alarak ve Kıbrıs’ın sözde Münhasır Ekonomik Bölgesine Türkiye’nin savaş gemileri göndermesinibahane ederek, barış görüşmelerine katılmayacağını açıklamıştır. Bu tarih itibariyle Masadan kaçan Anastasiadis’in geri dönmesi ise tam 8 ay sürmüş ve nihayet Mayıs 2015’te KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı Mustafa AKINCI ile görüşme masasına oturabilmiştir.

 

KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı seçilen Mustafa AKINCI ile, icraatları ve yaklaşım tarzı ortada olan Anastasiadis’in nasıl bir çözüme ulaşacaklarını doğrusu biz de merak etmekteyiz. Bugün Akıncı-Hristofyas süreci için oluşturulan atmosferin, 2008’de Talat-Hristofyas süreci için oluşturulan hava ile benzerlik göstermesi düşündürücüdür. Umarız, akıbeti de aynı olmaz.

 

Peki, Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm müzakerelerinin başarı şansını azaltan ana sebepler nelerdir?

 

– Görüşmelerin başarı şansını azaltan en önemli faktör, Hristofyas’ın  “Biz sessiz ve özlü çalışırız”şeklinde özetlediği ikiyüzlü Rum/Yunan politikasıdır. Bu, son derece tehlikeli bir yaklaşımdır ve çok dikkatli olunması gereken bir konudur. Bakınız, 10 yıl GKRY Liderliği yapan Glafkos Klerides ne diyor? “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan, laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık.”

 

İşte bu yüzden, Akıncı-Anastasiadis sürecinin akıbeti de daha önceki birçok benzer nafile çözüm çabalarından farklı olmayacaktır. Zira Rumlar muhtemel bir çözüme inanmamakta ve fakat BM, ABD ve AB’nin başını çektiği uluslararası camianın baskısıyla masaya oturmak zorunda kalmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Anastasiadis, bir Klerides’ten veya bir Hristofyas’tan farklı değildir ve olmayacaktır da.

 

– Kıbrıs’ta yürütülen kapsamlı çözüm görüşmelerinin başarıyla sonuçlanmasını engelleyen bir diğer faktör ise görüşmelerin “her konuda anlaşma sağlanmadan, hiçbir konuda anlaşma sağlanmış sayılmayacağıprensibiyle yürütülmesidir.Çünkü Kıbrıs gibi karmaşık bir meselede tarafların her konuda uzlaşmaya varması mümkün bulunmamaktadır.

 

– Ayrıca, Rum tarafı, güvenlik ve garantörlük sisteminin devam etmesini istememekte ve AB’nin garantörlüğünü yeterli görmektedir. Türk tarafı ise Türkiye’nin garantörlüğünü vazgeçilmez kabul etmektedir. 1959 Zürih ve Londra Anlaşmaları yürürlüktedir. Bugüne kadar da taraflardan hiçbirisi Anlaşmanın kaldırılmasına yönelik resmi bir başvuruda bulunmamıştır. Kaldı ki uluslararası hukuka göre taraflardan biri, tek başına Anlaşmayı feshedememektedir.

 

GKRY Meclisinin “Kıbrıs’ta garantileri kabul etmediğine” dair 19 Şubat 2010 tarihinde oybirliğiyle aldığı karar, Rumların hukuk tanımazlığının son göstergesidir. Garanti Anlaşması halen yürürlüktedir ve bu Anlaşmanın 2. Maddesine göre, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın temel maddeleriyle oluşturulan düzeni korumayı garanti emişlerdir. Garantör Devletler ayrıca, Kıbrıs’ın başka herhangi bir devletle doğrudan ya da dolaylı olarak, kısmen veya tamamen, ekonomik veya siyasi birleşmesini veya bu birleşmeyi amaçlayan girişimleri yasaklamışlardır. Bu yasağı uygulamak bizatihi garantör devletlerin ödevidir.  Ne yazık ki AB üyesi olan İngiltere ve Yunanistan, GKRY’nin tek taraflı AB üyeliğini veto etme yetkisi varken bu yetkilerini kullanmamışlar ve böylece uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmemişlerdir. Altına imza attıkları anlaşmayı ihlal eden bu ülkelerin, tarih önünde sorumlulukları bulunmaktadır.

 

– Müzakerelerin önündeki bir diğer zorluk ise, Tük tarafı, mülkiyet konusunun takas ve tazminat yöntemiyle toplu olarak çözümünden yanayken, Rum tarafı bu konunun bireysel olarak ve iade yöntemiyle çözülmesinde ısrar etmektedir. Yine Türk tarafı, toprak konusunun iki kesimlilik ilkesine göre ve iki ayrı halkın yoğun olarak yaşadığı bölgeler dikkate alınarak çözülmesini isterken, Rum tarafı göçmenlerin topraklarına geri dönmesini savunmaktadır.

 

Rumlar, Ada’daki tüm yerleşiklerin Türkiye’ye geri dönmesini isterken, Türk tarafı bunun belirli sayıda olmasını istemektedir.

 

– Ayrıca, Türk tarafı müzakerelerde takvimlendirmeyi ve uluslararası toplumun sürece hakemlik yapmasını savunurken, Rum tarafı buna şiddetle karşı çıkmaktadır.

 

– Rum/Yunan tarafı, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kişilik” gibi temel kavramlara, tamamen Rum egemenliğini çağrıştıran anlamlar yüklemektedirler.

 

Tüm bu zorluklar, Ada’da yürütülen çözüm müzakerelerin başarı şansını azaltan ciddi faktörlerdir.

 

Öte yandan, her iki toplum lideri nasıl bir anlaşmaya varırlarsa varsınlar, son sözü, Kıbrıs Türk Halkı söyleyecektir. Yani, varılacak bir anlaşma, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.

 

Netice itibariyle, Kıbrıs’ta yeni bir sürecin başlangıcı olarak görülen Akıncı-Anastasiadis görüşmesi, ABD ve AB tarafından ve özellikle de Türkiye tarafından desteklenmektedir. Kuşkusuz Türkiye’nin desteği, milletlerarası arenada psikolojik üstünlük sağlaması açısından yararlı bir diplomatik tavırdır. Ancak peşinen olumlu bir hava estirirken, ihtiyatı elden bırakmamak, Ada’nın gerçeklerini görmek ve Kıbrıs’ın son 50 yıllık tarihinden de ders çıkarmak gerekmektedir. Mesela, Ada’da iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen devlet vardır. 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlüktedir. Türkiye’nin Ada üzerinde garantörlük hak ve yetkisi bulunmaktadır. Mesela, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm, Rumların iddia ettikleri gibi, 1963 yılında geçerliliğini yitiren sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” çatısı altında değil, yeni bir ortaklık devleti çatısı altında gerçekleşebilecektir. Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin çözüm parametreleri ise bellidir. Buna göre; “Kıbrıs’ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır.Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi devam edecektir.”

 

İşte, Kıbrıs’ta umutların yeniden yeşerebilmesi için evvela Rumların bu gerçeklere inanmış olmaları ve ikiyüzlü diplomasiyle dünya kamuoyunu aldatmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir. Türkiye’nin ise, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmesi, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemesi büyük önem arz etmektedir.

 

KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’ya ise;

 

– Kıbrıs Türk Halkının yakın geçmişte yaşadığı acı olayları,

– Türkiye’nin, Ada’daki kalıcı barış ve huzur ortamının yegane teminatı olduğunu,

– Ana Vatansız bir KKTC’nin var olamayacağını,

– Türkiye’nin Ada üzerindeki garantörlük hak ve yetkisinin, KKTC’deki göçmenler ile Ada’daki Türk Askeri varlığının asla tartışma konusu yapılamayacağını,

– Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs Türklerinin meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulmasının mümkün olmadığını,

– Sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmadığını, olmayacağını,

– Enosis hayalinin çöpe atılmadığını, atılmayacağını,

– Anastasiadis’in bir Klerides’ten veya Hristofyas’tan hiçbir farkının bulunmadığını,

– Kısaca, ihtiyatlı bir iyimserlik içerisinde müzakere yürütülmesi gerektiğini,

 

hatırlatmak isteriz.

 

Nihayet, bilinmelidir ki Kıbrıs meselesi sonsuza dek masada kalamaz. Bu nedenle, makul bir süre içerisinde, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde-ki gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir- mevcut statünün devamını, yani KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınmasını sağlamanın en doğru yol olacağını da tüm tarafların dikkatine sunmak isteriz.

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/5412/kibris-ta-akinci-anastasiadis-donemi.html

 

 

Share This:

TARİHİ TÜRK-İSLAM YÜRÜYÜŞÜ

Nejat ÇOĞAL –

Tarih, Türkleri İslâm ruhundan ayırarak Türk kimliğini parçalamayı ve böylece hem Müslümanlığı ve hem de Türkleri zayıflatmayı gaye edinen çok sayıda girişimlere sahne olmuştur. Ne var ki, İslâmi inanç ve ahlak sistemi ile yoğrulmuş Türk-İslâm milliyetçiliği ayrılmaz bir bütündür ve insanlık tarihini şekillendiren Türkleri ruhundan ayırmak, yani İslâmsızlaştırmak hiçbir şekilde mümkün olamamıştır. Nitekim Fransız Şair Lamartine’nin: “Türk’ün (Müslümanın) fazileti; ilahi iradeye dâimâ boyun eğmesindedir…Her şeyi tabiattan çıkardıktan sonra, Allah’a döndürür. Dâimâ, Allah, onun fikrinde ve zikrindedir. Kısır bir fikir şeklinde değil, âdetâ elle tutulabilecek, açık, belli biçimde ve amelî bir hakikattir.” Şeklindeki sözleri de Türkün Müslümanlığının Batılılar tarafından itirafından başka bir anlam ifade etmemektedir.

 Türklerle Arapların 8. Yüzyılda gerçekleşen tarihi buluşması, İslâmın geleceği için bir dönüm noktası olmuştur. Öyle ki, aynı anda doğuya doğru ilerleyen Araplarla, batı yönünde hareket eden Türkler, ters istikamette esen iki sert rüzgârın birbirleri ile karşılaşması misali çarpışmışlar ve bu çarpışma neticesinde İslâmiyet Türklere bir din ve uygarlık, Türkler de bu dine güçlü ordularını vermişlerdir.

Binlerce yıllık medeniyet tarihine sahip olan Türkler, kendi inanç ve yaşayışlarına zaten çok yakın olan Müslümanlığı kitleler halinde kabul etmelerinin ardından, asırlar boyunca İslâmiyetin en güçlü savunucusu olmuşlar, onbirinci yüzyılda başlayıp yüzyıllarca süren Hristiyan Haçlı Saldırılarına karşı da göğüslerini siper etmekten geri kalmayarak, kurdukları Türk-İslâm medeniyetini günümüze kadar taşımayı başarmışlardır. Bu yüzdendir ki İslam Âleminde, Türk Milletine “Seyf-ül İslâm” adı verilmiştir.

Bir yandan İslâmın kılıcı ve kalkanı olarak önemli hizmetler veren Türkler, bir yandan da, tarih boyunca kurdukları imparatorluklarda, egemenlikleri altına aldıkları halklara din ve vicdan özgürlüğü tanıyarak, bunların birlikte, barış içinde yaşamalarını temin etmiş ve evrensel barışa büyük katkılar sağlamışlardır. Binlerce yıllık tarihi boyunca Dünyada adaleti hâkim kılmak arzusuyla hareket eden Türkler, bir nevi bütün insanlığın sorumluluğunu üzerinde taşımıştır. Nitekim, Osmanlı Devleti’nin “Nizam-ı Âlem” davası, üç kıta üzerindeki farklı dinlere mensup kavim ve sınıflar arasında hukuki ve içtimai adaleti sağlayarak bir düzen içinde yaşamalarını gaye edinmiştir.

Tarih sayfalarını, İslâm adına verdikleri hizmetler ve kahramanlıklarla dolduran Türklerin, aynı zamanda Müslümanlığın yayılmasına da en büyük katkıyı sağlayan, İslâma en güzel eserleri bırakan ve İslâm uygarlığını zirveye çıkaran bir Milletin mensubu oldukları unutulmamalıdır. Öyle ki bilhassa Selçuklular döneminde kendi kültürlerini İslâm dünyasıyla buluşturan Türkler, nihayet İslâm medeniyetini Türk-İslâm medeniyetine dönüştürmüş ve böylece İslâm dünyası ve medeniyetine, merhum Prof. Dr. Osman Turan’ın ifadesiyle yeni bir aşı ve hayatiyet kazandırmıştır.

Türkler, Müslüman olmaları sayesinde birliğe kavuşmuş ve eriyip yok olmaktan kurtulmuşlardır. Bugün yeryüzünde Müslüman olmayan Türk olmadığı gibi, Müslüman olduktan sonra milli şuurunu kaybedip tarihte yok olan bir Türk Topluluğu da olmamıştır. Diğer taraftan, İslâm Âlemi de Türklerin katılımıyla taze bir kan ve can bulmuş, Türkler İslâmı kendileri için bir millî din haline getirerek, bütün benlik ve samimiyetleriyle bu dîne sarılmışlardır. Merhum Prof. Dr. Erol Güngör’ün ifadesiyle İslâm, âdeta Türk Milletinin yolunu aydınlatan bir ışık olmuş, Türk Milleti bu ışığı takip ettikçe hep yükselmiştir.

Zira İslâmiyeti kabul etmelerinden itibaren Türkler, Müslüman kimliklerini hep ön plana çıkarmışlar ve hep bu isimle anılmışlardır. Nitekim, bir Türk-İslâm devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun hükümdarları kendilerini aynı zamanda İslâm’ın mücahidi ve İslâm toplumlarının temsilcisi olarak görmüşlerdir. İşte bu yüzdendir ki, günümüzde Türkiye’yi Avrupa Birliği dışında bırakma gayretleri, esasen, Avrupalıların, Türkleri daima Müslüman olarak algılamış olmalarından mütevellit bir tavırdan başka bir şey değildir.

Kısaca bir kültür ve kimlik duyarlılığı olarak nitelendirebileceğimiz milliyetçilik düşüncesi, tarih boyunca Türklerin en ziyade hassasiyetlerinin başında yer almıştır. Zira 1300 yıl önce, Göktürk Alfabesiyle Orhun Kitabelerine kazınan Türk kültürü ve kimliği, Yusuf Has Hacib’in 1069 tarihli, Türk-İslam edebiyatının ilk yazılı eseri sayılan Kutadgu Bilig adlı eserinde, İslami düşünce ve bakış açısıyla yeniden vücud bulmuştur.

Anadolu topraklarını Müslüman Türk’e yurt yapan Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan, 26 Ağustos 1071’de, Malazgirt Meydanında Ordusuyla birlikte kıldığı Cuma namazını müteakip, askerlerine dönerek “Ey mücahitler! Düşman ne kadar çok görünürse görünsün! Biz onlardan daha güçlüyüz. Çünkü biz Allah’a inanıyoruz…” dedikten sonra, atından inip toprak üzerinde secde ederek şöyle dua etmiştir; “Ya Rabbi! Sana tevekkül ettim. Hazreti Peygamberimiz aşkına bize yardım et! Fikrimizle fiilimiz bir değilse bizi helak et!”. Böylece, Alp Arslan’ın imanlı ordusu, sayıca kendisinden kat kat fazla olan Bizans ordusunu Malazgirt Meydanı’nda hezimete uğratarak, Türk-İslam tarihinin en büyük zaferlerinden birisini kayda geçirmeyi başarmıştır.

Osmanlı Devleti’nin ikinci Padişahı Orhan Gazi, Oğul’a Nasihatında, “Unutma ki, dünya saltanatı geçicidir. Lakin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamberimiz aleyhisselamın şefaatine mazhariyet için, bu fırsatı iyi değerlendir!..” demiştir. Bu düşünce tarzı, Türk Kültürü ve İslam Kültürü ile yoğrulmuş Osmanlı Devleti’nin, altı asır boyunca nasıl barış ve birlikte yaşama felsefesiyle hüküm sürebildiği sorusuna verilebilecek en açık cevaptır.

Cihan Padişahı Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’un fethini, sadece stratejik önemi sebebiyle değil, ama daha ziyade, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in  (S.A.V.)  “İstanbul elbet fetholunacaktır.  O’nu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir” hadis-i şerifine mazhar olmak ve O’nun övgülerini kazanmak için gerçekleştirmiştir. İşte bu, çağ açıp, çağ kapatan Müslüman-Türk Kumandan, İstanbul’u fethederken, onu bir Türk-İslam şehrine dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda, yüzyıllarca İslam toplumları arasına fitne sokan, Müslümanlara karşı Hristiyan Haçlı Seferleri tertipleyen ve İslam topraklarının genişlemesine engel teşkil eden bir şer yuvasını, Doğu Roma İmparatorluğu’nu da ortadan kaldırmıştır.

Şair Namık Kemal Yalçın Kaya’nın da ifade ettiği gibi;

Aranmakta Peygamber müjdesine bir emir, bir namzed
Kostantiniyyeyi İstanbul yapacak bir fatih; Sultan İkinci Mehmed.
Sıvadı kolları Osmanoğlu cihangir, çekerek besmeleyi
Ebedi fethin hazırlığına girişti, eserken seher yeli.
Döktü şahi topları, çelikten iman ordusu; ne güzel er
Böyle buyurmuştu Rasul; ve göklerde saf saf melekler.

İstanbul, dünyanın en güzel şehri, bizim İstanbul,
Büyük fethin timsali, kıyamete kadar Türk İstanbul.

Esasen Osmanlı, İslamiyet’in insanlığa vaat ettiği ideal barış ve istikrarı, himayesi altındaki topluluklar arasında hiçbir etnik, dinî ve kültürel ayırım gözetmeksizin yedi iklim ve üç kıtada asırlar boyunca gerçekleştirmeyi başarmıştır. Zira, İslamiyet’te hiçbir ırka, sınıfa, aileye veya kişiye imtiyaz tanınmamış olup, sadece İslâma hizmet eden ve İslâmı yücelten takva sahibi kimseler üstünlük elde edebileceklerdir. İşte Osmanlı bu bilinçle hareket ederek bir dünya devleti inşa etmeyi başarabilmiştir.

 Öte yandan, Çanakkale’de göğsünü siper ederek düşmana geçit vermeyen Mehmetçiğin meşalesi de kuşkusuz iman aşkı ve vatan sevgisiydi. Şanlı Türk tarihini taçlandıran en büyük zaferlerden birisi olan Çanakkale Destanı, iman ve kardeşlik ruhunun şahlanışından başka bir şey değildi. Bir yandan Kur’an okuyup biryandan düşmanla savaşan Türk Askerinin, 3 dakika içinde öleceğini bildiği halde hiç tereddüt etmeden cepheye atılmasını sağlayan bu ruh, din, vatan, bayrak uğruna şehadetin, ulaşılabilecek en yüce makam olduğunu birkez daha ortaya koymuştur. Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Çanakkale şehitlerini ne güzel tarif etmiştir;

 Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;

Yine, büyük Türk Şairi Ziya Gökalp, bundan yüzyıl önce, Balkan Savaşları sırasında Vatanın ve Milletin içine düştüğü durumu gösteren Asker Duası’nda şöyle demektedir;

Sancağım tevhid, bayrağım hilâl,
Birisi yeşil, ötekisi al,
İslâm’a acı, düşmandan öc al,
İslâm’ı âbâd eyle Yârabbi!
Düşmanı berbâd eyle Yârabbi!

 Bu noktada, Türklerin tarih boyunca İslâm’a hizmetleri konusunda Kurtuluş Savaşı ve bu savaşın İslâm’a kazandırdıkları üzerinde de durulmalıdır.

Millî ve manevi bilincini aynen muhafaza eden Türkler, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün önderliğinde ve vatan, millet, bayrak sevgisi ile yoğrulmuş bir imanla İstiklâl Mücadelesini kazanıp Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmak suretiyle, Millî onurunu muhafaza etmiş ve bu cennet vatan topraklarında kurdukları bin yıllık Türk-İslâm medeniyetini sonsuza kadar yaşatma kararlılığını bir kez daha ortaya koymuşlardır. Nitekim Yahya Kemal, Kurtuluş Mücadelesini şu şekilde dile getirmiştir;

 Şu kopan fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi,

Senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi.

Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın

Galip et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.

Mehmet Akif Ersoy da, İstiklal Marşı’nda, Türk Milletinin Hakk’a, bayrağa, bağımsızlığa, dinine ve vatanına olan bağlılığını en açık bir şekilde dile getirmiştir:

 Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

Günümüzde çarpıtılan şekliyle ırkçılığı değil, kültürü esas alan Türk Milliyetçiliği, binlerce yıllık tarihi, siyasi ve kültürel bir birikime dayanmaktadır. Türk Milletinin tarihin derinliklerinden süzülerek günümüze ulaşan maddi-manevi, kültürel-ahlaki değerlerini koruyarak gelecek kuşaklara aktarmak, bir Türk Milliyetçisinin asli vazifesi olmalıdır. Türk Ocakları Genel Başkanı Prof. Dr. Mehmet Öz’ün ifadesiyle, bizim millet, millî devlet anlayışımız tarihimize, milletimize bir bütün olarak sahip çıkmaya dayanır. İçi boş, tarihî ve kültürel muhtevası Türklüğün tarihî birikimini inkâr eden bir anlayış da tarihî ve kültürel realitelere aykırı olarak Türklüğü bir etnisiteye indirgeyen, milliyetçiliği kavmiyetçilik ve ırkçılık olarak görerek reddeden beynelmilelci yaklaşımlar da yanlıştır. İslam medeniyetinin tarihî gelişimini ve Türk-İslam medeniyeti gerçeğini ıskalayan, 20. yüzyılın nev-zuhur ve ithal İslamcılığı ne Türklüğe ne İslam âlemine ne de insaniyete kapsayıcı bir medeniyet tasavvuru sunabilir.

  Ortak bir dile ve ortak bir tarihe sahip insanların milli kimlik ve kültür şuuruyla kendini ifade etmesi olarak tanımlayabileceğimiz bu milliyetçilik anlayışı mesela, Fransız düşmanlığından beslenen Alman milliyetçiliğinden tamamen farklı olarak, diğer milletlerin varlığına saygı duyan, cihanşümul bir karakteristiği haizdir. Türk-İslâm Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’nın da Avrupalı elçilere söylediği gibi, Türk fetihleri aslında, Hristiyan dünyasının amansız saldırıları karşısında verilen bir nefsi müdafaa, bir varlık-yokluk mücadelesi sebebiyle gelişmiştir. Kuşkusuz Türkler, tarih boyunca hem batı medeniyetinin sömürgecilik faaliyetleri karşısındaki en ciddi direnek noktası olmayı başarmışlar ve hem de hakimiyetleri altındaki halklara adaletle hükmetmişlerdir.

Türk Milliyetçiliği sevgiyi, kardeşliği ve hoşgörüyü esas alan kucaklayıcı ve birleştirici bir anlayışa sahiptir. Nitekim, bundan doksan yıl önce, Türkçülerin amacının, çağdaş bir İslam Türklüğü olduğunu söyleyen Ziya Gökalp, Türklerin, milli ülkülerini güçlendirmek için dindaşları ve yurttaşları olan hiçbir kavme karşı “millî kin” aşılamaya yeltenmediklerini, çağdaşlaşmak için, Müslüman olmayan kavimler hakkında, içinde bulunulan uygarlık yüzyılının gerektirdiği saygılı tutumu koruyacaklarını özellikle vurgulamıştır.

Nitekim, Yüce dînimiz İslama göre insanlar, Cenab-ı Hak tarafından, kabilelere ve milletlere bölünmüştür. Dolayısıyla, Müslümanların Arablar veya Türkler gibi milletler halinde bölünmeleri, insanların birbirlerini tanımaları gayesiyledir. Ancak, bu milletler arasında üstünlüğün sadece güzel ahlâk ve takvâ sahibi olmakla mümkün olabileceği de Kur’ân’da belirtilmiştir. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’in Hucurât Sûresi’nin 13. Ayetinde Yüce Allah “Ey insanlar ! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.” demektedir. Buna göre, Türkler, Allah’ın insanlar arasından oluşturduğu milletlerden bir tanesidir ve üstünlüğü soydan değil, İslâm adına verdiği hizmetler ve yaptığı iyi işlerden kaynaklanmaktadır.

Büyük Türk Hükümdârı Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethedip İslâm Halifeliğini Abbasilerden teslim alırken, Cuma namazında okunan hutbede kendisi için “Hâkim-i Haremeyni’ş-Şerîfeyn” (Mekke ve Medine’nin Hâkimi) diye bahsedilmesine itiraz etmiş ve Peygamber’e saygısından dolayı kıpkırmızı kesilen Koca Pâdişah, ayağa kalkarak, “Hayır, Hâdim-i Haremeyni’ş-Şerîfeyn” (Mekke ve Medine’nin Hizmetkârı) diye haykırmıştır. İşte Türkler bu anlayışla, 400 yıl boyunca İslâm Halifesi sıfatıyla, İslâmda birlik ve beraberliği temsil etmişlerdir.

Derin bir mütevazılıkla İslâma verdiği ve vereceği hizmetler sayesinde Türk Milleti, tarih boyunca hep küllerinden yeniden doğmayı başarabilmiştir. Bunun son örneği, emperyalist Batılı güçlerin bitmek bilmez Haçlı saldırıları karşısında yorgun ve bitkin düşen Türk Milletinin, Gazi Mustafa Kemal önderliğinde verdiği İstiklâl Mücadelesi neticesinde, tarih sahnesinde “Türkiye Cumhuriyeti” adıyla yeni bir sayfa açmış olmasıdır.

Netice itibariyle, adalet, hoşgörü, millî birlik ve beraberlik anlayışı içerisinde ve diğer dünya milletleri ile birlikte barış içinde yaşamayı esas kabul eden Müslüman Türk Milleti, tarihte olduğu gibi bugün de İslam’a hizmet etmeye ve onunla birlikte yükselmeye devam edecektir. Bunu da, ancak, millî değerlerine ve tarihine sahip çıkmak suretiyle gerçekleştirebileceğinin idrakindedir. Zira, yurt, bayrak, millî egemenlik ve milli kültür gibi değerlerine sahip çıkamayan milletlerin, mukaddesatını muhafaza etmeleri de mümkün bulunmamaktadır. Tarih boyunca Türkler, hep Hakk’ın rızasını kazanma, yeryüzünde adaleti hakim kılma ve milletine hizmet etme anlayışı içerisinde, sevinçte ve tasada birlik şuuruyla hareket etmişlerdir. Bu sayededir ki Türkleri İslamsızlaştırma ve tarih sahnesinden silme çabaları nafile sonuç vermiştir.

Unutulmamalıdır ki Türkler, ancak millî birlik ve beraberlik duygusuyla ve derin bir iman aşkıyla Malazgirt’de, Kosova’da, İstanbul’un fethinde, Çanakkale’de, Sakarya’da başarıya ulaşabilmişlerdir. Bu nedenle, birbirleri ile buluşmalarından itibaren hızla gelişen ve tarihin gördüğü en yüksek uygarlık seviyesine ulaşan Türk-İslâm Medeniyetinin zengin kültürel mirasını daha ilerilere taşımak, Çanakkale ruhunu rehber edinmiş Türk Milletinin yegâne vazifesi olmaya devam edecektir.

16 Mayıs 2015

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/5263/tarihi-turk-islam-yuruyusu.html

Türk Yurdu Dergisi, Nisan 2015.

Share This:

KARADENİZ EKONOMİK İŞBİRLİĞİ BÖLGESİ (KEİB) VE TÜRKİYE AÇISINDAN ÖNEMİ

GİRİŞİkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada büyük değişmeler yaşanmış; globalleşme eğilimlerinin artmasıyla birlikte, bölgesel entegrasyonlar önem kazanmıştır. Ülkeler ekonomilerini dünya ekonomisiyle bütünleştirebilmek için, bölgesel entegrasyonların kaçınılmaz olduğunu keşfetmişlerdir. AB, EFTA, NAFTA ve Orta Avrupa işbirliği projeleri hep bu düşüncenin sonucunda oluşmuşlardır.

25 Haziran 1992 tarihinde İstanbul’da, 11 ülkenin devlet ve hükümet başkanları tarafından imzalanan Karadeniz Ekonomik işbirliği Bölgesi (KElB) Anlaşması ile üye ülkelerin demokrasi ve pazar ekonomisi prensipleri içerisinde dünya ekonomisi ile bütünleşmesi hedeflenmiştir. KElB konusunu etraflıca ele almadan önce uluslararası ekonomik bütünleşmeler hakkında kısaca bilgi vermek yararlı olacaktır.

ULUSLARARASI EKONOMİK BÜTÜNLEŞMELER

Ekonomik bütünleşmelerin amacı, bütünleşme hareketi içinde yer alan ülkeler arası ekonomik ilişkileri serbestleştirerek, geliştirerek ve uyumlaştırarak, kaynakların etkin dağılımını gerçekleştirmek ve toplumsal refahı yükseltmektir.

Genel bir tanımlamayla uluslararası ekonomik bütünleşme, bütünleşmeye giden ekonomilerde mal ve hizmet alımlarında serbesti sağlayıp ticarete engel olan kısıtlamaları ortadan kaldırarak bir ortak pazar yaratmaktır. Bu şekilde, daha geniş bir pazara üretim yapmak ve büyük çap üretimin sağladığı imkanlardan yararlanmak mümkün olabilmektedir.

Ekonomik bütünleşmeye taraf olan ülkeler, arzuladıktan birleşme ve yakınlaşma derecesine göre, çeşitli aşamalardan geçebilirler. Bu aşamalar, en zayıf bütünleşme çabasından tam ekonomik bütünleşmeye doğru 6 temel grupta toplayabiliriz. Bunlar:

l – Ekonomik İşbirliği Anlaşmaları

Ekonomik işbirliği anlaşmaları, uluslararası ticarete yapısal bir değişiklik kazandırmaktan çok mevcut ticaret hacmini esas alırlar. Asıl amaç, taraflar arasındaki ticaret hacmini artırmaktır. Diğer taraftan, uluslararası ticarete ait çeşitli engelleri ortadan kaldırmak ve bu alandaki kontrolleri en aza indirmek amacını da taşıyabilirler. GATT ve KElB bu aşamaya örnek olarak gösterilebilirler.

2- Serbest Ticaret Bölgeleri

KElB Projesinin kuruluş aşamasında nihai amaç olarak düşünülen serbest ticaret bölgeleri, üye ülkeler arasındaki gümrük tarifelerinin ve miktar kısıtlamalarının kaldırıldığı, üçüncü ülkelere karşı bağımsız ticaret politikalarının uygulandığı bir ekonomik bütünleşmedir. Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi (EFTA) bu tür uluslararası ekonomik bütünleşmeye örnek olarak gösterilebilir.

3- Gümrük Birlikleri

Bu aşamada, ülkeler hem kendi aralarındaki gümrük duvarlarını ve miktar kısıtlamalarını kaldırırlar ve hem de üçüncü ülkelere karşı bir ortak gümrük tarifesi uygularlar. Bu şekilde, üye ülkeler birlik dışındaki ülkelere karşı ekonomilerini aynı oranda korumuş olurlar. Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında 1948de kurulan Benelüks Gümrük Birliklerinin en gelişmiş örneğidir.

4- Ortak Pazar

0 Ortak pazar, malların yanısıra üretim faktörlerinin serbest dolaşımını da kapsar. Bu tanıma göre, ortak pazarda, üye ülkeler, kendi faktörlerinin serbest dolaşımını engelleyen gümrük vergileri, miktar kısıtlamaları, çalışma izni, sermaye transferi izni gibi unsurları da ortadan kaldırırlar. Dışa karşı ise, bir ortak gümrük tarifesi uyguladıklar gibi yabancı üretim faktörlerinin ortak pazara girişini müşterek ilkelere göre düzenlerler. Bu konuda en başarılı örnek Avrupa Birliği’dir.

5- Ekonomik Birlik

Ekonomik birlik, üye ülke ekonomilerinin tamamen bütünleşmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca, ekonomik politikaların ve kurumların da birleştirilmesini öngörmektedir. Özellikle, tek bir para sistemi ve Merkez Bankası ile birleştirilmiş bir mali sistem ve ortak bir dış ticaret politikasını içermektedir.

6- Ekonomik ve Parasal Birlik

Ekonomik ve parasal birlik, tek bir bütünün tamamlayıcı parçaları olduğundan, birlikte gerçekleştirilmesi gerekir. Ekonomik birliğin unsurlarının yanısıra, ulusal para, maliye ve sosyal politikaların uyumlaştırılması gerekir. Burada, maliye, para ve sosyal politikaların uyumu uluslar üstü bir kurumun kararına bağlanmaktadır. AT’nun 7 Şubat 1992 tarihinde Maastrich Zirvesinde ‘Avrupa Birliği’ ile ilgili imzaladığı Anlaşma ekonomik ve parasal birlik konusunda atılan en önemli adımdır. Bu Anlaşma, Topluluğu tek Merkez Bankalı, tek para birimli ve tek dış politikası olan bir yapılanmaya yöneltmektedir.

KARADENİZ EKONOMİK İŞBİRLİĞİ BÖLGESİ (KEİB)

A- KEİB’in Doğuşu ve Gelişimi

1980’li yılların sonlarında Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa Ülkelerinde meydana gelen ekonomik ve siyasal değişmeler, bölge ülkeleri arasında ekonomik işbirliği çabalarını başlatmıştır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ortaya çıkan yeni bağımsız Cumhuriyetler ve Eski Doğu Bloku Ülkelerinin piyasa ekonomisi modelini izleyerek dünyaya açılma çabaları, Türkiye için çok önemli yeni bir fırsatı da beraberinde getirmiştir. Bu fırsat, Karadeniz’e komşu ülkelerin kendi aralarındaki ekonomik işbirliğini ifade eden ‘Karadeniz Ekonomik işbirliği Projesi” (KElP), Karadeniz Havzası’nın ekonomik entegrasyonudur.

Türkiye 1980 yılından itibaren izlediği dışa açılma politikası sonucunda elde ettiği bilgi birikimi ve tecrübe ile, liberal ekonomik düzene geçme çabasındaki Doğu Avrupa Ülkelerine bir örnek oluşturabilir. Ekonomik yönden tarafların birbirini tamamlayıcı nitelikte bulunması, bu işbirliğinden sağlanacak kazancın artmasına yol açacak, dış ticarete konu olan malların genelde ilgili ülkelerde pahalı olarak üretilmesi, potansiyel ticaretin gelişimine katkıda bulunacaktır.

Karadeniz’e kıyısı olan Ülkeler arasında kademeli olarak bir serbest ticaret bölgesi kurulmasını amaçlayan KElB ile ilgili ilk toplantı, bu proje fikrini ortaya atan Türkiye’nin girişimiyle 19-21 Aralık 1990’da Ankara’da yapıldı. Daha sonra 12-13 Mart 1991 tarihinde Bükreş’te 23-24 Nisan 1991 tarihinde Sofya’da ve nihayet 11-12 Temmuz 1991 tarihinde Moskova’da yapılan toplantılar sonucunda, işbirliğine esas teşkil edecek metin üzerinde anlaşmaya varıldı.

3 Şubat 1992 tarihinde İstanbul’da yapılan toplantıda, Türkiye, Rusya Federasyonu, Romanya, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Ukrayna ve Bulgaristan tarafından, KElB Anlaşması parafe edilmiştir.

25 Haziran 1992 tarihinde İstanbul’da; Yunanistan ve Arnavutluk’un kurucu üye olarak katılımıyla, 11 ülkenin devlet ve hükümet başkanları tarafından imzalanarak yürürlüğe giren KElB Anlaşması, üye ülkeler arasında yeni bir dönemi başlatmıştır.

KElB Anlaşması, üye Ülkelerin, demokrasi ve pazar ekonomisini esas alan işbirliği içerisinde, dünya ekonomisi ile entegre olmasını hedeflemektedir.

KElB, 11 ülkeyi ve yaklaşık 325 milyon kişiyi içine alan dev bir potansiyel piyasanın avantajlarıyla dolu önemli bir bölgesel entegrasyon olarak umut ışığı olmuştur.

B- KEİB Deklarasyonu Ana Belgesinin İçeriği

Söz konusu belge, Amaçlar ve İlkeler, Hükümetler Arası işbirliği, Ticaretin Geliştirilmesi, Çevre Yapısı, Kurumsal Yapı ve Üyelik olmak üzere beş bölümden oluşmaktadır.

l – Amaçlar ve İlkeler

Taraflar Helsinki Nihai Senedi ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı belgelerinde yer alan ilke ve yükümlülükler temeli üzerine bina edilecek dostluk ve iyi komşuluk ilişkileri çerçevesinde aralarında ekonomik ve teknolojik işbirliğini geliştirmeyi, sosyal gelişmeyi, serbest girişimi teşvik etmeyi ve Karadeniz Havzası’nı bir barış ve refah bölgesi haline getirmeyi kararlaştırıyorlar. İşbirliğinin geliştirilmesinde taraflar şu hususa özen göstereceklerdir: işbirliği tedricen geliştirilecektir, öncelikler saptanırken üye ülkelerin ekonomik durumuyla özellikle pazar ekonomisine geçiş sürecinde olan ülkelerin sorunları dikkate alınacaktır. Ortak çıkarları yansıtan projelere üye ülkeler, onların ekonomik ve mali kuruluşları da katılacaktır.

2- Hükümetlerarası İşbirliği

Taraflar ekonomi, ticaret, sanayi, bilim, teknoloji ve çevre alanlarında aralarındaki işbirliğini genişletmeyi ve çeşitlendirmeyi ve bu amaçla sahip oldukları her türlü olanak ve fırsatı beraberce değerlendirmeyi öngörmektedirler. Üye ülkeler bu amaçla; ulaştırma, haberleşme, enformatik, ekonomik, ticari ve istatistiki bilgilerin teatisi, mamullerin standartlaşması, enerji, madenlerin ve cevherlerin işlenmesi, turizm, tarım ve tarıma dayalı sanayi, veterinerlik ve ilaç sanayi, bilim ve teknoloji alanlarında ortak projeler saptamayı ve bunları uygulamayı kararlaştırmışlardır.

3- Ticaretin Geliştirilmesi

Bu bölümde ticaretin geliştirilmesine, yardımların ve sermaye akımının artırılmasına ilişkin önlemler yer almaktadır. Taraflar, aralarındaki ekonomik işbirliğini yoğunlaştırmak ve işbirliği ortamını iyileştirmek, iş ve ticaret ilişkilerini geliştirmek ve ülkelerindeki firmalar ile kuruluşların girişimlerini teşvik etmek üzere aşağıdaki önlemleri almak hususunda anlaşmışlardır: öncelikle iş adamlarının ülkelerine kolayca girmelerini, ikamet etmelerini ve ülke içinde dolaşmalarını sağlamak hususunda beraberce önlemler alacaklardır. İkinci nokta, küçük ve orta ölçekli sanayii desteklemek; üye ülkeler arasında mal ve hizmet ticaretinin gelişmesini sağlayacak önlemler almak ve ticareti güçleştiren tüm engelleri tedricen kaldırmak; yatırımların, sermaye akımının ve çeşitli sanayi işbirliği türlerini teşvik edecek ve bu koşulları yaratacak önlemlere yönelmek, çifte vergilendirmeyi önlemek, yatırımların teşviki ve korunmasına ilişkin anlaşmalar imzalamak; ülkeler tarafından açılacak uluslararası ihaleler konusunda birbirlerine öncelikli bilgi vermek; ortak serbest ticaret bölgeleri kurmak ve bir Karadeniz Dış Ticaret ve Yatırım Bankası kurulması imkanlarını incelemek.

4- Çevre Yapısı

Bu bölüm, çevre korunmasıyla ilgili önlemler ve yapılacak işbirliğini kapsamaktadır. Buna göre üye ülkeler, özellikle Karadeniz’deki doğal çevrenin korunması ve iyileştirilmesi ve bio-üretken potansiyelin korunması, kullanılması ve geliştirilmesi konularında, çevre koruması yolundaki ortak projelerin hazırlanması da dahil olmak üzere gerekli adımlan atacaklardır.

5- Kurumsal Yapı ve Üyelik

Bu bölüm ise, KEİB’in kurumsal yapısı ve üyelikle ilgili konuları ele almaktadır. KElB için bir Sekretarya öngörülmemiştir. Dışişleri bakanları rotasyon usulüne göre yılda en az bir defa toplanmak suretiyle hedefleri tespit edecekler, belli çalışma grupları kuracaklar, bunların çalışmalarına nezaret edecekler ve temel konularda karar vereceklerdir. KEİB’e, anlaşmanın üye ülkeler için belirlediği yükümlülükleri aynen üstlenmeyi kabul eden her ülke, oybirliğiyle, kabul edilebilecektir.

C- KEİB’in Kurumsal Yapısı

(KEİB’in Organları)

l – Dışişleri Bakanları Toplantısı

KEİ’nin en yüksek karar alma organıdır. DBT, KEİ’nin işleyişinden; alt organların kurulması, çalışmalarının yönlendirilmesi ve kararların değerlendirilmesinden; gözlemci statüsü tanınmasıyla ilgili kararların alınmasından; iç tüzüğün kabul ve değiştirilmesinden sorumludur. DBT’nin olağan toplantıları altı ayda bir yapılır. DBT başkanı, dönem başkanlığını üstlenmiş olan ülkenin Dışişleri Bakanıdır. Dönem başkanlığı İngilizce alfabetik sıraya göre altı ayda bir değişir.

DBT’nin kararıyla kalıcı ya da geçici alt organlar kurulabilir. Bu organlar DBT’ye karşı sorumludur. Alt organların başkanlığını, toplantının düzenlendiği ev sahibi ülke üstlenmektedir.

2- KEİ’nin Uluslararası Sekretaryası

KEİ’ye katılan ülkeler, sekretarya hizmetlerinin, dönem başkanlığını üstlenmiş olan ülkenin Dışişleri Bakanlığınca yürütülmesini tercih etmişlerdir. KEİ’nin ilk iki döneminde sekretarya hizmetleri dönem başkanlığını üstlenmiş olan Türkiye’nin Dışişleri Bakanlığınca yürütülmüştür. 10 Aralık 1992 tarihinde Antalya’da yapılan KEİ Dışişleri Bakanları birinci toplantısında, Türkiye’nin önerisiyle, İstanbul’da uluslararası sekretaryanın kurulmasına karar verilmiştir. Uluslararası Sekretarya, çekirdek bir kadro ile 3 Mayıs 1993 tarihinden itibaren İstanbul’daki geçici merkez Dolmabahçe Sarayı, I. Harekat Köşkü’nde faaliyete geçirilmiştir. Üçüncü DBT, 9 Aralık 1993 tarihinde Sofya’da yapıldı. Bu toplantıda, İstanbul’da kurulu olan Daimi Sekretarya başkanlığında Rusya’dan bir yetkilinin getirilmesi kabul edildi.

3- KEİ Parlamenter Asamblesi (KEİPA)

KElPA, 26 Şubat 1993 tarihinde Bulgaristan ve Yunanistan’ın dışındaki KEİ üyesi ülkelerin İstanbul’da imzaladıkları bir deklarasyon ile oluşturulmuştur. Amaçları şunlardır:

– KEİ’ye katılan devletlerin tarihten gelen ortak değerlerinden yararlanarak bu işbirliğinin ülkü, hedef ve amaçlarını üye ülkelerin parlamenterleri aracılığıyla toplumlarına benimsetmek:

– KEİ bünyesinde ekonomik, ticari, sosyal,kültürel ve siyasal işbirliği faaliyetlerine yasal dayanaklar sağlamak ve KEİ’nin amaçlarının gerçekleşmesine katkıda bulunmak;

– KEİ’ye üye ülkelerin devlet ya da hükümet başkanları ile dışişleri bakanları toplantılarında alınan  kararların uygulanması için gerekli yasal düzenlemeleri gerçekleştirmek;

– KEİPA’ya üye ülkelerin ulusal parlamentolarına, üye ülkelerdeki parlamenter demokrasi
sinin geliştirilmesine yönelik yardımda bulunmak;

– Uluslararası ve bölgesel diğer kuruluşlar ve KEİ ülkeleri arasındaki işbirliğini geliştirmek.

KElPA’nın organları ise şunlardır: KElPA Genel Kurulu, Daimi Komite, Alt Organlar, KElPA Uluslararası Sekretaryası.

4- KEİ Konseyi (KEİK)

Karadeniz Ekonomik işbirliği Zirve Deklarasyonu amaçları doğrultusunda oluşturulan KElK, KEİ’ye katılan devletlerin iş çevrelerini temsil etmektedir. 31 Ağustos 1992 tarihinde İstanbul’da yapılan toplantılar, KEİ ülkeleri özel sektörleri arasında bir mekanizmanın oluşturulması ve bu mekanizmanın merkezinin İstanbul’da olması kararlaştırılmıştır. KElK başkanlığını, KEİ dönem başkanlığını üstlenmiş olan ülkenin temsilcisi yürütür.

KElK’in organları şunlardır: KElK Yönetim Kurulu, Alt Organlar, KElK Sekretaryası.

5- KEİ İstatistik Veri ve Bilgi Değişim  Eşgüdüm Merkezi

KEİ’ye Üye ülkeler arasında istatistik veri ve ekonomik bilgi değişimini sağlamak ve bu yöndeki veri akımının merkezini oluşturmak üzere, Türkiye Devlet istatistik Enstitüsü bünyesinde bir birim kurulmuştur.

6- KEİ Ticaret ve Kalkınma Bankası

KEİ üyesi ülkeler arasında ticaret ve yatırım projelerine finansman sağlamak üzere oluşturulacak olan KEİ Ticaret ve Kalkınma Bankası’nın kuruluş anlaşması, 15-16 Ekim 1992 tarihinde İstanbul’da, 8-9 Nisan 1993’te Atina da, 9-11 Haziran 1993 tarihinde Varna’da ve 14-15 Ekim 1993 tarihlerinde Sinaya’da yapılan Banka ve Finans Çalışma Grubu toplantılarıyla, bir madde dışında tamamlanma aşamasına getirilmiş, 9 Aralık 1993’te Sofya’da yapılan KEİ Dışişleri Bakanları 3. Toplantısında Banka Merkezinin Selanik’te kurulması kararlaştırılmıştır. Banka başkanı Türkiye’den olurken, yardımcılık görevi Bulgaristan’a verilmiştir.

KEİ Ticaret ve Kalkınma Bankası’nın organları şunlardır: Guvernörler Heyeti, Yönetim Kurulu, Yöneticiler (Başkan ve Başkan Yardımcıları).

KEİB ÜYESİ ÜLKELERİN KARŞILAŞTIRMALI
OLARAK DEĞERLENDİRİLMESİ

KEİB’e üye ülkeleri ortak bir değerlendirmeye tabi tutmanın birtakım zorlukları vardır. Örneğin, Milli Gelir Muhasebe Sistemleri farklı olan Eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa Cumhuriyetleriyle (bu Cumhuriyetler yeni sisteme geçiş aşamasındadırlar) Türkiye ve Yunanistan gibi dışa açık ekonomileri, aynı ölçütler üzerinden karşılaştırmak oldukça güçtür. Öte yandan bu ülkeler arasında yeterli düzeyde bilgi alışverişi de yoktur. Ancak, elde edilebilen bilgiler ışığında böyle bir değerlendirmenin yapılmasının gerektiği de ortadadır.

öncelikle KEİB üyesi ülkelerin nüfus ve yüzölçümü bakımından incelenmesi gerekir. Burada göz önünde tutulması gereken nokta, nüfusun niceliğinin yanısıra, belki de niteliğine önem verilmesi gerektiğidir. Çünkü, modern bilgi, eğitim ve teknolojiden yoksun kitleler ekonomiye bir katkı yerine bir yük, bir külfet getirecektir.

NÜFUS VE YÜZÖLÇÜMÜ İTİBARİYLE KEİB (1992)

ÜLKELER             NÜFUS          YÜZÖLÇÜMÜ
(Mily.)            (000 km2)
Arnavutluk 3.4 28,7
Azerbaycan 7.2 86,6
Bulgaristan 8.4 110,9
Ermenistan 3.4 29,8
Gürcistan 5.5 69,7
Moldova 4.4 33,7
Romanya 22.7 237,5
Rusya Federasyonu        148.6 17.075,0
Türkiye 58.9  814,5
Ukrayna 51.8 603,7
Yunanistan 10.2 131,9
KElB 324.5 19.222,0

KEİB içerisinde yüzölçümü ve nüfusu bakımından ilk sırada Rusya Federasyonu yer almaktadır. Türkiye nüfus bakımından ikinci büyük ülkedir. Alan bakımından ikinci sırada olan Ukrayna, nüfus sayısı olarak Türkiye’den sonra gelmektedir. KEİB in gerek nüfus ve gerekse yüzölçümü en küçük olan ülkeleri Arnavutluk ve Ermenistan’dır.

KEİB in toplam nüfusu yaklaşık olarak 325 Milyon’dur. Bu, bölge ülkeleri için, oldukça büyük bir piyasa olarak önemli bir avantaj teşkil etmektedir.

KEİB ülkeleri istihdam yönünden de değerlendirilebilir. KEİB’de yaklaşık olarak, işgücü sayısı 146.51 bin kişidir. Bunun 144.391 bin kişisi istihdam edilmektedir. 2.161 bin kişi de işsizdir. Ortalama işsizlik oranı %1.91’dir. istihdamın %25.17’si tarım, %24.32’si sanayi ve %41,42’si de hizmetler sektöründedir.

Öte yandan belirtmek gerekir ki, Doğu Bloku Ülkelerinde özellikle 1980 yılından önceki dönemde ekonomide tam istihdam sağlanmış durumdaydı. Bunlar arasında üretime katkısı sıfır veya çok düşük olan gizli işsizler de bulunmaktaydı. Bu yıldan sonra başlayan reform hareketleriyle tüm sektörlerdeki gizli işsizlik, artık yavaş yavaş açık işsiz durumuna gelmeye başlamıştır. Bu nedenle 1990’lı yıllardaki istihdamla ilgili mevcut istatistikler tahmine dayanmaktadır. Dolayısıyla KEİB’in istihdam düzeyi çok daha düşük, işsiz sayıları ve işsizlik oranının da çok daha yüksek olduğu söylenebilir.

KEİB üyesi ülkelerin üretim yapılan incelendiğinde, gerek sahip oldukları üretim faktörleri ve gerekse üretimlerinin yapısal özellikleri itibariyle birbirlerini tamamlayıcı nitelikte oldukları görülmektedir. Bu tamamlayıcı özellik, bu ülkelerin belirli üretim dallarında birbirlerine göre bazı avantajlara sahip olduklarını göstermektedir.

KEİB üyesi ülkelerin belirli üretim dallarında birbirlerine göre avantajlara sahip olması, mevcut üretim tekniklerini geliştirmek koşuluyla bu işbirliğinden sağlanacak kazancın artmasına yol açabilir. Aynı zamanda, bu ülkelerde dış ticarete konu olan malların başlangıçta pahalı olarak üretilmesi ticaretin gelişimine katkıda bulunabilir. Çünkü, Karadeniz Ekonomik İşbirliği sonucunda üye ülkeler arasında gümrük tarifelerinin azaltılması ya da ortadan kaldırılması ile bu mallar daha ucuz üretim yapan üye ülkelerden ithal edilebilir ve böylece üye ülkeler arasındaki ticaret hacminde artış sağlanabilir.

KEİB ülkelerinin hemen hepsi dış ticaret hacmi ve dış ticaret kalemleri acısından önemli farklılıklar göstermektedir.
KEİB ÜYESİ ÜLKELERİN DIŞ TİCARET DURUMU
(1992)

ÜLKELER İHRACAT İTHALAT
Arnavutluk (Milyon $)            82 540
Azerbaycan(Milyon Ruble) 07,726 131,580
Bulgaristan (Milyon $) 5. l 4.6
Ermenistan Milyon Ruble) 43,197 46,832
Gürcistan (1990) 176 Milyon $ 1.5 Milyar $
Moldova (Milyon Ruble) 103,000 80,000
Romanya (Milyar $) 4.3 5.5
Rusya Fed. (Milyar $) 40.0 35.00
Türkiye (Milyar $) 14.7 22.8
Ukrayna (Milyar $) 40.0 44.0
Yunanistan (Milyar $)( 1991)         12.0 19.0

Arnavutluk, dış ticaretini özellikle Doğu Avrupa ve Çin’e dayandırmıştır. Arnavutluk’un ihraç mallarının başında %54.3 ile yakıt, mineral ve metal, ithalat mallarının başında ise %28.2 ile makine teçhizatı gelmektedir. Arnavutluk dış ticareti devamlı olarak açık vermektedir.

1992 yılı itibariyle ihracatı 5. l Milyar Dolar, ithalatı ise 4.6 Milyar Dolar olarak gerçekleştirilen Bulgaristan, dış ticaret yönünden eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerine aşırı derecede bağımlıdır. Bulgaristan, 1989 yılından itibaren dış ticareti serbestleştirme yönünde adımlar atmış ve döviz kullanımındaki kısıtlamalar kaldırılarak ihracat ve ithalat işlemleri basitleştirilmiştir.

Azerbaycan’ın dış ticareti ağırlıklı olarak diğer Cumhuriyetlere yönelik olarak yapılmakta ve bu ticareti önemli ölçüde takas ve ikili anlaşmalar temeline dayanmaktadır. Ülkenin dış ticaretinde Rusya en önemli yere sahiptir. Dış ticaret, Rusya dışında ağırlıklı olarak İran,  İngiltere ve Türkiye ile yapılmaktadır.

Azerbaycan’da, ekonomik bağımsızlığını kazanmak amacına yönelik olarak Haziran 1991’de serbest piyasa ekonomisine geçiş ilkesi kabul edilerek birçok yasal reformlarla, ekonomide yeni düzenlemelere gidilmiştir.

Dış ticaret bilançosu az miktarda da olsa açık veren Ermenistan ve Gürcistan toplam ithalatının %80’den fazlasını, toplam ihracatının %90’dan fazlasını komşu Cumhuriyetler ile gerçekleştirmektedir.

Uzun yıllar ödemeler dengesi fazla vermiş olan Romanya’nın 1989 yılından itibaren dış ticaret dengesi bozulmuş ve 1990 yılından itibaren ise açık vermeye başlamıştır.

Rusya Federasyonu 1992 yılında 5 Milyar Dolar dış ticaret fazlası vermiştir. Rusya Federasyonu, dış ticaretini geleneksel olarak öncelikle  Cumhuriyetler arası yapmaktadır.

Moldova’nın, 1992 yılı itibariyle ihracatı 103,000 Milyon Ruble, ithalatı ise 80,000 Milyon Ruble olarak gerçekleşmiştir.

1993 yılında 15.348 Milyar Dolar ihracat, 29.429 Milyar Dolar ithalat yapan Türkiye’nin, ihracatın ithalatı karşılama oranı %52’dir.

Kömür, bakır ve elektrik ihraç eden Ukrayna, 1989-1990 yılında toplam ihracat ve ithalatının %80’inden fazlasını Cumhuriyetler arası yapmıştır.

1991 yılında 7 Milyar Dolar dış ticaret açığı veren Yunanistan, dış ticaretinin %60’ını AB ülkeleriyle yapmaktadır.

KEİB’İN TÜRKİYE AÇISINDAN ÖNEMİ VE KEİB’İN GELECEĞİ

A- KEİB’in Türkiye Açısından önemi

Türkiye’nin KEİB üyesi ülkelerle işbirliğini artırma girişimlerini çoğaltması, orta ve uzun vadede çok olumlu sonuçlar doğmasına imkan verecektir. Türkiye, KEİB fikrini ilk olarak ortaya atan ve gelişmesine büyük katkılar sağlayan ülke olmuştur. Bu bakımdan KEİB’in, Türkiye açısından ekonomik ve siyasi alanlarda birçok yararları vardır. Türkiye açısından önemli olan noktaları şu şekilde sıralayabiliriz:

– KEİB, küreselleşme eğilimlerinin arttığı bir dönemde Türkiye’nin dünya ekonomisiyle bütünleşmesine katkı sağlayacaktır.

– Aralarında birçok sorun bulunan ülkeleri KEİB çerçevesinde bir araya getirmek, Türkiye’ye uluslararası düzeyde bir prestij kazandırmıştır.

– Başarılı olması halinde KEİ, AB’ye tam üyelik başvurusu kabul edilmeyen Türkiye’nin AB ile ilişkilerini olumlu yönde etkileyecektir. AB, KEİ çerçevesinde bölgesel etkinliğini artıracak Türkiye ile her zaman dayanışma içinde olmak zorunda kalacaktır. Böylece Türkiye, AB ve diğer süper güçler karşısında zayıf bir konuma itilmekten kurtulabilecektir.

– Doğal kaynak açısından zengin olan bölge ülkeleri, bu kaynaklarını dünya fiyatları üzerinden değerlendirerek kendilerine teknoloji transfer etmek, sermaye ithal etmek ve ticarette takas anlaşmalarının yarattığı sınırlar çerçevesinde, Türkiye ile bölge ülkeleri arasında gelişen ticari hareketler, Türkiye’ye bugün kendisine rekabet alanı yarattığı birçok mal ve hizmette (gıda, tüketim malları ve tekstil) geniş bir piyasa sağlayacaktır.

– Türkiye’nin piyasa ekonomisine geçiş sürecindeki KEİB ülkelerinde teknik konulara yönelik eğitim ve danışmanlık hizmeti vermesi, bu ülkelerle olan ekonomik ilişkilerin gelişmesinde etkili olacaktır.

– Üye ülkeler arasında enerji, ulaştırma, iletişim, madencilik, turizm, tarım ve inşaat gibi sektörlerin geliştirilmesine yönelik yapılacak yatırımlar, ülkelerin istihdam düzeyini artırabilecektir.

– Türkiye, Batı ekonomilerinin bölge ülkeleri ile olan ilişkilerinde köprü rolü üstlenebilir. Türkiye’deki firmalar, Batılı firmalar ile işbirliği yaparak KEİB ülkelerinde yapacakları ortak yatırım ve ortak ticaret yolu ile teknoloji ve sermaye akışına yardımcı olabilirler.

– Türkiye’nin büyük ümitler bağladığı GAP Projesinin önemi, KEİB çerçevesinde daha da artmaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra büyük bir beslenme açığı ortaya çıkmıştır. Bu ülkelerin ekonomik yapısı orta vadede bile açığı kapatmaya yeterli değildir. GAP’ın ürünleri bu açığı kapamada önemli bir rol oynayabileceği gibi GAP ürünlerinin Karadeniz limanlarından ihraç edilmesi, bu bölgede bulunan şehirlerde ticaretin gelişmesinde etkili olacaktır.

– KEİ, Karadeniz Bölgesi’nde çevrenin korunması yönünde önemli adımlar atılmasına yol açabilir.

Türkiye ile eski Sovyetler Birliği arasında imzalanan doğalgaz anlaşması, iki ülke arasındaki  ekonomik  ilişkiler  bakımından  giderek önem kazanmaktadır. Türkiye ithal ettiği doğal gaz bedelinin %70’ini gıda ve diğer tüketim malları ve müteahhitlik hizmeti olarak ödemektedir. Doğalgaz Türkiye’de enerji üretimi ve günlük tüketim alanları buldukça iki ülke ticareti daha da artacaktır.

– Sarp Sınır Kapısının açılması, Karadeniz kıyılarında ticareti olumlu yönde etkilemiştir. Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinden gelenlerin, takas ve döviz bazında yaptıkları ticaret, yöre halkı için gelir kaynağı olmuştur. Sınır ve kıyı ticareti için belge alanların sayısı giderek artmaktadır.

– KEİB’in üye ülkeler arasındaki sorunların çözümünde göstereceği başarı, Türkiye ile Orta Asya’daki Türk kökenli Cumhuriyetler arasında geliştirilmek  istenen ekonomik ve ticari işbirliği açısından da önemlidir, örneğin; Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Karabağ sorunu, Nahcıvan üzerinden Azerbaycan ile  ticaret yapılmasına engel olmaktadır.

– Bölge ülkeleri giyim, ilaç, temizlik ve inşaat malzemeleri başta olmak üzere temel ihtiyaç mallarını ve hastane, sosyal konut inşaatları gibi zaruri hizmetleri Türkiye’den dünya standartlarına uygun kalitede, zamanında ve dünya fiyatlarının altında almaktadırlar. Bu durum onlara üçüncü ülke firmalarına karşı rekabet gücü kazandırmıştır. Bu açıdan bölge ülkeleri Türkiye’ye güvenilir bir ticaret ortağı olarak bakmaktadırlar.

– KEİB, Karadeniz’de mevcut turizm tesislerinin bakımı, restorasyonu, donatımı ve ortak işletilmesini sağlayarak, turizm pazarını harekete geçirebilecektir. Bu şekilde yaratılacak talep yeni tesislerin kurulmasına ve büyük bir iş hacminin ortaya çıkmasına yol açacaktır.

B- KEİB’in Geleceği

KEİB’in gelecekte, üye ülkeler arasında potansiyel işbirliği imkanlarını artırma yönünde birçok etkiler yapması  beklenmektedir. İşbirliğinin sağlayacağı uygun ortamda, Türk girişimcilerinin de katkılarıyla zengin kaynakları, katma değerlerini de artıracak şekilde işleyerek dünya pazarlarına sürme imkanları doğacaktır. Ancak, KEİB’in gelişme aşamasında birtakım sorunlarla karşılaşması kaçınılmazdır. KEİB’in başarıya ulaşabilmesi için bu sorunların çözüme kavuşturulmasıyla birlikte, işbirliğini geliştirici bazı koşulların da gerçekleştirilmesi gerekmektedir.

l- KEİB’in Karşılaşabileceği Sorunlar

KElB gelişme aşamasında birtakım yapısal sorunlarla karşılaşabilecektir. Bu sorunlar, üye ülkelerin özelliklerinden veya gelişmekte olan ülkeler arasındaki ekonomik bütünleşmelerde ortaya çıkan güçlüklerden kaynaklanabilir. Bu sorunlar şu şekilde sıralanabilir:

– Türkiye ve Yunanistan dışındaki KEİB’e üye ülkelerde yeni siyasi rejimler henüz sağlam temellere oturup istikrarlı bir yapıya kavuşamamıştır. Ekonomik ve siyasal belirsizlikler hem Türkiye hem de bu ülkelerde iş yapacak müteşebbisler için risk demektir. Bu ülkelerin merkezden yönetimli ekonomiden piyasa ekonomisine  geçiş süreci  henüz tamamlanmamış, üretim ve tüketim kanalları da oluşturulamamıştır.

– KEİB üyesi ülkeler arasında sınır anlaşmazlıkları, komşu ülkelerde etnik bağları olan azınlıklara ait problemler vardır. Yine, eski Sovyetler Birliği Cumhuriyetleri arasında, egemenlik sorunu yaşanmaktadır. Azerbaycan ile Ermenistan arasında Dağlık-Karabağ sorunu, Türkiye ile Yunanistan arasındaki Ege Adaları ve Kıbrıs konusunda yaşanan anlaşmazlık, Rusya ile Ukrayna arasında Karadeniz filosu ve Kırım sorunları, Balkanlarda devam eden Yunan-Bulgar rekabeti, sorunlardan birkaç  tanesidir.

– KEİB’e üye ülkelerin bir kısmında serbest döviz imkânlarının yetersiz düzeyde olması ve nisbi fiyatlar dengesinin kurulamaması bir yandan kaynak dağılımını bozarken, diğer yandan da ticari ilişkilerde güçlükler ortaya çıkarmaktadır. Halbuki, serbest döviz sistemine dayanmayan ticarette önemli olan, değişimi yapılan malların her iki taraftaki nisbi değerlerinin birbirine eşit olmasıdır.

Ticari ve finansal mevzuattaki boşluklar, KEİB’in önemli sorunlarından birini teşkil etmektedir. Eski Sosyalist ülkelerde piyasa ekonomisini düzenleyici hiçbir yasa ve kural mevcut değildir. Halbuki alt yapının henüz kurulamamış olması, bu ülkelere yönelmek isteyen yatırımcılar açısından engel teşkil etmektedir. Mercilerin yetkileri net olarak belli olmadığı gibi, bazen bir konuda yetkili merci bulmak bile sorun olmaktadır. Bankacılık, sigorta ve kambiyo sistemleri henüz kurulamamıştır.

– KEİB Anlaşmasında, üye ülkeler arasında çevre korumasına yönelik işbirliği yapılması öngörülmektedir. Özellikle eski Sovyetler Birliği’nde Karadeniz Kıyılarında kurulan sanayi tesisleri ve Karadeniz’e akan nehirlerin getirdikleri atık sular nedeniyle Karadeniz ciddi bir kirlenme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ayrıca Karadeniz’de ciddi bir nükleer atık tehlikesi mevcuttur.

– Türkiye ve Yunanistan dışındaki üye ülkelerin ekonomilerinin birbirlerine aşırı derecede bağımlı olması da önemli bir sorundur.

– Bu Cumhuriyetlerde başlatılan pazar ekonomisine geçiş sürecinde öngörülen yatırımların gerçekleştirilmesi için büyük ölçüde yabancı sermayeye ihtiyaç vardır. Ancak, yabancı sermaye mevzuatı, son zamanlarda liberal düzenlemeler yapılsa da, birçok eksikle doludur. Bu da yabancı sermayenin arzulanan düzeye gelmesini engellemektedir.

– KEİB üyesi ülkeler arasında ulaştırma ve haberleşme alt yapısı oldukça yetersizdir. Bu durum, ülkelerarası bilgi alışverişi ve işbirliği imkanlarını kısıtlamaktadır.

2- KEİB’in Başarıya Ulaşabilmesi İçin Gereken Koşullar

KEİB’in gelişme aşamasında başarıya ulaşabilmesi için üye ülkeler tarafından birtakım önlemlerin alınması gereklidir. Bunlar:

– Bölge ülkeleri arasındaki siyasi ihtilafların ortadan kaldırılabilmesi için, üye ülkeler arasında bir ‘Karadeniz Güvenlik Paktı” imzalanarak bölgede barış rüzgârlarının estirilmesi gereklidir.

– Üye ülkeler, uluslararası alanda da geçerli olabilecek, ortak yatırım mevzuatı, dış ticaret mevzuatı ve kambiyo mevzuatı gibi mevzuatlarını ivedilikle oluşturmalıdırlar.

– Serbest piyasa ekonomisinin gerektirdiği tüm kurum ve kuruluşlar geciktirilmeksizin hayata geçirilmelidir.

– Bölgesel düzeyde ürün nitelik ve niceliklerinin standartlaştırması; bu işlemin Avrupa ve Dünya standartlarına uygunluğunun denetlenmesi gerekir.

– Üye ülkeler arasında ulaştırma ve haberleşme altyapısının oluşturulması gereklidir.

– Çevre konusunda, her ülke içinde yürürlüğe konulacak iç koruma mekanizmalarının ötesinde, Karadeniz’i çevreleyen devletler arasında formüle edilecek ortak kurallar, bölge düzeyinde ortak hukukun temellerini oluşturabilir.

– Avrupa ve Dünya pazarlarına girebilecek öncü kuruluşlar tesbit edilerek, etkin bir şekilde yararlanılabilecek pazarların arayışına gidilmelidir.

– Karadeniz sahillerinde serbest bölgeler kurularak, bürokrasi ve gereksiz formalitelerle uğraşmadan, müteşebbislerin deneyim kazanması sağlanabilir.

– Rekabet gücü olan veya olabilecek sektörlerin tesbit edilerek uluslararası pazarlarda söz
sahibi olabilmeleri için rehabilitasyon işlemine tabi tutulabilirler.

– Üye ülkelerin, birbirlerine karşı üstün oldukları alanlarda bilgi ve beceri transferini sağlayabilecek uzmanlarının bir sistem dahilinde mübadelesi sağlanabilir.

Üye ülkeler, dünya pazarlarında önem taşıyan ürünlerinin, tekel yaratan, alıştıkları bazı belirli alıcılar tarafından toplu olarak kapatılması yerine, kısmen de olsa bölge ticaret firmalarınca pazarlanmasına  fırsat vermelidirler.  Bu suretle, rekabet koşulları yaratmanın yanında bölge  ticaretinin  gelişmesine  ve  ticaret  firmalarının güçlenmesine yardım edilmiş olur. Teknolojik seviyenin  bölge  içinde  eşit düzeye getirilerek,  uyumsuzluk probleminin çözülmesi gereklidir.

KEİB Anlaşmasında özel girişimciliğe büyük önem verilmiştir. Ancak, bölge ülkelerinde özel girişimcilik emekleme aşamasındadır. Üye ülkeler arasında hükümetler ve özel sektör temsilcilerinden oluşturulacak bir kurulun koordinasyonu ile özel sektöre yönelik uzun vadeli stratejiler ve ortak politikalar hazırlanmalıdır.

SONUÇ

KEİB görüşmeleri, Türkiye’nin girişimleri sonucu 19-21 Aralık 1990’da Ankara’da yapılan toplantıyla başlamış, 24-25 Haziran 1992’de İstanbul’da yapılan toplantıyla sonuçlanmıştır. İstanbul’da yapılan toplantıda, 11 ülkenin (Arnavutluk, Azerbaycan, Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Romanya, Rusya Federasyonu, Türkiye, Ukrayna ve Yunanistan) devlet ve hükümet başkanları, KEİB Deklarasyonu’nu imzalamışlardır.

Yunanistan hariç tutulursa, KEİB ülkelerinden sadece Türkiye, pazar ekonomisine geçişte birçok reformları aşmış, serbest dış ticaret, fiyat, para ve kur politikaları uygulamada, ulaştırma, haberleşme, borsa, modern bankacılık gibi alt yapı geliştirmede önemli rol almıştır.

Siyasi ve ekonomik istikrar bakımından bölgenin en sağlam ülkesi olan Türkiye, KEİB çerçevesinde etkinliğini artırmak suretiyle AB ile ilişkilerinde daha güçlü bir konuma gelebilecektir.

Türkiye ve Yunanistan dışındaki diğer üye ülkeler henüz serbest piyasa ekonomisine geçiş süreci içerisindedirler. Bu ülkeler, hukuksal ve kurumsal reformlarını halen gerçekleştiremedikleri gibi ülke içi ve ülke dışı siyasi ihtilafları da çözüme kavuşturamamışlardır. Piyasa ekonomisi şartlarını gerçekleştirememiş, parası konvertibil olmayan, mal fiyatları aşırı sübvansiyonlu, döviz kurları sabit, piyasa denge kurunun mevcut olmadığı ülkeler arasında; malların, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımını gerçekleştirmenin güçlüğü ortadadır.

Serbest piyasaya ilişkin düzenlemelerin uzun zaman gerektirmesi dolayısıyla, ticari ilişkilerin ilk dönemlerde takas sınırları içerisinde gerçekleştirilmesi serbest ticaretin önündeki bir diğer engeldir.

KEİB, kısa dönemde, işbirliği için uygun ortamın oluşturulmasını, mal ve hizmet ticaretinin artırılmasını, uzun dönemde ise üye ülkeler arasında bir serbest ticaret bölgesinin kurulabilmesi için gerekli koşulların hazırlanmasını amaçlamaktadır.

KEİB, kurumsallaşmasını büyük ölçüde tamamlamış, Dışişleri Bakanları Toplantısı, KEİ Konseyi (KEİK), KEİ Parlamenter Asamblesi (KEİPA), Karadeniz Ticaret ve Yatırım Bankası gibi uluslararası düzeyde kurumlar faaliyete geçirilmiştir. Ayrıca Devlet istatistik Enstitüsü bünyesinde KEİ istatistik Veri ve Bilgi Değişimi Eşgüdüm Merkezi oluşturulmuştur. Alt çalışma grupları faaliyetlerine devam etmektedir.

KEİB’in ileri aşamasında ortak vergi politikası uygulandığı takdirde, KEİB sınırları içinde her türlü “çifte vergilendirme” olayına son verilebilecektir. Ortak vergi politikası aracılığıyla, vergi matrahları üzerinden farklı ulusal yasalar uyumlaştırılırken, ayrıca, bir mükellefin aynı vergi türünden aynı vergi döneminde birden çok devlete vergi ödemesi önlenebilecektir.

KEİB ülkelerinin, gümrük tarifeleri ve tarife dışı engeller gibi dış ticaret politikasının asli araçlarının nasıl kullanılacağı konusunda bir uzlaşma için mevcut dış ticaret politikaları uyumlaştırılmalıdır.

Ayrıca, üye ülkelerin ortak tarım, sanayi, bölgesel kalkınma ve sosyal politikalarını tesbit ederek uygulamaya koymaları KEİB’in nihai hedeflerine ulaşabilmesi için gereklidir.

Türkiye ve Yunanistan dışındaki diğer KEİB üyelerinin nüfus ve ekonomik güçlerine göre dünya ticareti içindeki paylan çok düşük seviyededir. Bunun başlıca sebeplerinden birisi, yıllarca kendi kendisine yeterlilik politikası izlenmesi ve dış ticarete iç pazar ihtiyaçlarına bağlı olarak başvurulmasıdır. Bir diğer sebebi ise, bu ülkelerin yeterli dövize sahip olmamaları nedeniyle dış ticaretlerini, ikili anlaşmalara dayanan karşılıklı mal değişimi sınırları çerçevesinde yapmalarıdır. Öte yandan, söz konusu ülkeler, dışa açılma yönünde, dış ticaret mevzuatlarında önemli değişiklikler yapmaktadırlar.

KEİB, Karadeniz’e komşu ülkeler arasında ticaretin ve diğer ekonomik faaliyetlerin hızlı bir şekilde gelişmesinde önemli rol oynayabilecek bir işbirliği hareketidir. Bölge ülkelerinin coğrafi yönden yakınlığı, ekonomilerinin birbirlerini tamamlayıcı nitelikte olması KEİB’in başarılı olmasını kolaylaştıracaktır. Üye ülkeler, kendi aralarındaki ekonomik ve siyasi sorunlara kalıcı bir çözüm bulmaları ve ortak politikaları uygulamaya koymaları halinde, uzun vadeli hedef olan serbest ticaret bölgesine ulaşılması mümkün görünmektedir.

Yaklaşık 325 Milyon nüfusu kapsayan dev bir potansiyel piyasanın avantajlarıyla dolu olan KEİB, hem Türkiye hem de bölge ülkeleri için yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.

 

 

 

YARARLANILAN KAYNAKLAR

AKYAZI Eyüp, -Bölgesel Entegrasyon Bazında KElB1, Dünya Gazetesi, 11.8.1992.
BALKIR. Canan, ‘Karadeniz Ekonomik işbirliği Bölgesi (KElB).” TÜSlAD, istanbul, Mayıs 1993.
BiLGi (TBMM Enformasyon Merkezi Dergisi). Karadeniz Ekonomik işbirliği Projesi ve Üye Ülkeler*, Aralık 1993.
ÇELiK Kenan, “Karadeniz Ekonomik işbirliği Bölgesi nde Nüfus ve istihdam”, Karadeniz Teknik Ünv. Trabzon, Kasım 1993.
ÇIKRIKÇI Mustafa, “Globalleşme ve Bir Çözüm: Karadeniz Ekonomik işbirliği Anlaşması’, Bamka ve Ekonomik Yiv rumlar Dergisi, Mart 1992.
DARTAN Muzaffer, ‘Karadeniz Ekonomik işbirliği: Türkiye Lokomotif, Görüş Dergisi, istanbul. Ağustos 1992. Dünya Gazetesi, 25.6.1992.
ELEKDAG Şükrü, ‘KElB’in Türkiye Açısından önemi’, Türkiye’nin Dış Ekonomik ilişkilerinde Yeni Uruklar, iSO, Yayın No: 1992/6, istanbul.
ERİŞ ibrahim. ‘Avrupa ve Asyadakl Ekonomik Bütünleşmeler’, HDTM Dergisi, Ankara, Eylül 1993/3
GÖKYlCfT Nihat. “Karadeniz Ekonomik işbirliği: Ufuk mu, Serap mı?*, Görüş Dergisi, Ağustos 1992.
GÜBE Yalpn, ‘Uluslararası Bütünleşme: Siyasal ve Ekonomik Değerlendirme”, HDTM Dergisi. Ankara. 1993/2.
İNANÇLI, Selim, ‘Karadeniz Ekonomik işbirliği Bölgesi (KElB) ve Ekonomik Etkileri’, Yüksek Lisans Tezi, Anadolu Ünv. Eskişehir 1992,
KABOGLU ibrahim Ö., ‘Karadeniz işbirliği”, Milliyet Gazetesi. 1.7.1991.
KALAYCI irfan, ‘Karadeniz Ekonomik işbirliği Bölgesinin Ekonomik Entegrasyona Geçiş Problemleri ve Basansın» da Türkiye’nin Rolü’ Yüksek Lisans Tezi, inönü Ünv., Malatya 1993.
KARLUK Rıdvan. Uluslararası Ekonomi, istanbul 1991. KARLUK Rıdvan, Uluslararası iktisat. A.Ö.F. Yayınlan No:22, Eskişehir 1988.
Gümrük Dergisi, Sayı: 16, Mart 1995

Share This:

1918 SAYILI KANUN ÜZERİNE BİR İNCELEME

Gümrük bülteni
BAŞBAKANLIK GÜMRÜK MÜSTEŞARLIĞI APK DAİRESİ BAŞKANLIĞI
SAYI: 575 Mart 1997
* Makaleler
* Zamanın İçinden
* Gümrük Müsteşarlığı Mensupları Sosyal Yardım ve Dayanışma Vakfından Haberkr
* Gümrük İdaresinin Modernizasyonu Projesi
* Sayısal Veriler
*       Mevzuatımızdaki Değişiklikler
*       Genelge Özetleri

1918 SAYILI KANUN ÜZERİNE BİR İNCELEME n

Bilindiği üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu dönemin ekonomik ve sosyal şartları günümüz gerçeklerinden oldukça farklı iken, gerek genel olarak dünyanın gerekse özelde Türkiye’nin geçirmiş olduğu değişiklikler, toplumsal hayatı düzenleyen mevzuat hükümlerinde de bazı değişiklikler yapılmasını zorunlu kılmıştır. Bu kapsamda, ithal ikamesine dayalı ekonomik sistem içerisinde çıkarılan kanunlardan biri olan ve yürürlüğe konulduğu dönemin ekonomik koşulları göz önünde bulundurularak, gerek ekonomik dengenin devamlılığının gerekse devlet otoritesinin sürekliliğinin sağlanmasında önemli bir tehlike teşkil eden kaçakçılığın önlenmesi ve kaçakçıların cezalandırılmalarını sağlamak üzere yürürlüğe konulmuş bulunan 1918 sayılı Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanun’da da -kaçakçılığın men, takip ve tahkikinde uzun yıllar başarı elde edilmiş olmasına rağmen- zamanla iç ve dış ekonomi ve ticaretpolitikalarında meydana gelen değişme ve gelişmelerin etkisiyle, özellikle de Türkiye’nin, Avrupa Birliği ile 01.01.1996 tarihinden itibaren Gümrük Birliği’ne girmesi ve ortak gümrük tarifesi uygulamaya başlamasıyla, zaman içerisinde bazı hükümlerin değişikliğe uğraması kaçınılmaz hale gelmiştir.

Bu amaçla; Kanunun bazı maddelerinde farklı dönemlerde yapılan düzenlemeler. Kanunu bir ölçüde günün koşullarına uygun hale getirmeyi başarmış ancak bu değişikliklerin. Kanunun tamamının gözden geçirilerek yapılmamış olmasından dolayı sistematiği ve bütünlüğü kısmen bozulmuştur. Başka bir deyişle bahse konu değişiklikler ve eklemeler yapılırken, Kanunun bütünü göz önünde bulundurulupekonomik yapıdaki değişme ve gelişmeler dikkate alınarak geleceğe yönelik düzenlemeler yapmak yerine Kanunun belli bir maddesi veya maddelerinde, hatta bazen madde içerisinde fıkra ve bentlerde düzenleme yapmak yoluna gidilmiş, bahse konu değişiklikler ise yalnız Kanunun madde ve bölümleri arasında kopukluklara ve çelişkilere yol açmakla kalmamış, aynı zamanda Kanunun bütünlüğünü ve sistematiğini de bozmuştur.

Ayrıca, zamanla kanun yapma tekniğinin değişmesi nedeniyle mevcut Kanunun bu açıdan da yeniden gözden geçirilmesi ihtiyacı doğmuştur. Nitekim günümüz kanun yapma tekniğinde bulunan amaç. kapsam ve tanımlar gibi bazı temel maddeler Kanunda yer almamaktadır. Öte yandan Kanunda sık sık bahsi edilen, kaçakçılık, teşebbüs, toplu kaçakçılık, teşekkül ve memur kavramlarının da tanımlanmadığı görülmektedir.

Bu bağlamda öncelikle, kanun yapma tekniğine uygun olarak, Kanuna amaç ve kapsam maddeleri eklenmeli ve Kanunda geçen bazı özel kavramlar tanımlanmalıdır.

Diğer taraftan, her ne kadar mevcut Kanunun 1. maddesinde, bu maddede sayılan fiillerin kaçakçılık olduğu belirtilmişse de söz konusu madde dışında 20. 45. ve Ek 2/111. maddelerinde de bizatihi kaçakçılık fiilleri düzenlenmiş, bunun dışında başka birtakım maddelerde ise bazı fiiller “kaçakçılık sayılan haller” olarak

belirlenmiş ancak kaçakçılık fiilleri ile kaçakçılık sayılan haller arasında ne gibi bir fark olduğu açıklanmamış bu nedenle uygulamada bazı tereddütler ortaya çıkmıştır.

Bu açıdan, Kanunda çeşitli bölümlere serpiştirilmiş durumda bulunan kaçakçılık fiillerinin ve kaçakçılık sayılan halleri düzenleyen maddelerin tek madde altında düzenlenmesi ile sorunun giderilmesi gerekmektedir.

j

Öte yandan, zamanla dış ekonomik ilişkilerin gelişmesi ve dış ticaret yöntemlerinin çeşitlenmesi, uygulamada daha önceden öngörülemeyen hususların meydana gelmesine yol açmış, bu durum ise yeni kaçakçılık türlerinin ortaya çıkması sonucunu doğurduğundan, söz konusu suçlara ilişkin yeni önlemlerin alınması ve yeni kaçakçılık tanımlamaları yapılması yanında kaçakçılık suçlarına uygulanacak cezaların da yeniden değerlendirilmesi ve gerek adaletin daha iyi şekilde sağlanması gereksecezaların günün koşullarına uyumlu hale getirilmesi ihtiyacı doğmuştur.

Bu kapsamda, yasak veya tekele tabi eşya kaçakçılığı dışında kalan kaçakçılık suçlarının ekonomik sonuçları olan suçlar olmaları nedeniyle bu suçların ferdi olarak işlenmeleri halinde maddi külfetler getiren yaptırımlarla karşılanmalarının daha doğru olacağı düşüncesiyle söz konusu suçlar için yalnızca para cezalan öngörülmesi gerektiği düşünülmektedir.

1918 sayılı Kanunun incelenmesi sırasında, cezai hükümlere ilişkin bölümünün bütünlüğünün de zaman zaman yapılan değişiklikler nedeniyle bozulduğu hatta özellikle memurlara ilişkin cezai hükümlerde mükerrerlikler bulunduğu ve aynı fiile ilişkin ceza öngören , ancak birbirinden farklı hükümler taşıyan maddelerin yer aldığı tespit edilmiş, uygulamada nasıl bir yol izleneceğinin ise kanun metnine ilişkin yorumlarla saptanmaya çalışıldığı görülmüştür.

Bu çerçevede, Kanunun Cezai Hükümler Kısmının yeniden düzenlenmesi ve Genel Cezai Hükümler başlığı altında kaçakçılık fiilleri ile bu fiillerin toplu veya teşekkül halinde işlenmesi durumunda uygulanacak cezalar, Özel Cezai Hükümler başlığı altında kaçakçılık suçu dışında kalan fiillere ilişkin cezalar, Yolculara İlişkin Hükümler başlıklı bölümde yolcular tarafından işlenen fiiller ile bu fiillere uygulanacak cezalar ile Cezaları Arttırıcı ve Azaltıcı Hükümler bölümünde ise Kanunla öngörülen cezaların miktarlarında yapılacak değişikliklere ilişkin düzenlemelerin yer almasının, böylece yukarıda belirtilen sorunların giderilmesinin sağlanması gerekmektedir. Ancak söz konusu düzenlemeler yapılırken, cezaların caydırıcı olması açısından, ceza miktarlarının yüksek belirlenmesinin gerekliliği mutlak surette göz önünde bulundurulmalıdır.

Yine, mevcut Kanun’da memurlar ile ilgili olarak değişik maddelerde bulunan, hatta kimi zaman mükerrerlik taşıyan cezai hükümler bir araya toplanarak mükerrerliklerin kaldırılması yoluna gidilmelidir.

Bunun yanında mevcut Kanunun 25. maddesi ile ilgili olarak açılan bir iptal davası sonucunda Anayasa Mahkemesi tarafından. Bakanlar Kurulu’nca yayınlanan

 

ithalat ve ihracat rejimlerine ilişkin kararlara muhalefet edilmesi durumunda ceza verilmesinin Anayasadaki “suçun yasallığı” ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle iptaline karar verilmiş olması, buna karşılık kanunun diğer bazı maddelerinde ithalat ve ihracat rejimi kararlan ile emniyet bölgelerine ilişkin olarak alman Bakanlar Kurulu Kararlarına aykırı hareketler nedeniyle ceza öngören maddelerin de Anayasaya aykırı olduğu sonucunu doğurduğundan herhangi bir dava konusu yapılmasını şimdiden önlemek üzere bu maddelerin yeniden düzenlenmesini ve Anayasaya uygun hale getirilmesini zorunlukılmaktadır.

Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi’nin 06.07.1993 günlü, 1993/5 Esas. 1993/25 Karar sayılı iptal kararında yer verilen gerekçeler göz önünde bulundurularak ceza öngörülen fiillere ilişkin düzenlemelerin özel kanunlarla yapılması yönünde düzenleme yapılmalıdır.

Göz önüne alınması gereken bir diğer husus da, zaman içerisinde 1918 sayılı Kanunda atıfta bulunulan bazı kanun hükümlerinde değişiklikler yapılmasına karşılık bu değişikliklerin 1918 sayılı Kanuna yansıtılmamış olması nedeniyle mevcut Kanunun diğer bazı kanun hükümleriyle çelişkili duruma düşmesi veya uygulama olanağının kalmaması sonucunun doğmuş olmasıdır. Örneğin Kanunun 40. maddesinde atıfta bulunulan genel güvenlik gözetimi, 24.04.1987 günlü, 19440 sayılı Resmi Gazete’deyayımlanarak yürürlüğe giren 3352 sayılı Kanunla kaldırıldığı halde 1918 sayılı Kanunda bu yönde bir değişikliğe gidilmemiş olmasından dolayı Kanunun anılan maddesinin uygulama olanağı kalmamıştır.

Diğer taraftan Kanunun usule yönelik hükümleri mevcut hali ile belli bir düzen ve bütünlük taşımadığından, Kanuna sistematik kazandırmak ve usule yönelik hükümlerde bütünlüğü sağlamak üzere, bahse konu hükümlerde Aramaya İlişkin Hükümler, Zaptetmeye İlişkin Hükümler, Yargılamaya İlişkin Hükümler ve Diğer Hükümler olmak üzere dört bölüm altında yeniden düzenlenme yapılmalıdır.

Ayrıca, hem aramalarla hem de müsadereyle ilgili 1918 sayılı Kanun hükümleri Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ile paralellik taşımamaktadır. Örneğin, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nda hususi evlerde arama yapılabilmesi için hakimden izin alınması gerektiği, müsadere yetkisinin de hakimde bulunduğu şeklinde düzenlemeler olduğu halde 1918 sayılı Kanuna göre arama yapılabilmesi mahallin en büyük mülki idare amirinin iznine bağlanmış ve bazı fiillere ilişkin müsadere kararının gümrük komisyonlarınca verilebileceği hüküm altına alınmıştır.

Bahse konu hususlara ilişkin olarak, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’na atıfta bulunularak arama usulünün anılan kanunla paralel hale getirilmesi, zaptetmeye ilişkin hükümlerin mevcut kanunda dağınık bir durumda bulunmasının önlenmesine ve kanunun bütünlüğünün sağlanmasına yönelik olarak söz konusu hükümlerin bir araya getirilmesi ve müsadere yetkisinin Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ile “hakime” verilmiş olması göz önüne alınarak – giriş-çıkış yapan yolcu sayısının çok fazla olmasından dolayı bu yolcuların müsadereyi gerektiren fiillerinin hepsinin mahkemelere gönderilmesinin, mahkemelerin zaten fazla olan iş yüklerini daha da arttıracağı noktasından hareketle yolcu eşyaları dışında kalan eşyalar için- gümrük komisyonlarının müsadere yetkisinin kaldırılması gerekmektedir.

Yargılamaya İlişkin Hükümler bölümünde ise mevcut Kanunda dağınık durumda bulunan maddeler bir araya toplanmakla birlikte, 1918 sayılı Kanun’un özel bir yargılama usulü içermesi nedeniyle, memurların bu Kanunda yazılı görevlerini yerine getirirken Türk Ceza Kanunu’nda yazılı bazı fiilleri işlemeleri halinde Memurin Muhakematı Hakkında Kanunu Muvakkat hükümlerine tabi tutulup tutulmayacakları konusunda tartışmaların sona erdirilmesine yönelik olarak, memurların görevlerisırasında veya görevlerinden dolayı kaçakçılık yapmaları hali ile 1918 sayılı Kanunda yazılı görevlerini yerine getirirlerken Türk Ceza Kanunu’nun Devlet İdaresi Aleyhinde İşlenen Cürümler başlıklı 3. Babının 1-4 fasıllarında yazılı sair bir cürümü işlemeleri halinde Memurin Muhakematı Hakkında Kanunu Muvakkat hükümlerine tabi tutulmayacakları yönünde düzenleme yapılması ve böylece günümüz koşullarına fazlaca uyum göstermeyen anılan Kanunun kapsamının daraltılması yoluna gidilmelidir.

Muhbir ve müsadir ikramiyeleri ile ilgili olarak da Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanun’da düzenlenmeler yapılmış olmakla birlikte, bu hususlar hakkında zaman içerisinde değişiklik ve düzenleme yapılması gerekliliğinin ortaya çıkması halinde, kanun metninde değişiklik yapılması, dolayısıyla yeni bir kanun çıkarılması gerekmektedir. Başka bir deyişle, ikramiyelere ilişkin olarak değişiklik veya düzenleme yapılmak istendiğinde kanun maddelerini değiştirmek ve bu amaçla yeni bir kanun çıkartmak zorunluluğu bulunmaktadır ki ülkemizde kanun çıkarılması veya değişiklik yapılması oldukça güç olup uzun bir zamana ihtiyaç gösterdiği herkesçe bilinmektedir.

Bu bağlamda, anılan konu ile ilgili genel düzenlemelerin Kanunda yapılmasının, bunun dışında kalan ve ayrıntı teşkil eden hususların ise gerek değişiklik ve düzenleme yapılmasını kolaylaştırmak gerekse bu konuda idareye bir ölçüde inisiyatif vermek üzere, çıkarılacak yönetmelikle belirlenmesinin pratikte daha yararlı bir yol olduğu düşünülmektedir.

Sonuç olarak, 1932 yılında yürürlüğe girmiş olan ve halen yürürlükte bulunan 1918 sayılı Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanun’un, o dönemin ekonomik koşullarına göre hazırlanmasına ve zaman içinde ekonomik gelişme ve gerekliliklere göre değişikliklere uğramasına rağmen, gerek Türkiye’deki ekonomik kalkınmanın bir sonucu olarak dışa açık bir ekonomik politika izlenmesinin gündeme gelmesi gerekse Avrupa Birliği ile tesis edilen Gümrük Birliği çerçevesinde yeni dış ticaret politikaları izlenmesinin zorunlu olması nedenleriyle, günümüz-ihtiyaçlarına cevap veremez hale gelmesinden dolayı, yaklaşık 65 yıllık tarihi olan Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanun’un tek tek maddeler bazında değil, bir bütün olarak ve hatta mevcut diğer yasal düzenlemeler de göz önünde bulundurularak yenilenmesinin bir zorunluluk halinegeldiği düşünülmektedir.n M.Ali TARHAN, O.Serkant AKIN. Ncjat ÇOĞAL Gümrük Muhafaza Kontrolörleri

Share This:

TÜRKİYE

Nejat ÇOĞAL
Gümrük Muhafaza Başkontrolörü

Türkiye-AB arasında cereyan eden karşılıklı diplomatik manevraların ve son gün yaşanan siyasi krizin ardından, 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye-Avrupa Birliği katılım müzakereleri başlatılmıştır. 40 yılı aşan ortaklık ilişkisinin son ve en önemli adımı olan bu sürecin, başarılı bir şekilde devam ederek tam üyelikle sonuçlanabilmesi için, çok yoğun ve özverili çalışmaya ihtiyaç duyulduğu kadar, AB’nin tarihçesinin ve ortaklık ilişkisinin gelişiminin özellikle gümrük birliği açısından iyi değerlendirilmesine de gerek bulunmaktadır. Bu kapsamda, öncelikle, AB’nin kuruluşu hakkında kısaca bilgi vermenin yararlı olacağı düşüncesindeyim.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Dünyada globalleşme eğilimleri başlamış, ülkelerarası ticaretin önündeki engellerin kaldırılarak serbestleştirilmesi ve ticaretin artırılması yönünde girişimler başlatılmıştır. Bu kapsamda, 1947 yılında Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) ortaya çıkarılmıştır.

Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış ve Savaşın yıkıcı etkilerine maruz kalmış olan Batı Avrupa Ülkeleri ise, artık savaşları imkansız kılacak bir işbirliği ortamının arayışı içerisine girmişlerdir. 1945-1955 yılları arasında, Fransa ile Almanya arasında ilişkilerin gelişmesiyle birlikte Batı Avrupa’da bir güvenlik toplumu oluşturma fikri olgunlaşmıştır. Bu çerçevede, 2. Dünya Savaşı sonrasında, Fransa’yı yeniden inşa planının  başına getirilen Jean Monnet, Avrupa’da kalıcı bir barışın ancak Almanya’yı kontrol etmekten geçtiğini ileri sürerek, bu amaçla, Almanya’yı Avrupa’da kurulacak bir topluluğa entegre etmek gerektiği fikrini ortaya atmıştır.

Avrupa’da düzenin sağlanması için iktisadi bütünleşmenin kaçınılmaz olduğunu gören Batı Avrupa ülkeleri, Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman’ın, Fransa ile Almanya’nın  kömür ve çelik kaynaklarının birleştirilerek kontrol altına alınması yönündeki teklifini olumlu karşılamış ve altı Batı Avrupa ülkesi 1951 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu (AKÇT) kuran Paris Anlaşmasını imzalamışlardır.
AKÇT ile uygulamaya konulan Topluluk fikri, Batı Avrupa ülkelerinde daha da gelişerek, 1957 yılında, egemenlik devrinin daha da ileriye gittiği, Avrupa’nın siyasal bütünleşmesini hedefleyen geniş kapsamlı bir ekonomik bütünleşme aşamasına ulaşmıştır. Böylece, 1957 yılında, yine altı (Altılar)  Batı Avrupa ülkesi tarafından Roma’da imzalanan Anlaşmalar ile Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kurulmuştur. Günümüzde ise, Avrupa Birliği adını alan Topluluk, 25 üyeli 450 milyon nüfuslu küresel bir güç olarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır.

Yönünü Batıya çevirmiş olan Türkiye ise, Avrupa’da meydana gelen değişikliklere karşı kayıtsız kalmamış, Avrupa’nın ekonomik bütünleşme sürecine dahil olma iradesini, 31 Temmuz 1959 tarihinde AET’ye üyelik başvurusunda bulunmak suretiyle ortaya koymuştur.  Topluluk ile Türkiye arasında cereyan eden müzakerelerin ardından, 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanıp 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren  Ankara Anlaşması ile, Türkiye-AET arasında ortak üyelik ilişkisi başlamıştır. Uzun dönemde, Türkiye’nin Topluluğa tam üye olmasının hedeflendiği Ankara Anlaşması, bu amaca ulaşmak için üç dönem öngörmüştür. Bunlar, Hazırlık Dönemi(1.12.1964-31.12.1972), Geçiş Dönemi (1.1.1973-31.12.1995) ve 1.1.1996 tarihinde yürürlüğe giren Gümrük Birliği ile başlayan ve halen devam eden Son Dönem’dir.

Hazırlık Döneminde Türkiye, geçiş dönemi ve son dönem boyunca kendisine düşecek yükümlülükleri üstlenebilmesi için, Topluluğun yardımı ile ekonomisini güçlendirecekti. 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol ile başlayan geçiş döneminde ise, Türkiye-AET arasında  kurulacak bir gümrük birliğinin aşamalı olarak tesis edilmesi hedeflenmiştir.

Geçiş Döneminde, Türkiye’nin, Topluluk’tan ithal edilecek sanayi ürünlerine uygulanan tüm gümrük vergilerini, eş etkili vergileri ve miktar kısıtlamalarını 12 ve bazı hassas ürünlerde 22 yılda kademeli olarak kaldırması öngörülmüştür. Yine, Türkiye’nin, 12 ve 22 yıllık bir geçiş dönemi sonunda Topluluk Ortak Gümrük Tarifesine uyum sağlaması hedeflenmiştir. Öte yandan, 1971 yılında AET, geçici bir Anlaşma ile bazı ürünler dışında Türkiye çıkışlı tüm sanayi ürünlerine karşı gümrük vergilerini sıfırlamış; 1 Ocak 1981 yılından başlamak üzere Türk tarım ürünlerine uygulanan gümrük vergilerinin tamamını dört aşamalı olarak 1987 yılına kadar sıfıra indirmiştir.

1995 yılına gelindiğinde, 12 ve 22 yıllık sanayi malları listelerindeki tercihli indirimlerin oranı sırasıyla %95 ve %80’e, AB’nin Ortak gümrük Tarifesine uyum oranı ise 12 ve 22 yıllık listeler için %90 ve %85 düzeyine ulaşmıştır.

Türkiye-AB arasında cereyan eden zorlu müzakereler neticesinde, 6 Mart 1995 tarihli, 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı alınarak, Türkiye-AB Gümrük Birliği, 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir.

Gümrük Birliği ile, Türkiye, AB’ye karşı sanayi ürünleri ve işlenmiş tarım ürünlerinde (bazı hassas ürünlerde 5 yıllık geçiş dönemi öngörülmüştür) gümrük vergileri, eş etkili vergiler ile miktar kısıtlamalarını kaldırmıştır. Tarım ürünleri ve AKÇT ürünleri Gümrük Birliği kapsamı dışında bırakılarak, hassas ürünler hariç tüm sanayi ürünlerinde üçüncü ülkelere karşı AB’nin Ortak Gümrük Tarifesi uygulanmaya başlanmıştır. Öte yandan, AKÇT Anlaşması’nın, 23 Temmuz 2002 tarihinde  50 yıllık ömrünü doldurarak sona ermesiyle birlikte, bu kapsamdaki hak ve yükümlülükler AB’ne geçmiştir. Böylece, söz konusu anlaşmaya dahil ürünler de gümrük birliği kapsamına alınmış bulunmaktadır.

Türkiye-AB Gümrük Birliği, her ne kadar Türkiye’nin dış ticaretinde köklü bir değişikliğe yol açmamış ise de, gerek ticaretin mal ve ülke bazında çeşitlenmesi ve gerekse ülkeye yeni teknoloji ve sermaye girişinin hızlanması ve rekabetin geliştirilmesi açısından değerlendirildiğinde, tam üyelik yolunda atılmış çok yararlı bir adım olmuştur.

Öte yandan, Gümrük Birliği ile Türkiye’de yoğun bir mevzuat uyum çalışması sürecine girilmiş, Türkiye-AB ilişkileri gelişmiş ve 1999 Helsinki Zirvesi’nde AB’nin Türkiye’ye resmen adaylık statüsü vermesiyle birlikte, ilişkilerde yeni bir dönemece girilmiştir. AB’nin 2004 Brüksel Zirvesi’nde Liderler, Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine 3 Ekim 2005 tarihinde başlanacağına karar vermişlerdir. Bununla birlikte, Mayıs-Haziran 2005 tarihlerinde, iki kurucu üye Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlarda “hayır” oylarıyla AB Anayasası’nın red edilmesi, AB’de derin bir siyasi krizin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Geçtiğimiz Haziran ayında Brüksel’de gerçekleşen Avrupa Birliği Zirvesi’nde yaşanan gergin anlardan  sonra Liderler, AB Anayasası’nın onay sürecinin bir süre için  beklemeye alınması konusunda uzlaşmaya varmışlardır. Bu uzlaşma, Anayasa krizini şimdilik gündemden düşürmüş gibi görünmektedir.

AB Anayasa’sının yol açtığı  gergin havanın yumuşamasının hemen ardından, 29 Temmuz 2005 günü Türkiye, Ankara Anlaşması’na 10 yeni AB ülkesini de (Kıbrıs Rum Kesimi ve diğer 9 ülke) dahil eden Ek Protokolü imzalamıştır. Ancak, aynı gün Türkiye tarafından yayımlanan bir deklarasyonla, Ek Protokole atılan imzanın Kıbrıs’ı tanımak anlamına gelmediği ilan edilmiştir. Öte yandan, Türkiye’nin Kıbrıs deklarasyonuna, AB’nin, 21 Eylül 2005 tarihinde bir karşı deklarasyon yayımlayarak cevap vermesi ise Türkiye’nin sert tepkilerine yol açmıştır.

Türkiye’ye karşı deklarasyon yayımlamakla meşgul olan AB Daimi Temsilcileri, 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye ile başlayacak müzakere sürecinin vazgeçilmez bir unsuru olan Müzakere Çerçeve Belgesi üzerinde uzlaşmaya varamamış, çözüm 2 Ekim’de olağanüstü toplantıya çağrılan AB Dışişleri Bakanları toplantısına bırakılmıştır. 2 Ekim’de toplanan AB Dışişleri Bakanları, Avusturya’nın imtiyazlı ortaklık teklifinde ısrarcı davranması nedeniyle uzlaşmaya varamamışlardır. Akşam saatlerinde başlayıp, sabaha kadar devam eden yoğun görüşmelere rağmen, AB Dışişleri Bakanları Avusturya’yı ikna edememişlerdir. Avusturya, imtiyazlı ortaklık ibaresinin alternatif olarak sunulması veya müzakerelerin  hedefinin Birliğe katılım olduğu şeklindeki ifadenin kaldırılması yönünde sürdürdüğü ısrarından, bir türlü vazgeçirilememiştir. Bu arada, Dışişleri Bakanlığımızdan yapılan açıklamada, AB’den gelen tüm değişiklik tekliflerinin reddedildiği, ve Müzakere Çerçeve Belgesini görmeden Dışişleri Bakanı’nın Lüksemburg’a gitmeyeceği ilan edilmiştir.

Türkiye için çok önemli bir yol haritası niteliğinde olan Müzakere Çerçeve Belgesi, yaşanan siyasi kriz nedeniyle, katılım müzakerelerinin başlama tarihi olan 3 Ekim’e kadar netleştirilememiştir. ABD Dışişleri Bakanı’nın son anda devreye girmesi ve İngiltere Dışişleri Bakanı’nın gayretli çözüm arayışları neticesinde Avusturya geri adım atmış ve ancak 3 Ekim günü akşam saatlerinde, AB Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi tarafından çerçeve belge onaylanabilmiştir. Böylece, Türkiye-AB arasında katılım müzakereleri resmen başlamış ve Avrupa Birliği’ne tam üyelik yolunda son dönemece girilmiş bulunmaktadır.

Öte yandan, AB Anayasası’nın iki kurucu üye tarafından reddedilmesiyle baş gösteren ve önümüzdeki yıl sonlarına doğru tekrar gündeme gelecek olan siyasi krizin,  daha öncekilerden farklı olarak Halkların tepkisinden kaynaklanıyor olması da ayrı bir problem olarak değerlendirilebilir.  Gerek, müzakere çerçeve belgesinin kabulü aşamasında Avusturya’nın son ana kadar sürdürdüğü gerginlik ortamı ve gerekse önümüzdeki yıl sonlarına doğru tekrar gündeme gelecek olan AB Anayasası krizinin,  AB’nin genişleme sürecini ve dolayısıyla Türkiye’nin tam üyeliğini olumsuz yönde etkilemesi kaçınılmaz gibi görünmektedir. En azından, Türkiye’nin çok zor bir müzakere süreci yaşayacağı ortadadır.

Sonuç olarak, Türkiye’nin, Avrupa’nın ortak iradesine katılma ve AB’nin gelecek vizyonunda yer alma çabalarını  taviz vermeden ve kararlılıkla devam ettirmesi halinde, 40 yılı aşan ortaklık ilişkisinin tam üyeliğe dönüşmesi mümkün olabilecektir.

 

 

 
KAYNAKÇA
BİLDİRİCİ Nurettin ,  “Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, 1.Baskı, Ankara, 2004.

DÖNMEZ Mustafa, “Gümrük Birliğinin Ekonomik Etkileri”, DPT, Aralık 1998.

BİLİCİ Nurettin, “Avrupa Birliği Mali Yardımları”, ATAUM 7. Dön. Uzm. K.Ders Notları.

DPT, “Ankara Anlaşması ve Katma Protokol”, Cilt 2, Ağustos 1993

DPT, “Avrupa Topluluklarını kuran Temel Anlaşmalar(AKÇT, AET, AAET)”, Cilt 1, Ağustos 1993.

ERİŞ İbrahim,“Avrupa ve Asya’daki Ekonomik Bütünleşmeler”,HDTM Derg., Eylül 1993/3

GÜMRÜKÇÜ Harun, “Türkiye ve Avrupa Birliği, İlişkinin Unutulan Yönleri , Dünü ve Bugünü”, Avrupa-Türkiye Araştırmaları Enstitüsü(ATA-Enstitüsü), Avrupa Dizisi 15,

Haber ATAUM, “Avrupa Birliği Zirve Sonuç Bildirgesi, 16-17 Aralık 2004”, Belgeler 12, Kış 2005, Yıl:5, Sayı:1

İKV, “Avrupa Birliği’nin Gümrük Birliği, Malların Serbest Dolaşımı, Ortak Dış Ticaret Politikaları ve Türkiye’nin Uyumu”,  İstanbul, Mart 2002.

KARLUK Rıdvan,“Avrupa Birliği ve Türkiye”, Beta Basım A.Ş. , İstanbul 2002.

LITTOZ-MONNET Annabelle, VILLANUEVA PENAS Beatriz, “Turkey and The European Union, the İmiplications of a Spesific Enlargement”, sf. 3. http://www.irri-iib.be/papers/050404Turquie-ALM-BVP.pdf

ÖZEN Çınar, “Türkiye-Avrupa Topluluğu Gümrük Birliği ve Tam Üyelik Sürecine         Etkileri”, 1.Baskı, Mayıs 2002.

SEYİDOĞLU Halil, “Uluslararası İktisat”, Ankara, 1982.

SOĞUK Handan, İKV, http://www.ikv. org.tr/arastirmalar/degerlendirmeler/degerlendirmeler.html

ŞAHİNÖZ Ahmet, “AB-Türkiye: Ticari İlişkiler ve Gümrük Birliği”, İktisat İşletme ve Finans Dergisi, Haziran 2004.

“Turkey in Europe: More than a promise?”, Report of the Independent Commission on Turkey, September 2004.13.http://www.soros.org/resources/articles_publications/publications/turkey_2004

Ulusal Program, 24.07.2003 tarihli 25178 sayılı Resmi Gazete.

 

1. SPOT

“Yönünü Batıya çevirmiş olan Türkiye ise, Avrupa’da meydana gelen değişikliklere karşı kayıtsız kalmamış, Avrupa’nın ekonomik bütünleşme sürecine dahil olma iradesini, 31 Temmuz 1959 tarihinde AET’ye üyelik başvurusunda bulunmak suretiyle ortaya koymuştur.”

2. SPOT

“Türkiye-AB Gümrük Birliği, her ne kadar Türkiye’nin dış ticaretinde köklü bir değişikliğe yol açmamış ise de, gerek ticaretin mal ve ülke bazında çeşitlenmesi ve gerekse ülkeye yeni teknoloji ve sermaye girişinin hızlanması ve rekabetin geliştirilmesi açısından değerlendirildiğinde, tam üyelik yolunda atılmış çok yararlı bir adım olmuştur.”

3. SPOT

“Türkiye’nin, Avrupa’nın ortak iradesine katılma ve AB’nin gelecek vizyonunda yer alma çabalarını  taviz vermeden ve kararlılıkla devam ettirmesi halinde, 40 yılı aşan ortaklık ilişkisinin tam üyeliğe dönüşmesi mümkün olabilecektir.”

Share This:

KAMU PERSONEL REFORMU

23 Temmuz 1965 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu, o dönemde Devlet personel rejimi açısından reform sayılabilecek bir gelişme olarak uygulamada yerini almıştır. Sınıflandırma, kariyer ve liyakat esaslarını benimseyen Kanun’da, aradan geçen yaklaşık 40 senelik bir süre zarfında, çok sayıda değişiklik yapılmış ve bu da Kanun’un sistematiğini önemli ölçüde bozmuştur. Ayrıca, Kanun’a eklenen çok sayıda ek ve geçici maddeler, özellikle maaş hesaplamasında olmak üzere Yasa bütünlüğünün kaybolmasına ve günümüzde içinden çıkılmaz bir hale gelmesine sebep olmuştur.

Mevcut personel sisteminin içine düştüğü bu karmaşık yapıyla birlikte, son yıllarda yaşanan demokratikleşme hareketleri ve toplumsal şartlarda ve personel yönetimi anlayışında meydana gelen değişmeler, yeni ve anlaşılır bir kamu personel rejimini ihtiyaç haline getirmiştir.

Devletin artan görev ve sorumluluklarını etkin ve verimli bir şekilde yerine getirebilmesini sağlayacak, iyi işleyen, çağdaş bir kamu yönetimi anlayışını hayatı geçirmek üzere Kamu Personeli Kanunu Tasarısı Taslağı hazırlanmıştır.Taslak, memurlar ve sözleşmeli personelin niteliklerini, atanma veya hizmete alınmalarını, görev ve yetkilerini, haklarını ve yükümlülükleri ile diğer özlük işlerini; bunlarla birlikte diğer kamu görevlilerinin aylık, ödenek ve ücretleri ile diğer mali hakları ve sosyal yardımlarının yeniden düzenlenmesini hedeflemektedir. Başbakanlık tarafından, 2005 yılı sonlarına doğru tüm kamu kurumlarının bilgisine sunulan Reform Taslağı hakkında, yaklaşık 50 kamu kurumundan görüş alınmıştır.

Kamu Personeli Kanunu Tasarısı Taslağı, kamu hizmetlerinin daha ziyade sözleşmeli personel ile yürütülmesini öngörmekte ve disiplin sistemine getirdiği bazı demokratik değişikliler dışında otoriter yapısını korumaktadır. Maaş unsurlarının azaltılarak sadeleştirilmesi ve izin süreleri gibi hususlarda getirdiği birtakım olumlu düzenlemeler ise ilk bakışta göze çarpan değişikliklerdir.

Yazımızda, Kamu Personel Reformu Taslağı’nın getirdiği yenilikler hakkında, yoruma kaçmadan ve Taslağın madde sıralamasına uygun olarak, kısaca bilgi verilmeye çalışılacaktır:

– Öncelikle, Taslak, memurlara ilave olarak sözleşmeli personeli de kapsama alarak, Kanun hükümlerinin kapsam dahilindeki kurumlarda çalışan  memurlar ile sözleşmeli personel hakkında uygulanacağını öngörmektedir.

– 657 Sayılı Yasa’ya göre, kamu görevleri hakkında basın ve yayın organları ile haber ajanslarına ancak bakanın yetkili kılacağı görevli ile illerde valiler veya yetkili kılacağı görevli tarafından bilgi verileceği hüküm altına alınmıştır. Taslağın 14’üncü maddesi ile, kapsam genişletilerek, Başbakanlık ve bakanlıklarda müsteşarlar, Başbakanlık ve bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarında en üst amirler, illerde, belediye başkanları ile bunların yetkili kılacakları görevlilere de basına bilgi ve demeç verme yetkisi verilmektedir.

– Ayrıca, Taslağın 26’ıncı maddesi ile, Memurlar ve sözleşmeli personele, çalıştıkları kurumların iç işleyişine ilişkin olarak yapılacak değişikliklerde bilgi verileceği; personelin bu konuda görüşlerinin alınacağı hüküm altına alınmaktadır.

– Halen, memurlar, kamu hizmetleri ile ilgili gizli bilgileri görevlerinden ayrılmış bile olsalar, ancak, yetkili bakanın yazılı izni ile açıklayabilmektedirler. Taslak ile, bu yetkinin kapsamı genişletilmekte ve illerde valiler de izin verebilecek makam olarak sayılmaktadır.
– Adaylık süresi kısaltılmaktadır. 657 Sayılı Yasa’ya göre, adaylık süresi iki yıla kadar uzayabilmekte iken, Tasarı’nın 37’nci maddesi ile bu süre bir yıl olarak tespit edilmektedir.

– Taslağın 43. maddesi ile, Bir göreve ilk defa veya yeniden atananlardan süresi içinde göreve başlamayan memurların tekrar memur olarak atanabilmeleri için geçmesi gereken süre bir yıldan altı aya indirilmektedir.

– Mevcut uygulama ile memurların ilerleme ve yükselmeleri kademe ve derece yükselmesi şeklinde yapılırken, Reform Taslağı basamak sistemini getirmektedir. Buna göre,  ilk defa memurluğa atananlar birinci basamaktan başlayarak 10’uncu basamağa kadar ilerleyebileceklerdir. Yani, personel ve başarı değerlendirmesi olumsuz olan yıllar hariç, bulunduğu basamakta üç yıl çalışan memurlar, bu sürenin dolmasını izleyen yılın başından geçerli olmak üzere bir üst basamağa ilerlemiş sayılacaklardır.(Taslak md.44-45)

Ayrıca, Taslağa eklenen ve içi boş olarak açıklanmış bulunan (1) sayılı liste memurları, (2) sayılı liste ise sözleşmeli personeli gruplandırmaktadır.

– Taslağın 60’ıncı maddesinde, memurluğun sona ermesi halleri arasında “çekilmiş sayılmak” ibaresi açıkça belirtilmek suretiyle, 657 Sayılı Yasa’daki boşluk giderilmektedir.

İZİNLER

– Yıllık izinlerde işgünü esasına geçiliyor. Buna göre izinlerin hesaplanmasında Cumartesi ve Pazar günleri ile resmi tatil günleri dikkate alınmayacaktır.(Taslak md.66)

– Bir diğer önemli değişiklik ise, aynı yıl içinde kullanılmayan yıllık izinlerin bir sonraki yıla devredilmesi uygulamasına son veriliyor olmasıdır. Böylece, yıllık izinlerin kullanımından vazgeçilemeyeceği ve bulunulan yıl içinde kullandırılması zorunluluğu getirilmektedir.

– Ayrıca, yıllık izin sürelerinde iki kademeli sistemden üç kademeli sisteme geçilmekte ve izin süreleri de değiştirilmektedir. Halen, 1-10 yıl arasında hizmeti olan memurların yirmi gün, on yıldan fazla hizmeti olan memurların ise otuz gün yıllık izin hakları vardır. Taslak’ta bu süreler, 1-5 yıl (beş yıl dahil) hizmeti olanlar için  onbeş işgünü; beş yıldan fazla, onbeş yıldan az hizmeti olanlar için yirmi işgünü; onbeş (dahil) ve daha fazla hizmeti olanlar için yirmialtı işgünü olarak düzenlenmektedir.

– Yine, 657 Sayılı Yasa’nın 102’inci maddesinde yer alan “Zorunlu hallerde bu sürelere gidiş ve dönüş için en çok ikişer gün eklenebilir.”  hükmüne, Taslak’ta yer verilmeyerek yıllık iznin bu şekilde uzatılması olanağı ortadan kaldırılmaktadır.

– Ayrıca, yeni bir hak olarak, memura ve sözleşmeli personele ana, baba, eş ve çocuklarından birinin hastalığı hâlinde kendisinden başka bakacak kimsenin bulunmaması ve doktor raporu ile refakatçi tahsisi gerektiğinin belgelendirilmesi kaydıyla onbeş güne kadar mazeret izni verilmekte ve gerektiğinde bu süre bir katına kadar uzatılabilmektedir.

– Reform Taslağı ile, eşi doğum yapan memur veya sözleşmeli personele verilen mazeret izni 3 günden 5 işgününe çıkartılmaktadır. Ayrıca, doğum yapan personele verilen günlük süt izni sürelerinde de artış yoluna gidiliyor.

-On yıldan az hizmeti olanların hastalık izin süreleri artırılmaktadır. Halen, hastalık izinlerinin verilmesinde hizmet yılı esası uygulanmakta ve on yıla kadar hizmeti olanlara altı aya kadar, on yıldan daha fazla hizmeti olanlara oniki aya kadar izin verilmektedir. Taslak ile bu uygulamadan vazgeçilerek, hizmet yılına bakılmaksızın 12 aya kadar (kanser, verem ve akıl hastalıkları gibi uzun süreli hastalıklarda onsekiz aya kadar) hastalık izni verilmesi öngörülmektedir.
– Öte yandan, memurun ana, baba, eş ve çocukları ile kardeşlerinden birinin ağır bir kaza geçirmesi veya önemli bir hastalığa yakalanması hâllerinde, refakat edilmesi gerektiğinin raporla belgelendirilmesi şartıyla memurlara istekleri üzerine bu hâllerin devamı süresince aylıksız izin verilebilecektir. Mevcut Yasa’da bu süre, altı ay ile sınırlandırılmakta ve en çok bir katına kadar uzatılabilmektedir.

– Yine, memurlara; yıllık izinde esas alınan süreler itibarıyla beş hizmet yılını tamamlamış olmaları ve istekleri hâlinde memurluk süreleri boyunca ve en fazla iki defada kullanılmak üzere ayrıca toplam bir yıla kadar aylıksız izin verilebilecektir. Halen, bu süre bir defada ve en çok altı ay olarak uygulanmaktadır.

PERSONEL VE BAŞARI DEĞERLENDİRMESİ

– Taslak, halen memurlar hakkında oluşturulan sicil dosyaları ve düzenlenen sicil raporları yerine, personel ve başarı değerlendirme dosyası tutulmasını ve personel ve başarı değerlendirme formu düzenlenmesini öngörmektedir(Taslak md.70-73).

– Memur ve sözleşmeli personelin başarı durumları beş kategoride değerlendirilmektedir. Taslak ile; personel ve başarı değerlendirme notu ortalaması 0-59 olanları “yetersiz”, 60-69 olanları “geliştirilmesi gerekli”, 70-79 olanları “yeterli”, 80-89 olanları “iyi”, 90-100 olanları “çok iyi” olarak kabul edilmektedir. Personel ve başarı değerlendirmesinde yetersiz kabul edilenlerin değerlendirmeleri “olumsuz”, diğerleri “olumlu” sayılmaktadır.

– Ayrıca, Memurların ve sözleşmeli personelin başarılarının değerlendirilmesinde, performans değerlendirme sonuçları ile varsa, kurum çalışanlarının ve kurum hizmetlerinden yararlananların, genel kabul görmüş bilimsel yöntemlerle belirlenen hizmete ilişkin değerlendirmelerinden de yararlanılması mümkün hale getirilmektedir.

– Bir diğer önemli değişiklik ise, memurlar ve sözleşmeli personel hakkındaki personel ve başarı değerlendirmelerinin, olumsuz olsun veya olmasın, kişiye özel bir yazı ile kendilerine tebliğ edileceğidir. İlgililer buna karşı itiraz yoluna da gidebileceklerdir. Oysa, mevcut uygulamada, sadece olumsuz sicil almış memurların kusur ve eksiklilikleri, uyarılmaları bakımından, gizli bir yazı ile atamaya yetkili sicil amirleri tarafından kendilerine bildirilmektedir.

– Öte yandan, on yıl içinde toplam dört defa olumsuz değerlendirme alan memurların görevlerine son verileceği ve bunların bir daha memur veya sözleşmeli personel olarak istihdam edilemeyecekleri de Taslağın yeni düzenlemeleri arasındadır. Personel ve başarı değerlendirmesi olumsuz olan sözleşmeli personel birinci defada bir yıl, ikinci defada beş yıl geçmedikçe; üçüncü defada ise bir daha memur veya sözleşmeli personel olarak istihdam edilemeyeceklerdir(Taslak md.75). Halen, İki defa üst üste olumsuz sicil alan memurlar başka bir sicil amirinin emrine atanmakta, burada da olumsuz sicil almaları halinde memuriyetle ilişkileri kesilerek haklarında T.C. Emekli Sandığı Kanununun emeklilikle ilgili hükümleri uygulanmaktadır.

– Diğer taraftan, 657 Sayılı Yasa’nın 123’üncü maddesiyle, olağanüstü gayret ve çalışmaları nedeniyle memurlara bir mali yıl içinde bir veya iki aylık tutarında ödül verilmesi uygulamasına, Reform Taslağında yer verilmemektedir.

DİSİPLİN

Kamu Personel Kanunu Tasarısı Taslağı’nın “Disiplin” başlıklı onikinci bölümünde, 657 Sayılı Yasa’nın beş dereceli ceza sistemi korunmakta, bazı fiillerin cezası bir derece azaltılmakta, bazı fiiller disiplin cezası verilmesini gerektiren fiiller arasından tamamen çıkarılmakta, bazı fiiller yeniden tanımlanmakta ve bazı cezalar daha da ağırlaştırılmaktadır. Bunları aşağıda kısaca inceleyeceğiz.
Cezası bir derece hafifletilen fiiller

Halen, aylıktan kesme cezasını gerektiren;

– İzinsiz veya özürsüz olarak bir gün göreve gelmemek,

– Görev yeri sınırları içerisinde herhangi bir yerin görevle ilgili olmayan toplantı,
tören ve benzeri amaçlarla izinsiz olarak kullanılmasına yardımcı olmak,

fiillerinin cezası bir derece azaltılarak, Taslağın 80’inci maddesinde düzenlenen kınama cezası verilmesini gerektiren fiiller arasında sayılmaktadır.

Aynı şekilde, halen kademe ilerlemesinin durdurulması cezasını gerektiren;

– Görev yeri sınırları içinde herhangi bir yeri toplantı, tören ve benzeri amaçlarla
izinsiz kullanmak veya kullandırmak,

– Amirine veya maiyetindekilere karşı küçük düşürücü veya aşağılayıcı fiil ve
hareketler yapmak,

fiillerinin cezaları da bir derece azaltılarak, Taslağın 81’inci maddesinde düzenlenen aylıktan kesme cezası verilmesini gerektiren fiiller arasında sayılmaktadır.

Cezası tamamen kaldırılan fiiller

Halen, aylıktan kesme cezasını gerektiren;

– Yasaklanmış her türlü yayını görev mahallinde bulundurmak,

– İkamet ettiği ilin hudutlarını izinsiz terk etmek,

– Toplu müracaat veya şikayet etmek,

fiillerine Taslak’ta hiç yer verilmeyerek, bu fiiller tamamen cezasız bırakılmaktadır.

Öte yandan, halen, aylıktan kesme cezasını gerektiren, “Özürsüz olarak bir veya iki gün göreve gelmemek,” fiili hafifletilerek “İzinsiz veya özürsüz olarak kesintisiz iki ila dört gün göreve gelmemek,” olarak yeniden tanımlanmıştır(Taslak md.81).

Aynı şekilde, Kademe ilerlemesinin durdurulması cezasını gerektiren “Özürsüz ve kesintisiz 3 – 9 gün göreve gelmemek fiili” bir miktar hafifletilerek  “İzinsiz veya özürsüz olarak kesintisiz beş ila dokuz gün göreve gelmemek,” olarak değiştirilmektedir(Taslak md.82).

Yeniden tanımlanan disiplin cezaları ve fiilleri

– Aylıktan kesme cezası ağırlaştırılmaktadır. Buna göre, aylıktan kesme cezası olarak, memurun temel görev aylığından, sözleşmeli personelin temel görev ücretinden beşte bir oranında kesinti yapılacaktır. Oysa, 657 Sayılı Yasa’da bu ceza, memurun, brüt aylığından 1/30 – 1/8 arasında kesinti yapılmak suretiyle uygulanmaktadır.

– Kademe ilerlemesinin durdurulması cezasının adı “basamak ilerlemesinin durdurulması cezası” olarak değiştirilmekte ve esnek uygulama imkanı ortadan kaldırılmaktadır. Bu ceza, fiilin ağırlık derecesine göre memurun, bulunduğu kademede ilerlemesinin 1 – 3 yıl durdurulması şeklinde uygulanmakta iken, Taslak’ta “memurun basamak ilerlemesinin iki yıl süre ile durdurulmasıdır.” Şeklinde yeniden tanımlanmıştır.

– Ayrıca,  halen, kademe ilerlemesinin durdurulması cezasını gerektiren ve “belirlenen durum ve sürelerde mal bildiriminde bulunmamak” olarak tanımlanan fiil, Taslak ile “İhtara rağmen belirlenen durum ve sürelerde mal bildiriminde bulunmamak,” olarak değiştirilmektedir. Buna göre, 3628 sayılı Kanun’da belirtilen durum ve sürelerde  mal bildiriminde bulunmayan kamu görevlilerine, önceden ihtar yapılmadan disiplin cezası verilemeyecektir.

– Diğer taraftan, Taslağın 83’üncü maddesinde düzenlenen, memurluktan çıkarma cezasını gerektiren fiiller arasına “görevini kendisine veya başkasına çıkar sağlamak amacıyla kötüye kullanmak,” fiili de eklenmektedir.
– Halen, kademe ilerlemesinin durdurulması cezasını gerektiren “Amirine, maiyetindekilere, iş arkadaşları veya iş sahiplerine hakarette bulunmak veya bunları tehdit etmek,” fiili,  “cinsel taciz” fiilini de kapsayacak şekilde yeniden tanımlanmaktadır.
– Aynı şekilde, kademe ilerlemesinin durdurulması cezasını gerektiren “Göreve sarhoş gelmek, görev yerinde alkollü içki içmek,” fiili, “uyuşturucu ve uyarıcı maddeleri” de kapsayacak şekilde yeniden ifade edilmektedir(Taslak md.82).
Disiplin cezası vermeye yetkili amir ve kurullar

– 657 Sayılı Yasa’ya göre, Uyarma, kınama ve aylıktan kesme cezaları disiplin amirleri tarafından verilmekte iken, Taslak, aylıktan kesme cezasını ayrı tutarak, sadece Uyarma ve kınama cezalarının disiplin amirleri tarafından verilebileceğini öngörmektedir.

– Aylıktan kesme ve basamak ilerlemesinin durdurulması cezalarının ise, disiplin amirlerinin isteği ve ilgili disiplin kurulunun kararı üzerine, atamaya veya sözleşme imzalamaya yetkili amirler ile illerde valiler tarafından verileceği öngörülmektedir.

Zamanaşımı ve itiraz

– Taslağın 88’inci maddesi ile disiplin cezası verme zamanaşımı süresi iki yıldan üç yıla çıkarılmaktadır.

– Öte yandan, 657 Sayılı Yasa’da yer almayan, “zamanaşımının durması” ve “zamanaşımının kesilmesi” halleri ile ilgili olarak Taslak’ta herhangi bir düzenleme yapılmamaktadır.

– Taslağın 89’uncu maddesi ile disiplin amirlerinin, uyarma ve kınama cezalarına ilişkin kararlarını verme süreleri 15 günden 30 güne çıkarılmaktadır.

– Disiplin konusunda öngörülen en önemli değişikliklerden bir tanesi  ise, uyarma ve kınama cezalarına karşı da yargı yolunun açılmasıdır. Personel Reformu Taslağının 95’inci maddesi ile, ceza ayırımı yapılmaksızın, süresi içinde itiraz edilmeyen disiplin cezaları ile itiraz üzerine verilen kararlara karşı yargı yoluna başvurulabilecektir.

– Ayrıca Taslak ile, bir üst disiplin amirine itiraz edilmesi uygulamasına son verilerek, tüm itirazların ağırlık derecesine göre ya disiplin kuruluna ya da yüksek disiplin kuruluna yapılması esası getirilmektedir.

HİZMET İÇİNDE YETİŞTİRME

Taslağın 103’üncü maddesi gereği, kurumlar kendi eğitim ihtiyaçlarını karşılamak üzere eğitim merkezleri açamayacaklar, bu ihtiyaçlarını hizmet satın alma yoluyla karşılayabileceklerdir.
MALİ HAKLAR VE SOSYAL YARDIMLAR

Reform Tasarısı, memur ve sözleşmeli personelin mali haklarında önemli değişiklikler öngörmektedir. Bunları genel çerçevede ele alırsak:

Maaşın unsurları tamamen değiştirilmektedir. Buna göre, maaşın unsurları aşağıdaki gibi olacaktır;

1- Temel görev aylığı (memurlar için) ve temel görev ücreti (sözleşmeli personel için) ; memurlara ve sözleşmeli personele, Taslak ekinde yer alan  temel görev aylığı Cetvellerinde yer alan göstergelerin aylık katsayısı ile çarpımı sonucu bulunacak tutarda temel görev aylığı veya temel görev ücreti ödenecektir(Taslak md.108).

2- Hizmet farkı ek ödeneği ; ilgili kurum tarafından önerilip değerlendirildikten sonra, Bakanlar Kurulu tarafından onaylananlara en yüksek temel görev aylığının yüzde yirmisini geçmemek üzere hizmet farkı ek ödeneği ödenebilecektir(Taslak md.110).

3- Performans ödemesi; Taslağın 111’inci maddesi gereğince, Personelin yıllık performans değerlendirme sonuçlarına göre, temel görev aylığının veya temel görev ücretinin yüzde beşini geçmemek üzere aylık performans ödemesi yapılabilecektir.

Taslağın sosyal yardımlar bölümünde, tedavi yardımı, emeklilik hakları, hastalık ve analık sigortası, yeniden işe alıştırma, memurların sosyal tesis ihtiyaçları, devlet memurları için konut kredisi, Devlet memurları için konut, öğrenim bursları ve yurtları gibi sosyal yardımlar hakkında herhangi bir düzenlemeye gidilmemiştir.

Öte yandan, 657 Sayılı Yasa’nın Ek 20’nci maddesi  hükümlerine Taslakta yer verilmeyerek, Devlet memurlarının görev yaptıkları kurum ve hizmet birimlerinin bulunduğu yerleşme merkezlerinde ikamet etmeleri esası kaldırılmakta ayrıca, memur ve sözleşmeli personelin, ikamet ettikleri il hudutlarını tatillerde yetkili amirin iznine gerek olmaksızın terk edebilmelerine imkan verilmektedir.
SONUÇ

Çalışmamızla, önümüzdeki günlerde TBMM gündemine gelmesi beklenen, Kamu Personel Kanunu Tasarısı Taslağı’nın, mevcut uygulamaya nazaran getireceği yeniliklerden önemli gördüklerimizi kısaca açıklamaya çalıştık. Bu noktada, Türkiye’nin, içinde bulunduğu Avrupa Birliği sürecinin bir gereği olarak, idari uyum çalışmalarını gecikmeksizin tamamlamak zorunda olduğunu belirtmemiz yerinde olacaktır. Bununla birlikte,  kamuoyunda yeterince tartışma konusu olmadığını düşündüğümüz Taslağın eksikliklerinin, yasalaşma sürecinde giderilmesi de mümkün bulunmaktadır. Sonuç olarak, çalışmaları halen devam etmekte olan ve kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması projesinin önemli bir parçası olarak hazırlanan kamu personel rejimi reformunun, eksikliklerine ve bazı alanlarda yaşanabilecek uygulama zorluklarına rağmen, çağdaş bir kamu yönetim sisteminin oluşturulmasına önemli katkılar sağlayacağı düşünülmektedir.

Nejat ÇOĞAL
Gümrük Muhafaza Başkontrolörü

http://www.gumrukkontrolor.org.tr/Yayinlar/Dergiler/49/5.html

Share This:

ALMAN GÜMRÜK İDARESİ VE ZKA

1. GİRİŞ

Son 50 yıl içerisinde Batı Avrupa ülkeleri arasında gerçekleştirilen gümrük birliği ve sonrasında tesis edilen Avrupa Tek Pazarı ile birlikte iç sınırlarda kontrolün kaldırılması, topluluk gümrük mevzuatının yürürlüğe girmesi ve topluluk sınırlarının Doğu Avrupa Ülkelerine açılması, Alman Gümrük İdaresinin yeniden yapılanması sürecini de hızlandırmıştır. Son 10 ülkenin de katılımıyla birlikte Avrupa Birliği’nin(AB) doğu sınırları yaklaşık 7412 km.ye ulaşmıştır. Ağustos 2002 tarihinde yürürlüğe giren bir yasa ile gümrük soruşturma teşkilatı yeniden örgütlenmiş, bu kapsamda, 23 ana gümrük ofisi ve 216 gümrük ofisi kapatılarak maliye bölge ofislerinin sayısı 21 den 8’e düşürülmüştür. 2002 yılı başlarından itibaren başlayan “Modern Devlet-Modern Gümrük İdaresi” programı, günümüzde daha etkili ve daha az maliyetle çalışan idare hedefine çok yaklaşmış görünmektedir.

AB’nin iç sınırlarında kontrollerin kaldırılmış olması, AB vatandaşlarının rahatsız edilmeksizin gelişmiş teknoloji yardımıyla izlenmesi ve dolayısıyla ileri düzeyde bir risk analizi sisteminin kurularak güvenliğin daha da artırılması ihtiyacını beraberinde getirmiştir. Bu durum, elbette, Alman Gümrük Soruşturma Dairesi (Zollkriminalamt), kısaca ZKA’nın önemini de ortaya koymaktadır.

Tam üyelik yolunda son dönemece girmiş olan Türkiye, AB ülkelerinin ve özellikle Almanya’nın modern gümrük teşkilatı yapısını yakından incelemek ve idari uyum çalışmalarını hızlandırmak durumundadır. Bu kapsamda, yazımızda, Alman Gümrük İdaresinden (Zoll) kısaca bahsederek, bu idare içinde yer alan Alman Gümrük Kriminal Dairesi Zollkriminalamt (ZKA)’yı ayrıntılı olarak incelemeye çalışacağız.

2. ALMAN GÜMRÜK İDARESİ (ZOLL)

2.1. İdari Yapısı

Alman Federal Maliye Bakanlığı çatısı altında görev yapan ve en alt seviyeye kadar örgütlenmiş yegane kuruluş olan Gümrük İdaresi, her yıl yaklaşık 100 milyar Euro tutarında tüketim ve katma değer vergisi gelirini federal bütçeye kazandırmaktadır. Federal Devletin en büyük organlarından birini teşkil eden Alman Gümrük İdaresi, Federal Maliye Bakanlığı’nın operasyonel faaliyetlerinin yaklaşık %80’ini temsil etmektedir.

Halen, Alman Gümrük İdaresi, Federal Maliye Bakanlığı’na bağlı Gümrük Kriminal Dairesi (ZKA) ve Maliye Bölge Ofisleri ile bunların bağlantılarından oluşmaktadır.

Federal Maliye Bakanlığı’na bağlı 8 adet Maliye Bölge Ofisi, kendilerine bağlı yerel gümrük idarelerinin koordinasyonundan ve denetiminden sorumludurlar. Yerel olarak görev yapan Ana Gümrük Ofisleri, gümrük ofisleri ve gümrük komiserlikleri olmak üzere çok sayıda ofisin çalışmasından sorumludurlar.
Ayrıca, halen, yerel olarak görev yapmakta olan 8 adet gümrük soruşturma ofisi, kendilerine bağlı 24 adet şube ile birlikte doğrudan ZKA’ya bağlı olarak faaliyet göstermektedir.

2.2. Görevleri

Birey odaklı, etkinlik, esneklik ve güvenirlik esasına dayalı hizmet vermekte olan Gümrük İdaresinin başlıca görevlerini aşağıdaki şekilde ifade edebiliriz:

• Gümrük vergilerinin etkili bir şekilde toplanmasını sağlamak
• Modern yöntemleri kullanarak ticari ve ekonomik gelişmeye katkıda bulunmak
• Vatandaşları ve ekonomiyi korumak
• Uluslararası organize suçlarla mücadele etmek. Özellikle; uyuşturucu ticareti, korsan üretim, kaçakçılık, para aklama ve yasadışı para transferleri ile uluslararası türlerin korunması anlaşmasına aykırı eylemler,
• İthalat ve ihracatı düzenlenmek
• Sınır kontrol hizmetlerini sunmak
• Gümrük Soruşturma hizmetlerini yürütmek
• Gümrük müdürlüklerinin yönetimini sağlamak
• Harici muhasebe denetim hizmetleri yapmak

Ayrıca, yeşil hatta polis kontrollerinin yapılması, gümrük ve diğer idarelerin ilgili kararlarının yerine getirilmesi ve sosyal sigorta kartlarının kontrolü de gümrük idaresinin dolaylı görevleri arasında yer almaktadır.

2000 yılı AB Bütçesinin toplam 15 milyar Euro tutarındaki gümrük gelirlerinin yaklaşık 3.4 milyarlık kısmı Alman Gümrük İdaresi tarafından sağlanmıştır.

Ana Gümrük Ofislerine bağlı bulunan Gümrük İnfaz Büroları, Federal Devletin Tahsilat büroları gibi görev yapmaktadırlar. Örneğin, eğer bir yolcu tatil dönüşünde getirdiği mallar üzerindeki vergileri ödemekten kaçındığı takdirde bu infaz büroları devreye girmektedirler. Ayrıca, bu bürolar, hastaneler, ticari birlikler, iş kurumları gibi doğrudan Federal kurumlar ile Federal Hükümetin alacaklarının tahsilinden de sorumludurlar.

Öte yandan, halkın ve çevrenin radyoaktif maddelerden korunması da AGİ’nin sorumlulukları arasında bulunmaktadır.

Alman Gümrük İdaresi, firmaların yasaya uygun olarak işçi çalıştırıp çalıştırmadıklarını da kontrol etmekte ve yasadışı istihdamla mücadele etmek amacıyla Federal İş Kurumu’yla işbirliğine giderek ortak tedbirler alabilmektedir.

Diğer taraftan, eğer gümrük ile ilgili bir suç işlendiğine dair işaretler ortaya çıkması halinde, gümrük memurları olayın ortaya çıkarılması için ilk ve acil tedbirleri almakla yükümlü tutulmaktadırlar. Ayrıca, gümrük memurlarının, Savcının emriyle ayrıntılı soruşturma yapmak için de görevlendirilebilmeleri mümkündür.

Federal Gümrük İdaresi’nin çağrı merkezi olarak görev yapan Frankfurt Bilgi Merkezi, gümrük ile ilgili tüm sorulara cevap verebilmektedir.

Alman Gümrük İdaresi, insan sağlığı, kültürel değerler, bitkiler, hayvanlar, çevre, kamu düzeni, sınai hakların korunması ve savaş silahlarının kontrolü amacıyla, Federal Almanya sınırlarından geçişlerde yasaklama ve kısıtlamalar koyabilmektedir.

3. ALMAN GÜMRÜK KRİMİNAL DAİRESİ
(ZOLLKRIMINALAMT) (ZKA)

3.1. ZKA’nın Kuruluşu

Özellikle adli sahada görev yapmak üzere 1952 yılında kurulan Gümrük Kriminoloji Enstitüsü (Zollkriminalinstitut) (ZKI), 1985 yılında Merkezi Gümrük Soruşturma Ofisi’ne dönüştürülerek, kendiliğinden soruşturma yapmaya başlamıştır.

Öte yandan, Avrupa Tek Pazarı’nın teşkili ve sınırların doğu Avrupa’ya açılması ile birlikte, gümrük soruşturmalarına konu olan suç türlerinde de önemli değişiklikler olmuş, bu durum, gümrük soruşturma hizmetlerinin yeniden yapılanmasını gerektirmiştir. Bu kapsamda hazırlanmış olan, 1990 tarihli Uyuşturucuyla Mücadele Milli Planı’nın uygulamaya geçirilebilmesi için, gümrük soruşturma hizmetleri personel ve kaynak açısından geliştirilmiştir.

Mali Yönetim Kanununda ve Diğer Kanunlarda Değişiklik öngören ve 15 Temmuz 1992 tarihinde yürürlüğe giren Kanun ile, ZKI’ın (Zoll Kriminal Institut) yerine yeni bir Gümrük Kriminal Dairesi oluşturulmuştur.
Zollkriminalamt (ZKA) adını alan bu yeni Merkezi Gümrük Soruşturma Örgütü, ZKI’nın yerini almış ve yeni görevlerle birlikte ZKI’nın tüm görevlerini üstlenmiştir.

3.2. ZKA’nın Yeniden Yapılandırılması

ZKA’nın yasal dayanağını oluşturan ve Ağustos 2002 tarihinde yürürlüğe giren Gümrük Soruşturma Hizmetleri Kanunu (Law on the Customs Investigation Service) ile Gümrük Soruşturma Ofisleri doğrudan Zollkriminalant’a bağlanmış ve böylece ZKA yerel ofisleri olan Merkezi bir örgüt haline dönüştürülmüştür. Bahse konu yasa ile, hiyerarşik düzen içinde birleşik bir organizasyon kurulmuş ve ayrıca, gümrük soruşturma ofisleri tarafından elde edilen bilgilerin ZKA tarafından suçların analizinde kullanılması imkanı verilmiştir.

Halen, Köln’de yerleşik bulunan ve Federal Maliye Bakanlığı çatısı altında faaliyet yürüten ZKA, kendisine doğrudan bağlı olan ve Hamburg, Hannover, Berlin, Essen, Dresden, Frankfurt, Stuttgart ve Münih’te bulunan toplam 8 Gümrük Soruşturma Ofisi ve bunlara bağlı 24 şube ile görev yapmaktadır.

2002 tarihli Gümrük Soruşturma Hizmetleri Yasası’nın getirdiği başlıca yenilikleri aşağıdaki gibi sıralamamız mümkündür:

• Gümrük Soruşturma Ofislerinin yetkilerini de üzerine alan ZKA’nın kendi görev alanıyla ilgili soruşturma yapma gücü genişletilmiştir.
• Teknik ekipman kullanımının yaygınlaştırılmasıyla birlikte Gümrük Soruşturmacılarının kişisel korunmaları sağlanmıştır.
• ZKA, polis otoritelerine doğrudan veri transfer etmekle yetkilendirilmiştir.
• Suç soruşturmalarında, kanıtların kullanılması hakkındaki yasak, özel yöntemlerle ve suçu önlemek amacıyla elde edilen istihbarat için geçerliliğini yitirmiştir.

3.3. ZKA’nın Görevleri

Gümrük Soruşturma Hizmetlerini yürüten federal bir merkezi örgüt olarak ZKA’nın başlıca görevleri aşağıdaki gibi sıralanabilir:

• Mali ve diğer Kanunlar gereğince, Gümrük Soruşturma Ofisleri ve Gümrük İdaresinin diğer Ofislerini, soruşturma, suçların önlenmesi, idari suçlar konularında desteklemek,

• Kriminal ve bilimsel incelemeler yapmak ve mahkemelere bu konularda uzmanlık raporları sunmak (Örneğin; el yazısı, mühür, belge ve yaş tespiti gibi)
• Gümrük İdaresi tarafından yönetilen veya gümrük İdaresinin dahil olduğu bilgi sistemleri için veri toplamak ve değişimini yapmak,
• Yabancı gümrük örgütleri ve AB yetkilileri ile adli ve idari konularda karşılıklı yardımlaşmalarda yapmak,
• Ticaretin kontrolü amacıyla dış ticaret alanında işbirliği yapmak,
• Dış Ticaret Kanunu ve Savaş Silahlarının Kontrolü anlaşması gereğince, suçların önlenmesi amacıyla posta ve telekomünikasyonun kontrolünü yapmak,
• Yasadışı teknoloji transferi ve tarım sektöründeki gizli sübvansiyonlarla mücadelede işbirliğine gitmek,
• Avrupa gümrük İdarelerinin, kara, hava ve deniz yolu ile yapılan uyuşturucu kaçakçılığı ile mücadelesi için yapılan bilgi değişiminde merkezi birim olarak görev yapmak,
• Uyuşturucu ilaçların yapımında kullanılabilecek nitelikteki maddelerin takibi amacıyla ticaretin kontrolünü yapmak,
• Ortak Mali Soruşturma Grubu (Federal Polis Ofisi/ZKA) nun yardımıyla kara para aklama suçlarını önlemek,
• Federal Maliye Bakanlığı’nın verdiği yetkiyle sınırlı olmak şartıyla, idari ve adli yardım alanında Gümrük Soruşturma Hizmetlerinin merkezi bir örgütü olarak faaliyet göstermek,
• Gümrük Soruşturma Ofislerinin soruşturmalarının yönetim ve koordinasyonunu yapmak,
• Gümrük Soruşturma Memurlarına ileri düzeyde teknik eğitim vermek,

Öte yandan, Zollkriminalamt’ın uluslararası bilgi sistemine entegre olmak için gösterdiği çabalar, Dünya Gümrük Örgütü’nün 1997 yılında ZKA içerisinde, bir bölgesel ofis kurması ile sonuçlanmıştır. RILO (Regional Intelligence Liason Office for Western Europe) olarak adlandırılan bu ofis, kaçakçılıkla mücadelede kullanılmak üzere bölgesel durum haritaları ve raporları geliştirmekte ve proje bazlı analizler yapmaktadır.

Ayrıca, ZKA, Balkan-Bilgi-Sistemi’nin (BALKAN-INFO) Merkez Ofisi olarak da görev yapmaktadır. Dünya Gümrük Örgütü’nün uluslar arası bilgi sistemi olan ve Türkiye’nin de üye olduğu BALKAN-INFO, üye ülkeler arasında uyuşturucu kaçakçılığı ile ilgili bilgi değişimini gerçekleştirmektedir.

Yabancı gümrük idarelerinden ve AB kurumlarından adli ve idari yardım talebinde bulunmak ve onlara yardım sağlamak Zollkriminalamt’nın başlıca görevleri arasına yer almaktadır. Böylece ZKA, uluslararası suçlarla mücadele alanında sürekli, istikrarlı ve hızlı işbirliği ortamını sağlayabilmektedir.

ZKA’nın başlıca görev alanı içerisinde yer alan vergi kaçakçılığı daha ziyade içki ve sigara kaçakçılığı ve vergisiz sigara ithalatı şeklinde kendini göstermektedir. Almanya, sadece sigara kaçakçılığından yıllık ortalama 500 milyon Euro vergi kaybına uğramaktadır.

AB içerisinde sınır kontrollerinin kaldırılması, kaçakçılıkla mücadele için her alanda uluslararası işbirliği ihtiyacını daha da artırmıştır. Bu işbirliği, ABD ve değişik Avrupa Ülkelerinden gelen irtibat görevlileri ile desteklenmiştir. Halen ZKA, Hollanda, Polonya, Türkiye, Afganistan ve EUROPOL’de kendi irtibat görevlileri tarafından temsil edilmektedir. Bu irtibat görevlileri zinciri, sürekli olarak genişlemektedir(Washington, Londra, Madrid, Roma, Prag, Sofya ve Moskova).

Diğer taraftan, kara paranın aklanmasıyla mücadele alanındaki şartın yürürlüğe girmesiyle, ZKA bir diğer önemli görevi üstlenmiştir. Uyuşturucu kaçakçılığı alanında olduğu gibi, ZKA ve Gümrük Soruşturma Ofisleri Federal Polis Kuvvetleri ile ortak soruşturma grupları oluşturmaya başlamışlardır. Bu kapsamda halen, Kiel, Rostock, Hamburg, Berlin, Hannover, Potsdam, Magdeburg, Dusseldorf, Dresden, Erfurt, Wiesbaden, Saarbrücken, Karlsruhe, Stuttgart, Münih, Freiburg’da olmak üzere toplam 17 merkezde Polis/Gümrük Ortak Mali Soruşturma Grubu (GFG) (Common Groups) görev yapmaktadır. Ayrıca, 27 adet Polis/Gümrük Ortak Narkotik Soruşturma Grubu (GER) Gümrük Soruşturma Ofislerine bağlı olarak faaliyet yürütmektedir.

Gümrük soruşturma hizmetleri alanında bir Merkez Ofisi olan ZKA, aynı zamanda bir Gümrük Soruşturmaları Bilgi Sistemini de idare etmektedir. Özellikle narkotik ve sigara kaçakçılığı alanlarında suçluların güç kullanma eğilimlerinin artması, tehlikeli görevler için özel eğitimli memurlardan oluşan grupların oluşturulmasını gerekli kılmıştır. Bu kapsamda teşkil edilen “Merkezi Gümrük Destek Gruplarında” (ZUZ) görevli memurlar, gelişmiş silahlar ve teknik ekipmanlarla donatılmıştır.

3.4. Gümrük Soruşturmacılarının Yetkileri

Gümrük soruşturma servisi, gümrük idaresinin kriminal polisidir. Gümrük soruşturma ofisleri ve bunların memurları polis ile aynı hak ve yükümlülüklere sahiptir. Nihai karar alma yetkileri bulunmayan soruşturma ofisleri, Alman Ceza Kanununa göre gerçekleri ortaya çıkarmak ve delilleri muhafaza etmekle görevlidirler.

Gümrük soruşturma ofisleri ile ana gümrük müdürlükleri arasındaki işbirliği yerel düzeyde koordine edilmektedir. Gümrük ile ilgili bir suç işlendiğinde ilk yakalamayı ana gümrük ofisleri yapmaktadır. Gümrük soruşturma ofisleri, savcı aracılığıyla hakimden, gecikmesinde sakınca bulunan hallerde doğrudan doğruya savcıdan soruşturma emrini alırlar. Gümrük soruşturma ofisleri soruşturmayı tamamladıktan sonra, düzenleyecekleri bir nihai raporla birlikte olayı savcıya ve gerektiğinde ana gümrük ofislerine intikal ettirirler.

Gümrük soruşturma memurları savcı yardımcısıdırlar. Bunlar, Mahkemelerin Kuruluşu Hakkında Kanun gereğince savcının emirlerini yerine getirmek zorundadırlar(GVG, madde 152). Bu nedenle, savcılar, acil gümrük soruşturmaları dışında kalan diğer adi suçlar için de gümrük soruşturma ofislerine emir verebilmektedirler. Bunlar, gümrük mühürlerinin yasadışı açılması veya orijinal belgeler üzerinde tahrifat yapılması gibi özellikle ithalat, ihracat ya da malların transiti ile bağlantılı olarak işlenen suçlardır.

Ayrıca, soruşturma memurları, Alman Ceza Muhakemeleri Kanunu (StPO) uyarınca, vergi, dış ticaret ve piyasa düzenlemeleri ile ilgili bir suç işlendiğinden şüphe duyulması halinde gerekli tedbirleri almak zorundadırlar.

Gümrük soruşturma memurları, gecikmesinde sakınca bulunan hallerde, esas olarak hakimin yetkisinde olan ve temel hak ve özgürlükleri kısıtlayan hususlarda ön tedbir mahiyetinde emirler verebilmektedirler. Bu koşullarda, söz konusu memurlar savcı yardımcısı sıfatıyla yakalama, arama gibi kesin emirler verme yetkisine sahip bulunmaktadırlar.

Alman Gümrük Soruşturma Hizmetleri Kanunu, Genel Vergi Kanunu(AO), Dış Ticaret Kanunu(AWG), Ortak Piyasa Kuruluşlarının Faaliyetleri Hakkında Kanun(MOG) uyarınca soruşturma yapma yetkisine sahip gümrük soruşturma memurları, yaptıkları soruşturmalar sırasında, Alman Ceza Muhakemeleri Kanununda polisin sahip olduğu hak ve yükümlüklerin aynısına sahiptirler.

Her gümrük soruşturma ofisinin bir görev bölgesi bulunmakla birlikte, federal statüde bulunan gümrük soruşturma memurları, bölge sınırlarıyla bağlı kalmaksızın Federal Almanya’nın her yerinde soruşturmalarını yapabilmektedirler.

Normal koşullarda, tüm adli işlemlerde mahkeme emri alınması gerekmektedir. Ancak, gecikmesinde sakınca bulunan hallerde, gümrük soruşturma memurları suç ihbarlarını kabul etmek, delillerin yok olmasını önlemek amacıyla acil tedbirler almak, şüphelilerin izlenmesi ve gözetlenmesi, sanıkların kimlik tespitini yapmak; şüphelilerin evlerini, diğer mülklerini aramak, sanıkları yakalamak amacıyla diğer kişileri araştırmak, delilleri muhafaza etmek, bedeni muayene emri vermek, Almanya’da sabit ikametgahı olmayanlar için teminat alınmasını emretmek, sanıkların araçlarının ve diğer eşyalarının müsadere edilmesi emrini vermekle yetkilidirler. Öte yandan, telefon görüşmelerinin dinlenmesi ancak mahkeme kararı ile mümkün olabilmektedir.

4. SONUÇ

1993 yılında Avrupa Tek Pazarı’nın tesis edilmesiyle iç sınırlarda gümrük kontrolleri ve Schengen Anlaşması ile de yolcuların polis kontrolleri kaldırılmış böylece AB vatandaşları Birlik içerisinde sınırsız olarak seyahat etme özgürlüğüne kavuşmuşlardır. AB’nin genişlemesi ve sınırlarının Doğu Avrupa Ülkelerine açılması ile birlikte uluslararası organize suçlarda da artış olmuştur. Gümrük ve kaçakçılık suç türlerinde meydana gelen değişiklik, başta Alman Gümrük İdaresi olmak üzere gümrük soruşturma hizmetlerinde yeniden yapılanmayı gerekli kılmıştır. Bu kapsamda, 2002 yılında yürürlüğe giren bir Yasa ile Gümrük Soruşturma Ofisleri doğrudan ZKA’ya bağlanmış, bu ofisler tarafından elde edilen bilgilerin Zollkriminalamt tarafından, suçların analizinde kullanılmasına izin verilmiş, ZKA’nın soruşturma yapma gücü artırılmış, gümrük soruşturmacılarının kişisel korunmaları sağlanmış, ZKA’ya polis otoritelerine doğrudan veri transfer etme yetkisi verilmiştir.

Gümrük soruşturma ofisleri tarafından yapılan soruşturmaları koordine eden, yöneten ve destekleyen ve özel durumlarda kendisi de soruşturma yapabilen Gümrük Kriminal Dairesi’nin yeniden yapılandırılmasıyla birlikte, dış ticaretin gözetimi, özellikle uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele, uluslararası adli ve idari yardımlaşma, risk analizi gibi alanlarda daha etkin hale gelinmiştir. Bu çerçevede, Türk Gümrük İdaresi’nin, AB uyum süreci içerisinde yeniden yapılandırmasını gerçekleştirirken, Alman Gümrük İdaresi’nin ve özellikle ZKA’nın da yakından incelenmesi yararlı olabilecektir.

Kaynaklar :

“Narkotics, Smuggling Via the Balkan Route”, Annual Report 2003, BALKAN-Info System.

“Federal Almanya Gümrük İdaresi web sitesi”, http://www.zoll.de/

“Federal Almanya Maliye Bakanlığı web sitesi”, http://www.bundesfinanzministerium.de/

“ZKA, Zollkriminalamt”, http://www.zollkriminalamt.de/gb/index.htm

“Zollfahndungsdienst, Organisation, Functions, Powers”, http://www.zollkriminalamt.de/gb/index.htm

“Zollkriminalamt, Development and Tasks”, http://www.zollkriminalamt.de/gb/index.htm

http://www.gumrukkontrolor.org.tr/Yayinlar/Dergiler/51/4.html

Share This:

GÜMRÜK BİRLİĞİ’NİN DIŞ TİCARETİMİZ ÜZERİNE ETKİLERİ

 

Divan Dergisi, Sayı:4

Nejat ÇOĞAL
Gümrük Muhafaza Başkontrolörü

 

  1. GENEL DEĞERLENDİRME

Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), 1957 yılında, bir gümrük birliği şeklinde kurulmuş ancak ileride geniş kapsamlı bir ekonomik ve siyasi birlik oluşturmayı hedeflemiştir. Topluluk üyeleri, 1 Temmuz 1968 tarihinde birbirlerine uyguladıkları gümrük tarifelerini tümüyle ortadan kaldırarak Ortak Gümrük Tarifesini yürürlüğe koymuşlar ve böylece kendi aralarında gümrük birliğini tamamlamışlardır.[1]

 

Öte yandan, Ankara Anlaşması’nın 4’üncü maddesi, geçiş dönemi içinde Türkiye ile Topluluk arasında bir gümrük birliğinin gittikçe gelişen bir şekilde yerleşmesini öngörmüştür. Bu kapsamda, özellikle geçiş dönemi(1.1.1973–31.12.1995) içinde Türkiye’nin Toplulukla ticari ilişkileri artmış, AET, Geçici Anlaşma ile 1971 yılından itibaren bazı sınırlı sayıda ürün dışında (pamuk ipliği, makine halıları gibi) Türkiye kaynaklı tüm sanayi ürünlerine karşı gümrük vergilerini sıfırlamıştır. Türkiye ise, Topluluk çıkışlı sanayi ürünlerine karşı gümrük indirimlerini aşamalı olarak gerçekleştirmiş ve 1995 yılına gelindiğinde 12 ve 22 yıllık sanayi ürünleri listelerinde ve Avrupa Birliği’nin (AB) Ortak Gümrük Tarifesi’nde %80’in üzerinde uyum sağlamıştır.

 

Türkiye-AB arasında cereyan eden zorlu müzakereler neticesinde, 6 Mart 1995 tarihli 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı alınmıştır. Bu karara göre, Türkiye-AB Gümrük Birliği 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren yürürlüğe girecektir. 1996 yılından itibaren  Avrupa Birliği çıkışlı tüm sanayi ürünleri ile işlenmiş tarım ürünlerine karşı gümrük vergisi ile eş etkili vergiler ve miktar kısıtlamalarını kaldırılmış, üçüncü ülkelere karşı ise AB’nin Ortak Gümrük Tarifesi uygulanmaya başlanmıştır. Böylece, Taraflar arasındaki ilişkilerde, Ankara Anlaşması’nda öngörülen son döneme geçilmiştir.

 

Diğer taraftan, Avrupa Toplulukları’nın (AT) üçüncü bir ülke ile gerçekleştirdiği ilk gümrük birliği olan AT-Türkiye Gümrük Birliği, Türkiye’nin Tek Pazara ayrıcalıklı bir şekilde girmesine izin veren ve Türk ekonomisinin  rekabet gücünü artıran önemli bir adım olarak da değerlendirilebilir.[2]

 

Her ne kadar başlangıçta, Türk sanayisinin güçlü Avrupa sanayisi karşısında rekabet gücü olmadığı, üstlenilen tek taraflı yükümlülükler ile alternatif dış pazarlara girişin kısıtlanacağı ve Gümrük Birliği’nin AB ile gerektiği gibi müzakere edilemediği yönünde olumsuz eleştiriler yapılmış olsa da, Gümrük Birliği’nin sanılanın aksine Türk Dış Ticareti üzerinde köklü bir değişikliğe yol açmadığı görülmektedir.

 

Diğer taraftan, Gümrük Birliği’ni, Türk dış ticaretindeki değişimleri tek başına belirleyen bir süreç olarak değerlendirmek yeterli olmayacaktır. Bu çerçevede öncelikle 5 Nisan 1994 tarihinde yaşanan ekonomik kriz ile meydana gelen devalüasyonun yarattığı sorunların ve 1997 yılında Dünya ekonomisinde patlak veren Asya, ardından Rusya krizlerinin değerlendirmelerde dikkate alınması gerekmektedir. Ayrıca 1998 Mart ayı itibariyle Türkiye ekonomisinde yaşanan ciddi durgunluğu, 1999 yılında gerçekleştirilen genel seçimler, Ağustos ve Kasım aylarında yaşanan deprem felaketlerinin izlemesi de, bu dönemde Türkiye-Avrupa Birliği dış ticaretinin yapısını etkilemiştir. Son olarak Türkiye’nin kronik enflasyon sorununa çözüm bulmak amacıyla 2000 yılında uygulamaya koyulan Ekonomik İstikrar Programının, Kasım 2000 ve Şubat 2001 tarihlerinde yaşanan krizlerle hedeflerinden sapmasıyla oluşan istikrarsızlık ve devalüasyon, 2001 yılı ilk yarısındaki dış ticaret rakamlarında belirleyici olmuştur.[3]

 

  1. AB’NİN DIŞ TİCARETİMİZ İÇİNDEKİ PAYI

Gümrük Birliği öncesinde Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı olan AB, Gümrük Birliği sonrasında da bu özelliğini devam ettirmiştir. Bir başka deyişle, Gümrük Birliği, Türkiye’nin dış ticaretinin coğrafi dağılımında önemli bir değişikliğe yol açmamıştır. 1993-1995 yılları arasında, dış ticaretimiz içinde ortalama  %45 olan AB’nin payı, 1996-2005 yıllarını kapsayan dönemde ortalama %50 olmuştur. Bunda, Gümrük Birliği’nin,  1971 yılından beri zaten  aşamalı olarak gerçekleştirilmiş olması ve 1996 yılına gelindiğinde ise gümrük tarifelerinde uyumun yaklaşık %80 oranında sağlanmış olmasının önemli bir payı vardır. Öte yandan, AB gibi güçlü bir ekonominin Türkiye’nin dış ticaretinde istikrarlı bir şekilde ve en büyük paya sahip olmasının, Türk ekonomisinin Dünya ekonomisinde yaşanabilecek krizlerden daha az etkilenmesine yardımcı olabilecektir.

 

Tablo 1 : Türkiye’nin Dış Ticareti ve AB’nin Payı 

Yıllar Genel                                                                   (milyon $) AB                                                      (milyon $) AB’nin Payı                                                    (%)
İhracat İthalat Hacim Açık İhracat İthalat Hacim Açık İhracat İthalat Hacim
1971 676 1.171 1.847 -495 329 582 911 -253 0,49 0,50 0,49
1980 2.910 7.909 10.819 -4.999 1.300 2.360 3.660 -1.060 0,45 0,30 0,34
1993 15.348 29.429 44.777 -14.081 7.289 10.950 18.239 -3.661 0,47 0,37 0,41
1994 18.105 23.270 41.375 -5.165 8.269 10.279 18.548 -2.010 0,46 0,44 0,45
1995 21.636 35.707 57.343 -14.071 11.078 16.760 27.838 -5.682 0,51 0,47 0,49
1996 23.224 43.626 66.850 -20.402 11.548 23.138 34.686 -11.590 0,50 0,53 0,52
1997 26.261 48.559 74.820 -22.298 12.248 24.870 37.118 -12.622 0,47 0,51 0,50
1998 26.974 45.921 72.895 -18.947 13.498 24.075 37.573 -10.577 0,50 0,52 0,52
1999 26.588 40.692 67.280 -14.104 14.333 21.419 35.752 -7.086 0,54 0,53 0,53
2000 27.485 54.149 81.634 -26.664 14.352 26.388 40.740 -12.036 0,52 0,49 0,50
2001 31.342 41.399 72.741 -10.057 16.118 18.280 34.398 -2.162 0,51 0,44 0,47
2002 36.059 51.553 87.612 -15.494 18.459 23.321 41.780 -4.862 0,51 0,45 0,48
2003 47.252 69.339 116.591 -22.087 25.899 33.495 59.394 -7.596 0,55 0,48 0,51
2004 63.121 97.540 160.661 -34.419 34.310 45.373 79.683 -11.063 0,54 0,47 0,50
2005 73.122 116.048 189.170 -42.926 38.312 48.958 87.270 -10.646 0,52 0,42 0,46

Kaynak: DTM, DİE.

 

Türkiye’nin AB-25’e ihraç ettiği belli başlı sanayi ürünleri cihaz, tekstil ürünleri, motorlu araç ve otomotiv parçalarıdır. Türkiye’nin AB-25’e ihraç ettiği belli başlı tarımsal ürünler ise meyve, sebze ve fındık olup, bu durum, Türkiye’nin tarım ürünleri ticaretinde fazla vermesini sağlamıştır. Türkiye’nin başlıca sanayi ithalat kalemleri ise makineler, kimyevi ürünler, demir ve çeliktir.[4]

 

1996’dan itibaren AB’nin Dış ticaretimiz içindeki dağılımı ithalat lehinde değişmiş; 1993-1995 yıllarında ortalama 8.879 milyar dolar olan ihracat payı 1996-2000 yıllarında ortalama 13.196 milyar dolara yükselirken, ithalatta bu pay yıllık ortalama 12.663 milyar dolardan 23.978 milyar dolara yükselmiştir. 2005 yılında ise AB, 73.122 milyar dolarlık ihracatımızdan 38.312 milyar dolar, 116.048 milyar dolarlık ithalatımızdan ise 48.958 milyar dolar pay almıştır. Bu tutarların genel ihracat ve ithalatımıza oranları ise sırasıyla %52 ve %42  olmuştur.

Tablo 2: Türkiye’nin İhracatının İthalatı Karşılama Oranları

 Yıllar Genel AB
ihracat/ithalat ihracat/ithalat
1971 0,58 0,57
1980 0,37 0,55
1993 0,52 0,67
1994 0,78 0,80
1995 0,61 0,66
1996 0,53 0,50
1997 0,54 0,49
1998 0,59 0,56
1999 0,65 0,67
2000 0,51 0,54
2001 0,76 0,88
2002 0,70 0,79
2003 0,68 0,77
2004 0,65 0,76
2005 0,63 0,78

Kaynak: DTM, DİE

Diğer taraftan, Türkiye’nin Avrupa Birliği dışında ticaret yaptığı diğer ülke ve ülke grupları ile Gümrük Birliği sonrası gerçekleştirdiği ticarette de belirgin bir değişiklik olmadığı ve aynı oranlarda istikrarlı bir artış gösterdiği ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede, Gümrük Birliği’nin Avrupa Birliği lehine önemli bir ticaret sapması yaratmadığı ve Türkiye’nin diğer dış ticaret pazarlarında bir kayba yol açmadığını söyleyebiliriz.

  1. 1996-2005 DÖNEMİ TOPLAM DIŞ TİCARET KARŞILAŞTIRMASI

Tablo 3’den de görüleceği üzere, 1996-2005 döneminde, Türkiye’nin AB ülkeleriyle olan dış ticaret açığı, AB dışı diğer ülkelerin toplamıyla olan dış ticaret açığından önemli ölçüde azdır. Ayrıca, aynı dönemde AB’ye yapılan ihracatımızın ithalatı karşılama oranı %69 iken, AB dışında kalan tüm ülkelere yaptığımız ihracatın ithalatı karşılama oranı %57 dir. Bu, AB ile olan dış ticaretimizin, diğer tüm ülkelerle yaptığımız dış ticaret toplamına kıyasla daha dengeli olduğunu göstermektedir.

 

Tablo 3 : Türkiye’nin 1996-2005 Dönemi  Toplam Dış Ticareti 

Toplam Dış Ticaret (1996-2005) (Milyar $)
İhracat İthalat Açık İhracat/ithalat
AB 199 289 -90 0,69
AB Dışı 182 320 -138 0,57

Kaynak : DTM 

  1. AB’YE OLAN DIŞ TİCARETİMİZİN MAL GRUPLARI  İTİBARİYLE DAĞILIMI 

Türkiye’nin AB’den yaptığı ithalatı mal gruplarına göre değerlendirdiğimizde, 1996-2004 yılları arasında yatırım mallarının payının ortalama %26.5, ara mallarının payının %57.54 ve tüketim mallarının payının ise %15.35 olduğunu görmekteyiz.

 

 Tablo 4 : Türkiye’nin AB’nden Olan İthalatının Mal Grupları İtibariyle Dağılımı 

Yıl Yatırım Ara Malı Tüketim
Pay(%) Değişim (%) Pay (%) Değişim (%) Pay (%) Değişim (%)
1994 29,4 63,3 7,3
1995 28,7 50,5 62,5 52,5 8,8 87,5
1996 31,9 52,9 55,7 22,2 12,4 92,5
1997 29,5 -0,8 56,3 8,8 14,2 23,2
1998 29,8 -2 55,1 -5,3 15 2,5
1999 28,4 -15,5 55,2 -10,9 16,5 -2,7
2000 27,3 19,5 53 19,4 19,2 45,1
2001 23,6 -40,5 61,1 -20,9 14,2 -49,3
2002 23 24,2 61,8 29,1 13,7 23,2
2003 22,1 30,6 60,7 33,4 16,2 61
2004 23,5 52,5 59 39,4 16,8 47,9

Kaynak: DTM 

 

1996 yılında, bir önceki yıla göre toplam ithalat  %38.1 oranında artarken, sermaye malları ithalatında %52.9 , ara malları ithalatında %22.2 ve tüketim malları ithalatında %92.5 oranında artış olmuştur.

 

Türkiye’nin AB’den gerçekleştirdiği ithalatta yatırım ve ara mallarının ağırlıklı yer tutması, ithalatın Türk sanayisine yönelik girdi sağlayan sağlıklı yapısını ortaya koymaktadır. Yüksek teknolojiye dayanan yatırım mallarının ithalatı bu ürünlere bağlı  üretimde de ileri teknoloji kullanımını zorunlu kılmakta, firmaları AR-GE’ ye yönelten bir diğer etken olarak nihai aşamada üretimin kalitesinde belirleyici rol oynamaktadır.[5] 

Tablo 5 : Türkiye’nin AB’ne Olan  İhracatının Mal Grupları İtibariyle Dağılımı 

Yıl Yatırım Ara Malı Tüketim
Pay (%) Değişim (%) Pay (%) Değişim (%) Pay (%) Değişim (%)
1994 2,9 32,5 64,6
1995 2,9 26,2 31,8 25,8 65,3 29,7
1996 3,4 24,5 32,3 5,6 64,3 2,7
1997 3,5 6,8 33,5 10,1 63 4
1998 3,6 15,6 34,2 12,4 62,2 8,8
1999 4,4 29 34,7 8 60,9 4
2000 4,6 5,5 35,9 4,5 59,5 -1,2
2001 6 44,1 35,7 10,5 58,1 8,4
2002 6,9 32,7 31,6 1,4 61,4 21,1
2003 8,5 63 30,4 27,4 61 31,8
2004 11 81,8 31,3 45 57,4 32,4

Kaynak: DTM

 

İhracatımızın mal grupları itibariyle dağılımını incelediğimizde ise, GB öncesi dönemde olduğu gibi GB’nin son döneminde de tüketim malları %65.3 ve %57.4’lük paylarla AB’ye yapılan ihracatın temelini oluşturmuştur. İkinci sırada bulunan ara mallarının oranı ise 1/3 olan seviyesini korumuş, yatırım mallarının payı iki dönem arasında  %2.9’dan %11’e kadar yükselmiştir. GB öncesi %19 olan tarım ürünlerinin payı, söz konusu dönem sonunda yarı yarıya azalarak %9’a gerilemiştir. Türkiye’nin AB’ye yönelik ihracatı 11.078 milyar dolardan 34.310 milyar dolara yükselirken, tarım ürünleri ihracatı 1995 yılındaki 2 milyar dolarlık seviyesini aşamamıştır. Bu durum, Türkiye’nin tarım ürünleri genel ihracatı için de geçerlidir. 1995 yılında 4.1 milyar dolar olan toplam tarım ürünleri ihracatı, 2003 yılında 4.4 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir.[6]

 

  1. GENEL VE AB İLE OLAN DIŞ TİCARETİMİZİN GELİŞİMİ

Grafik 1, 2 ve 3’ü incelediğimizde, Gümrük Birliği döneminde, Türkiye’nin genel ihracat ve ithalatının, AB’ye olan ihracat ve ithalatı ile paralel bir gelişme gösterdiği ortaya çıkmaktadır. Bu gelişmenin, AB’nin toplam dış ticaretimiz içinde %50 gibi yüksek bir paya sahip olmasından kaynaklandığını söylememiz mümkündür. Grafik 1  Ayrıca, Türkiye’nin AB’ye olan ihracatının ithalatı karşılama oranının, ilk iki yılda gerileme göstermekle birlikte, 1998 yılından itibaren tekrar yükselişe geçtiği, 2002 yılından bu yana da 1995 seviyesinden daha yukarıda seyrettiği görülmektedir (1995 yılında AB ile olan İhracat/ithalat oranımız %66 iken, 2005 yılında bu oran %78 seviyesine çıkmıştır). 

Grafik 2

 

 

Diğer taraftan, dış ticaret kalemlerindeki gelişme cari işlemler dengesini olumsuz yönde etkilemiştir. 1995 yılında 2.3 milyar dolar olan cari işlemler açığı, 1996 yılında 5.4 milyar dolara yükselmiştir. 1997 yılında bavul ticareti hariç, cari işlemler açığı 4.7 milyar dolar olmuştur. [7] Ancak, bu gelişmenin ne kadarı gümrük birliğine bağlı olarak ortaya çıkmıştır, ne kadarı maliye politikasındaki genişlemeci eğilimin sonucudur, bunu tespit etmek oldukça zordur.[8]

 

Grafik 3

 

 

Bununla birlikte, Türkiye’nin dış ticaretinin, GB’nden fazla etkilenmediği fakat daha çok kur politikaları’ndan etkilendiğini söyleyebiliriz. 1990’lı yılların hemen başından itibaren, uluslar arası kısa vadeli sermaye hareketlerini çekmek için uygulanan aşırı değerlenmiş TL politikası bir başka deyişle faiz lehine oluşturulan faiz-kur makası ithalatı özendirirken ihracatı cezalandırmıştır.[9]

 

  1. GÜMRÜK BİRLİĞİNİN TİCARET YAPICI ETKİSİ

GB, teknoloji transferi yoluyla birlik içinde yer alan ülkelerin üretim verimliliğini artırır. Üye ülkeler arasında ticarete karşı uygulanan tarife ve kotaların kaldırılması sonucunda malların fiyatları düşer. Bu gelişmeler, ülkeler arasındaki ticaret hacminin ve dolayısıyla daha ucuz ve kaliteli tüketimin artmasına yol açar.

Bu kapsamda, Türkiye’nin AB’ne olan ihracatının 1995-2005 yılları arasındaki gelişimine baktığımızda (Grafik 2), ihracatın istikrarlı bir şekilde ve devamlı olarak arttığını görebiliriz. Türkiye’nin AB’nden ithalatının da yaklaşık olarak benzer bir seyir gösterdiğini söylememiz mümkündür(Grafik 1). 1995 yılında AB’ne olan toplam ihracatımız 11.078 milyon $’dan 2005 yılına geldiğimizde 38.312 milyon Dolara yükselmiştir. Aynı şekilde, AB’nden yaptığımız ithalat aynı yıllarda, 16.760 milyon Dolardan 48.958 milyon Dolara çıkmıştır. Toplam ticaret hacmine baktığımızda ise, 1995 yılında 27.838 milyon Dolardan 2005 yılında 87.270 milyon Dolara çıktığını görmekteyiz.

  1. GÜMRÜK BİRLİĞİNİN TİCARET SAPTIRICI ETKİSİ

Gümrük Birliği’nin 1996 yılında yürürlüğe girmesiyle, Türkiye-AB arasında gümrük vergileri, miktar kısıtlamaları ve eş etkili vergiler kaldırılmış, üçüncü ülkelere karşı ise AB’nin ortak gümrük tarifesi uygulanmaya başlanmıştır. Bu durum, birlik dışında yer alan ülkelerden yapılan ithalatın pahalı hale gelmesine karşılık Birlik üyesi ülke mallarının ucuzlamasına yol açmıştır. Ancak, Türkiye’nin AB dışı ülkelerle ikili ticari ilişkilerinin gelişmiş olması nedeniyle, GB’nin ticaret saptırıcı etkisi çok fazla hissedilmemiştir. Tablo 6’dan da görebileceğimiz gibi, 1995 yılında AB’nden ithalatımızın genel ithalatımız içindeki payı %47 iken, 1999 yılında %53’e yükselmiş, 2005 yılında ise %42 seviyesine gerilemiştir. Aynı şekilde AB’ne olan ihracatımızın genel ihracatımız içindeki payı 1995 yılında %51 iken 1999 yılında %54 seviyesine yükselmiş, 2005 yılına gelindiğinde %52 seviyesinde gerçekleşmiştir.

 

Bu çerçevede, Türkiye-AB arasında gerçekleştirilen Gümrük Birliği’nin, her ne kadar rekabet şansı olmayan sektörlerde üretim ve istihdam kaybına yol açması mümkün olsa da, bu süreçte ülkeye yabancı sermaye ve teknoloji girişinin hızlanması ve sanayinin rekabet gücünün artmasına katkıda bulunması nedeniyle, Türkiye’nin dış ticaretinde olumlu bir etkisinin olduğunu söylememiz mümkündür.

 

SONUÇ 

Türkiye’nin 1959 yılında başlayan AB yolculuğu, 1963 yılında imzalanan Ankara Anlaşmasıyla kurumsal bir niteliğe bürünmüş, 1970 tarihinde imzalanan Katma protokol ile derinlik kazanmıştır. 1995 yılında imzalanan ve Türkiye-AB Gümrük Birliği’nin esaslarını düzenleyen 1/95 Sayılı Ortaklık Konseyi Kararıyla da ilişkilerde son döneme girilmiştir.

 

Ayrıca, son yıllarda ülkemizde yaşanan demokratikleşme hareketleri ve sağlanan ekonomik istikrarın, Türkiye-AB katılım müzakerelerinin 3 Ekim 2005 tarihinde başlamasına büyük katkı sağladığını söylememiz mümkündür.

 

Gümrük Birliği, Türkiye’nin AB’ne entegrasyonunda bir kilometre taşı olup, nihai hedef AB’ne tam üyeliktir. Türkiye’nin geleceği, son 200 yıldır izlediği temel politikalara uygun olarak Batı Dünyası ile entegrasyonda yatmaktadır.[10]

Gümrük Birliği esas olarak,  AT’nın 1971 yılında, Türkiye çıkışlı tüm sanayi ürünlerine karşı gümrük vergilerini tek taraflı olarak sıfırlaması ile başlamıştır. Türkiye ise, Ortaklık Anlaşması gereğince, Topluluk çıkışlı sanayi ürünlerine karşı gümrük vergilerini aşamalı olarak kaldırma yükümlülüğü altına girmiştir.

Türkiye’nin AT’na doğrudan başvuru yapmak yerine bir ortaklık ilişkisiyle Avrupa bütünleşme sürecine girmesinin nedeni, Türkiye ve AT üyesi ülkeler arasındaki büyük ekonomik, sosyal ve siyasal farktır. Ortaklık sürecinde, söz konusu farkın giderek kapatılması hedeflenmiştir. Türkiye-AB Gümrük Birliği bu farkın ekonomik anlamda giderilmesi için önemli bir süreç olmuştur.[11]

Bu kapsamda, Gümrük Birliği, Türkiye-AB ilişkilerinin daha da derinleşmesine katkıda bulunarak, malların serbest dolaşımı ve ticaret politikası; gümrük vergileri, miktar kısıtlamaları ve eş etkili önlemler ile vergi ve resimlerin kaldırılması; ortak gümrük tarifesi ve tercihli tarife politikaları; fikri sınai ve ticari hakların korunması alanlarında önemli adımlar atılmasında ve yasaların yakınlaştırılmasında itici bir güç olmayı başarmıştır.

Bununla birlikte, AB’nin toplam dış ticaretimiz içinde %50 gibi yüksek bir paya sahip olması nedeniyle, GB döneminde, Türkiye’nin AB ile olan dış ticareti, genel dış ticareti ile paralel bir seyir takip etmiştir.

Sonuç olarak, Türkiye-AB Gümrük Birliği, her ne kadar Türkiye’nin dış ticaretinde köklü bir değişikliğe yol açmasa da, gerek ticaretin mal ve ülke bazında çeşitlenmesine ve gerekse ülkeye yeni teknoloji ve sermaye girişinin hızlanmasına ve rekabetin geliştirilmesine sağladığı katkılar dikkate alındığında, tam üyelik yolunda atılan çok yararlı bir adım olmuştur.

KAYNAKÇA

DÖNMEZ Mustafa, “Gümrük Birliğinin Ekonomik Etkileri”, DPT, Aralık 1998.  

DPT, “Ankara Anlaşması ve Katma Protokol”, Cilt 2, Ağustos 1993

DPT, “Avrupa Topluluklarını kuran Temel Anlaşmalar(AKÇT, AET, AAET)”, Cilt 1,Ağustos 1993.

KARLUK Rıdvan,“Avrupa Birliği ve Türkiye”, Beta Basım A.Ş. , İstanbul 2002.

LITTOZ-MONNET Annabelle, VILLANUEVA PENAS Beatriz, “Turkey and The European Union, the İmiplications of a Spesific Enlargement”, sf. 3. http://www.irri-kiib.be/papers/050404Turquie-ALM-BVP.pdf

ÖZEN Çınar, “Türkiye-Avrupa Topluluğu Gümrük Birliği ve Tam Üyelik Sürecine         Etkileri”, 1.Baskı, Mayıs 2002.

SOĞUK Handan, İKV, http://www.ikv.org.tr/arastirmalar/degerlendirmeler/degerlendirmeler.html

ŞAHİNÖZ Ahmet, “AB-Türkiye: Ticari İlişkiler ve Gümrük Birliği”, İktisat İşletme ve Finans           Dergisi, Haziran 2004.

“Türkiye 2005 İlerleme Raporu”, Avrupa Komisyonu, Brüksel, 9 Kasım 2005, SEC(2005)1426.  Ulusal Program, 24.07.2003 tarihli 25178 sayılı Resmi Gazete.

İnternet Kaynakları 

www.abgs.gov.tr

www.abhaber.com

www.deltur.cec.eu.int

www.die.gov.trwww.dpt.gov.tr

www.dtm.gov.tr

www.hazine.gov.tr

www.ikv.org.tr

[1] Roma Anlaşması’nın 13 üncü maddesinde, üye devletlerin, aralarında yürürlükte olan ithalata yönelik gümrük vergilerini ve eş etkili yükümleri, geçiş dönemi içinde aşamalı olarak kaldıracakları hükme bağlanmıştır.

[2] Annabelle LITTOZ-MONNET, Beatriz VILLANUEVA PENAS, “Turkey and The European Union, the Implications of a Spesific Enlargement”, sf. 3.

[3] Handan SOĞUK, İKV, http://www.ikv.org.tr/arastirmalar/degerlendirmeler/degerlendirmeler.html

[4] “Türkiye 2005 İlerleme Raporu”, Avrupa Komisyonu, Brüksel, 9 Kasım 2005, SEC(2005)1426. sf.7.

[5]  Handan SOĞUK.

 

[6] Ahmet ŞAHİNÖZ, sf.39

[7] Bavul ticareti dahil edildiğinde cari işlemler açığı 1996 yılında 2.4 milyar dolar, 1997 yılında ise 2.8 milyar dolar olmaktadır.

 

[8] Mustafa DÖNMEZ, “Gümrük Birliğinin Ekonomik Etkileri”, DPT, Aralık 1998. sf. 2.

[9] Ahmet ŞAHİNÖZ, sf. 38

[10] Rıdvan KARLUK, “Avrupa Birliği ve Türkiye”, Beta Basım A.Ş., İstanbul 2002, sf.697.

[11] Çınar ÖZEN, sf. 120-121.

Share This: