Etiket arşivi: TÜRKİYE

MAKALE – Türk-İslam Ülküsü- buulke.net

Nejat ÇOĞAL’ın, TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ başlıklı makalesi, www.buulke.net ve Türk Ocakları Web Sitesinde yayınlandı…

http://buulke.net/2016/02/16/turk-islam-ulkusu/

http://turkocaklari.org.tr/sayfa/6228/turk-isl-m-ulkusu.html

Nejat ÇOĞAL

Nejat ÇOĞAL

turkocagi@turkocagi.org.tr

17 Şubat 2016

 Türk-İslâm Ülküsü
17 Şubat 2016
 2015 yılı ne yazık ki, Ülkemizin, iç ve dış kaynaklı çok sayıda bölücü ve yıkıcı saldırılara maruz kaldığı bir yıl olmuştur. Türkiye aleyhinde, birçok “zıt kuvvet” el ele vermiş, Siyonist, kapitalist ve komünist çevreler, Ülkemize karşı rahatlıkla işbirliğine gidebilmişlerdir. Düşmanlarımız,  “dıştan saldırma” imkanı bulamayınca, bu sefer “içten saldırma” metotlarına başvurmuşlardır.

Bu hain saldırılara örnek olarak, kendi topraklarından binlerce km uzakta, Suriye’de bir Rus savaş uçağının, sınırlarımızı ihlâl teşebbüsünde bulunmasını gösterebiliriz. Yine, mesela, içerideki taşeron çetelerin Ülkemizi bölmek için  şehirlerimize hendek kazıp, Devletimize meydan okuma cüretini göstermeleri, içten yapılan saldırıların en son örneğini teşkil etmektedir. Fakat, tüm Dünya da şahit olmuştur ki Büyük Türk Devleti, bir yandan Rus savaş uçağını yere çakmasını, öte yandan da bölücü anarşistleri kendi kazdıkları hendeklere gömmesini bilmiştir. Tüm iç ve dış düşmanlarımızın şunu iyi bilmeleri gerekmektedir: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür, parçalanamaz. Ayrıca, milli sınırlarına ve Devletine uzanan elleri kesmekle kalmaz, o ellere hükmeden kafaları da yok etmesini bilir.

Türk-İslâm kültür ve medeniyetine karşı düşmanlığı bulunan, Milletimizi tarihi bağlarından koparmak isteyen ve Dünya Türklüğünü dağıtmak isteyen bu şer odakları, Ülkemizde hiç yoktan, bölgesel farklılıklara dayalı, siyasi mezhep ve etnik grup temelli, sınıflar ve nesiller arası çatışmalar icat etmekte ve bu vesileyle kitleleri kışkırtmaktadırlar. Kısaca “böl-parçala-yönet” düsturuyla hareket eden bu hain mihraklar, bölgesinin en istikrarlı ve güçlü Ülkesi olan Türkiye’yi, kan gölüne çevirdikleri Ortadoğu bataklığına sürüklemenin gayreti içerisine girmişlerdir.

Ne var ki, binlerce yıllık devlet tecrübesi, kültür ve medeniyet birikimi ile tarihin kaydettiği en dinamik milletlerden bir olan Türkler, “demokrasi ve özgürlük” maskesi arkasına sığınan bu kahpe oyunları bozabilecek yeteneğe sahiptir. İslam’da hürriyet “Allah’tan gayrisine boyun bükmemek” ve “Allah’ın emirlerine ters düşmemek kaydıyla milli örfe itaat etmek” şeklinde karşılık bulur. İşte, Sevgili Peygamberimizin “Cemaatten bir karış ayrılan, İslâm gerdanlığını boynundan çıkarmıştır” hadisine uygun olarak, Türk-İslâm Ülkücüsü ahlâkını kurarken aklını kullanacak, millî ruh ve şuurunu koruyarak, İslâm ahlâkının ve Türk töresinin aydınlığında yürüyecektir.

Hiç bir millet, dininin, dilinin, kültür ve medeniyetinin, devlet ve vatanının parçalanması gayretlerine müsamaha gösteremez. Bayrağının düşürülmesi karşısında sessiz kalamaz. Türk Milletinin dostluğunun da düşmanlığının da muhteşem olduğunu çok iyi bilen dış güçler, bu milletin tarihî yeniden şahlanışına engel olamayacaklardır.

Osmanlı Devleti’nin, üç kıta üzerindeki farklı dinlere mensup kavim ve sınıflar arasında hukuki ve içtimai adaleti sağlayarak bir düzen içinde yaşamalarını gaye edinen “Nizam-ı Âlem” davası başarıyla takip edilmiştir. Yakın gelecekte ise Müslüman-Türk Milletinin “Nizam-ı Âlem Ülküsünün” bir hayal olmadığına, bilakis damarlarında akan kan kadar gerçek olduğuna tüm Dünya şahit olacaktır.

Sevgili Peygamberimizin “Bir elime Güneş’i, bir elime Ay’ı verseniz yine dâvamdan dönmem” diyerek özetlediği ahlak anlayışını benimsemiş olan Türk-İslâm Ülkücülerinin bu mukaddes davadan vazgeçmeleri asla söz konusu olamaz.

Bilinmelidir ki Türkiye Cumhuriyeti, büyük Türk Milletinin tek ve bağımsız kalesi olup, aynı zamanda bütün Dünya Türklüğünün de ümidi durumundadır. Ay-Yıldızlı Al bayrağın dalgalanabildiği tek ülke olan Türkiye’miz, çetin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik problemlerin ardından, Allah’ın izniyle, yeni bir diriliş ve şahlanışın eşiğinde bulunmaktadır. Türk Milleti, 21. Yüzyıla damgasını vuracak, hiç bir güç de buna engel olamayacaktır.

Bir yandan İslâm’ın kılıcı ve kalkanı olarak önemli hizmetler veren Türkler, bir yandan da, tarih boyunca kurdukları imparatorluklarda, egemenlikleri altına aldıkları halklara din ve vicdan özgürlüğü tanıyarak, bunların birlikte, barış içinde yaşamalarını temin etmiş ve evrensel barışa büyük katkılar sağlamışlardır. Binlerce yıllık tarihi boyunca Dünyada adaleti hâkim kılmak arzusuyla hareket eden Türkler, bir nevi bütün insanlığın sorumluluğunu üzerinde taşımıştır.

Hiç şüphesiz, Türk Milleti, tarihî sorumluluğunun farkında olarak “cihan hâkimiyeti mefkuresi” için mücadelesini sürdürecektir. Günümüzde, Dünyanın her yerinde, emperyalist devletlerin ve onların taşeronu olan terör örgütlerinin saldırılarıyla vahşice katledilen binlerce Müslüman’ın dökülen kanlarından beslenen kara ve kızıl emperyalizm canavarına karşı tek direnç noktası Türkiye’dir, Türk-İslâm Ülkücüsüdür. Sevgili Peygamberimizin “Haksızlıklar karşısında susan, dilsiz şeytandır” Hadis-i Şerifi çerçevesinde, Türk-İslâm Ülkücüsü susmayacak, zalimler karşısında Hakk’ı savunmaya devam edecektir.

Günümüzde, Dünya Devletlerinin yaklaşık üçte birini teşkil eden Müslümanlar, kara ve kızıl emperyalizmin kucağında istismar edilmekte ve sömürülmektedir.  Kapitalizmin, komünizmin ve Siyonizm’in pençesinde inleyen Dünya Müslüman-Türkleri için sadece Türkiye’de bir ümit ışığı belirebilir. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, Allah yolunda savaşan ve kınayanların kınamasına aldırmayan, İslâm iman ve ahlâkıyla yoğrulmuş yeni bir ülkücü nesil, tarihimizin bağrından fışkırarak ve her gün biraz daha güçlenerek gelmektedir. Bu nesil, Allah’ın Türk Milletine ve İslâm Âlemine ihsanıdır. Yine bu nesil,Yahya Kemal’in, Kurtuluş Mücadelesinde işaret ettiği kahramanların neslidir;

Şu kopan fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi,

Senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi.

Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın

Galip et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.

Bugün, Milletçe, Türk-İslâm Ülküsü etrafında kenetlenmekten başka çare yoktur. Türk-İslam Ülküsü açısından düşünürsek, mutlak irade Allah’ındır. O dilerse “milli iradeyi”, yine O dilerse “tarihin iradesini” harekete geçirerek milletlerin kaderine yön verir. Yeter ki ülkemiz için çalışalım, millî birlik ve beraberliğimizi koruyalım, inançlı-vatansever nesiller yetiştirelim, gençliğimize sahip çıkalım…

Tasada ve kıvançta birleşmiş, millî tarih ve kültür ile yoğrulmuş, milletçe bütünleşmiş, Sevgili Peygamberimizin buyurduğu gibi “bir yeri ağrıdığı zaman bütün vücudu ile ıstırap duyan” bir organizma olmayı başarmış yeni Türk Gençliğinin, nefsani ihtiraslardan kurtulup Türk-İslâm Ülküsünde fâni olmasının zamanı gelmiştir.

Allah Türk Vatanını ve Türk Milletini korusun. Millî birlik ve beraberliğimizi bozmasın…

 

Share This:

KARADENİZ EKONOMİK İŞBİRLİĞİ BÖLGESİ (KEİB) VE TÜRKİYE AÇISINDAN ÖNEMİ

GİRİŞİkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada büyük değişmeler yaşanmış; globalleşme eğilimlerinin artmasıyla birlikte, bölgesel entegrasyonlar önem kazanmıştır. Ülkeler ekonomilerini dünya ekonomisiyle bütünleştirebilmek için, bölgesel entegrasyonların kaçınılmaz olduğunu keşfetmişlerdir. AB, EFTA, NAFTA ve Orta Avrupa işbirliği projeleri hep bu düşüncenin sonucunda oluşmuşlardır.

25 Haziran 1992 tarihinde İstanbul’da, 11 ülkenin devlet ve hükümet başkanları tarafından imzalanan Karadeniz Ekonomik işbirliği Bölgesi (KElB) Anlaşması ile üye ülkelerin demokrasi ve pazar ekonomisi prensipleri içerisinde dünya ekonomisi ile bütünleşmesi hedeflenmiştir. KElB konusunu etraflıca ele almadan önce uluslararası ekonomik bütünleşmeler hakkında kısaca bilgi vermek yararlı olacaktır.

ULUSLARARASI EKONOMİK BÜTÜNLEŞMELER

Ekonomik bütünleşmelerin amacı, bütünleşme hareketi içinde yer alan ülkeler arası ekonomik ilişkileri serbestleştirerek, geliştirerek ve uyumlaştırarak, kaynakların etkin dağılımını gerçekleştirmek ve toplumsal refahı yükseltmektir.

Genel bir tanımlamayla uluslararası ekonomik bütünleşme, bütünleşmeye giden ekonomilerde mal ve hizmet alımlarında serbesti sağlayıp ticarete engel olan kısıtlamaları ortadan kaldırarak bir ortak pazar yaratmaktır. Bu şekilde, daha geniş bir pazara üretim yapmak ve büyük çap üretimin sağladığı imkanlardan yararlanmak mümkün olabilmektedir.

Ekonomik bütünleşmeye taraf olan ülkeler, arzuladıktan birleşme ve yakınlaşma derecesine göre, çeşitli aşamalardan geçebilirler. Bu aşamalar, en zayıf bütünleşme çabasından tam ekonomik bütünleşmeye doğru 6 temel grupta toplayabiliriz. Bunlar:

l – Ekonomik İşbirliği Anlaşmaları

Ekonomik işbirliği anlaşmaları, uluslararası ticarete yapısal bir değişiklik kazandırmaktan çok mevcut ticaret hacmini esas alırlar. Asıl amaç, taraflar arasındaki ticaret hacmini artırmaktır. Diğer taraftan, uluslararası ticarete ait çeşitli engelleri ortadan kaldırmak ve bu alandaki kontrolleri en aza indirmek amacını da taşıyabilirler. GATT ve KElB bu aşamaya örnek olarak gösterilebilirler.

2- Serbest Ticaret Bölgeleri

KElB Projesinin kuruluş aşamasında nihai amaç olarak düşünülen serbest ticaret bölgeleri, üye ülkeler arasındaki gümrük tarifelerinin ve miktar kısıtlamalarının kaldırıldığı, üçüncü ülkelere karşı bağımsız ticaret politikalarının uygulandığı bir ekonomik bütünleşmedir. Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi (EFTA) bu tür uluslararası ekonomik bütünleşmeye örnek olarak gösterilebilir.

3- Gümrük Birlikleri

Bu aşamada, ülkeler hem kendi aralarındaki gümrük duvarlarını ve miktar kısıtlamalarını kaldırırlar ve hem de üçüncü ülkelere karşı bir ortak gümrük tarifesi uygularlar. Bu şekilde, üye ülkeler birlik dışındaki ülkelere karşı ekonomilerini aynı oranda korumuş olurlar. Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında 1948de kurulan Benelüks Gümrük Birliklerinin en gelişmiş örneğidir.

4- Ortak Pazar

0 Ortak pazar, malların yanısıra üretim faktörlerinin serbest dolaşımını da kapsar. Bu tanıma göre, ortak pazarda, üye ülkeler, kendi faktörlerinin serbest dolaşımını engelleyen gümrük vergileri, miktar kısıtlamaları, çalışma izni, sermaye transferi izni gibi unsurları da ortadan kaldırırlar. Dışa karşı ise, bir ortak gümrük tarifesi uyguladıklar gibi yabancı üretim faktörlerinin ortak pazara girişini müşterek ilkelere göre düzenlerler. Bu konuda en başarılı örnek Avrupa Birliği’dir.

5- Ekonomik Birlik

Ekonomik birlik, üye ülke ekonomilerinin tamamen bütünleşmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca, ekonomik politikaların ve kurumların da birleştirilmesini öngörmektedir. Özellikle, tek bir para sistemi ve Merkez Bankası ile birleştirilmiş bir mali sistem ve ortak bir dış ticaret politikasını içermektedir.

6- Ekonomik ve Parasal Birlik

Ekonomik ve parasal birlik, tek bir bütünün tamamlayıcı parçaları olduğundan, birlikte gerçekleştirilmesi gerekir. Ekonomik birliğin unsurlarının yanısıra, ulusal para, maliye ve sosyal politikaların uyumlaştırılması gerekir. Burada, maliye, para ve sosyal politikaların uyumu uluslar üstü bir kurumun kararına bağlanmaktadır. AT’nun 7 Şubat 1992 tarihinde Maastrich Zirvesinde ‘Avrupa Birliği’ ile ilgili imzaladığı Anlaşma ekonomik ve parasal birlik konusunda atılan en önemli adımdır. Bu Anlaşma, Topluluğu tek Merkez Bankalı, tek para birimli ve tek dış politikası olan bir yapılanmaya yöneltmektedir.

KARADENİZ EKONOMİK İŞBİRLİĞİ BÖLGESİ (KEİB)

A- KEİB’in Doğuşu ve Gelişimi

1980’li yılların sonlarında Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa Ülkelerinde meydana gelen ekonomik ve siyasal değişmeler, bölge ülkeleri arasında ekonomik işbirliği çabalarını başlatmıştır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ortaya çıkan yeni bağımsız Cumhuriyetler ve Eski Doğu Bloku Ülkelerinin piyasa ekonomisi modelini izleyerek dünyaya açılma çabaları, Türkiye için çok önemli yeni bir fırsatı da beraberinde getirmiştir. Bu fırsat, Karadeniz’e komşu ülkelerin kendi aralarındaki ekonomik işbirliğini ifade eden ‘Karadeniz Ekonomik işbirliği Projesi” (KElP), Karadeniz Havzası’nın ekonomik entegrasyonudur.

Türkiye 1980 yılından itibaren izlediği dışa açılma politikası sonucunda elde ettiği bilgi birikimi ve tecrübe ile, liberal ekonomik düzene geçme çabasındaki Doğu Avrupa Ülkelerine bir örnek oluşturabilir. Ekonomik yönden tarafların birbirini tamamlayıcı nitelikte bulunması, bu işbirliğinden sağlanacak kazancın artmasına yol açacak, dış ticarete konu olan malların genelde ilgili ülkelerde pahalı olarak üretilmesi, potansiyel ticaretin gelişimine katkıda bulunacaktır.

Karadeniz’e kıyısı olan Ülkeler arasında kademeli olarak bir serbest ticaret bölgesi kurulmasını amaçlayan KElB ile ilgili ilk toplantı, bu proje fikrini ortaya atan Türkiye’nin girişimiyle 19-21 Aralık 1990’da Ankara’da yapıldı. Daha sonra 12-13 Mart 1991 tarihinde Bükreş’te 23-24 Nisan 1991 tarihinde Sofya’da ve nihayet 11-12 Temmuz 1991 tarihinde Moskova’da yapılan toplantılar sonucunda, işbirliğine esas teşkil edecek metin üzerinde anlaşmaya varıldı.

3 Şubat 1992 tarihinde İstanbul’da yapılan toplantıda, Türkiye, Rusya Federasyonu, Romanya, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Ukrayna ve Bulgaristan tarafından, KElB Anlaşması parafe edilmiştir.

25 Haziran 1992 tarihinde İstanbul’da; Yunanistan ve Arnavutluk’un kurucu üye olarak katılımıyla, 11 ülkenin devlet ve hükümet başkanları tarafından imzalanarak yürürlüğe giren KElB Anlaşması, üye ülkeler arasında yeni bir dönemi başlatmıştır.

KElB Anlaşması, üye Ülkelerin, demokrasi ve pazar ekonomisini esas alan işbirliği içerisinde, dünya ekonomisi ile entegre olmasını hedeflemektedir.

KElB, 11 ülkeyi ve yaklaşık 325 milyon kişiyi içine alan dev bir potansiyel piyasanın avantajlarıyla dolu önemli bir bölgesel entegrasyon olarak umut ışığı olmuştur.

B- KEİB Deklarasyonu Ana Belgesinin İçeriği

Söz konusu belge, Amaçlar ve İlkeler, Hükümetler Arası işbirliği, Ticaretin Geliştirilmesi, Çevre Yapısı, Kurumsal Yapı ve Üyelik olmak üzere beş bölümden oluşmaktadır.

l – Amaçlar ve İlkeler

Taraflar Helsinki Nihai Senedi ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı belgelerinde yer alan ilke ve yükümlülükler temeli üzerine bina edilecek dostluk ve iyi komşuluk ilişkileri çerçevesinde aralarında ekonomik ve teknolojik işbirliğini geliştirmeyi, sosyal gelişmeyi, serbest girişimi teşvik etmeyi ve Karadeniz Havzası’nı bir barış ve refah bölgesi haline getirmeyi kararlaştırıyorlar. İşbirliğinin geliştirilmesinde taraflar şu hususa özen göstereceklerdir: işbirliği tedricen geliştirilecektir, öncelikler saptanırken üye ülkelerin ekonomik durumuyla özellikle pazar ekonomisine geçiş sürecinde olan ülkelerin sorunları dikkate alınacaktır. Ortak çıkarları yansıtan projelere üye ülkeler, onların ekonomik ve mali kuruluşları da katılacaktır.

2- Hükümetlerarası İşbirliği

Taraflar ekonomi, ticaret, sanayi, bilim, teknoloji ve çevre alanlarında aralarındaki işbirliğini genişletmeyi ve çeşitlendirmeyi ve bu amaçla sahip oldukları her türlü olanak ve fırsatı beraberce değerlendirmeyi öngörmektedirler. Üye ülkeler bu amaçla; ulaştırma, haberleşme, enformatik, ekonomik, ticari ve istatistiki bilgilerin teatisi, mamullerin standartlaşması, enerji, madenlerin ve cevherlerin işlenmesi, turizm, tarım ve tarıma dayalı sanayi, veterinerlik ve ilaç sanayi, bilim ve teknoloji alanlarında ortak projeler saptamayı ve bunları uygulamayı kararlaştırmışlardır.

3- Ticaretin Geliştirilmesi

Bu bölümde ticaretin geliştirilmesine, yardımların ve sermaye akımının artırılmasına ilişkin önlemler yer almaktadır. Taraflar, aralarındaki ekonomik işbirliğini yoğunlaştırmak ve işbirliği ortamını iyileştirmek, iş ve ticaret ilişkilerini geliştirmek ve ülkelerindeki firmalar ile kuruluşların girişimlerini teşvik etmek üzere aşağıdaki önlemleri almak hususunda anlaşmışlardır: öncelikle iş adamlarının ülkelerine kolayca girmelerini, ikamet etmelerini ve ülke içinde dolaşmalarını sağlamak hususunda beraberce önlemler alacaklardır. İkinci nokta, küçük ve orta ölçekli sanayii desteklemek; üye ülkeler arasında mal ve hizmet ticaretinin gelişmesini sağlayacak önlemler almak ve ticareti güçleştiren tüm engelleri tedricen kaldırmak; yatırımların, sermaye akımının ve çeşitli sanayi işbirliği türlerini teşvik edecek ve bu koşulları yaratacak önlemlere yönelmek, çifte vergilendirmeyi önlemek, yatırımların teşviki ve korunmasına ilişkin anlaşmalar imzalamak; ülkeler tarafından açılacak uluslararası ihaleler konusunda birbirlerine öncelikli bilgi vermek; ortak serbest ticaret bölgeleri kurmak ve bir Karadeniz Dış Ticaret ve Yatırım Bankası kurulması imkanlarını incelemek.

4- Çevre Yapısı

Bu bölüm, çevre korunmasıyla ilgili önlemler ve yapılacak işbirliğini kapsamaktadır. Buna göre üye ülkeler, özellikle Karadeniz’deki doğal çevrenin korunması ve iyileştirilmesi ve bio-üretken potansiyelin korunması, kullanılması ve geliştirilmesi konularında, çevre koruması yolundaki ortak projelerin hazırlanması da dahil olmak üzere gerekli adımlan atacaklardır.

5- Kurumsal Yapı ve Üyelik

Bu bölüm ise, KEİB’in kurumsal yapısı ve üyelikle ilgili konuları ele almaktadır. KElB için bir Sekretarya öngörülmemiştir. Dışişleri bakanları rotasyon usulüne göre yılda en az bir defa toplanmak suretiyle hedefleri tespit edecekler, belli çalışma grupları kuracaklar, bunların çalışmalarına nezaret edecekler ve temel konularda karar vereceklerdir. KEİB’e, anlaşmanın üye ülkeler için belirlediği yükümlülükleri aynen üstlenmeyi kabul eden her ülke, oybirliğiyle, kabul edilebilecektir.

C- KEİB’in Kurumsal Yapısı

(KEİB’in Organları)

l – Dışişleri Bakanları Toplantısı

KEİ’nin en yüksek karar alma organıdır. DBT, KEİ’nin işleyişinden; alt organların kurulması, çalışmalarının yönlendirilmesi ve kararların değerlendirilmesinden; gözlemci statüsü tanınmasıyla ilgili kararların alınmasından; iç tüzüğün kabul ve değiştirilmesinden sorumludur. DBT’nin olağan toplantıları altı ayda bir yapılır. DBT başkanı, dönem başkanlığını üstlenmiş olan ülkenin Dışişleri Bakanıdır. Dönem başkanlığı İngilizce alfabetik sıraya göre altı ayda bir değişir.

DBT’nin kararıyla kalıcı ya da geçici alt organlar kurulabilir. Bu organlar DBT’ye karşı sorumludur. Alt organların başkanlığını, toplantının düzenlendiği ev sahibi ülke üstlenmektedir.

2- KEİ’nin Uluslararası Sekretaryası

KEİ’ye katılan ülkeler, sekretarya hizmetlerinin, dönem başkanlığını üstlenmiş olan ülkenin Dışişleri Bakanlığınca yürütülmesini tercih etmişlerdir. KEİ’nin ilk iki döneminde sekretarya hizmetleri dönem başkanlığını üstlenmiş olan Türkiye’nin Dışişleri Bakanlığınca yürütülmüştür. 10 Aralık 1992 tarihinde Antalya’da yapılan KEİ Dışişleri Bakanları birinci toplantısında, Türkiye’nin önerisiyle, İstanbul’da uluslararası sekretaryanın kurulmasına karar verilmiştir. Uluslararası Sekretarya, çekirdek bir kadro ile 3 Mayıs 1993 tarihinden itibaren İstanbul’daki geçici merkez Dolmabahçe Sarayı, I. Harekat Köşkü’nde faaliyete geçirilmiştir. Üçüncü DBT, 9 Aralık 1993 tarihinde Sofya’da yapıldı. Bu toplantıda, İstanbul’da kurulu olan Daimi Sekretarya başkanlığında Rusya’dan bir yetkilinin getirilmesi kabul edildi.

3- KEİ Parlamenter Asamblesi (KEİPA)

KElPA, 26 Şubat 1993 tarihinde Bulgaristan ve Yunanistan’ın dışındaki KEİ üyesi ülkelerin İstanbul’da imzaladıkları bir deklarasyon ile oluşturulmuştur. Amaçları şunlardır:

– KEİ’ye katılan devletlerin tarihten gelen ortak değerlerinden yararlanarak bu işbirliğinin ülkü, hedef ve amaçlarını üye ülkelerin parlamenterleri aracılığıyla toplumlarına benimsetmek:

– KEİ bünyesinde ekonomik, ticari, sosyal,kültürel ve siyasal işbirliği faaliyetlerine yasal dayanaklar sağlamak ve KEİ’nin amaçlarının gerçekleşmesine katkıda bulunmak;

– KEİ’ye üye ülkelerin devlet ya da hükümet başkanları ile dışişleri bakanları toplantılarında alınan  kararların uygulanması için gerekli yasal düzenlemeleri gerçekleştirmek;

– KEİPA’ya üye ülkelerin ulusal parlamentolarına, üye ülkelerdeki parlamenter demokrasi
sinin geliştirilmesine yönelik yardımda bulunmak;

– Uluslararası ve bölgesel diğer kuruluşlar ve KEİ ülkeleri arasındaki işbirliğini geliştirmek.

KElPA’nın organları ise şunlardır: KElPA Genel Kurulu, Daimi Komite, Alt Organlar, KElPA Uluslararası Sekretaryası.

4- KEİ Konseyi (KEİK)

Karadeniz Ekonomik işbirliği Zirve Deklarasyonu amaçları doğrultusunda oluşturulan KElK, KEİ’ye katılan devletlerin iş çevrelerini temsil etmektedir. 31 Ağustos 1992 tarihinde İstanbul’da yapılan toplantılar, KEİ ülkeleri özel sektörleri arasında bir mekanizmanın oluşturulması ve bu mekanizmanın merkezinin İstanbul’da olması kararlaştırılmıştır. KElK başkanlığını, KEİ dönem başkanlığını üstlenmiş olan ülkenin temsilcisi yürütür.

KElK’in organları şunlardır: KElK Yönetim Kurulu, Alt Organlar, KElK Sekretaryası.

5- KEİ İstatistik Veri ve Bilgi Değişim  Eşgüdüm Merkezi

KEİ’ye Üye ülkeler arasında istatistik veri ve ekonomik bilgi değişimini sağlamak ve bu yöndeki veri akımının merkezini oluşturmak üzere, Türkiye Devlet istatistik Enstitüsü bünyesinde bir birim kurulmuştur.

6- KEİ Ticaret ve Kalkınma Bankası

KEİ üyesi ülkeler arasında ticaret ve yatırım projelerine finansman sağlamak üzere oluşturulacak olan KEİ Ticaret ve Kalkınma Bankası’nın kuruluş anlaşması, 15-16 Ekim 1992 tarihinde İstanbul’da, 8-9 Nisan 1993’te Atina da, 9-11 Haziran 1993 tarihinde Varna’da ve 14-15 Ekim 1993 tarihlerinde Sinaya’da yapılan Banka ve Finans Çalışma Grubu toplantılarıyla, bir madde dışında tamamlanma aşamasına getirilmiş, 9 Aralık 1993’te Sofya’da yapılan KEİ Dışişleri Bakanları 3. Toplantısında Banka Merkezinin Selanik’te kurulması kararlaştırılmıştır. Banka başkanı Türkiye’den olurken, yardımcılık görevi Bulgaristan’a verilmiştir.

KEİ Ticaret ve Kalkınma Bankası’nın organları şunlardır: Guvernörler Heyeti, Yönetim Kurulu, Yöneticiler (Başkan ve Başkan Yardımcıları).

KEİB ÜYESİ ÜLKELERİN KARŞILAŞTIRMALI
OLARAK DEĞERLENDİRİLMESİ

KEİB’e üye ülkeleri ortak bir değerlendirmeye tabi tutmanın birtakım zorlukları vardır. Örneğin, Milli Gelir Muhasebe Sistemleri farklı olan Eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa Cumhuriyetleriyle (bu Cumhuriyetler yeni sisteme geçiş aşamasındadırlar) Türkiye ve Yunanistan gibi dışa açık ekonomileri, aynı ölçütler üzerinden karşılaştırmak oldukça güçtür. Öte yandan bu ülkeler arasında yeterli düzeyde bilgi alışverişi de yoktur. Ancak, elde edilebilen bilgiler ışığında böyle bir değerlendirmenin yapılmasının gerektiği de ortadadır.

öncelikle KEİB üyesi ülkelerin nüfus ve yüzölçümü bakımından incelenmesi gerekir. Burada göz önünde tutulması gereken nokta, nüfusun niceliğinin yanısıra, belki de niteliğine önem verilmesi gerektiğidir. Çünkü, modern bilgi, eğitim ve teknolojiden yoksun kitleler ekonomiye bir katkı yerine bir yük, bir külfet getirecektir.

NÜFUS VE YÜZÖLÇÜMÜ İTİBARİYLE KEİB (1992)

ÜLKELER             NÜFUS          YÜZÖLÇÜMÜ
(Mily.)            (000 km2)
Arnavutluk 3.4 28,7
Azerbaycan 7.2 86,6
Bulgaristan 8.4 110,9
Ermenistan 3.4 29,8
Gürcistan 5.5 69,7
Moldova 4.4 33,7
Romanya 22.7 237,5
Rusya Federasyonu        148.6 17.075,0
Türkiye 58.9  814,5
Ukrayna 51.8 603,7
Yunanistan 10.2 131,9
KElB 324.5 19.222,0

KEİB içerisinde yüzölçümü ve nüfusu bakımından ilk sırada Rusya Federasyonu yer almaktadır. Türkiye nüfus bakımından ikinci büyük ülkedir. Alan bakımından ikinci sırada olan Ukrayna, nüfus sayısı olarak Türkiye’den sonra gelmektedir. KEİB in gerek nüfus ve gerekse yüzölçümü en küçük olan ülkeleri Arnavutluk ve Ermenistan’dır.

KEİB in toplam nüfusu yaklaşık olarak 325 Milyon’dur. Bu, bölge ülkeleri için, oldukça büyük bir piyasa olarak önemli bir avantaj teşkil etmektedir.

KEİB ülkeleri istihdam yönünden de değerlendirilebilir. KEİB’de yaklaşık olarak, işgücü sayısı 146.51 bin kişidir. Bunun 144.391 bin kişisi istihdam edilmektedir. 2.161 bin kişi de işsizdir. Ortalama işsizlik oranı %1.91’dir. istihdamın %25.17’si tarım, %24.32’si sanayi ve %41,42’si de hizmetler sektöründedir.

Öte yandan belirtmek gerekir ki, Doğu Bloku Ülkelerinde özellikle 1980 yılından önceki dönemde ekonomide tam istihdam sağlanmış durumdaydı. Bunlar arasında üretime katkısı sıfır veya çok düşük olan gizli işsizler de bulunmaktaydı. Bu yıldan sonra başlayan reform hareketleriyle tüm sektörlerdeki gizli işsizlik, artık yavaş yavaş açık işsiz durumuna gelmeye başlamıştır. Bu nedenle 1990’lı yıllardaki istihdamla ilgili mevcut istatistikler tahmine dayanmaktadır. Dolayısıyla KEİB’in istihdam düzeyi çok daha düşük, işsiz sayıları ve işsizlik oranının da çok daha yüksek olduğu söylenebilir.

KEİB üyesi ülkelerin üretim yapılan incelendiğinde, gerek sahip oldukları üretim faktörleri ve gerekse üretimlerinin yapısal özellikleri itibariyle birbirlerini tamamlayıcı nitelikte oldukları görülmektedir. Bu tamamlayıcı özellik, bu ülkelerin belirli üretim dallarında birbirlerine göre bazı avantajlara sahip olduklarını göstermektedir.

KEİB üyesi ülkelerin belirli üretim dallarında birbirlerine göre avantajlara sahip olması, mevcut üretim tekniklerini geliştirmek koşuluyla bu işbirliğinden sağlanacak kazancın artmasına yol açabilir. Aynı zamanda, bu ülkelerde dış ticarete konu olan malların başlangıçta pahalı olarak üretilmesi ticaretin gelişimine katkıda bulunabilir. Çünkü, Karadeniz Ekonomik İşbirliği sonucunda üye ülkeler arasında gümrük tarifelerinin azaltılması ya da ortadan kaldırılması ile bu mallar daha ucuz üretim yapan üye ülkelerden ithal edilebilir ve böylece üye ülkeler arasındaki ticaret hacminde artış sağlanabilir.

KEİB ülkelerinin hemen hepsi dış ticaret hacmi ve dış ticaret kalemleri acısından önemli farklılıklar göstermektedir.
KEİB ÜYESİ ÜLKELERİN DIŞ TİCARET DURUMU
(1992)

ÜLKELER İHRACAT İTHALAT
Arnavutluk (Milyon $)            82 540
Azerbaycan(Milyon Ruble) 07,726 131,580
Bulgaristan (Milyon $) 5. l 4.6
Ermenistan Milyon Ruble) 43,197 46,832
Gürcistan (1990) 176 Milyon $ 1.5 Milyar $
Moldova (Milyon Ruble) 103,000 80,000
Romanya (Milyar $) 4.3 5.5
Rusya Fed. (Milyar $) 40.0 35.00
Türkiye (Milyar $) 14.7 22.8
Ukrayna (Milyar $) 40.0 44.0
Yunanistan (Milyar $)( 1991)         12.0 19.0

Arnavutluk, dış ticaretini özellikle Doğu Avrupa ve Çin’e dayandırmıştır. Arnavutluk’un ihraç mallarının başında %54.3 ile yakıt, mineral ve metal, ithalat mallarının başında ise %28.2 ile makine teçhizatı gelmektedir. Arnavutluk dış ticareti devamlı olarak açık vermektedir.

1992 yılı itibariyle ihracatı 5. l Milyar Dolar, ithalatı ise 4.6 Milyar Dolar olarak gerçekleştirilen Bulgaristan, dış ticaret yönünden eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerine aşırı derecede bağımlıdır. Bulgaristan, 1989 yılından itibaren dış ticareti serbestleştirme yönünde adımlar atmış ve döviz kullanımındaki kısıtlamalar kaldırılarak ihracat ve ithalat işlemleri basitleştirilmiştir.

Azerbaycan’ın dış ticareti ağırlıklı olarak diğer Cumhuriyetlere yönelik olarak yapılmakta ve bu ticareti önemli ölçüde takas ve ikili anlaşmalar temeline dayanmaktadır. Ülkenin dış ticaretinde Rusya en önemli yere sahiptir. Dış ticaret, Rusya dışında ağırlıklı olarak İran,  İngiltere ve Türkiye ile yapılmaktadır.

Azerbaycan’da, ekonomik bağımsızlığını kazanmak amacına yönelik olarak Haziran 1991’de serbest piyasa ekonomisine geçiş ilkesi kabul edilerek birçok yasal reformlarla, ekonomide yeni düzenlemelere gidilmiştir.

Dış ticaret bilançosu az miktarda da olsa açık veren Ermenistan ve Gürcistan toplam ithalatının %80’den fazlasını, toplam ihracatının %90’dan fazlasını komşu Cumhuriyetler ile gerçekleştirmektedir.

Uzun yıllar ödemeler dengesi fazla vermiş olan Romanya’nın 1989 yılından itibaren dış ticaret dengesi bozulmuş ve 1990 yılından itibaren ise açık vermeye başlamıştır.

Rusya Federasyonu 1992 yılında 5 Milyar Dolar dış ticaret fazlası vermiştir. Rusya Federasyonu, dış ticaretini geleneksel olarak öncelikle  Cumhuriyetler arası yapmaktadır.

Moldova’nın, 1992 yılı itibariyle ihracatı 103,000 Milyon Ruble, ithalatı ise 80,000 Milyon Ruble olarak gerçekleşmiştir.

1993 yılında 15.348 Milyar Dolar ihracat, 29.429 Milyar Dolar ithalat yapan Türkiye’nin, ihracatın ithalatı karşılama oranı %52’dir.

Kömür, bakır ve elektrik ihraç eden Ukrayna, 1989-1990 yılında toplam ihracat ve ithalatının %80’inden fazlasını Cumhuriyetler arası yapmıştır.

1991 yılında 7 Milyar Dolar dış ticaret açığı veren Yunanistan, dış ticaretinin %60’ını AB ülkeleriyle yapmaktadır.

KEİB’İN TÜRKİYE AÇISINDAN ÖNEMİ VE KEİB’İN GELECEĞİ

A- KEİB’in Türkiye Açısından önemi

Türkiye’nin KEİB üyesi ülkelerle işbirliğini artırma girişimlerini çoğaltması, orta ve uzun vadede çok olumlu sonuçlar doğmasına imkan verecektir. Türkiye, KEİB fikrini ilk olarak ortaya atan ve gelişmesine büyük katkılar sağlayan ülke olmuştur. Bu bakımdan KEİB’in, Türkiye açısından ekonomik ve siyasi alanlarda birçok yararları vardır. Türkiye açısından önemli olan noktaları şu şekilde sıralayabiliriz:

– KEİB, küreselleşme eğilimlerinin arttığı bir dönemde Türkiye’nin dünya ekonomisiyle bütünleşmesine katkı sağlayacaktır.

– Aralarında birçok sorun bulunan ülkeleri KEİB çerçevesinde bir araya getirmek, Türkiye’ye uluslararası düzeyde bir prestij kazandırmıştır.

– Başarılı olması halinde KEİ, AB’ye tam üyelik başvurusu kabul edilmeyen Türkiye’nin AB ile ilişkilerini olumlu yönde etkileyecektir. AB, KEİ çerçevesinde bölgesel etkinliğini artıracak Türkiye ile her zaman dayanışma içinde olmak zorunda kalacaktır. Böylece Türkiye, AB ve diğer süper güçler karşısında zayıf bir konuma itilmekten kurtulabilecektir.

– Doğal kaynak açısından zengin olan bölge ülkeleri, bu kaynaklarını dünya fiyatları üzerinden değerlendirerek kendilerine teknoloji transfer etmek, sermaye ithal etmek ve ticarette takas anlaşmalarının yarattığı sınırlar çerçevesinde, Türkiye ile bölge ülkeleri arasında gelişen ticari hareketler, Türkiye’ye bugün kendisine rekabet alanı yarattığı birçok mal ve hizmette (gıda, tüketim malları ve tekstil) geniş bir piyasa sağlayacaktır.

– Türkiye’nin piyasa ekonomisine geçiş sürecindeki KEİB ülkelerinde teknik konulara yönelik eğitim ve danışmanlık hizmeti vermesi, bu ülkelerle olan ekonomik ilişkilerin gelişmesinde etkili olacaktır.

– Üye ülkeler arasında enerji, ulaştırma, iletişim, madencilik, turizm, tarım ve inşaat gibi sektörlerin geliştirilmesine yönelik yapılacak yatırımlar, ülkelerin istihdam düzeyini artırabilecektir.

– Türkiye, Batı ekonomilerinin bölge ülkeleri ile olan ilişkilerinde köprü rolü üstlenebilir. Türkiye’deki firmalar, Batılı firmalar ile işbirliği yaparak KEİB ülkelerinde yapacakları ortak yatırım ve ortak ticaret yolu ile teknoloji ve sermaye akışına yardımcı olabilirler.

– Türkiye’nin büyük ümitler bağladığı GAP Projesinin önemi, KEİB çerçevesinde daha da artmaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra büyük bir beslenme açığı ortaya çıkmıştır. Bu ülkelerin ekonomik yapısı orta vadede bile açığı kapatmaya yeterli değildir. GAP’ın ürünleri bu açığı kapamada önemli bir rol oynayabileceği gibi GAP ürünlerinin Karadeniz limanlarından ihraç edilmesi, bu bölgede bulunan şehirlerde ticaretin gelişmesinde etkili olacaktır.

– KEİ, Karadeniz Bölgesi’nde çevrenin korunması yönünde önemli adımlar atılmasına yol açabilir.

Türkiye ile eski Sovyetler Birliği arasında imzalanan doğalgaz anlaşması, iki ülke arasındaki  ekonomik  ilişkiler  bakımından  giderek önem kazanmaktadır. Türkiye ithal ettiği doğal gaz bedelinin %70’ini gıda ve diğer tüketim malları ve müteahhitlik hizmeti olarak ödemektedir. Doğalgaz Türkiye’de enerji üretimi ve günlük tüketim alanları buldukça iki ülke ticareti daha da artacaktır.

– Sarp Sınır Kapısının açılması, Karadeniz kıyılarında ticareti olumlu yönde etkilemiştir. Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinden gelenlerin, takas ve döviz bazında yaptıkları ticaret, yöre halkı için gelir kaynağı olmuştur. Sınır ve kıyı ticareti için belge alanların sayısı giderek artmaktadır.

– KEİB’in üye ülkeler arasındaki sorunların çözümünde göstereceği başarı, Türkiye ile Orta Asya’daki Türk kökenli Cumhuriyetler arasında geliştirilmek  istenen ekonomik ve ticari işbirliği açısından da önemlidir, örneğin; Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Karabağ sorunu, Nahcıvan üzerinden Azerbaycan ile  ticaret yapılmasına engel olmaktadır.

– Bölge ülkeleri giyim, ilaç, temizlik ve inşaat malzemeleri başta olmak üzere temel ihtiyaç mallarını ve hastane, sosyal konut inşaatları gibi zaruri hizmetleri Türkiye’den dünya standartlarına uygun kalitede, zamanında ve dünya fiyatlarının altında almaktadırlar. Bu durum onlara üçüncü ülke firmalarına karşı rekabet gücü kazandırmıştır. Bu açıdan bölge ülkeleri Türkiye’ye güvenilir bir ticaret ortağı olarak bakmaktadırlar.

– KEİB, Karadeniz’de mevcut turizm tesislerinin bakımı, restorasyonu, donatımı ve ortak işletilmesini sağlayarak, turizm pazarını harekete geçirebilecektir. Bu şekilde yaratılacak talep yeni tesislerin kurulmasına ve büyük bir iş hacminin ortaya çıkmasına yol açacaktır.

B- KEİB’in Geleceği

KEİB’in gelecekte, üye ülkeler arasında potansiyel işbirliği imkanlarını artırma yönünde birçok etkiler yapması  beklenmektedir. İşbirliğinin sağlayacağı uygun ortamda, Türk girişimcilerinin de katkılarıyla zengin kaynakları, katma değerlerini de artıracak şekilde işleyerek dünya pazarlarına sürme imkanları doğacaktır. Ancak, KEİB’in gelişme aşamasında birtakım sorunlarla karşılaşması kaçınılmazdır. KEİB’in başarıya ulaşabilmesi için bu sorunların çözüme kavuşturulmasıyla birlikte, işbirliğini geliştirici bazı koşulların da gerçekleştirilmesi gerekmektedir.

l- KEİB’in Karşılaşabileceği Sorunlar

KElB gelişme aşamasında birtakım yapısal sorunlarla karşılaşabilecektir. Bu sorunlar, üye ülkelerin özelliklerinden veya gelişmekte olan ülkeler arasındaki ekonomik bütünleşmelerde ortaya çıkan güçlüklerden kaynaklanabilir. Bu sorunlar şu şekilde sıralanabilir:

– Türkiye ve Yunanistan dışındaki KEİB’e üye ülkelerde yeni siyasi rejimler henüz sağlam temellere oturup istikrarlı bir yapıya kavuşamamıştır. Ekonomik ve siyasal belirsizlikler hem Türkiye hem de bu ülkelerde iş yapacak müteşebbisler için risk demektir. Bu ülkelerin merkezden yönetimli ekonomiden piyasa ekonomisine  geçiş süreci  henüz tamamlanmamış, üretim ve tüketim kanalları da oluşturulamamıştır.

– KEİB üyesi ülkeler arasında sınır anlaşmazlıkları, komşu ülkelerde etnik bağları olan azınlıklara ait problemler vardır. Yine, eski Sovyetler Birliği Cumhuriyetleri arasında, egemenlik sorunu yaşanmaktadır. Azerbaycan ile Ermenistan arasında Dağlık-Karabağ sorunu, Türkiye ile Yunanistan arasındaki Ege Adaları ve Kıbrıs konusunda yaşanan anlaşmazlık, Rusya ile Ukrayna arasında Karadeniz filosu ve Kırım sorunları, Balkanlarda devam eden Yunan-Bulgar rekabeti, sorunlardan birkaç  tanesidir.

– KEİB’e üye ülkelerin bir kısmında serbest döviz imkânlarının yetersiz düzeyde olması ve nisbi fiyatlar dengesinin kurulamaması bir yandan kaynak dağılımını bozarken, diğer yandan da ticari ilişkilerde güçlükler ortaya çıkarmaktadır. Halbuki, serbest döviz sistemine dayanmayan ticarette önemli olan, değişimi yapılan malların her iki taraftaki nisbi değerlerinin birbirine eşit olmasıdır.

Ticari ve finansal mevzuattaki boşluklar, KEİB’in önemli sorunlarından birini teşkil etmektedir. Eski Sosyalist ülkelerde piyasa ekonomisini düzenleyici hiçbir yasa ve kural mevcut değildir. Halbuki alt yapının henüz kurulamamış olması, bu ülkelere yönelmek isteyen yatırımcılar açısından engel teşkil etmektedir. Mercilerin yetkileri net olarak belli olmadığı gibi, bazen bir konuda yetkili merci bulmak bile sorun olmaktadır. Bankacılık, sigorta ve kambiyo sistemleri henüz kurulamamıştır.

– KEİB Anlaşmasında, üye ülkeler arasında çevre korumasına yönelik işbirliği yapılması öngörülmektedir. Özellikle eski Sovyetler Birliği’nde Karadeniz Kıyılarında kurulan sanayi tesisleri ve Karadeniz’e akan nehirlerin getirdikleri atık sular nedeniyle Karadeniz ciddi bir kirlenme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ayrıca Karadeniz’de ciddi bir nükleer atık tehlikesi mevcuttur.

– Türkiye ve Yunanistan dışındaki üye ülkelerin ekonomilerinin birbirlerine aşırı derecede bağımlı olması da önemli bir sorundur.

– Bu Cumhuriyetlerde başlatılan pazar ekonomisine geçiş sürecinde öngörülen yatırımların gerçekleştirilmesi için büyük ölçüde yabancı sermayeye ihtiyaç vardır. Ancak, yabancı sermaye mevzuatı, son zamanlarda liberal düzenlemeler yapılsa da, birçok eksikle doludur. Bu da yabancı sermayenin arzulanan düzeye gelmesini engellemektedir.

– KEİB üyesi ülkeler arasında ulaştırma ve haberleşme alt yapısı oldukça yetersizdir. Bu durum, ülkelerarası bilgi alışverişi ve işbirliği imkanlarını kısıtlamaktadır.

2- KEİB’in Başarıya Ulaşabilmesi İçin Gereken Koşullar

KEİB’in gelişme aşamasında başarıya ulaşabilmesi için üye ülkeler tarafından birtakım önlemlerin alınması gereklidir. Bunlar:

– Bölge ülkeleri arasındaki siyasi ihtilafların ortadan kaldırılabilmesi için, üye ülkeler arasında bir ‘Karadeniz Güvenlik Paktı” imzalanarak bölgede barış rüzgârlarının estirilmesi gereklidir.

– Üye ülkeler, uluslararası alanda da geçerli olabilecek, ortak yatırım mevzuatı, dış ticaret mevzuatı ve kambiyo mevzuatı gibi mevzuatlarını ivedilikle oluşturmalıdırlar.

– Serbest piyasa ekonomisinin gerektirdiği tüm kurum ve kuruluşlar geciktirilmeksizin hayata geçirilmelidir.

– Bölgesel düzeyde ürün nitelik ve niceliklerinin standartlaştırması; bu işlemin Avrupa ve Dünya standartlarına uygunluğunun denetlenmesi gerekir.

– Üye ülkeler arasında ulaştırma ve haberleşme altyapısının oluşturulması gereklidir.

– Çevre konusunda, her ülke içinde yürürlüğe konulacak iç koruma mekanizmalarının ötesinde, Karadeniz’i çevreleyen devletler arasında formüle edilecek ortak kurallar, bölge düzeyinde ortak hukukun temellerini oluşturabilir.

– Avrupa ve Dünya pazarlarına girebilecek öncü kuruluşlar tesbit edilerek, etkin bir şekilde yararlanılabilecek pazarların arayışına gidilmelidir.

– Karadeniz sahillerinde serbest bölgeler kurularak, bürokrasi ve gereksiz formalitelerle uğraşmadan, müteşebbislerin deneyim kazanması sağlanabilir.

– Rekabet gücü olan veya olabilecek sektörlerin tesbit edilerek uluslararası pazarlarda söz
sahibi olabilmeleri için rehabilitasyon işlemine tabi tutulabilirler.

– Üye ülkelerin, birbirlerine karşı üstün oldukları alanlarda bilgi ve beceri transferini sağlayabilecek uzmanlarının bir sistem dahilinde mübadelesi sağlanabilir.

Üye ülkeler, dünya pazarlarında önem taşıyan ürünlerinin, tekel yaratan, alıştıkları bazı belirli alıcılar tarafından toplu olarak kapatılması yerine, kısmen de olsa bölge ticaret firmalarınca pazarlanmasına  fırsat vermelidirler.  Bu suretle, rekabet koşulları yaratmanın yanında bölge  ticaretinin  gelişmesine  ve  ticaret  firmalarının güçlenmesine yardım edilmiş olur. Teknolojik seviyenin  bölge  içinde  eşit düzeye getirilerek,  uyumsuzluk probleminin çözülmesi gereklidir.

KEİB Anlaşmasında özel girişimciliğe büyük önem verilmiştir. Ancak, bölge ülkelerinde özel girişimcilik emekleme aşamasındadır. Üye ülkeler arasında hükümetler ve özel sektör temsilcilerinden oluşturulacak bir kurulun koordinasyonu ile özel sektöre yönelik uzun vadeli stratejiler ve ortak politikalar hazırlanmalıdır.

SONUÇ

KEİB görüşmeleri, Türkiye’nin girişimleri sonucu 19-21 Aralık 1990’da Ankara’da yapılan toplantıyla başlamış, 24-25 Haziran 1992’de İstanbul’da yapılan toplantıyla sonuçlanmıştır. İstanbul’da yapılan toplantıda, 11 ülkenin (Arnavutluk, Azerbaycan, Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Romanya, Rusya Federasyonu, Türkiye, Ukrayna ve Yunanistan) devlet ve hükümet başkanları, KEİB Deklarasyonu’nu imzalamışlardır.

Yunanistan hariç tutulursa, KEİB ülkelerinden sadece Türkiye, pazar ekonomisine geçişte birçok reformları aşmış, serbest dış ticaret, fiyat, para ve kur politikaları uygulamada, ulaştırma, haberleşme, borsa, modern bankacılık gibi alt yapı geliştirmede önemli rol almıştır.

Siyasi ve ekonomik istikrar bakımından bölgenin en sağlam ülkesi olan Türkiye, KEİB çerçevesinde etkinliğini artırmak suretiyle AB ile ilişkilerinde daha güçlü bir konuma gelebilecektir.

Türkiye ve Yunanistan dışındaki diğer üye ülkeler henüz serbest piyasa ekonomisine geçiş süreci içerisindedirler. Bu ülkeler, hukuksal ve kurumsal reformlarını halen gerçekleştiremedikleri gibi ülke içi ve ülke dışı siyasi ihtilafları da çözüme kavuşturamamışlardır. Piyasa ekonomisi şartlarını gerçekleştirememiş, parası konvertibil olmayan, mal fiyatları aşırı sübvansiyonlu, döviz kurları sabit, piyasa denge kurunun mevcut olmadığı ülkeler arasında; malların, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımını gerçekleştirmenin güçlüğü ortadadır.

Serbest piyasaya ilişkin düzenlemelerin uzun zaman gerektirmesi dolayısıyla, ticari ilişkilerin ilk dönemlerde takas sınırları içerisinde gerçekleştirilmesi serbest ticaretin önündeki bir diğer engeldir.

KEİB, kısa dönemde, işbirliği için uygun ortamın oluşturulmasını, mal ve hizmet ticaretinin artırılmasını, uzun dönemde ise üye ülkeler arasında bir serbest ticaret bölgesinin kurulabilmesi için gerekli koşulların hazırlanmasını amaçlamaktadır.

KEİB, kurumsallaşmasını büyük ölçüde tamamlamış, Dışişleri Bakanları Toplantısı, KEİ Konseyi (KEİK), KEİ Parlamenter Asamblesi (KEİPA), Karadeniz Ticaret ve Yatırım Bankası gibi uluslararası düzeyde kurumlar faaliyete geçirilmiştir. Ayrıca Devlet istatistik Enstitüsü bünyesinde KEİ istatistik Veri ve Bilgi Değişimi Eşgüdüm Merkezi oluşturulmuştur. Alt çalışma grupları faaliyetlerine devam etmektedir.

KEİB’in ileri aşamasında ortak vergi politikası uygulandığı takdirde, KEİB sınırları içinde her türlü “çifte vergilendirme” olayına son verilebilecektir. Ortak vergi politikası aracılığıyla, vergi matrahları üzerinden farklı ulusal yasalar uyumlaştırılırken, ayrıca, bir mükellefin aynı vergi türünden aynı vergi döneminde birden çok devlete vergi ödemesi önlenebilecektir.

KEİB ülkelerinin, gümrük tarifeleri ve tarife dışı engeller gibi dış ticaret politikasının asli araçlarının nasıl kullanılacağı konusunda bir uzlaşma için mevcut dış ticaret politikaları uyumlaştırılmalıdır.

Ayrıca, üye ülkelerin ortak tarım, sanayi, bölgesel kalkınma ve sosyal politikalarını tesbit ederek uygulamaya koymaları KEİB’in nihai hedeflerine ulaşabilmesi için gereklidir.

Türkiye ve Yunanistan dışındaki diğer KEİB üyelerinin nüfus ve ekonomik güçlerine göre dünya ticareti içindeki paylan çok düşük seviyededir. Bunun başlıca sebeplerinden birisi, yıllarca kendi kendisine yeterlilik politikası izlenmesi ve dış ticarete iç pazar ihtiyaçlarına bağlı olarak başvurulmasıdır. Bir diğer sebebi ise, bu ülkelerin yeterli dövize sahip olmamaları nedeniyle dış ticaretlerini, ikili anlaşmalara dayanan karşılıklı mal değişimi sınırları çerçevesinde yapmalarıdır. Öte yandan, söz konusu ülkeler, dışa açılma yönünde, dış ticaret mevzuatlarında önemli değişiklikler yapmaktadırlar.

KEİB, Karadeniz’e komşu ülkeler arasında ticaretin ve diğer ekonomik faaliyetlerin hızlı bir şekilde gelişmesinde önemli rol oynayabilecek bir işbirliği hareketidir. Bölge ülkelerinin coğrafi yönden yakınlığı, ekonomilerinin birbirlerini tamamlayıcı nitelikte olması KEİB’in başarılı olmasını kolaylaştıracaktır. Üye ülkeler, kendi aralarındaki ekonomik ve siyasi sorunlara kalıcı bir çözüm bulmaları ve ortak politikaları uygulamaya koymaları halinde, uzun vadeli hedef olan serbest ticaret bölgesine ulaşılması mümkün görünmektedir.

Yaklaşık 325 Milyon nüfusu kapsayan dev bir potansiyel piyasanın avantajlarıyla dolu olan KEİB, hem Türkiye hem de bölge ülkeleri için yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.

 

 

 

YARARLANILAN KAYNAKLAR

AKYAZI Eyüp, -Bölgesel Entegrasyon Bazında KElB1, Dünya Gazetesi, 11.8.1992.
BALKIR. Canan, ‘Karadeniz Ekonomik işbirliği Bölgesi (KElB).” TÜSlAD, istanbul, Mayıs 1993.
BiLGi (TBMM Enformasyon Merkezi Dergisi). Karadeniz Ekonomik işbirliği Projesi ve Üye Ülkeler*, Aralık 1993.
ÇELiK Kenan, “Karadeniz Ekonomik işbirliği Bölgesi nde Nüfus ve istihdam”, Karadeniz Teknik Ünv. Trabzon, Kasım 1993.
ÇIKRIKÇI Mustafa, “Globalleşme ve Bir Çözüm: Karadeniz Ekonomik işbirliği Anlaşması’, Bamka ve Ekonomik Yiv rumlar Dergisi, Mart 1992.
DARTAN Muzaffer, ‘Karadeniz Ekonomik işbirliği: Türkiye Lokomotif, Görüş Dergisi, istanbul. Ağustos 1992. Dünya Gazetesi, 25.6.1992.
ELEKDAG Şükrü, ‘KElB’in Türkiye Açısından önemi’, Türkiye’nin Dış Ekonomik ilişkilerinde Yeni Uruklar, iSO, Yayın No: 1992/6, istanbul.
ERİŞ ibrahim. ‘Avrupa ve Asyadakl Ekonomik Bütünleşmeler’, HDTM Dergisi, Ankara, Eylül 1993/3
GÖKYlCfT Nihat. “Karadeniz Ekonomik işbirliği: Ufuk mu, Serap mı?*, Görüş Dergisi, Ağustos 1992.
GÜBE Yalpn, ‘Uluslararası Bütünleşme: Siyasal ve Ekonomik Değerlendirme”, HDTM Dergisi. Ankara. 1993/2.
İNANÇLI, Selim, ‘Karadeniz Ekonomik işbirliği Bölgesi (KElB) ve Ekonomik Etkileri’, Yüksek Lisans Tezi, Anadolu Ünv. Eskişehir 1992,
KABOGLU ibrahim Ö., ‘Karadeniz işbirliği”, Milliyet Gazetesi. 1.7.1991.
KALAYCI irfan, ‘Karadeniz Ekonomik işbirliği Bölgesinin Ekonomik Entegrasyona Geçiş Problemleri ve Basansın» da Türkiye’nin Rolü’ Yüksek Lisans Tezi, inönü Ünv., Malatya 1993.
KARLUK Rıdvan. Uluslararası Ekonomi, istanbul 1991. KARLUK Rıdvan, Uluslararası iktisat. A.Ö.F. Yayınlan No:22, Eskişehir 1988.
Gümrük Dergisi, Sayı: 16, Mart 1995

Share This:

TÜRKİYE

Nejat ÇOĞAL
Gümrük Muhafaza Başkontrolörü

Türkiye-AB arasında cereyan eden karşılıklı diplomatik manevraların ve son gün yaşanan siyasi krizin ardından, 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye-Avrupa Birliği katılım müzakereleri başlatılmıştır. 40 yılı aşan ortaklık ilişkisinin son ve en önemli adımı olan bu sürecin, başarılı bir şekilde devam ederek tam üyelikle sonuçlanabilmesi için, çok yoğun ve özverili çalışmaya ihtiyaç duyulduğu kadar, AB’nin tarihçesinin ve ortaklık ilişkisinin gelişiminin özellikle gümrük birliği açısından iyi değerlendirilmesine de gerek bulunmaktadır. Bu kapsamda, öncelikle, AB’nin kuruluşu hakkında kısaca bilgi vermenin yararlı olacağı düşüncesindeyim.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Dünyada globalleşme eğilimleri başlamış, ülkelerarası ticaretin önündeki engellerin kaldırılarak serbestleştirilmesi ve ticaretin artırılması yönünde girişimler başlatılmıştır. Bu kapsamda, 1947 yılında Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) ortaya çıkarılmıştır.

Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış ve Savaşın yıkıcı etkilerine maruz kalmış olan Batı Avrupa Ülkeleri ise, artık savaşları imkansız kılacak bir işbirliği ortamının arayışı içerisine girmişlerdir. 1945-1955 yılları arasında, Fransa ile Almanya arasında ilişkilerin gelişmesiyle birlikte Batı Avrupa’da bir güvenlik toplumu oluşturma fikri olgunlaşmıştır. Bu çerçevede, 2. Dünya Savaşı sonrasında, Fransa’yı yeniden inşa planının  başına getirilen Jean Monnet, Avrupa’da kalıcı bir barışın ancak Almanya’yı kontrol etmekten geçtiğini ileri sürerek, bu amaçla, Almanya’yı Avrupa’da kurulacak bir topluluğa entegre etmek gerektiği fikrini ortaya atmıştır.

Avrupa’da düzenin sağlanması için iktisadi bütünleşmenin kaçınılmaz olduğunu gören Batı Avrupa ülkeleri, Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman’ın, Fransa ile Almanya’nın  kömür ve çelik kaynaklarının birleştirilerek kontrol altına alınması yönündeki teklifini olumlu karşılamış ve altı Batı Avrupa ülkesi 1951 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu (AKÇT) kuran Paris Anlaşmasını imzalamışlardır.
AKÇT ile uygulamaya konulan Topluluk fikri, Batı Avrupa ülkelerinde daha da gelişerek, 1957 yılında, egemenlik devrinin daha da ileriye gittiği, Avrupa’nın siyasal bütünleşmesini hedefleyen geniş kapsamlı bir ekonomik bütünleşme aşamasına ulaşmıştır. Böylece, 1957 yılında, yine altı (Altılar)  Batı Avrupa ülkesi tarafından Roma’da imzalanan Anlaşmalar ile Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kurulmuştur. Günümüzde ise, Avrupa Birliği adını alan Topluluk, 25 üyeli 450 milyon nüfuslu küresel bir güç olarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır.

Yönünü Batıya çevirmiş olan Türkiye ise, Avrupa’da meydana gelen değişikliklere karşı kayıtsız kalmamış, Avrupa’nın ekonomik bütünleşme sürecine dahil olma iradesini, 31 Temmuz 1959 tarihinde AET’ye üyelik başvurusunda bulunmak suretiyle ortaya koymuştur.  Topluluk ile Türkiye arasında cereyan eden müzakerelerin ardından, 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanıp 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren  Ankara Anlaşması ile, Türkiye-AET arasında ortak üyelik ilişkisi başlamıştır. Uzun dönemde, Türkiye’nin Topluluğa tam üye olmasının hedeflendiği Ankara Anlaşması, bu amaca ulaşmak için üç dönem öngörmüştür. Bunlar, Hazırlık Dönemi(1.12.1964-31.12.1972), Geçiş Dönemi (1.1.1973-31.12.1995) ve 1.1.1996 tarihinde yürürlüğe giren Gümrük Birliği ile başlayan ve halen devam eden Son Dönem’dir.

Hazırlık Döneminde Türkiye, geçiş dönemi ve son dönem boyunca kendisine düşecek yükümlülükleri üstlenebilmesi için, Topluluğun yardımı ile ekonomisini güçlendirecekti. 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol ile başlayan geçiş döneminde ise, Türkiye-AET arasında  kurulacak bir gümrük birliğinin aşamalı olarak tesis edilmesi hedeflenmiştir.

Geçiş Döneminde, Türkiye’nin, Topluluk’tan ithal edilecek sanayi ürünlerine uygulanan tüm gümrük vergilerini, eş etkili vergileri ve miktar kısıtlamalarını 12 ve bazı hassas ürünlerde 22 yılda kademeli olarak kaldırması öngörülmüştür. Yine, Türkiye’nin, 12 ve 22 yıllık bir geçiş dönemi sonunda Topluluk Ortak Gümrük Tarifesine uyum sağlaması hedeflenmiştir. Öte yandan, 1971 yılında AET, geçici bir Anlaşma ile bazı ürünler dışında Türkiye çıkışlı tüm sanayi ürünlerine karşı gümrük vergilerini sıfırlamış; 1 Ocak 1981 yılından başlamak üzere Türk tarım ürünlerine uygulanan gümrük vergilerinin tamamını dört aşamalı olarak 1987 yılına kadar sıfıra indirmiştir.

1995 yılına gelindiğinde, 12 ve 22 yıllık sanayi malları listelerindeki tercihli indirimlerin oranı sırasıyla %95 ve %80’e, AB’nin Ortak gümrük Tarifesine uyum oranı ise 12 ve 22 yıllık listeler için %90 ve %85 düzeyine ulaşmıştır.

Türkiye-AB arasında cereyan eden zorlu müzakereler neticesinde, 6 Mart 1995 tarihli, 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı alınarak, Türkiye-AB Gümrük Birliği, 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir.

Gümrük Birliği ile, Türkiye, AB’ye karşı sanayi ürünleri ve işlenmiş tarım ürünlerinde (bazı hassas ürünlerde 5 yıllık geçiş dönemi öngörülmüştür) gümrük vergileri, eş etkili vergiler ile miktar kısıtlamalarını kaldırmıştır. Tarım ürünleri ve AKÇT ürünleri Gümrük Birliği kapsamı dışında bırakılarak, hassas ürünler hariç tüm sanayi ürünlerinde üçüncü ülkelere karşı AB’nin Ortak Gümrük Tarifesi uygulanmaya başlanmıştır. Öte yandan, AKÇT Anlaşması’nın, 23 Temmuz 2002 tarihinde  50 yıllık ömrünü doldurarak sona ermesiyle birlikte, bu kapsamdaki hak ve yükümlülükler AB’ne geçmiştir. Böylece, söz konusu anlaşmaya dahil ürünler de gümrük birliği kapsamına alınmış bulunmaktadır.

Türkiye-AB Gümrük Birliği, her ne kadar Türkiye’nin dış ticaretinde köklü bir değişikliğe yol açmamış ise de, gerek ticaretin mal ve ülke bazında çeşitlenmesi ve gerekse ülkeye yeni teknoloji ve sermaye girişinin hızlanması ve rekabetin geliştirilmesi açısından değerlendirildiğinde, tam üyelik yolunda atılmış çok yararlı bir adım olmuştur.

Öte yandan, Gümrük Birliği ile Türkiye’de yoğun bir mevzuat uyum çalışması sürecine girilmiş, Türkiye-AB ilişkileri gelişmiş ve 1999 Helsinki Zirvesi’nde AB’nin Türkiye’ye resmen adaylık statüsü vermesiyle birlikte, ilişkilerde yeni bir dönemece girilmiştir. AB’nin 2004 Brüksel Zirvesi’nde Liderler, Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine 3 Ekim 2005 tarihinde başlanacağına karar vermişlerdir. Bununla birlikte, Mayıs-Haziran 2005 tarihlerinde, iki kurucu üye Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlarda “hayır” oylarıyla AB Anayasası’nın red edilmesi, AB’de derin bir siyasi krizin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Geçtiğimiz Haziran ayında Brüksel’de gerçekleşen Avrupa Birliği Zirvesi’nde yaşanan gergin anlardan  sonra Liderler, AB Anayasası’nın onay sürecinin bir süre için  beklemeye alınması konusunda uzlaşmaya varmışlardır. Bu uzlaşma, Anayasa krizini şimdilik gündemden düşürmüş gibi görünmektedir.

AB Anayasa’sının yol açtığı  gergin havanın yumuşamasının hemen ardından, 29 Temmuz 2005 günü Türkiye, Ankara Anlaşması’na 10 yeni AB ülkesini de (Kıbrıs Rum Kesimi ve diğer 9 ülke) dahil eden Ek Protokolü imzalamıştır. Ancak, aynı gün Türkiye tarafından yayımlanan bir deklarasyonla, Ek Protokole atılan imzanın Kıbrıs’ı tanımak anlamına gelmediği ilan edilmiştir. Öte yandan, Türkiye’nin Kıbrıs deklarasyonuna, AB’nin, 21 Eylül 2005 tarihinde bir karşı deklarasyon yayımlayarak cevap vermesi ise Türkiye’nin sert tepkilerine yol açmıştır.

Türkiye’ye karşı deklarasyon yayımlamakla meşgul olan AB Daimi Temsilcileri, 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye ile başlayacak müzakere sürecinin vazgeçilmez bir unsuru olan Müzakere Çerçeve Belgesi üzerinde uzlaşmaya varamamış, çözüm 2 Ekim’de olağanüstü toplantıya çağrılan AB Dışişleri Bakanları toplantısına bırakılmıştır. 2 Ekim’de toplanan AB Dışişleri Bakanları, Avusturya’nın imtiyazlı ortaklık teklifinde ısrarcı davranması nedeniyle uzlaşmaya varamamışlardır. Akşam saatlerinde başlayıp, sabaha kadar devam eden yoğun görüşmelere rağmen, AB Dışişleri Bakanları Avusturya’yı ikna edememişlerdir. Avusturya, imtiyazlı ortaklık ibaresinin alternatif olarak sunulması veya müzakerelerin  hedefinin Birliğe katılım olduğu şeklindeki ifadenin kaldırılması yönünde sürdürdüğü ısrarından, bir türlü vazgeçirilememiştir. Bu arada, Dışişleri Bakanlığımızdan yapılan açıklamada, AB’den gelen tüm değişiklik tekliflerinin reddedildiği, ve Müzakere Çerçeve Belgesini görmeden Dışişleri Bakanı’nın Lüksemburg’a gitmeyeceği ilan edilmiştir.

Türkiye için çok önemli bir yol haritası niteliğinde olan Müzakere Çerçeve Belgesi, yaşanan siyasi kriz nedeniyle, katılım müzakerelerinin başlama tarihi olan 3 Ekim’e kadar netleştirilememiştir. ABD Dışişleri Bakanı’nın son anda devreye girmesi ve İngiltere Dışişleri Bakanı’nın gayretli çözüm arayışları neticesinde Avusturya geri adım atmış ve ancak 3 Ekim günü akşam saatlerinde, AB Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi tarafından çerçeve belge onaylanabilmiştir. Böylece, Türkiye-AB arasında katılım müzakereleri resmen başlamış ve Avrupa Birliği’ne tam üyelik yolunda son dönemece girilmiş bulunmaktadır.

Öte yandan, AB Anayasası’nın iki kurucu üye tarafından reddedilmesiyle baş gösteren ve önümüzdeki yıl sonlarına doğru tekrar gündeme gelecek olan siyasi krizin,  daha öncekilerden farklı olarak Halkların tepkisinden kaynaklanıyor olması da ayrı bir problem olarak değerlendirilebilir.  Gerek, müzakere çerçeve belgesinin kabulü aşamasında Avusturya’nın son ana kadar sürdürdüğü gerginlik ortamı ve gerekse önümüzdeki yıl sonlarına doğru tekrar gündeme gelecek olan AB Anayasası krizinin,  AB’nin genişleme sürecini ve dolayısıyla Türkiye’nin tam üyeliğini olumsuz yönde etkilemesi kaçınılmaz gibi görünmektedir. En azından, Türkiye’nin çok zor bir müzakere süreci yaşayacağı ortadadır.

Sonuç olarak, Türkiye’nin, Avrupa’nın ortak iradesine katılma ve AB’nin gelecek vizyonunda yer alma çabalarını  taviz vermeden ve kararlılıkla devam ettirmesi halinde, 40 yılı aşan ortaklık ilişkisinin tam üyeliğe dönüşmesi mümkün olabilecektir.

 

 

 
KAYNAKÇA
BİLDİRİCİ Nurettin ,  “Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, 1.Baskı, Ankara, 2004.

DÖNMEZ Mustafa, “Gümrük Birliğinin Ekonomik Etkileri”, DPT, Aralık 1998.

BİLİCİ Nurettin, “Avrupa Birliği Mali Yardımları”, ATAUM 7. Dön. Uzm. K.Ders Notları.

DPT, “Ankara Anlaşması ve Katma Protokol”, Cilt 2, Ağustos 1993

DPT, “Avrupa Topluluklarını kuran Temel Anlaşmalar(AKÇT, AET, AAET)”, Cilt 1, Ağustos 1993.

ERİŞ İbrahim,“Avrupa ve Asya’daki Ekonomik Bütünleşmeler”,HDTM Derg., Eylül 1993/3

GÜMRÜKÇÜ Harun, “Türkiye ve Avrupa Birliği, İlişkinin Unutulan Yönleri , Dünü ve Bugünü”, Avrupa-Türkiye Araştırmaları Enstitüsü(ATA-Enstitüsü), Avrupa Dizisi 15,

Haber ATAUM, “Avrupa Birliği Zirve Sonuç Bildirgesi, 16-17 Aralık 2004”, Belgeler 12, Kış 2005, Yıl:5, Sayı:1

İKV, “Avrupa Birliği’nin Gümrük Birliği, Malların Serbest Dolaşımı, Ortak Dış Ticaret Politikaları ve Türkiye’nin Uyumu”,  İstanbul, Mart 2002.

KARLUK Rıdvan,“Avrupa Birliği ve Türkiye”, Beta Basım A.Ş. , İstanbul 2002.

LITTOZ-MONNET Annabelle, VILLANUEVA PENAS Beatriz, “Turkey and The European Union, the İmiplications of a Spesific Enlargement”, sf. 3. http://www.irri-iib.be/papers/050404Turquie-ALM-BVP.pdf

ÖZEN Çınar, “Türkiye-Avrupa Topluluğu Gümrük Birliği ve Tam Üyelik Sürecine         Etkileri”, 1.Baskı, Mayıs 2002.

SEYİDOĞLU Halil, “Uluslararası İktisat”, Ankara, 1982.

SOĞUK Handan, İKV, http://www.ikv. org.tr/arastirmalar/degerlendirmeler/degerlendirmeler.html

ŞAHİNÖZ Ahmet, “AB-Türkiye: Ticari İlişkiler ve Gümrük Birliği”, İktisat İşletme ve Finans Dergisi, Haziran 2004.

“Turkey in Europe: More than a promise?”, Report of the Independent Commission on Turkey, September 2004.13.http://www.soros.org/resources/articles_publications/publications/turkey_2004

Ulusal Program, 24.07.2003 tarihli 25178 sayılı Resmi Gazete.

 

1. SPOT

“Yönünü Batıya çevirmiş olan Türkiye ise, Avrupa’da meydana gelen değişikliklere karşı kayıtsız kalmamış, Avrupa’nın ekonomik bütünleşme sürecine dahil olma iradesini, 31 Temmuz 1959 tarihinde AET’ye üyelik başvurusunda bulunmak suretiyle ortaya koymuştur.”

2. SPOT

“Türkiye-AB Gümrük Birliği, her ne kadar Türkiye’nin dış ticaretinde köklü bir değişikliğe yol açmamış ise de, gerek ticaretin mal ve ülke bazında çeşitlenmesi ve gerekse ülkeye yeni teknoloji ve sermaye girişinin hızlanması ve rekabetin geliştirilmesi açısından değerlendirildiğinde, tam üyelik yolunda atılmış çok yararlı bir adım olmuştur.”

3. SPOT

“Türkiye’nin, Avrupa’nın ortak iradesine katılma ve AB’nin gelecek vizyonunda yer alma çabalarını  taviz vermeden ve kararlılıkla devam ettirmesi halinde, 40 yılı aşan ortaklık ilişkisinin tam üyeliğe dönüşmesi mümkün olabilecektir.”

Share This:

ŞANGAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ VE TÜRKİYE’NİN YOL HARİTASI

 

Geçtiğimiz günlerde Savunma Bakanlığında düzenlenen bir toplantıda yaptığı konuşmada, Batıya meydan okuyarak, ülkesinin sınırlarındaki “çok açık şekilde yapılan güç gösterisine” kayıtsız kalamayacağını, “Rus nükleer güçlerinin her türlü saldırıya uygun karşılığı vermek için hazır olması gerektiğini” söyleyen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, bu meydan okumada, geleceğin süper gücü olabilecek Çin’nin de içinde bulunduğu Şangay İşbirliği Örgütü’nü (ŞİÖ) dayanak aldığını söylememiz mümkündür. Bazı üyeleri nükleer silahlara da sahip bulunan ŞİÖ’nün, 2007 yılında “Barış Misyonu–2007” isimli ortak bir askeri tatbikatı başarıyla gerçekleştirmiş olması bu tezimizi destekler mahiyettedir. Buna karşın, Amerikan Ulusal İstihbarat Dairesi Başkanı Michael McConnell’in, El-Kaide, Irak ve İran gibi Rusya ve Çin’in de ABD’nin ulusal güvenliği açısından tehdit olduğunu ilan etmesi, Rusya’nın bu tutumuna bir cevap olarak değerlendirilmelidir.

Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan ve Özbekistan’dan oluşan altı üyeli Şangay İşbirliği Örgütü (Shanghai Cooperation Organization – SCO)  toplam 30 milyon kilometrekareyi aşan genişlikte bir coğrafyaya ve Dünyanın dörtte birini teşkil eden bir nüfusa sahip bulunmaktadır. Gözlemci üye statüsünde bulunan İran, Pakistan, Hindistan ve Moğolistan’ın da tam üye olmaları halinde, Dünya nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan küresel bir güç olması kaçınılmaz görünmektedir.

26 Nisan 1996 tarihinde, bölgesel güvenliğin sağlanması amacıyla (terör ve sınır uyuşmazlıklarının çözümü) yola çıkan Şangay Beşlisi kısa bir süre sonra daha da ileri giderek ekonomik, siyasi ve askeri işbirliği alanlarını da kapsama almıştır.  2000 yılında Şangay Formu adını benimseyen Örgüt, 2001 yılında Özbekistan’ın da katılımıyla Şangay İşbirliği Örgütü adını alarak geniş bir işbirliği alanında yeni bir uluslararası örgüt olarak kurumsallaşmasını pekiştirmiştir.

11 Eylül’den sonra ABD’nin “uluslar arası terörizmle mücadele” ve “ demokrasi getirme” sloganlarıyla  Afganistan’ı işgal etmesi ve Özbekistan ve Kırgızistan’da askeri üsler kurmasıyla beraber bölgede etkinliğini artırması, ŞİÖ’nün ABD ve NATO karşıtı söylemlerini her geçen gün daha da sert ve açık bir şekilde dillendirmesine sebep olmuş ve çok kutuplu yeni bir dünya düzeninin aktörlerinden biri olma hevesini tahrik etmiştir. “Yeni bir Varşova Paktı mı kuruluyor?” endişesini taşıyan Batı ülkeleri, ŞİÖ’nün gelişimini endişeyle izlemeye devam etmektedirler.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının hemen ardından, 1992 yılında Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatının kurulması ve gelişmesinde öncü rol oynayan, ECO’ya Türk Cumhuriyetlerinin üyeliğini sağlayan, halen AB ile tam üyelik müzakerelerini yürüten Türkiye’nin, altı üyesinden 3 tanesi Orta Asya Türk  Cumhuriyeti olan, dünya enerji kaynaklarının önemli bir bölümüne sahip Şangay İşbirliği Örgütü’ne  tam üye veya gözlemci üye olup olmayacağı hususu gittikçe artan bir şekilde gündeme gelmektedir. Zira, her yıl yapılan zirve toplantılarıyla dünya gündemini meşgul eden ŞİÖ’ye Türkiye’nin katılma isteğinin, zaman zaman siyasi otoritelerce de dile getirildiği bilinmektedir. Özellikle ECO’yu önemli bir bölgesel örgüt haline getirmeye çalışması gereken Türkiye’nin, bir taraftan da ŞİÖ içinde yer almaya çalışması anlaşılabilir bir tutum olacaktır.

Şüphesiz ABD, Çin ve Rusya’nın bölgede artan nüfuzlarına karşı Türkistan Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını koruyabilmeleri Türkiye açısından son derece önemlidir ve bu nedenle Türkiye’nin bölgede dengeleyici bir rol oynaması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Zira, Orta Asya Cumhuriyetleri, ŞİÖ içinde, Çin ve Rusya’yı birbirine karşı denge unsuru olarak kullanırken, diğer yandan ABD’ni de, Rusya ve Çin’in her ikisine karşı denge faktörü olarak kullanmak istemektedirler. Türkiye’nin de Doğu-Batı arasında benzer bir dengeleme politikası uygulaması gayet tabi ki mümkündür. Özellikle son günlerde, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin hasmane bir tutumla, Türkiye’nin AB’ne tam üyelik yollarını kapatma yönündeki yoğun ve etkili çabalarını dikkate aldığımızda, Türkiye’nin alternatif işbirliği projelerine ne kadar ihtiyacı olduğu ortaya çıkmaktadır.

Türkiye, Orta Asya ve Hazar Denizi petrol ve doğalgaz kaynaklarının Dünyaya açılımını sağlayabilecek  bir enerji koridoru konumundadır ve Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı ve Mavi Akım gibi, stratejik önemi büyük yeni projelerle bu statüsünü güçlendirmeye devam etmek durumundadır. Elbette, bölgede yer alan her ülke, giderek etkinliğini artıran ve yeni bir güç dengesi haline gelen Şangay İşbirliği Örgütü’nün, kendilerine sağlayabileceği birtakım faydaları hesap etmek suretiyle bu örgüte tam üye olmuşlar veya üyelik için sıraya girmişlerdir. Örneğin, bir yanda Rusya, Çin ile ilişkilerini normale dönüştürmek ve ABD’nin bölgedeki etkinliğini kırmak amacıyla ŞİÖ’nün kuruluşu ve gelişiminde belirleyici rol oynarken, öbür yanda nükleer silah geliştirmeye çalışan İran, uluslar arası izolasyondan kurtulmak için Örgüte üye olmak istemektedir.

NATO üyesi olan ve AB ile tam üyelik müzakerelerini yürüten Türkiye, Batı ile olan bu ilişkilerine halel getirmeden Avrasya seçeneğini çok iyi değerlendirmek durumundadır. Zira, bu bölgede akraba toplulukları, dost ve kardeş Türk Cumhuriyetleri ve İslam ülkeleri bulunmaktadır. 1992 yılından itibaren karşılıklı ticaret hacmimizin hızla arttığı bu ülkelerin doğal kaynaklar bakımından sahip oldukları zenginlikleri dikkate aldığımızda, ekonomik ve siyasal alanda işbirliği potansiyelimizin ne kadar geniş olduğu ortaya çıkmaktadır.

Ayrıca, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile ilişkilerini normal zemine oturtabilmesi için Türkistan coğrafyasındaki akraba topluluklarıyla kültürel bağlarını geliştirmesi büyük önem arz etmektedir. Zira, ortak tarihi ve kültürel bağlara sahip bu toplulukların birbirleriyle yakınlaşması ve müşterek bir payda etrafında toplanması herhalde zor olmayacaktır. Türkiye, toplumlar arasında kurulacak iyi ilişkilerin devletler arası münasebetlere yapacağı olumlu yansımalardan da yararlanarak, hem Çin ve Rus halklarıyla ilişkilerini geliştirmede ve kendisinin bu halklara tanıtılmasında Türk Cumhuriyetlerini bir köprü olarak kullanabilecek ve hem de bu ülkelerle siyasi ilişkilerini güçlendirebilecektir. Böylece, jeopolitik konumu nedeniyle Türkiye’nin, hem Kafkaslarda etkinliğinin artırılması ve hem de Orta Asya ve Hazar Denizi doğal enerji kaynaklarının Batıya ulaştırılmasında yeni insiyatifler alması mümkün hale gelebilecektir. Enerjide önemli ölçüde dışa bağımlı bulunan Ülkemiz açısından Şangay İşbirliği Örgütü, bu stratejik hedefin gerçekleştirilebilmesi için kaçırılmaz bir fırsat olarak karşımızda durmaktadır. Nitekim, Türkiye’nin doğalgaz ihtiyacının önemli bir kısmını karşılayan İran’ın, keyfi olarak ve sık sık doğalgaz kesintisine gitmesi gösteriyor ki, Ülkemizin doğal gaz kaynaklarını daha da çeşitlendirmesi ve BTC’ye paralel, alternatif bir doğalgaz boru hattı üzerinde mevcut çalışmalarını hızlandırması gerekmektedir. Böylece, ŞİÖ ile iyi ilişkiler kurmuş bir Türkiye için, bu tür projeleri gerçekleştirmek daha kolay olacaktır.

Diğer taraftan, Şangay işbirliği Örgütü’nün temel hedefleri arasında terörizmle mücadele gelmektedir ve Örgüt islami ve etnik ayrılıkçı terör faaliyetleriyle mücadele anlamında önemli adımlar atabilmiştir.  Orta Asya’da varlığını sürdüren bu tip terör faaliyetleriyle  mücadelede yeterli düzeyde bilgi birikimi ve tecrübeye sahip olan Türkiye’nin, Örgüte büyük katkıları olabileceği gibi bu alanda ciddi işbirliği imkanları da söz konusu olabilecektir.

Netice itibariyle, Orta Asya’da, Çin ve Rusya’nın önderliğinde, terörle mücadeleden ortak enerji yatırım alanlarına kadar çok geniş bir yelpazede işbirliğini geliştiren ve hızla kurumsallaşmasını tamamlayan Şangay İşbirliği Örgütü ile ilişkilerin artırılması Türkiye’nin öncelikleri arasında yer almalıdır. Zira, jeopolitik konumu itibariyle Doğu-Batı arasında bir köprü niteliği taşıyan ve yönünü Batıya çevirmiş bulunan Türkiye’nin, ABD ve AB ile olan ilişkilerine zarar vermeden ve uygun bir zamanlama ile, geleceğin küresel güç odağı olma potansiyeline sahip böylesi bir Örgüte gözlemci veya tam üye olarak katılması, bölgede etkili bir denge politikası uygulamasına da yardımcı olacaktır. Ayrıca, Şangay İşbirliği Örgütü alanı içinde bulunan Kafkasya bölgesinin jeo-kültürel yapısı, Türkiye’nin bu coğrafyada çok kısa sürede etkinlik sağlayabilmesini mümkün kılabilecektir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=64

Share This:

FRANSA’NIN TÜRKİYE’Yİ ENGELLEME ÇABALARI

Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini engellemeyi kendisine vazife addeden Fransa, Anayasasında yapacağı değişikle, AB nüfusunun % 5 inden fazla nüfusa sahip ülkelerin AB üyeliğinin otomatik olarak referanduma sunulmasını zorunlu hale getirerek, bu yolda son hamlesini yapmaya hazırlanmaktadır. Bilindiği gibi, kamuoyu baskıları karşısında, Fransa eski Cumhurbaşkanı Jacques Chirac tarafından 2005 yılında Anayasaya konan ve Hırvatistan’dan sonra AB’ye üye olacak ülkeler için otomatik olarak referandum yapılmasını öngören düzenleme, bu defa, Avrupa kamuoyunun tepkileri üzerine “Türkiye hariç” tutulacak şekilde kaldırılmaya çalışılmaktadır. Öyle ki, Fransız Parlamentosu, şu günlerde tüm mesaisini, yapılacak anayasa değişikliği üzerinde yoğunlaştırmış gibi görünmektedir. Bu kapsamda, bir yandan AB’ye yeni üye olacak ülkeler için referandum zorunluluğu kaldırılmaya çalışılırken, bir yandan da Türkiye’nin bu düzenlemeden nasıl “istisna” edilebileceğine dair çok çarpıcı formüller üretildiğini müşahede etmekteyiz.

Fransa’nın Türkiye’ye karşı geliştirdiği yeni formüle geçmeden evvel, son dönemde yürüttüğü Türkiye aleyhtarı faaliyetlerine, kısaca bir göz atmakta yarar bulunmaktadır.

AB’nin 2007 Aralık Zirvesi sonuç bildirgesinde Türkiye’ye yönelik “katılım” ve “üyelik” ifadelerinin yer almamasını ısrarla isteyen Fransa, bu çabasında başarılı olmuş ve böylece Türkiye’ye karşı ayrımcılığa ve ırkçılığa varacak tavırlarına bir yenisini daha eklemişti.

Çok geçmeden, geçtiğimiz Mart ayında, Türkiye’nin AB üyeliğine bir alternatif olarak düşündüğü Akdeniz Birliği Projesi konusunda Almanya Başbakanı Angela Merkel’i ikna etmeyi başaran Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin, Türkiye’nin tam üyeliğine mâni olma yolunda bir adım daha ileri gittiğini müşahede etmiştik. Büyük umutlarla hazırlanan AB Anayasasının 2005 yılında yapılan referandumda Fransız seçmeni tarafından reddedilmesi üzerine Avrupalılara büyük bir hayal kırıklığı yaşatan Fransa, bu defa, AB’nin geleceğini şekillendirmesi beklenen ve aynı Anayasanın kısa bir versiyonundan başka bir şey olmayan Lizbon Anlaşması’nı halkoyuna sunmaya gerek görmemiş ve Parlamento onayını yeterli bulmuştur. Avrupa’nın sorunlu üyesi olmamak adına halkının görüşünü dikkate almayan Fransız Yönetiminin, Türkiye söz konusu olduğunda halkoyuna gitmeye çalışmasının, bir yandan kendi halkına olan güvensizliğini, öte yandan ise Türkiye’ye kaşı olan hasmane tutumunu işaret ettiği kanaatindeyiz.

“Avrupalı” olmadığı iddiasıyla, “bütün kriterleri yerine getirse bile, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkacağını” açıkça ifade etmekten çekinmeyen Sarkozy’nin, Fransa’nın AB dönem başkanlığına ve özellikle de Fransız Milli Bayramına rast gelen 13-14 Temmuz’da yapılacak “Akdeniz İçin Birlik” Zirvesiyle bu projeyi uygulamaya geçirmeyi planladığını bilmekteyiz. Tabii olarak Türkiye, söz konusu Zirveye katılımı için yapılan davete, henüz resmi bir cevap vermiş değildir.

Gerek Fransa’nın AB işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Jean Pierre Jouyet’in Ankara temaslarının ve gerekse İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband’ın, “Akdeniz İçin Birlik, AB’nin Türkiye’yi dâhil edecek şekilde genişleme sürecine kesinlikle bir alternatif değildir” şeklindeki en son beyanatının, Türkiye’nin endişelerini bertaraf etmeye kâfi gelmediği görülmektedir. Elbette, Türkiye’nin Akdeniz İçin Birlik Zirvesine katılıp katılmaması hususu, Fransız ve AB yöneticilerinin Türkiye’nin şüphelerini ortadan kaldıracak somut adımlar atmalarıyla netlik kazanabilecektir. Ancak, Fransa’nın son zamanlarda hız kazanan Türkiye’yi dışlama gayretleri, bu konudaki beklentileri ne yazık ki gölgelemektedir.

Tüm bu gelişmelere rağmen Fransa, son günlerde, Ankara’ya gönderdiği üst düzey yetkililer vasıtasıyla Türkiye ile olan ilişkilerini geliştirme arayışları içine girmiş bulunmaktadır. Bu meyanda, Dışişleri Bakanı Bernard Koucher, Akdeniz İçin Birlik Proje Koordinatörü Alain Leroy, AB işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Jean Pierre Jouyet ve Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Fransa-Türkiye ilişkileri konusunda özel olarak görevlendirdiği, iktidardaki Halk Hareketi İçin Birlik Partisi(UMP) Milletvekili Pierre Lellouche, Ankara’da bir dizi temaslarda bulunarak, Türk Kamuoyuna ısrarla, Akdeniz Birliği’nin tam üyeliğe alternatif teşkil etmeyeceği ve Temmuz’da başlayacak dönem başkanlıkları sırasında Türkiye ile yeni müzakere başlıklarını açabileceklerine dair mesajlar vermeye çalışmışlardır.

Bu kapsamda, 6 Mayıs 2008 tarihinde Ankara’da yapılan Türkiye-AB Troykası Dışişleri Bakanları Toplantısında Fransız Bakan Jouyet, benzer söylemleri tekrar etmiş, Fransa’nın 1 Temmuz’da başlayacak AB Dönem Başkanlığı’nın objektif ve dengeli olacağı mesajını vermek suretiyle Türkiye’yi gelecek dönem ile ilgili olarak rahatlatmaya çalışmıştır. Ne var ki, bir yandan Ankara’da bu olumlu mesajları verirken, bir yandan da Brüksel’de tam tersi bir istikamette yol almaya çalışan Fransa’nın içine düştüğü bu çelişkili durum, Türk Kamuoyunun dikkatinden kaçmamaktadır.

Keza, Sarkozy’e göre daha ılımlı olduğu iddia edilen Devlet Bakanı Jouyet’in bu sıcak mesajlarının hemen ardından, 14 Mayıs 2008 tarihinde Brüksel’de yapılan ve 27 üye ülke ve 3 aday ülkenin katıldığı Avrupa Birliği Ekonomi ve Maliye Bakanları Konseyi (ECOFIN) toplantısında Fransa, Türkiye-AB arasında yeni bir krize sebebiyet vermekten geri kalmamıştır. Bu defa Fransa, diğer aday ülkeler olan Hırvatistan ve Makedonya için herhangi bir itirazda bulunmazken, Türkiye ile ilgili belgelerden “katılım” (accession) ifadesinin çıkartılmasını ısrarla talep etmiş ve bu isteğinin diğer üye ülkelerce kabul görmesi üzerine, Devlet Bakanı Mehmet Şimşek ortak bildiriye imza atmaktan imtina ederek, “böyle bir belgeyi tanımadığını” açıklamak durumunda kalmıştır. Buna rağmen AB, geri adım atmayarak, Türkiye-AB ortak bildirisi yerine, AB başkanlık bildirisi yayınlama yoluna tevessül etmiştir. Fransa’nın Türkiye’ye yönelik bu haksız tavrı karşısında, Türkiye’yi destekleyen diğer AB üyelerinin gösterdikleri teslimiyetçi anlayışa özellikle dikkat edilmesi gerektiği kanaatindeyiz.

Nihayet Fransa, yapmayı planladığı kapsamlı anayasa değişikliği paketiyle, Türkiye’nin AB üyeliğini engelleyebilecek uygun bir formül bulmuş gibi görünmektedir. Fransız Ulusal Meclisi’nin Hukuk İşleri Komisyonu, Beşinci Cumhuriyet Kurumlarında Modernleşme adını verdikleri Anayasa değişikliği tasarısıyla, “AB’nin toplam nüfusunun % 5 inden fazla nüfusa sahip ülkelerin AB üyeliği için referandumun otomatik olarak yapılmasını zorunlu kılacak” tarzda bir düzenleme yapılması konusunda karara varmış bulunmaktadır. Fransız parlamenterler de pekâlâ bilmektedirler ki, Yaklaşık 495 milyon olan AB nüfusunun yüzde beşine tekabül eden 24.7 milyondan daha fazla nüfusa sahip tek aday ülke Türkiye’dir. İktidardaki Halk Hareketi İçin Birlik Partisi(UMP) Milletvekillerinin baskısı neticesinde harcanan yoğun mesailerin ardından keşfedilen bu yeni formül ile Paris, AB’nin genişleme sürecinin, “Türkiye hariç” olmak üzere devam etmesinin önünü açabilmeyi hedeflemektedir. Zira, önümüzdeki günlerde Parlamentoda görüşülerek onaylanması beklenen bu anayasa değişikliği ile, pratikte, diğer aday ülkeler Hırvatistan ve Makedonya için parlamento onayı yeterli olabilecek iken, Türkiye için referanduma gidilmesi zorunlu hale getirilecektir.

Başlangıçta, AB’nin genişleme politikalarına zarar verdiği için, yeni üyeliklerin referanduma sunulması tamamen zorunlu olmaktan çıkarılmak suretiyle, parlamento onayı veya halkoylaması arasında Cumhurbaşkanının tercih yapması usulü benimsenmişti. Ancak, bu düzenlemenin Türkiye’nin önünü açacağı endişesine kapılan UMP Milletvekilleri, vakit geçirmeksizin “yüzde beş” formülünü geliştirmiş oldular. Tabii tüm bu senaryoların, yabancı düşmanlığının tırmanışa geçtiği Fransa’da, halkın yaklaşık %70’inin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğu yönündeki kamuoyu yoklamalarına dayandığını da burada belirtmemiz gerekmektedir.

Netice itibariyle, Fransa’nın Türkiye’yi AB Kulübünün dışında bırakma gayretlerinin, ne yazık ki hızlanarak devam ettiğini görmekteyiz. Yaşanan bu gerginlikleri “konjonktürel bir durum” olarak görüp, geçiştirmeye çalışmak ise sorunun çözümüne yardımcı olmayacaktır. Bir yandan Ankara’da olumlu mesajlar verirken, diğer yandan Brüksel’de ve kendi ülkesinde Türkiye’ye karşı hasmane bir tutum sergileyen Fransa, Türk Milleti nazarında güvenirliğini hızla yitirmektedir. Benzer şekilde, AB’nin özellikle Türkiye’yi destekleyen üyelerinin, Fransa’nın Türkiye’ye yönelik bu haksız politikaları karşısında tavizkâr bir tutum sergilemeleri ise esef verici bir durum olarak değerlendirilmektedir. Türkiye ile aynı zamanda başlayan müzakereleri Hırvatistan için 2009 yılında bitirmeyi planlayan Avrupa Birliği’nin,  “ucu açık bir süreç” veya “imtiyazlı ortaklık” gibi belirsiz ifadelerle Türkiye’yi oyalamaya çalışması ise bir diğer çelişki olarak karşımızda durmaktadır.

Eğer Avrupa Ülkeleri, Türkiye’nin 50 yıllık AB macerasını bir 50 yıl daha uzatmak niyetinde iseler, Türkiye’nin AB kapısında daha fazla beklemeye tahammülünün olmadığını ve esasen bunun AB’nin menfaatlerine de hizmet etmeyeceğini hesaplamaları gerekecektir. Sonuçta, bölgesel bir güç merkezi olma yolunda önemli mesafeler alan Türkiye’nin, milli birlik ve beraberliğini koruduğu müddetçe, alternatif projeler üretebilme ve 21. yüzyılın lokomotif ülkesi olma potansiyeline sahip bulunduğunun bilhassa bilinmesi gerektiği kanaatindeyiz.

Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=282

 

Share This:

TÜRKİYE IMF İLE DEVAM ETMELİ Mİ?

 

Türkiye’nin yıl sonunda 50 milyar doları bulması beklenen cari açığı, Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Hükümet arasında yeni bir tartışmanın başlamasına sebep olmuştur.  IMF İcra Direktörleri Kurulu’nun, “büyük ve genişlemeye devam eden cari açıktan dolayı, kayda değer dış zafiyetlerin yerinde durmaya devam ettiğini” belirterek “yola bizimle devam edin” çağrısında bulunduğu açıklamaya, Hükümetten sert tepki geldi. Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, “Cari açığın esasen IMF Programının yan ürünü olarak ortaya çıktığını” belirtmiş ve “2001’deki krizde IMF programı yok muydu?” sorusunu yönelterek, Türkiye’nin IMF ile yaptığı stand-by anlaşmalarının yararlılığı konusunda yeni bir tartışmayı gündeme getirmiş bulunmaktadır.

Bilindiği üzere, Türkiye-IMF arasında imzalanan stand-by programları Mayıs 2008 tarihi itibariyle sona ermiş, program sonrası değerlendirme çalışmalarını geçen hafta tamamlayan İcra Direktörleri Kurulu, 1999-2008 arasında imzalanan Anlaşmaların sonuçlarını değerlendiren bir açıklamada bulunmuştur. Türkiye’nin ekonomik gündemine bomba gibi düşen ve küresel finans piyasalarındaki kırılganlığı işaret ederek Türkiye ile yeni bir anlaşma öneren bu açıklama, Hükümet tarafından tepkiyle karşılanmıştır.

Türkiye’nin yeni bir vizyon ve yeni bir programla yoluna devam etmesi gerektiğini ifade eden Devlet Bakanı Şimşek, aslında, Türkiye’nin IMF ile son 40 yılda imzaladığı 18 Anlaşmanın Türk ekonomisine arzulanan seviyede katkıda bulunamadığını söylemeye çalışmaktadır. Gerçekten de, IMF destekli  ekonomik istikrar ve enflasyonu düşürme programlarının başarı düzeyi, özellikle 2001 krizinden sonra Türkiye gündeminde daima tartışma konusu olmuştur ve çoğunluğu başarısızlıkla sonuçlanan bu programların gerekliliği konusundaki kuşkular giderek artış göstermiştir. Nitekim, büyük umutlarla hazırlanan ve döviz kurunu esas alan IMF destekli 1999 ekonomik istikrar programı, 2001 yılı Şubat ayında derin bir finansal kriz ile sonuçlanmış, Türk ekonomisinin barış döneminde yaşanan en derin ekonomik durgunluk içerisine girmesine yol açmış ve nihayet 2001 yılında ekonomi %9.5 oranında daralmıştır.

Geldiğimiz noktada, IMF İcra Direktörleri Kurulu, Türkiye’nin IMF ile yola devam etmesi gerektiğini belirtirken, bir yandan da öz eleştiri yapmaktan geri kalmamaktadır. Yapılan açıklamada, “Direktörler, Fon’un siyasi tavsiyelerinin genel olarak yerinde olduğunu düşünüyor. Ancak bazı Direktörler özellikle ilk dönemde, IMF’nin temel alanına girmeyen konularda üzerinde durulan ‘yapısal koşulluluğun’ aşırıya kaçmış olabileceği görüşünde…” denilmek suretiyle, programların başarısızlığında esasen IMF’nin de payı olduğunu itiraf etmektedirler. Kuşkusuz, imzalanan her stand-by anlaşmasının önemli bir unsurunu teşkil eden “yapısal reformlar” anlamında, IMF’nin sık sık uzmanlık alanı dışına çıktığı yönündeki itiraf kabule şâyandır. Öyle ki, emekli maaş artışlarından, bakanlıkların örgütlenme yapısına kadar uzanan bir yelpazede vuku bulan müdahaleler, zaman zaman geniş halk kitleleri tarafından da tepkiyle karşılanmıştır.

Öte yandan, Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in, IMF’nin 2001 ekonomik krizindeki sorumluluğunu gündeme getirmek suretiyle, yaşanan bu acı tecrübenin, Türkiye’nin yola tek başına devam edip etmeyeceği konusundaki kararını oluşturma aşamasında önemli bir referans olarak değerlendirmeye alınacağını işaret etmektedir. Her ne kadar, söz konusu kriz siyasi bir sebepten patlak vermiş ise de, aslında gerçek sebebin, Hükümetten gereken desteği görememiş olan 1999 istikrar programının temelini oluşturan döviz kuru politikasının güvenilirliği ve sürekliliği hakkında süregelen şüphelerin bir türlü giderilememiş olmasıdır.

Bu noktada, Türkiye-IMF ilişkilerinin tarihi gelişimine kısaca göz atmamızda yarar bulunduğu kanaatindeyiz:

Enflasyon 1970 yılından bu yana Ülkemizin yaşadığı en önemli ekonomik problem olmuş, bu nedenle Türkiye, IMF ile birlikte birçok anti-enflasyonist programa imza atmıştır. Bu dönemde, Türkiye mali piyasalarını ve sermaye hareketlerini serbestleştirmiş, bu programların başarıya ulaşabilmesini sağlamak amacıyla, ekonominin serbestleştirilmesi ve istikrara kavuşturabilmesi yönünde, son 40 yılda IMF ile çoğu başarısızlıkla sonuçlanan farklı Anlaşmalar yapılmış olup, döviz kuru, özellikle nominal döviz kuru politikaları, bu ekonomik istikrar programlarında anahtar rol oynamıştır.

1980’lerde Türk Ekonomisi hem dahili ve hem de harici olarak tümüyle serbestleştirilerek, iç piyasaya dönük ithal ikamesi politikası terk edilmiş ve ihracata dayalı büyüme politikası benimsenmiştir. Aynı yıllarda, Hükümet bankalara döviz işlemleri yapma iznini vermiş;  bankaları ve onların kısa dönem likidite ihtiyaçlarını karşılamak üzere İnterbank Para Piyasası oluşturulmuş; Sermaye Piyasası Kurulu teşkil edilmiş; İstanbul Menkul Kıymetler Borsası yeniden açılmış; sonuç olarak Türk ekonomisinin finansal derinliği artırılmıştır.

1990’lı yıllarda, Gayri Safi Milli Hâsılanın (GSMH), değişken bir yapı gösteren yabancı sermaye girişinin etkilerine, 1980’li yıllara kıyasla daha fazla bağlı bir hale geldiği görülmektedir. 1994 yılında yaşanan finansal krizle birlikte, enflasyon oranı 3 rakamlı bir sayıya ulaşmış ve nominal kur bir günde %39 değer kaybetmiştir. Ülkeden büyük miktarlarda sermaye çıkışına yol açan bu krizin hemen ardından Türkiye- IMF arasında yeni bir ekonomik istikrar programı imzalanmıştır. Söz konusu Stand-by anlaşmasının desteği ile önemli ölçüde yabancı sermaye girişi başlamış ve Türk ekonomisi 1995–1997 döneminde yıllık %7’den daha yüksek bir kalkınma hızını gerçekleştirebilmiştir. Bu dönemde, Merkez Bankası reel döviz kuru politikasını etkili bir şekilde takip etmiş ve 1994’teki yüksek devalüasyonun etkisiyle ihracat rakamlarında hızlı bir iyileşme sağlanmıştır. Bununla birlikte, hızlı ekonomik büyümeye rağmen, dış ticaret dengesi istikrarlı bir seviyede tutulabilmiş ancak, Asya Krizi nedeniyle, büyüme hızı 1998’de %3,1’e gerilemiştir.

1997 yılında yaşanan Doğu Asya Krizi ve 1998 yılında yaşanan Rusya Krizinin olumsuz etkileriyle mücadele etmek zorunda kalan Türkiye, 1999’da meydana gelen ve ekonomik ve sosyal hayatı sarsan depremlerle daha da güç koşullar içerisine sürüklenmiştir. Yüksek enflasyon ve reel faiz oranları, artan kamu açıkları nedeniyle bozulan ekonomik istikrarı yeniden sağlayabilmek amacıyla, Kasım 1999’da, Hükümet yeni bir enflasyonla mücadele programını başlatmış ve IMF ile yeni bir stand-by anlaşması imzalanmıştır.

IMF’nin büyük umutlar bağlanan 1999 ekonomik istikrar programı, 2001 yılı Şubat ayında derin bir ekonomik krizle âdeta duvara çarpmış, önceden ilan edilen nominal döviz kuru  politikası terk edilerek, döviz kurunun serbestçe dalgalanmasına izin verilmiştir. Krizin etkisiyle birlikte, enflasyon TEFE’de, 2000 yılında %32.7’den 2001 yılı sonunda %88.6’ya kadar yükselmiştir. Kriz sonrasında ekonomik programda revizyona gidilmiş, krizin ardından kurun önemli ölçüde değer kaybetmesi, dış ticarette rekabet gücünün artmasını sağlamış ve ekonomi 2002 yılından itibaren toparlanma eğilimine girmiştir.

IMF-Türkiye arasında, 2002–2004 yıllarını kapsayan yeni bir stand-by anlaşması imzalanarak hedefler revize edilmiş, uygulanan yeni ekonomik tedbirlerle, göstergeler hızla iyileşmeye başlamıştır.

2001 krizinin ardından ekonomik göstergelerde meydana gelen iyileşmeler ve sağlanan ekonomik istikrar ortamının daha ziyade, hükümetin yeni ekonomik tedbirlerin uygulanması konusundaki kararlılığı, uygun uluslararası ekonomik konjonktür ve kriz sonrası ekonominin izlediği doğal ve olumlu seyirden kaynaklandığını söylememiz mümkündür. Nitekim, gelişmiş ekonomilerde faiz oranlarının 2000 yılından itibaren hızlı bir düşüş eğilimi göstermesi üzerine, gelişmekte olan ülkelere doğrudan yabancı sermaye akışında ciddi bir artış olmuştur. Bu da, tabii olarak krizden çıkmış bir ekonominin finansman sorununun çözümüne önemli ölçüde katkı sağlamıştır.

Öte yandan, cari açığın, 2002 yılından itibaren sürekli olarak büyüyen Türk Ekonomisinin en büyük problemi olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz. Zira, Cari İşlemler Hesabının yıl sonuna kadar 50 milyar dolar açık vermesi beklenmektedir. Aşırı değerlenmiş YTL ile yüksek reel faiz oranlarının, son yıllarda artış eğilimi gösteren cari açık üzerinde baskı oluşturarak ileride bir ödemeler dengesi probleminin yaşanmasını muhtemel hale getirdiğini düşünmekteyiz.

Yaşanan bu gelişmelerin de katkısıyla cari açık ekseninde gelişen Türkiye-IMF ilişkilerinin geleceği hakkındaki tartışma, karşılıklı suçlamalarla hız kazanmış bulunmaktadır. Ne var ki,  Türk Ekonomisinin gittikçe kronikleşen bir problemi haline gelen cari açığın, uygulanan IMF programlarının bir yan ürünü olduğunu ileri sürerken, aynı zamanda sağlanan ekonomik büyüme, enflasyon ve kamu borçlarındaki düşüş gibi olumlu gelişmelerin de bu programlar dönemine rast geldiği unutulmaktadır.

Netice itibariyle, özellikle 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’de uygulanan IMF destekli ekonomik istikrar programlarının başarı seviyeleri dikkate alındığında, Türkiye-IMF ilişkilerinin tarihi süreçteki yansımalarının derinlemesine tahlil edilmesi ve buna göre, geleceğe dönük yeni bir yol haritası çizilmesi zamanının geldiği kanaatindeyiz. Zira Türkiye’nin kendine has ekonomik problemlerine, toplumsal ihtiyaçları da gözetecek şekilde ve kendi gerçekleri temelinde çözüm yolları üretilmesi ve bu doğrultuda programlar hazırlanması halinde, halkın desteğini almak ve başarı şansını artırmak daha da kolay olabilecektir.

Dolayısıyla, Türkiye’nin kendine özgü, yeni bir program ve vizyonla yola devam etmesi gerektiği düşüncesine olumlu bakılmalıdır. Kaldı ki, dış finansman konusunda sorun yaşamadığı sürece bir ekonominin, IMF desteğine ihtiyaç duymaksızın ve tamamen milli kaygılarla hazırlanmış, sürdürülebilir ekonomik büyüme ve etkili bir enflasyonla mücadele programıyla yola devam etmesi mümkün bulunmaktadır. Bu yüzdendir  ki Hükümet şu günlerde, Türkiye’nin IMF destekli yeni bir ekonomik programa ihtiyacının olup olmadığı hususunu tartışma konusu yapmakta ve IMF’nin bu konudaki çağrılarına ihtiyatla yaklaşmaktadır.

Bununla birlikte, dünya piyasalarını tehdit eden küresel krizin etkileri sona erinceye kadar, daha esnek bir çerçevede hazırlanmış bir ihtiyati stand-by anlaşmasının seçenekler arasında yer alması belki Hükümetin hareket kâbiliyetini artırabilecektir. Ancak uzun vadede hazırlanacak bir ekonomik istikrar programının başarısı, yapısal reformlar, mali disiplin, tutarlı para ve döviz kuru politikalarını gerekli kıldığı gibi, aynı zamanda, uygulanan programa yönelik güçlü ve sürekli bir güven duygusunu da ihtiyaç haline getirmektedir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=290

Share This: