Etiket arşivi: AB

TÜRKİYE

Nejat ÇOĞAL
Gümrük Muhafaza Başkontrolörü

Türkiye-AB arasında cereyan eden karşılıklı diplomatik manevraların ve son gün yaşanan siyasi krizin ardından, 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye-Avrupa Birliği katılım müzakereleri başlatılmıştır. 40 yılı aşan ortaklık ilişkisinin son ve en önemli adımı olan bu sürecin, başarılı bir şekilde devam ederek tam üyelikle sonuçlanabilmesi için, çok yoğun ve özverili çalışmaya ihtiyaç duyulduğu kadar, AB’nin tarihçesinin ve ortaklık ilişkisinin gelişiminin özellikle gümrük birliği açısından iyi değerlendirilmesine de gerek bulunmaktadır. Bu kapsamda, öncelikle, AB’nin kuruluşu hakkında kısaca bilgi vermenin yararlı olacağı düşüncesindeyim.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Dünyada globalleşme eğilimleri başlamış, ülkelerarası ticaretin önündeki engellerin kaldırılarak serbestleştirilmesi ve ticaretin artırılması yönünde girişimler başlatılmıştır. Bu kapsamda, 1947 yılında Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) ortaya çıkarılmıştır.

Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış ve Savaşın yıkıcı etkilerine maruz kalmış olan Batı Avrupa Ülkeleri ise, artık savaşları imkansız kılacak bir işbirliği ortamının arayışı içerisine girmişlerdir. 1945-1955 yılları arasında, Fransa ile Almanya arasında ilişkilerin gelişmesiyle birlikte Batı Avrupa’da bir güvenlik toplumu oluşturma fikri olgunlaşmıştır. Bu çerçevede, 2. Dünya Savaşı sonrasında, Fransa’yı yeniden inşa planının  başına getirilen Jean Monnet, Avrupa’da kalıcı bir barışın ancak Almanya’yı kontrol etmekten geçtiğini ileri sürerek, bu amaçla, Almanya’yı Avrupa’da kurulacak bir topluluğa entegre etmek gerektiği fikrini ortaya atmıştır.

Avrupa’da düzenin sağlanması için iktisadi bütünleşmenin kaçınılmaz olduğunu gören Batı Avrupa ülkeleri, Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman’ın, Fransa ile Almanya’nın  kömür ve çelik kaynaklarının birleştirilerek kontrol altına alınması yönündeki teklifini olumlu karşılamış ve altı Batı Avrupa ülkesi 1951 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu (AKÇT) kuran Paris Anlaşmasını imzalamışlardır.
AKÇT ile uygulamaya konulan Topluluk fikri, Batı Avrupa ülkelerinde daha da gelişerek, 1957 yılında, egemenlik devrinin daha da ileriye gittiği, Avrupa’nın siyasal bütünleşmesini hedefleyen geniş kapsamlı bir ekonomik bütünleşme aşamasına ulaşmıştır. Böylece, 1957 yılında, yine altı (Altılar)  Batı Avrupa ülkesi tarafından Roma’da imzalanan Anlaşmalar ile Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kurulmuştur. Günümüzde ise, Avrupa Birliği adını alan Topluluk, 25 üyeli 450 milyon nüfuslu küresel bir güç olarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır.

Yönünü Batıya çevirmiş olan Türkiye ise, Avrupa’da meydana gelen değişikliklere karşı kayıtsız kalmamış, Avrupa’nın ekonomik bütünleşme sürecine dahil olma iradesini, 31 Temmuz 1959 tarihinde AET’ye üyelik başvurusunda bulunmak suretiyle ortaya koymuştur.  Topluluk ile Türkiye arasında cereyan eden müzakerelerin ardından, 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanıp 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren  Ankara Anlaşması ile, Türkiye-AET arasında ortak üyelik ilişkisi başlamıştır. Uzun dönemde, Türkiye’nin Topluluğa tam üye olmasının hedeflendiği Ankara Anlaşması, bu amaca ulaşmak için üç dönem öngörmüştür. Bunlar, Hazırlık Dönemi(1.12.1964-31.12.1972), Geçiş Dönemi (1.1.1973-31.12.1995) ve 1.1.1996 tarihinde yürürlüğe giren Gümrük Birliği ile başlayan ve halen devam eden Son Dönem’dir.

Hazırlık Döneminde Türkiye, geçiş dönemi ve son dönem boyunca kendisine düşecek yükümlülükleri üstlenebilmesi için, Topluluğun yardımı ile ekonomisini güçlendirecekti. 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol ile başlayan geçiş döneminde ise, Türkiye-AET arasında  kurulacak bir gümrük birliğinin aşamalı olarak tesis edilmesi hedeflenmiştir.

Geçiş Döneminde, Türkiye’nin, Topluluk’tan ithal edilecek sanayi ürünlerine uygulanan tüm gümrük vergilerini, eş etkili vergileri ve miktar kısıtlamalarını 12 ve bazı hassas ürünlerde 22 yılda kademeli olarak kaldırması öngörülmüştür. Yine, Türkiye’nin, 12 ve 22 yıllık bir geçiş dönemi sonunda Topluluk Ortak Gümrük Tarifesine uyum sağlaması hedeflenmiştir. Öte yandan, 1971 yılında AET, geçici bir Anlaşma ile bazı ürünler dışında Türkiye çıkışlı tüm sanayi ürünlerine karşı gümrük vergilerini sıfırlamış; 1 Ocak 1981 yılından başlamak üzere Türk tarım ürünlerine uygulanan gümrük vergilerinin tamamını dört aşamalı olarak 1987 yılına kadar sıfıra indirmiştir.

1995 yılına gelindiğinde, 12 ve 22 yıllık sanayi malları listelerindeki tercihli indirimlerin oranı sırasıyla %95 ve %80’e, AB’nin Ortak gümrük Tarifesine uyum oranı ise 12 ve 22 yıllık listeler için %90 ve %85 düzeyine ulaşmıştır.

Türkiye-AB arasında cereyan eden zorlu müzakereler neticesinde, 6 Mart 1995 tarihli, 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı alınarak, Türkiye-AB Gümrük Birliği, 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir.

Gümrük Birliği ile, Türkiye, AB’ye karşı sanayi ürünleri ve işlenmiş tarım ürünlerinde (bazı hassas ürünlerde 5 yıllık geçiş dönemi öngörülmüştür) gümrük vergileri, eş etkili vergiler ile miktar kısıtlamalarını kaldırmıştır. Tarım ürünleri ve AKÇT ürünleri Gümrük Birliği kapsamı dışında bırakılarak, hassas ürünler hariç tüm sanayi ürünlerinde üçüncü ülkelere karşı AB’nin Ortak Gümrük Tarifesi uygulanmaya başlanmıştır. Öte yandan, AKÇT Anlaşması’nın, 23 Temmuz 2002 tarihinde  50 yıllık ömrünü doldurarak sona ermesiyle birlikte, bu kapsamdaki hak ve yükümlülükler AB’ne geçmiştir. Böylece, söz konusu anlaşmaya dahil ürünler de gümrük birliği kapsamına alınmış bulunmaktadır.

Türkiye-AB Gümrük Birliği, her ne kadar Türkiye’nin dış ticaretinde köklü bir değişikliğe yol açmamış ise de, gerek ticaretin mal ve ülke bazında çeşitlenmesi ve gerekse ülkeye yeni teknoloji ve sermaye girişinin hızlanması ve rekabetin geliştirilmesi açısından değerlendirildiğinde, tam üyelik yolunda atılmış çok yararlı bir adım olmuştur.

Öte yandan, Gümrük Birliği ile Türkiye’de yoğun bir mevzuat uyum çalışması sürecine girilmiş, Türkiye-AB ilişkileri gelişmiş ve 1999 Helsinki Zirvesi’nde AB’nin Türkiye’ye resmen adaylık statüsü vermesiyle birlikte, ilişkilerde yeni bir dönemece girilmiştir. AB’nin 2004 Brüksel Zirvesi’nde Liderler, Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine 3 Ekim 2005 tarihinde başlanacağına karar vermişlerdir. Bununla birlikte, Mayıs-Haziran 2005 tarihlerinde, iki kurucu üye Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlarda “hayır” oylarıyla AB Anayasası’nın red edilmesi, AB’de derin bir siyasi krizin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Geçtiğimiz Haziran ayında Brüksel’de gerçekleşen Avrupa Birliği Zirvesi’nde yaşanan gergin anlardan  sonra Liderler, AB Anayasası’nın onay sürecinin bir süre için  beklemeye alınması konusunda uzlaşmaya varmışlardır. Bu uzlaşma, Anayasa krizini şimdilik gündemden düşürmüş gibi görünmektedir.

AB Anayasa’sının yol açtığı  gergin havanın yumuşamasının hemen ardından, 29 Temmuz 2005 günü Türkiye, Ankara Anlaşması’na 10 yeni AB ülkesini de (Kıbrıs Rum Kesimi ve diğer 9 ülke) dahil eden Ek Protokolü imzalamıştır. Ancak, aynı gün Türkiye tarafından yayımlanan bir deklarasyonla, Ek Protokole atılan imzanın Kıbrıs’ı tanımak anlamına gelmediği ilan edilmiştir. Öte yandan, Türkiye’nin Kıbrıs deklarasyonuna, AB’nin, 21 Eylül 2005 tarihinde bir karşı deklarasyon yayımlayarak cevap vermesi ise Türkiye’nin sert tepkilerine yol açmıştır.

Türkiye’ye karşı deklarasyon yayımlamakla meşgul olan AB Daimi Temsilcileri, 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye ile başlayacak müzakere sürecinin vazgeçilmez bir unsuru olan Müzakere Çerçeve Belgesi üzerinde uzlaşmaya varamamış, çözüm 2 Ekim’de olağanüstü toplantıya çağrılan AB Dışişleri Bakanları toplantısına bırakılmıştır. 2 Ekim’de toplanan AB Dışişleri Bakanları, Avusturya’nın imtiyazlı ortaklık teklifinde ısrarcı davranması nedeniyle uzlaşmaya varamamışlardır. Akşam saatlerinde başlayıp, sabaha kadar devam eden yoğun görüşmelere rağmen, AB Dışişleri Bakanları Avusturya’yı ikna edememişlerdir. Avusturya, imtiyazlı ortaklık ibaresinin alternatif olarak sunulması veya müzakerelerin  hedefinin Birliğe katılım olduğu şeklindeki ifadenin kaldırılması yönünde sürdürdüğü ısrarından, bir türlü vazgeçirilememiştir. Bu arada, Dışişleri Bakanlığımızdan yapılan açıklamada, AB’den gelen tüm değişiklik tekliflerinin reddedildiği, ve Müzakere Çerçeve Belgesini görmeden Dışişleri Bakanı’nın Lüksemburg’a gitmeyeceği ilan edilmiştir.

Türkiye için çok önemli bir yol haritası niteliğinde olan Müzakere Çerçeve Belgesi, yaşanan siyasi kriz nedeniyle, katılım müzakerelerinin başlama tarihi olan 3 Ekim’e kadar netleştirilememiştir. ABD Dışişleri Bakanı’nın son anda devreye girmesi ve İngiltere Dışişleri Bakanı’nın gayretli çözüm arayışları neticesinde Avusturya geri adım atmış ve ancak 3 Ekim günü akşam saatlerinde, AB Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi tarafından çerçeve belge onaylanabilmiştir. Böylece, Türkiye-AB arasında katılım müzakereleri resmen başlamış ve Avrupa Birliği’ne tam üyelik yolunda son dönemece girilmiş bulunmaktadır.

Öte yandan, AB Anayasası’nın iki kurucu üye tarafından reddedilmesiyle baş gösteren ve önümüzdeki yıl sonlarına doğru tekrar gündeme gelecek olan siyasi krizin,  daha öncekilerden farklı olarak Halkların tepkisinden kaynaklanıyor olması da ayrı bir problem olarak değerlendirilebilir.  Gerek, müzakere çerçeve belgesinin kabulü aşamasında Avusturya’nın son ana kadar sürdürdüğü gerginlik ortamı ve gerekse önümüzdeki yıl sonlarına doğru tekrar gündeme gelecek olan AB Anayasası krizinin,  AB’nin genişleme sürecini ve dolayısıyla Türkiye’nin tam üyeliğini olumsuz yönde etkilemesi kaçınılmaz gibi görünmektedir. En azından, Türkiye’nin çok zor bir müzakere süreci yaşayacağı ortadadır.

Sonuç olarak, Türkiye’nin, Avrupa’nın ortak iradesine katılma ve AB’nin gelecek vizyonunda yer alma çabalarını  taviz vermeden ve kararlılıkla devam ettirmesi halinde, 40 yılı aşan ortaklık ilişkisinin tam üyeliğe dönüşmesi mümkün olabilecektir.

 

 

 
KAYNAKÇA
BİLDİRİCİ Nurettin ,  “Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, 1.Baskı, Ankara, 2004.

DÖNMEZ Mustafa, “Gümrük Birliğinin Ekonomik Etkileri”, DPT, Aralık 1998.

BİLİCİ Nurettin, “Avrupa Birliği Mali Yardımları”, ATAUM 7. Dön. Uzm. K.Ders Notları.

DPT, “Ankara Anlaşması ve Katma Protokol”, Cilt 2, Ağustos 1993

DPT, “Avrupa Topluluklarını kuran Temel Anlaşmalar(AKÇT, AET, AAET)”, Cilt 1, Ağustos 1993.

ERİŞ İbrahim,“Avrupa ve Asya’daki Ekonomik Bütünleşmeler”,HDTM Derg., Eylül 1993/3

GÜMRÜKÇÜ Harun, “Türkiye ve Avrupa Birliği, İlişkinin Unutulan Yönleri , Dünü ve Bugünü”, Avrupa-Türkiye Araştırmaları Enstitüsü(ATA-Enstitüsü), Avrupa Dizisi 15,

Haber ATAUM, “Avrupa Birliği Zirve Sonuç Bildirgesi, 16-17 Aralık 2004”, Belgeler 12, Kış 2005, Yıl:5, Sayı:1

İKV, “Avrupa Birliği’nin Gümrük Birliği, Malların Serbest Dolaşımı, Ortak Dış Ticaret Politikaları ve Türkiye’nin Uyumu”,  İstanbul, Mart 2002.

KARLUK Rıdvan,“Avrupa Birliği ve Türkiye”, Beta Basım A.Ş. , İstanbul 2002.

LITTOZ-MONNET Annabelle, VILLANUEVA PENAS Beatriz, “Turkey and The European Union, the İmiplications of a Spesific Enlargement”, sf. 3. http://www.irri-iib.be/papers/050404Turquie-ALM-BVP.pdf

ÖZEN Çınar, “Türkiye-Avrupa Topluluğu Gümrük Birliği ve Tam Üyelik Sürecine         Etkileri”, 1.Baskı, Mayıs 2002.

SEYİDOĞLU Halil, “Uluslararası İktisat”, Ankara, 1982.

SOĞUK Handan, İKV, http://www.ikv. org.tr/arastirmalar/degerlendirmeler/degerlendirmeler.html

ŞAHİNÖZ Ahmet, “AB-Türkiye: Ticari İlişkiler ve Gümrük Birliği”, İktisat İşletme ve Finans Dergisi, Haziran 2004.

“Turkey in Europe: More than a promise?”, Report of the Independent Commission on Turkey, September 2004.13.http://www.soros.org/resources/articles_publications/publications/turkey_2004

Ulusal Program, 24.07.2003 tarihli 25178 sayılı Resmi Gazete.

 

1. SPOT

“Yönünü Batıya çevirmiş olan Türkiye ise, Avrupa’da meydana gelen değişikliklere karşı kayıtsız kalmamış, Avrupa’nın ekonomik bütünleşme sürecine dahil olma iradesini, 31 Temmuz 1959 tarihinde AET’ye üyelik başvurusunda bulunmak suretiyle ortaya koymuştur.”

2. SPOT

“Türkiye-AB Gümrük Birliği, her ne kadar Türkiye’nin dış ticaretinde köklü bir değişikliğe yol açmamış ise de, gerek ticaretin mal ve ülke bazında çeşitlenmesi ve gerekse ülkeye yeni teknoloji ve sermaye girişinin hızlanması ve rekabetin geliştirilmesi açısından değerlendirildiğinde, tam üyelik yolunda atılmış çok yararlı bir adım olmuştur.”

3. SPOT

“Türkiye’nin, Avrupa’nın ortak iradesine katılma ve AB’nin gelecek vizyonunda yer alma çabalarını  taviz vermeden ve kararlılıkla devam ettirmesi halinde, 40 yılı aşan ortaklık ilişkisinin tam üyeliğe dönüşmesi mümkün olabilecektir.”

Share This:

AB’NİN YENİ VİZYON BELGESİ: LİZBON ANLAŞMASI

 

Son günlerde, 13 Aralık 2007 tarihli Zirvede imzalanan ve 1 Ocak 2009 tarihi itibariyle yürürlüğe girmesi beklenen Lizbon Anlaşması, başta Fransa, Almanya, Danimarka, Avusturya ve Portekiz olmak üzere üye ülke parlamentolarınca peş peşe onaylanmaktadır. Dünya siyasetinde arzulanan seviyede ağırlığa bir türlü ulaşmayan AB, nihayet son şans olarak hazırlanan ve daha önceki başarısız AB Anayasası projesinin yerini alacak olan Lizbon Anlaşmasıyla yeni bir dönemin kapılarını aralama çabası içine girmiştir.

Büyük umutlarla hazırlanan AB Anayasasının, 2005 yılında Fransa ve Hollanda’da düzenlenen referandumlarda seçmenler tarafından reddedilmesi, AB’nin bunalımlı bir döneme girmesine neden olmuş, ancak 2007 Haziran zirvesinde, Dönem Başkanı Almanya Başbakanı Angela Merkel’in hazırlattığı Lizbon Anlaşması (Reform Anlaşması olarak da anılmaktadır) üzerinde mutabakata varılması üzerine, AB’nin geleceğine dair umutlar yeniden yeşermeye başlamıştır. Öyle ki, yeni AB Başkanı’nın kim olcağı konusundaki tartışmalar daha şimdiden başlamış gibi gözükmektedir. Bu meyanda, İngiltere eski Başbakanı Tony Blair, Almanya Başbakanı Angela Merkel, İrlanda Başbakanı Bertie Ahern, Danimarka Başbakanı A.Fogh Rasmussen ve Avusturya Eski Başbakanı Wolfang Schüssel, kulislerde ön plana çıkmış isimler olarak saymamız mümkündür.

AB’nin kurumsal yapısında önemli değişiklikler öngören ve küresel sorunlarla mücadelede daha etkili bir şekilde temsil edilebilmesine imkân verecek olan Lizbon Anlaşması’nın, 2008 yılı sonuna kadar tüm üye ülkelerce onaylanmasını müteakip, 1 Ocak 2009 tarihi itibariyle yürürlüğe girmesi beklenmektedir. 27 üye ülkenin, İrlanda hariç tamamının referanduma gitmek yerine sadece parlamento onayına başvuracak olmalarında, yakın geçmişteki başarısız anayasa denemesinin etkili olduğu kanaatindeyiz. Bu arada, 2001 yılında yapılan referandumda Nice Anlaşmasını reddeden İrlandalıların, bu defa nasıl bir tavır takınacaklarını da AB’li siyasetçiler merakla beklemektedirler.

Öte yandan, 29 Ekim 2004 tarihinde Roma’da imzalanan AB Anayasasına, yapılan görkemli bir törenle, aday ülke temsilcisi olarak Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ve Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah GÜL imza koymuşken, bu anayasanın yerini alacak olan Lizbon Anlaşmasında, aday ülke statüsü devam ettiği halde Türkiye’nin imzasına gerek görülmemesi, bir diğer dikkat çekici nokta olarak karşımıza çıkmaktadır.

Lizbon Anlaşması’nın en göze çarpan özelliği, halen uygulanmakta olan 6 aylık dönem başkanlığı yerine, 2.5 yıllığına seçilecek ve yılda 4 defa toplanacak olan Konseye başkanlık edecek bir “AB Başkanı” uygulamasına geçilecek olmasıdır. Bu yeni uygulama, belkide en çok KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ı rahatlatacak gibi görünmektedir. Öyle ki, geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye yaptığı bir ziyareti sırasında Talat, “Güney Kıbrıs Rum Kesiminin dönem başkanlığını devralacağı 2012 yılına kadar Kıbrıs meselesinde çözüme ulaşılamaz ise artık çözümün mümkün olamayacağını” ifade etmiştir. Lizbon Anlaşması’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte, Rum Kesiminin dönem başkanlığı söz konusu olamayacağı için, bundan sonra asıl olarak yapılması gereken, AB Başkanlığına kimin seçileceği üzerinde durulması gerektiğidir.

Reform Anlaşması AB’nin dönem başkanlığı uygulamasını ortadan kaldırarak Kıbrıs Rum Kesiminin elinden bu kozu alacaktır. Ne var ki, Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın, Kıbrıs meselesinin Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumunun aleyhine çözümlenmesi için ellerine geçen her fırsatı değerlendirmeye devam edecekleri kuşku götürmemektedir. Mesela, 21 Nisan’da yapılan Hükümetlerarası Konferansta (HAK) Hırvatistan’la iki ayrı başlıkta daha müzakereler başlatılırken, Türkiye için HAK toplantısının son anda iptal edilmesi güncel bir örnek olarak gösterilebilir. Her ne kadar, AB Dönem Başkanı Slovenya tarafından, bu iptal kararının teknik sebeplerden ileri geldiği bildirilse de, asıl sebeplerin başka olduğu ileri sürülmektedir. Bu sebeplerden birincisinin, Rum Yönetiminin daha önceden AB Daimi Temsilciler Komitesi COREPER’de Türkiye’ye karşı koyduğu vetosu, ikincisinin ise AB reformları konusunda bir duraklama içine girdiği düşünülen Türkiye’ye bir gözdağı vermek olduğu, AB’ye yakın çevreler tarafından iddia edilmektedir.

Bu noktada, AB Anayasa taslağının yeni bir sürümü olarak kabul edilen Lizbon Anlaşması’nın, mevcut uygulamaya ek olarak getirdiği başlıca yenilikleri şu şekilde sıralamamız yerinde olacaktır:

– Halen uygulanmakta olan 6 aylık dönem başkanlığı yerine, 2.5 yıllığına seçilecek ve yılda 4 defa toplanacak olan Konseye başkanlık edecek bir “AB Başkanı” uygulamasına geçilmekte;
– Aynı zamanda komisyon başkan yardımcılığı görevini de yürütecek bir“Dışişleri ve Güvenlik Politikası Birlik Yüksek Temsilcisi” görevlendirilmesi suretiyle, Dış politikada tek sesliliğin sağlanması amaçlanmakta;
– 2014 yılından itibaren Avrupa Komisyonu’nun üye sayısı sınırlandırılarak rotasyonla seçilmeleri yoluna gidilmekte;
– Bazı alanlarda üye ülkelerin ulusal veto hakları ellerinden alınmakta;
– Avrupa Parlamentosunun yetkileri artırılarak, komisyon başkanını seçme yetkisi verilmekte;
– Ortak marş, ortak bayrak gibi Devleti çağrıştıran unsurlar yeni anlaşmada yer almamakta;
– 2014-2017 yılları arasının geçiş dönemi olarak uygulanması suretiyle, oylamalarda çifte çoğunluk sistemi getirilerek kararların, AB nüfusunun %65’nin ve üye ülkelerin %55’inin desteğiyle alınması suretiyle, nüfusun oylamalarda belirleyici olması sağlanmaktadır. Ancak dış politika, bütçe ve vergi konularında üye ülkelerin oybirliği gerekli kılınmaktadır;
– Ayrıca, Anlaşmada genişleme ile ilgili somut düzenlemelerin olmaması da bir diğer dikkat çekici nokta olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu noktada, AB’yi içine düştüğü tıkanıklıktan kurtararak, gelecek vizyonunu şekillendirme ve yol gösterme anlamında büyük umutlar bağlanan Lizbon Anlaşmasının, aday ülke Türkiye’ye yansımalarının nasıl olacağı konusunun kısaca değerlendirilmesinde yarar bulunduğu düşüncesindeyiz:

Öncelikle, kurumsallaşma sürecini tamamlayarak, kendi iç sorunlarını çözüme kavuşturmuş bir AB’nin, genişleme konusunu gündeme alması kolaylaşacaktır. Bu açıdan bakıldığında, yeni yapılanmayı Türkiye bakımından olumlu bir gelişme olarak görmemiz mümkündür. Ancak, 1 Ocak 2009 itibariyle, 2.5 yıllığına seçilmesi ve AB’nin en güçlü siyasi temsilcisi olması beklenen AB Başkanı’nın kim olacağının ve genişleme konusundaki fikirlerinin mahiyetinin Türkiye için ne kadar önemli olduğunu da göz ardı etmememiz gerekmektedir.

Buna ilaveten, AB Komisyonunun, 2006 yılında, Gümrük Birliği Ek protokolünün Güney Kıbrıs Rum Kesimine de uygulanması için Türkiye’ye 2009 Aralık zirvesine kadar süre tanıdığı herkesin malumudur. Bu nedenle, 2009 yılı Türkiye açısından çok kritik bir yıl olacaktır. Bu durum dikkate alındığında, Türkiye’nin şimdiden, yukarıda isimlerini verdiğimiz muhtemel AB Başkanı adayları üzerinde gerekli değerlendirmeleri de yapmak suretiyle, alternatif politikalar üretmesinin vazgeçilmez olduğu ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan, Lizbon Anlaşmasında genişleme konusuna yer verilmemesinin, Türkiye açısından belirsiz bir ortamın mevcudiyetine işaret ettiğini söyleyebiliriz. İlave olarak, oylamalarda nitelikli çoğunluk sistemine geçilmek suretiyle nüfus, gerek Konsey ve gerekse Parlamento kararlarında belirleyici hale gelmektedir. Bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde, 71 milyon nüfusuyla tam üye olması halinde Türkiye’nin, AB karar sürecinde ne kadar etkili olacağı herhalde Avrupa kamuoyunun dikkatinden kaçmayacaktır. Bu durum, kuşkusuz, Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklık”, “Akdeniz Birliği” gibi tam üyelik dışında yollar öneren Fransa ve Almanya gibi ülkelerin, bu söylemlerini daha kuvvetli olarak dile getirmelerine fırsat verebilecek bir gelişme olacaktır.

Konuya Kıbrıs meselesi açısından bakıldığında, dönem başkanlığı kaldırılıp yerine AB Başkanlığı sistemi geleceğinden, Kıbrıs Rum Kesimi’nin 2012 yılındaki dönem başkanlığı endişesi de ortadan kalkacaktır. Ancak, Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın Türkiye’nin AB üyeliğini engelleme gayretlerinin kesintiye uğramadan devam edeceği şüphe götürmediğinden, hem Türkiye ve hem de KKTC’nin, Kıbrıs’ta adil ve kalıcı bir çözüm elde edilmesi yönündeki çalışmalarına ısrarla devam etmeleri büyük önem arz etmektedir.

Netice itibariyle, yıllarca süren kapsamlı bir çalışmanın ürünü olan ve büyük umutlar bağlanan AB Anayasasının, 2005 yılında Fransa ve Hollanda seçmenleri tarafından reddedilmesi üzerine büyük bir hayal kırıklığına uğrayan Avrupalılar, AB’nin geleceğini şekillendireceği ve önünü açacağı umuduyla hazırlanan ve aslında AB Anayasa taslağının kısa bir versiyonundan başka bir şey olmayan Lizbon Anlaşmasına dört elle sarılmış vaziyettedirler. Öyle ki, son günlerde, liderlerin, halkoyuna bile gitmeksizin, Anlaşmayı Parlamentolarında bir bir onaylama yarışına girdiklerini müşahede etmekteyiz.

AB’nin kurumsallaşması ve dünya siyasi arenasında küresel bir güç olarak temsil edilmesi gibi ana hedefleri ihtiva eden bu Vizyon Belgesinin akıbeti hakkında, bu aşamada kesin bir şey söylememiz mümkün olmamakla birlikte, 1 Ocak 2009 tarihinde yürürlüğe girme ihtimali yüksek olan bu Anlaşmanın çok yönlü bir değerlendirmeye tabi tutulması ve Türkiye-AB müzakere sürecine nasıl bir etkisi olabileceği üzerinde hassasiyetle durulması gerekmektedir. Zira, 2009 yılı, Türkiye-AB ilişkileri açısından zor bir yıl olacaktır. Kıbrıs Türk Toplumu üzerindeki izolasyonları kaldırmaya bile yanaşmaksızın, Ek Protokolün uygulanmasını müzakerelerin devamının ön şartı olarak önümüze koyan  AB’nin uyguladığı çifte standart herhalde dikkatlerden kaçmayacaktır. Dolayısıyla, üyelik müzakerelerine aynı tarihte başlamalarına rağmen, Hırvatistan ile müzakereleri 2009 yılında bitirmeyi hedefleyip, Türkiye’nin müzakere sürecini en az 10-15 yıl daha uzatmaya çalışan AB’nin, Türkiye hakkındaki gerçek niyetinin ne olduğunun iyi sorgulanması gerektiği yönündeki kanaatimizi hâlâ muhafaza etmekte olduğumuzun burada belirtilmesinde yarar bulunmaktadır.
Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=280

 

Share This:

AB’DE İRLANDA BUNALIMI

Avrupa Birliği, bir yandan 2005 yılında Fransa ve Hollanda seçmeni tarafından reddedilen AB Anayasasının yol açtığı şoku atlatmaya çalışırken, bu defa büyük umutlar bağladığı Lizbon Anlaşmasının (Reform Anlaşması) İrlanda halkı tarafından reddedilmesi üzerine yeni bir bunalımın içine doğru sürüklenmektedir. AB Anayasasının kısa bir versiyonu olan ve AB’nin geleceğini şekillendirmesi bakımından son derece önemli sayılan Lizbon Anlaşması, 13 Haziran 2008 tarihinde yapılan referandum ile İrlanda seçmeninin %53.4 “Hayır” oyu ile reddedilerek, yeni bir krizin kapıları aralanmış bulunmaktadır. Böylece, yaklaşık 600 bin İrlanda seçmeninin, yaklaşık 500 milyon Avrupalının geleceğini abluka altına almış gibi bir durum ortaya çıkmış bulunmaktadır.

2001 yılında yapılan referandum ile Nice Anlaşmasına hayır diyerek krize yol açan İrlanda, bu defa,  bugüne kadar 18 AB üyesinin onay sürecini tamamlamış bulunduğu Reform Anlaşmasını reddetmek suretiyle, AB’nin geleceğini şekillendirme çabalarına ağır bir darbe indirmiş oldu. 27 Üye ülke içinde sadece İrlanda’nın referanduma sunduğu Anlaşma, herhangi bir üyenin onaylamaması halinde yürürlüğe giremiyor. Her ne kadar, İrlanda seçmeninden gelen “hayır” oyu, diğer ülkelerin Anlaşmayı onaylamalarına engel teşkil etmese de, AB’yi sancılı bir dönemin içine doğru sürüklediğini söylememiz mümkündür. Zira, AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso başta olmak üzere, bazı üye ülke liderleri, “Hayır” la sonuçlanan referanduma ilk tepkilerini, “geri kalan üye ülkelerin onay sürecini devam ettirmeleri” çağrısında bulunmak suretiyle göstermişlerdir.

AB Anayasasının 2005 yılında Fransa ve Hollanda seçmeni tarafından reddedilmesi üzerine, bu defa, İrlanda hariç diğer bütün üye ülkeler, Lizbon Anlaşmasını halkoyuna götürmek yerine, parlamentolarında onaylama yolunu seçmişlerdi. Çünkü geçmiş tecrübeler, yeni AB projelerinin halktan yeterli desteği göremediğini ortaya koymuştu. Lakin bu defa, İrlanda Hükümeti Anayasası gereği olarak halkoyuna gitmiş ve belki de Reform Anlaşmasını halka iyi tanıtamayarak, bu olumsuz sonuca katkı sağlamış gibi görünmektedir. 1973 yılında AB’ye üye olan 4 milyon nüfuslu İrlanda, günümüzde 40.000 Doların üzerinde kişi başına geliri ile, bir yandan AB’nin kaynaklarından en çok yararlanan ülke konumunda iken, diğer yandan, AB içerisinde en çok krize yol açan ülke statüsünü de devam ettirmektedir.

AB’nin kurumsal yapısında önemli değişiklikler öngören ve küresel sorunlarla mücadelede daha etkili bir şekilde temsil edilebilmesine imkân verecek olan Lizbon Anlaşması’nın, 2008 yılı sonuna kadar tüm üye ülkelerce onaylanmasını müteakip, 1 Ocak 2009 tarihi itibariyle yürürlüğe girmesi beklenmekteydi. Anlaşma, halen uygulanmakta olan 6 aylık dönem başkanlığı yerine, 2,5 yıllığına seçilecek ve yılda 4 defa toplanacak olan Konseye başkanlık edecek bir “AB Başkanı” uygulamasını getirmekte, aynı zamanda komisyon başkan yardımcılığı görevini de yürütecek bir“Dışişleri ve Güvenlik Politikası Birlik Yüksek Temsilcisi” görevlendirilmesi suretiyle, dış politikada tek sesliliğin sağlanmasını hedeflemekteydi. Öte yandan, Türkiye’nin, üye olabilmesi halinde, 71 milyonluk nüfusuyla, çifte çoğunluk sistemine dayanan karar alma sürecinde, kritik bir konum elde etmesi mümkün olabilecekti.

Peki, AB cephesinde bundan sonra neler olabilir?

Öncelikle, İrlanda’nın kapılarını araladığı yeni kriz, ilk olarak 19-20 Haziran’da Brüksel’de yapılacak AB liderler Zirvesinde değerlendirmeye alınacak ve AB’nin yeni bir bunalım ortamına girmesini önleyecek çözüm yolları üretilmeye çalışılacaktır. Şüphesiz, henüz Lizbon Anlaşmasının onay sürecini tamamlamayan ülkelerin, ivedilikle onay prosedürünü tamamlamaları istenecektir. Bu meyanda, kalan 8 ülkenin, hızla onay sürecini tamamlamaları beklenmektedir. Nitekim, Avrupa Parlamentosu (AP) Başkanı Hans Gert Pöttering de AB’nin daha önce de benzer krizler yaşadığını hatırlatarak, “2009 Avrupa seçimleri öncesinde bir çözüm bulunabileceğini umuyorum” diyerek, çözüme dair umutlu olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır.

AB’nin, bu kriz karşısında bir B planı olup olmadığı ise bilinmemektedir. Kaldı ki, Reform Anlaşmasının kendisi bizatihi, 2005 yılında benzer şekilde reddedilen AB Anayasasının yol açtığı bunalımın B planı olarak vücuda getirilmişti. Her ne kadar, İrlanda, Anlaşmanın yeniden müzakere edilerek birtakım düzeltmeler yapılmasını istese de, bu öneri AB otoriteleri tarafından pek kabul görmemektedir. Bu durumda, 2002 yılında Nice Anlaşmasının onay sürecinde yaşandığı gibi, ikinci bir referanduma gidilmesi ihtimali yüksek gibi görünmektedir. Ancak, İrlanda seçmeninin bu defa da Referandumda ”hayır”  oyu kullanma ihtimali, herhalde AB’lilerin hiç de yabana atamayacakları bir vakıa olarak karşılarında durmaktadır.

Eğer, 26 üye ülke, onay sürecini 2009 yılından önce tamamlamaları halinde, İrlanda üzerinde ciddi bir baskı uygulanarak, Anlaşmayı kabule zorlanabilir veya İrlanda’nın yer almadığı bir platformda Lizbon Anlaşması uygulamaya geçirilebilir.

Öte yandan, AB’nin geleceğe dönük büyük umutlar bağladığı değişim projelerinin, son yıllarda ve farklı üye ülke seçmenleri tarafından reddedilmesi, halka rağmen, sadece hükümet veya parlamento onayları ile yola devam edilemeyeceği ve Avrupa Kamuoyunun, AB’nin geleceğe dönük planları konusunda ciddi şüphelerinin bulunduğu gerçeğini de gözler önüne sermiştir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, halkın iradesine dayanan, demokratik karar alma yöntemleri ekseninde yeni bir meşruluk tartışmasının gündeme geleceğini söylememiz mümkündür.

AB için öngörülebilecek en kötü senaryo ise, Lizbon anlaşmasının tümü ile rafa kaldırılmak zorunda kalınmasıdır. Bu durumda AB, 2005 yılındaki Anayasa krizinin yol açtığı bunalımdan belki de daha ağır bir kriz sürecine girecektir. Nitekim AB, siyasi ve kurumsal yapısını güçlendirme ve geleceğini şekillendirme anlamında, Lizbon Anlaşmasına büyük umutlar bağlamış bulunmaktadır.

Bu noktada, AB’nin içine sürüklendiği bu yeni krizin Türkiye’yi nasıl etkileyebileceği konusu üzerinde de biraz durmamızda yarar bulunduğu kanaatindeyiz:

AB’nin içine düştüğü bu yeni kriz ortamının, Türkiye-AB ilişkilerinde ciddi bir değişikliğe yol açmayacağı kanaatindeyiz. Kendi içinde derin bir bunalım yaşayan AB, buna ilaveten bir de Türkiye ile yeni bir krizi göze alamayacaktır. Bu defa, 2005 Anayasa bunalımında olduğu gibi, AB tekrar kendi içine kapanabilir ve dış dünya ile ilişkilerinde ciddi bir adım atmaya çekinebilir.

Diğer taraftan, 1 Temmuz’dan itibaren AB Dönem Başkanlığını devralacak olan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin de tüm planları alt üst olmuş gibi gözükmektedir. Bilindiği gibi Sarkozy, AB dönem başkanlığına aşırı derecede önem vermekte, gerek Türkiye’nin AB üyeliğini engelleme ve “imtiyazlı ortaklık” eksenine kaydırma ve gerekse Fransa’nın millî çıkarlarını maksimize etme anlamında birtakım planlar hazırlamış durumdadır. 6 aylık dönem başkanlığı için 190 milyon Euro tutarında dev bir bütçe ayıran Sarkozy, herhalde önemli projeleri hayata geçirmeyi düşünmektedir. Ne var ki, İrlanda’nın başlattığı referandum krizi, Sarkozy’nin de rotasını değiştireceğine kesin gözüyle bakılmaktadır. AB’yi içine düştüğü bunalımdan kurtarmak için yoğun mesai harcamak zorunda kalacak olan Dönem Başkanı Fransa’nın, bir yandan da Türkiye’nin tam üyeliğini sık sık gündeme getirme ve Türkiye ile yeni kriz kapılarını aralama fırsatını elde edebilmesinin artık düşük bir ihtimal olduğunu düşünmekteyiz.

Ancak, her ne kadar, AB içinde yaşanan bir kriz ortamının, Türkiye-AB ilişkilerinde olumlu yansımaları beklense de, bunalımın aşılamaması halinde ilişkilerin orta ve uzun vadede olumsuz etkilenebileceği gerçeğini de göz ardı etmememiz gerekmektedir. Zira, AB’nin yapısal sorunlarını çözmeden, yeni bir genişleme dalgasını harekete geçirmeyeceğini düşünmekteyiz.  Avrupa Parlamentosu Anayasa Komisyonu Başkanı Jo Leinen’in, kriz ile ilgili olarak yaptığı “Lizbon anlaşmasına hayır demek genişlemeye hayır demektir” şeklindeki yorumu da bu tezimizi destekler mahiyettedir.

Netice itibariyle,  İrlanda halkının 13 Haziran’da yapılan referandum ile Lizbon Anlaşmasını reddetmesi, AB’yi derinden sarsmış bulunmaktadır. Zira, AB liderleri, AB’nin kurumsallaşması ve dünya siyasi arenasında küresel bir güç olarak temsil edilmesi gibi ana hedefleri ihtiva eden bu Vizyon Belgesine büyük umutlar bağlamışlardı. Hatta, yeni AB Başkanı’nın kim olacağı konusundaki tartışmalarla birlikte, muhtemel adayların kulis çalışmaları da başlamış bulunmaktadır.

AB başkentleri, bir kez daha, üye bir ülkenin demokratik yollardan aldığı bir karar karşısında ne yapacağını bilemez bir duruma düşmüş vaziyettedirler.  Öyle ki, Sarkozy ve Merkel, yaptıkları ortak açıklamada, “İrlandalıların demokratik tercihini gereken saygıyı göstererek not ettik, ancak bu bizi azamisiyle üzdü” demek suretiyle yaşadıkları çelişkiyi ortaya koymuşlardır. Bu durum, esasen, AB’nin kendi halkları ile arasındaki mesafenin ne kadar açılmış olduğunun da bir göstergesidir. Zira, diğer üye ülkelerde de referanduma gidilmiş olması halinde, benzer bir sonucun alınamayacağına dair kimsenin garanti veremeyeceğini düşünmekteyiz .

AB’nin içine düştüğü bu yeni kriz ortamının, Türkiye tarafından çok kapsamlı bir şekilde değerlendirmeye tabi tutulması gerekmektedir. Kendi içinde problemler yaşayan AB, Türkiye ile yeni bir krizi herhalde göze alamayacaktır. Buna paralel olarak, dönem başkanı olacak Sarkozy’nin, bir yandan krizi aşmaya çalışırken, bir yandan da Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili yeni krizlere yelken açması, biraz zor görünmektedir. Bununla birlikte, Lizbon Anlaşması, genişlemenin önünü açabilecek ve üye olması halinde Türkiye’yi, AB’nin karar alma sürecinde güçlü bir konuma kavuşturabilecektir. Ayrıca, uygulamaya sokacağı “AB Başkanı” sistemiyle, Rumların 2012 yılındaki AB dönem başkanlığı sırasını ortadan kaldırarak, Kıbrıs Meselesinde Türk tarafının ciddi bir endişesini de bertaraf edebilecektir. Bu meyanda, Türkiye’nin, her iki senaryo üzerinde de hassasiyetle durması ve uygun stratejiler üretmesi son derece yararlı olacaktır.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=285

Share This: