dersa tarafından yazılmış tüm yazılar

KIBRIS NEREYE GİDİYOR?

 

K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Dimitris Hristofyas, 25 Temmuz’da, “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” tartışmalarının gölgesinde, dördüncü buluşmalarını gerçekleştirdiler.  BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Taye-Brook Zerihoun’un ara bölgedeki ikametgâhında gerçekleşen Zirvede Talat, nihayet Hristofyas’tan kapsamlı müzakerelere başlama tarihi alabilmeyi başarmıştır. Liderler, 3 Eylül’de kapsamlı görüşmelere başlamayı ve sağlanacak anlaşmayı her iki kesimde eş zamanlı olarak referanduma sunmayı kararlaştırmış bulunmaktadırlar. Ulaşılacak bir çözümün halkoyuna sunulması kararı, Talat’ı rahatlatmış gibi görünmektedir. Fakat, hâlâ yanıtlanması gereken soruların mevcudiyetini koruyor olması, ihtiyatın elden bırakılmaması gerektiğine işaret etmektedir.

Kapsamlı müzakerelerin, Kıbrıs sorununa iki tarafça da kabul edilebilir ve her iki tarafın meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulunmasını amaçlayacağı konusunda uzlaşmaya varıldığı anlaşılmaktadır. Buna karşın, müzakerelerin parametrelerinin neler olacağı hususu hâlâ belirsizliğini korumaktadır. Ancak, net olmamakla birlikte, müzakere çerçevesinin, en azından Türkiye açısından, şu şekilde olması beklenmektedir;

1- Kurulacak yeni ortaklık devletinin adı “Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti” olacak.
2- Ortaklık devleti siyasi eşitliğe dayalı, iki toplumlu, iki bölgeli federasyondan teşekkül edecek.
3- Kurulacak yeni devleti, eşit statüdeki Türk ve Rum kurucu devletleri oluşturacak.
4- Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, tek egemenliği, tek vatandaşlığı ve tek uluslararası kimliği olacak.

Ne var ki, Rumların gerçek niyetlerinin, bu çerçevenin büyük ölçüde dışında bir çözümü öngördüğünü söylemekte tereddüt etmemekteyiz.

25 Temmuz görüşmesini değerlendirmeye geçmeden evvel, Talat-Hristofyas tarafından başlatılan uzlaşma sürecinin tarihi gelişimine şöyle bir göz atmamızda fayda bulunmaktadır:

Hristofyas’ın, Şubat 2008 tarihinde, Papadopulos’un ardından G.K.R.Y. Liderliğine seçilmesi ile birlikte Ada’da olumlu bir hava esmiş ve Liderlerin 21 Mart’ta yaptığı görüşme ile, taraflar arasında çözüme dair umutlar  yeşermeye başlamıştır. Hatta, Kıbrıs’ta bir “fırsat penceresi” açıldığı yönünde açıklamalarda bulunulmuştu. Bu toplantıda Liderler, BM’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, 3 ay sonra kapsamlı müzakerelere başlanması ve en kısa sürede soruna çözüm bulunması  konusunda anlaştıklarını ilan etmişlerdi. Zirvede ayrıca, Lokmacı Kapısının geçişlere açılması kararlaştırılmış, kısa bir süre sonra söz konusu kapı törenle açılmış ve müteakiben de  8 Temmuz Anlaşmasında öngörülen 6 adet çalışma grubu ile 7 teknik komite, 21 Nisan itibariyle çalışmaya başlamışlardı.

26 Mart 2008 tarihinde, K.K.T.C.ye resmi bir ziyaret gerçekleştiren Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, ziyareti sırasında, Türk askerinin Kıbrıs’ta barış için bulunduğunu, 1974’ten beri de barışı sağladığını, adil ve kalıcı barış sağlanana kadar bu kutsal görevin devam edeceğini özellikle vurgulama gereği duymuştur.

Ancak çok geçmeden, Rum tarafının, Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumuna karşı  müteaddit defalar ve açık bir şekilde  hasmane beyanatlar vermeye başlaması üzerine ortam gerginleşmiş, tam da “Kıbrıs’ta umutlar sönüyor mu?” sorusu akla gelmişken, 23 Mayıs liderler buluşması ile bu olumsuz hava giderilerek, sürecin devam edeceği ve Haziran sonunda tekrar bir araya gelineceği kararı alınmıştı.

23 Mayıs görüşmesinin hemen ardından, 5 Haziran’da Londra’da, İngiltere’nin Kıbrıslı Rumlara, “K.K.T.C.yi tanımayacağı ve Ada’da bölünmeye ya da ayrı bir siyasi oluşumun gelişmesine destek vermeyeceği’ne dair söz verdiği” bir mutabakat muhtırasını imzalayan Rum Lider, ciddi bir güvenirlik sorununun da ortaya çıkmasına sebebiyet vermişti.

1 Temmuz’da üçüncü görüşmelerini yapan Kıbrıs Türk ve Rum liderler, “ tek egemenlik ve vatandaşlık konusunda görüştüklerini ve bu konular üzerinde prensipte anlaşmaya vardıklarını” açıklamaları üzerine, bu kavramların ne anlama geldiği konusunda Türk kamuoyunda ciddi bir tartışma başlamıştır. Kendisine yöneltilen eleştirilere  K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, “tek egemenliği, egemenliğin iki halktan kaynaklanması şartıyla kabul ettiklerini, yeminine sadık olduğunu ve Rumlara teslim ettikleri bir şey olmadığını” söylemek suretiyle kendisini savunmak durumunda kalmıştır.

Talat’ın bu beyanatı Türk kamuoyunu yeterince tatmin etmemiş olacak ki Kıbrıs Barış Harekâtının yıl dönümü kutlamaları nedeniyle K.K.T.C.ye giden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından açık ve net bir şekilde uyarılma gereği hasıl olmuştur. Başbakan Erdoğan, 20 Temmuz’da Kıbrıs’ta, “…Kimse, ama hiç kimse, Kıbrıs Türk halkının kendi yönetiminden, eşit statü ve eşit ortaklıktan vazgeçmesini ve azınlık olarak yaşamayı kabul etmesini beklemesin. Hiç kimse boş hayaller kurup bu parametreleri değiştirme gayretkeşliği sergilemesin. Kapsamlı çözüm, Kıbrıs Türk halkı ve K.K.T.C.nin kurucu ve eşit olarak yer alacağı yeni bir ortaklıkla mümkün olacaktır”  demek suretiyle, “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” tartışmalarına, Türkiye’nin “kırmızı çizgilerini” hatırlatarak cevap verme ihtiyacı duymuştur.

İşte bu gelişmelerin ışığında gerçekleşen 25 Temmuz Liderler buluşması, başta garantör devletler (Türkiye, İngiltere ve Yunanistan) olmak üzere, AB ve ABD’yi de memnun edecek  bir şekilde neticelenmiş gibi gözüküyor. Nitekim, görüşmenin hemen ardından,  Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada Türkiye’nin, Kıbrıs’ta 3 Eylül’de başlatılacak müzakere sürecine tam destek vereceği ifade edilmiştir. AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso da gelişmeyi, Kıbrıs’ın yeniden birleşmesi yolunda “çok önemli bir adım” olarak değerlendirmiştir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Talat ve Hristofyas bu görüşmede, 3 Eylül’de kapsamlı görüşmelere başlanılması, ulaşılacak anlaşmanın her iki tarafta da eş zamanlı olarak referanduma sunulması gibi temel konularla, Yeşilırmak kapısının açılması konusunda çalışmaların başlatılması gibi tali konularda uzlaşmaya varmış bulunmaktadırlar. Ayrıca, 3 Eylül’de başlaması öngörülen müzakerelerde, BM Genel Sekreteri’nin, özel temsilcisi olarak yeni atadığı eski Avustralya Dışişleri Bakanı Alexander Downer’in “arabuluculuk” görevi yapacağını da burada belirtmemizde yarar bulunmaktadır.

Peki ne oldu da, kapsamlı müzakereleri başlatma konusunda isteksiz davranan ve hatta süreci uzatmak için elinden gelen gayreti sarf eden Hristofyas, Talat’a müzakere tarihi verdi? Ya da şöyle soralım. Acaba, uzlaşma süreci devam ederken, 5 Haziran’da, İngiltere ile tek taraflı olarak imzaladığı memorandum ile bu ülkeyi yanına çekmek suretiyle uzlaşmaz tutumunu perçinleştiren Rum Lider, şimdi ne değişti de kapsamlı müzakerelere başlama kararı verdi? Kıbrıslı Rumların ve özellikle de Hristofyas’ın geçmişini dikkate aldığımızda, bu soruların yanıtı alınmadan sürecin sağlıklı işlemesinin mümkün olmadığını da burada belirtmemizde yarar bulunmaktadır. Zira, yakın tarihe şöyle bir göz attığımızda,  güç koşullarda kurulan uzlaşma ortamını 1963 yılında şiddet ve katliamlarla kana bulayan Rumların, 2004 yılında Annan Planını reddetmek suretiyle Birleşik Kıbrıs projesini nasıl baltaladıklarını kolaylıkla görebilmekteyiz.

Görüşme öncesinde, “Hedefimiz erken zamanda çözüme ulaşmak. Aylarca, yıllarca sürecek bir görüşmeden söz etmiyorum. Ben 2008 sonuna kadar bunun yetişebileceğini düşünüyorum” diyen Talat penceresinden hadiseye baktığımızda ise, Talat’ın, 45 yıldır çözüme yanaşmayan Rumları nasıl olacak da birkaç ay içinde adil ve kalıcı bir çözüme razı edeceği sorusu aklımıza gelmektedir.

Ayrıca, 34 yıldır Ada’da barış ve huzurun güvencesi olan Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerinin durumu ne olacaktır? Adadaki Türk askeri varlığını “işgal ve kolonizasyon” olarak gören, Türkiye’nin garantörlük statüsünün artık geçerli olamayacağını iddia eden, bir yandan İngiltere’yle tek taraflı memorandum imzalarken diğer yandan Türkiye’yi K.K.T.C.ye müdahale etmekle suçlayan Kıbrıslı Rumlarla nasıl olacak da “adil ve kalıcı bir çözüme” ulaşılabileceği konusu belirsizliğini korumaktadır.

Öte yandan, Rus “Gazeta” gazetesine verdiği demeçte, K.K.T.C.nin 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın adanın birleştirilmesi için hiçbir şey yapmadığını, kendisinin Kıbrıs’ın birleştirilmesi taraftarı olduğunu ifade eden Talat’ın, geçmişi haksızca eleştirmek yerine, “Birleşik Kıbrıs” hakkındaki parametrelerinin neler olduğu konusuna açıklık getirmesinin yararlı olacağını düşünmekteyiz.

Talat’ın “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” kavramları üzerindeki sis perdesi aralanmadan, Annan Planı’nın “bakir doğum” ilkesinin temelini oluşturan “iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe dayalı iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devleti” tezini nasıl hayata geçireceği merak konusudur. Yoksa, bu ilkeden vaz mı geçilmiştir?  Bu bakımdan, K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın, “Kıbrıslı Rumların Ada’nın tamamını yeniden ele geçirme yönünde emeli olabileceğine dair” duyduğu endişelerini ciddiye alması gerekmektedir.

Öte yandan İngiltere’nin, Kıbrıs konusunda izlediği politikadan da kısaca bahsetmemizde yarar bulunmaktadır. Öyle ki İngiltere’nin, bir yandan Türkiye’nin AB üyeliğini destekler gibi görünürken, bir yandan da Kıbrıs’ta taraflar arasında gerginliği tırmandırıcı nitelikte yanlı politikalar izlediğine şahit olmaktayız. Nitekim İngiltere’nin, Ada’daki askeri üslerini muhafaza etmek için aynı anda hem Türkiye’yi ve hem de Rum-Yunanistan tarafını idare ettiği, zaman zaman da taraflardan her birisi ile tek yanlı olarak imzaladığı birtakım anlaşmalarla tarafları birbirine düşürmeye gayret gösterdiği bilinmektedir. Ne gariptir ki Hristofyas,  bu ülkenin çıkar hesaplarına alet olmakta bir sakınca görmemektedir.

Eğer Rumların “ulusal Kıbrıs davalarında” bir sapma söz konusu değilse -ki bu mümkün görünmüyor- Rumların çözüm beklentileriyle Türklerin çözüm beklentilerinin birbiriyle uyuşmasını beklemek nafile bir çaba olacaktır. Hristofyas’ın bu son manevralarının esasen “enosis” hayalinin bir parçası olmadığını kim iddia edebilir. Tarih, Rumlarla Türklerin birlikte bir arada yaşamalarının imkânsızlığını gösteren birçok olaya şahit olmuştur. Her fırsatta, K.K.T.C.yi tanımadığını, buna karşın Rumların işgali altındaki “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin Ada’nın tek temsilcisi olduğu tezini tüm dünyaya kabul ettirmeye çalışan Rum Lider ile 2008 yılı sonuna kadar nasıl bir kalıcı çözüme ulaşabileceği merak konusudur. Talat’ın çözüm için gösterdiği  aceleci tutum ise ayrı bir soru işareti olarak karşımıza çıkmaktadır. İlaveten, AB, ABD, İngiltere ve Yunanistan’ın memnuniyetle karşıladığı bir sürecin sonunda varılacak çözümün, Türkiye’nin millî menfaatleriyle ne derecede uyum sağlayabileceği hususu da üzerinde önemle durulması gereken başka bir mevzudur.

Sonuç olarak, ne garantörlük, ne Ada’daki Türk Barış Gücü ve ne de yerleşikler konusunda Türkiye’nin taviz vermesi mümkün değildir. Rum Lider, aynı anda hem K.K.T.C.yi ortadan kaldırıp, Rum işgali altındaki “Kıbrıs Cumhuriyeti’ne” Kıbrıs Türklerini azınlık olarak eklemlemeyi ve hem de Türkiye’yi Ada’dan dışlayarak Kıbrıs’ta kontrolü tamamen eline geçirmeyi planlamaktadır. Ne var ki Türk Milletinin böyle bir gelişmeye fırsat vermesi söz konusu bile değildir.

İngiltere’nin, Ada’daki askeri üslerini muhafaza edebilmek için garantörlük statüsünü bir yana bırakıp, kolaylıkla Rumların taraftarı pozisyonuna kayabildiği gerçeğini göz önüne aldığımızda, Türkiye’nin garantörlük görevine sadık kalmasının, gerek Ada’daki barış ve huzurun devamı ve gerekse Doğu Akdeniz Bölgesinin istikrarı açısından son derece önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.

Doğu Akdeniz’in tam kalbinde ve Türkiye’nin Güney Kıyılarının hemen karşısında, (Anamur Burnu’na 65 km mesafede) tabiri caizse burnunun dibinde yer alan Kıbrıs Adası, jeopolitik açıdan hassas bir konuma sahiptir ve bu nedenle de K.K.T.C.nin yaşatılması, bölgesel bir güç olan Türkiye’nin stratejik bir hedefi durumundadır. Türkiye’nin bu jeostratejik hedefinden vazgeçmesi demek, Kıbrıs’ın bir “Yunan Adası” olması demektir. Bu nedenlerle, Kıbrıs Türkiye’nin millî davasıdır ve bu davadan taviz verilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, eğer Kıbrıs Türk toplumunun Rumların hâkim olacağı bir devlete azınlık olarak yamalanmasını istemiyorsa, elindeki kozları çok iyi değerlendirmeli, Türkiye’nin garantörlüğünü ve Ada’daki askeri varlığını bir destek olarak görmeli ve nihayet Rumların gizli emellerini çok iyi tahlil etmelidir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=289

Share This:

TÜRKİYE IMF İLE DEVAM ETMELİ Mİ?

 

Türkiye’nin yıl sonunda 50 milyar doları bulması beklenen cari açığı, Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Hükümet arasında yeni bir tartışmanın başlamasına sebep olmuştur.  IMF İcra Direktörleri Kurulu’nun, “büyük ve genişlemeye devam eden cari açıktan dolayı, kayda değer dış zafiyetlerin yerinde durmaya devam ettiğini” belirterek “yola bizimle devam edin” çağrısında bulunduğu açıklamaya, Hükümetten sert tepki geldi. Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, “Cari açığın esasen IMF Programının yan ürünü olarak ortaya çıktığını” belirtmiş ve “2001’deki krizde IMF programı yok muydu?” sorusunu yönelterek, Türkiye’nin IMF ile yaptığı stand-by anlaşmalarının yararlılığı konusunda yeni bir tartışmayı gündeme getirmiş bulunmaktadır.

Bilindiği üzere, Türkiye-IMF arasında imzalanan stand-by programları Mayıs 2008 tarihi itibariyle sona ermiş, program sonrası değerlendirme çalışmalarını geçen hafta tamamlayan İcra Direktörleri Kurulu, 1999-2008 arasında imzalanan Anlaşmaların sonuçlarını değerlendiren bir açıklamada bulunmuştur. Türkiye’nin ekonomik gündemine bomba gibi düşen ve küresel finans piyasalarındaki kırılganlığı işaret ederek Türkiye ile yeni bir anlaşma öneren bu açıklama, Hükümet tarafından tepkiyle karşılanmıştır.

Türkiye’nin yeni bir vizyon ve yeni bir programla yoluna devam etmesi gerektiğini ifade eden Devlet Bakanı Şimşek, aslında, Türkiye’nin IMF ile son 40 yılda imzaladığı 18 Anlaşmanın Türk ekonomisine arzulanan seviyede katkıda bulunamadığını söylemeye çalışmaktadır. Gerçekten de, IMF destekli  ekonomik istikrar ve enflasyonu düşürme programlarının başarı düzeyi, özellikle 2001 krizinden sonra Türkiye gündeminde daima tartışma konusu olmuştur ve çoğunluğu başarısızlıkla sonuçlanan bu programların gerekliliği konusundaki kuşkular giderek artış göstermiştir. Nitekim, büyük umutlarla hazırlanan ve döviz kurunu esas alan IMF destekli 1999 ekonomik istikrar programı, 2001 yılı Şubat ayında derin bir finansal kriz ile sonuçlanmış, Türk ekonomisinin barış döneminde yaşanan en derin ekonomik durgunluk içerisine girmesine yol açmış ve nihayet 2001 yılında ekonomi %9.5 oranında daralmıştır.

Geldiğimiz noktada, IMF İcra Direktörleri Kurulu, Türkiye’nin IMF ile yola devam etmesi gerektiğini belirtirken, bir yandan da öz eleştiri yapmaktan geri kalmamaktadır. Yapılan açıklamada, “Direktörler, Fon’un siyasi tavsiyelerinin genel olarak yerinde olduğunu düşünüyor. Ancak bazı Direktörler özellikle ilk dönemde, IMF’nin temel alanına girmeyen konularda üzerinde durulan ‘yapısal koşulluluğun’ aşırıya kaçmış olabileceği görüşünde…” denilmek suretiyle, programların başarısızlığında esasen IMF’nin de payı olduğunu itiraf etmektedirler. Kuşkusuz, imzalanan her stand-by anlaşmasının önemli bir unsurunu teşkil eden “yapısal reformlar” anlamında, IMF’nin sık sık uzmanlık alanı dışına çıktığı yönündeki itiraf kabule şâyandır. Öyle ki, emekli maaş artışlarından, bakanlıkların örgütlenme yapısına kadar uzanan bir yelpazede vuku bulan müdahaleler, zaman zaman geniş halk kitleleri tarafından da tepkiyle karşılanmıştır.

Öte yandan, Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in, IMF’nin 2001 ekonomik krizindeki sorumluluğunu gündeme getirmek suretiyle, yaşanan bu acı tecrübenin, Türkiye’nin yola tek başına devam edip etmeyeceği konusundaki kararını oluşturma aşamasında önemli bir referans olarak değerlendirmeye alınacağını işaret etmektedir. Her ne kadar, söz konusu kriz siyasi bir sebepten patlak vermiş ise de, aslında gerçek sebebin, Hükümetten gereken desteği görememiş olan 1999 istikrar programının temelini oluşturan döviz kuru politikasının güvenilirliği ve sürekliliği hakkında süregelen şüphelerin bir türlü giderilememiş olmasıdır.

Bu noktada, Türkiye-IMF ilişkilerinin tarihi gelişimine kısaca göz atmamızda yarar bulunduğu kanaatindeyiz:

Enflasyon 1970 yılından bu yana Ülkemizin yaşadığı en önemli ekonomik problem olmuş, bu nedenle Türkiye, IMF ile birlikte birçok anti-enflasyonist programa imza atmıştır. Bu dönemde, Türkiye mali piyasalarını ve sermaye hareketlerini serbestleştirmiş, bu programların başarıya ulaşabilmesini sağlamak amacıyla, ekonominin serbestleştirilmesi ve istikrara kavuşturabilmesi yönünde, son 40 yılda IMF ile çoğu başarısızlıkla sonuçlanan farklı Anlaşmalar yapılmış olup, döviz kuru, özellikle nominal döviz kuru politikaları, bu ekonomik istikrar programlarında anahtar rol oynamıştır.

1980’lerde Türk Ekonomisi hem dahili ve hem de harici olarak tümüyle serbestleştirilerek, iç piyasaya dönük ithal ikamesi politikası terk edilmiş ve ihracata dayalı büyüme politikası benimsenmiştir. Aynı yıllarda, Hükümet bankalara döviz işlemleri yapma iznini vermiş;  bankaları ve onların kısa dönem likidite ihtiyaçlarını karşılamak üzere İnterbank Para Piyasası oluşturulmuş; Sermaye Piyasası Kurulu teşkil edilmiş; İstanbul Menkul Kıymetler Borsası yeniden açılmış; sonuç olarak Türk ekonomisinin finansal derinliği artırılmıştır.

1990’lı yıllarda, Gayri Safi Milli Hâsılanın (GSMH), değişken bir yapı gösteren yabancı sermaye girişinin etkilerine, 1980’li yıllara kıyasla daha fazla bağlı bir hale geldiği görülmektedir. 1994 yılında yaşanan finansal krizle birlikte, enflasyon oranı 3 rakamlı bir sayıya ulaşmış ve nominal kur bir günde %39 değer kaybetmiştir. Ülkeden büyük miktarlarda sermaye çıkışına yol açan bu krizin hemen ardından Türkiye- IMF arasında yeni bir ekonomik istikrar programı imzalanmıştır. Söz konusu Stand-by anlaşmasının desteği ile önemli ölçüde yabancı sermaye girişi başlamış ve Türk ekonomisi 1995–1997 döneminde yıllık %7’den daha yüksek bir kalkınma hızını gerçekleştirebilmiştir. Bu dönemde, Merkez Bankası reel döviz kuru politikasını etkili bir şekilde takip etmiş ve 1994’teki yüksek devalüasyonun etkisiyle ihracat rakamlarında hızlı bir iyileşme sağlanmıştır. Bununla birlikte, hızlı ekonomik büyümeye rağmen, dış ticaret dengesi istikrarlı bir seviyede tutulabilmiş ancak, Asya Krizi nedeniyle, büyüme hızı 1998’de %3,1’e gerilemiştir.

1997 yılında yaşanan Doğu Asya Krizi ve 1998 yılında yaşanan Rusya Krizinin olumsuz etkileriyle mücadele etmek zorunda kalan Türkiye, 1999’da meydana gelen ve ekonomik ve sosyal hayatı sarsan depremlerle daha da güç koşullar içerisine sürüklenmiştir. Yüksek enflasyon ve reel faiz oranları, artan kamu açıkları nedeniyle bozulan ekonomik istikrarı yeniden sağlayabilmek amacıyla, Kasım 1999’da, Hükümet yeni bir enflasyonla mücadele programını başlatmış ve IMF ile yeni bir stand-by anlaşması imzalanmıştır.

IMF’nin büyük umutlar bağlanan 1999 ekonomik istikrar programı, 2001 yılı Şubat ayında derin bir ekonomik krizle âdeta duvara çarpmış, önceden ilan edilen nominal döviz kuru  politikası terk edilerek, döviz kurunun serbestçe dalgalanmasına izin verilmiştir. Krizin etkisiyle birlikte, enflasyon TEFE’de, 2000 yılında %32.7’den 2001 yılı sonunda %88.6’ya kadar yükselmiştir. Kriz sonrasında ekonomik programda revizyona gidilmiş, krizin ardından kurun önemli ölçüde değer kaybetmesi, dış ticarette rekabet gücünün artmasını sağlamış ve ekonomi 2002 yılından itibaren toparlanma eğilimine girmiştir.

IMF-Türkiye arasında, 2002–2004 yıllarını kapsayan yeni bir stand-by anlaşması imzalanarak hedefler revize edilmiş, uygulanan yeni ekonomik tedbirlerle, göstergeler hızla iyileşmeye başlamıştır.

2001 krizinin ardından ekonomik göstergelerde meydana gelen iyileşmeler ve sağlanan ekonomik istikrar ortamının daha ziyade, hükümetin yeni ekonomik tedbirlerin uygulanması konusundaki kararlılığı, uygun uluslararası ekonomik konjonktür ve kriz sonrası ekonominin izlediği doğal ve olumlu seyirden kaynaklandığını söylememiz mümkündür. Nitekim, gelişmiş ekonomilerde faiz oranlarının 2000 yılından itibaren hızlı bir düşüş eğilimi göstermesi üzerine, gelişmekte olan ülkelere doğrudan yabancı sermaye akışında ciddi bir artış olmuştur. Bu da, tabii olarak krizden çıkmış bir ekonominin finansman sorununun çözümüne önemli ölçüde katkı sağlamıştır.

Öte yandan, cari açığın, 2002 yılından itibaren sürekli olarak büyüyen Türk Ekonomisinin en büyük problemi olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz. Zira, Cari İşlemler Hesabının yıl sonuna kadar 50 milyar dolar açık vermesi beklenmektedir. Aşırı değerlenmiş YTL ile yüksek reel faiz oranlarının, son yıllarda artış eğilimi gösteren cari açık üzerinde baskı oluşturarak ileride bir ödemeler dengesi probleminin yaşanmasını muhtemel hale getirdiğini düşünmekteyiz.

Yaşanan bu gelişmelerin de katkısıyla cari açık ekseninde gelişen Türkiye-IMF ilişkilerinin geleceği hakkındaki tartışma, karşılıklı suçlamalarla hız kazanmış bulunmaktadır. Ne var ki,  Türk Ekonomisinin gittikçe kronikleşen bir problemi haline gelen cari açığın, uygulanan IMF programlarının bir yan ürünü olduğunu ileri sürerken, aynı zamanda sağlanan ekonomik büyüme, enflasyon ve kamu borçlarındaki düşüş gibi olumlu gelişmelerin de bu programlar dönemine rast geldiği unutulmaktadır.

Netice itibariyle, özellikle 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’de uygulanan IMF destekli ekonomik istikrar programlarının başarı seviyeleri dikkate alındığında, Türkiye-IMF ilişkilerinin tarihi süreçteki yansımalarının derinlemesine tahlil edilmesi ve buna göre, geleceğe dönük yeni bir yol haritası çizilmesi zamanının geldiği kanaatindeyiz. Zira Türkiye’nin kendine has ekonomik problemlerine, toplumsal ihtiyaçları da gözetecek şekilde ve kendi gerçekleri temelinde çözüm yolları üretilmesi ve bu doğrultuda programlar hazırlanması halinde, halkın desteğini almak ve başarı şansını artırmak daha da kolay olabilecektir.

Dolayısıyla, Türkiye’nin kendine özgü, yeni bir program ve vizyonla yola devam etmesi gerektiği düşüncesine olumlu bakılmalıdır. Kaldı ki, dış finansman konusunda sorun yaşamadığı sürece bir ekonominin, IMF desteğine ihtiyaç duymaksızın ve tamamen milli kaygılarla hazırlanmış, sürdürülebilir ekonomik büyüme ve etkili bir enflasyonla mücadele programıyla yola devam etmesi mümkün bulunmaktadır. Bu yüzdendir  ki Hükümet şu günlerde, Türkiye’nin IMF destekli yeni bir ekonomik programa ihtiyacının olup olmadığı hususunu tartışma konusu yapmakta ve IMF’nin bu konudaki çağrılarına ihtiyatla yaklaşmaktadır.

Bununla birlikte, dünya piyasalarını tehdit eden küresel krizin etkileri sona erinceye kadar, daha esnek bir çerçevede hazırlanmış bir ihtiyati stand-by anlaşmasının seçenekler arasında yer alması belki Hükümetin hareket kâbiliyetini artırabilecektir. Ancak uzun vadede hazırlanacak bir ekonomik istikrar programının başarısı, yapısal reformlar, mali disiplin, tutarlı para ve döviz kuru politikalarını gerekli kıldığı gibi, aynı zamanda, uygulanan programa yönelik güçlü ve sürekli bir güven duygusunu da ihtiyaç haline getirmektedir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=290

Share This:

KAFKASYA’DA ADI KONMAMIŞ BİR SAVAŞ

 

Rusya ile Gürcistan arasındaki gerginliğin nihayet bir sıcak çatışmaya dönüşmesi pek sürpriz olarak karşılanmamıştır, çünkü daha önceki bir yazımızda da belirttiğimiz gibi bölgede her an bir sıcak çatışma çıkma ihtimali vardı ve savaş rüzgarları giderek şiddetini artırmaktaydı. Neticede, “Rus vatandaşlarını koruma ve bölgede barışı tesis etme” gerekçesiyle Güney Osetya’ya ve daha da ileriye giderek Gürcistan topraklarına şiddetli bir askeri operasyona girişen Rusya, Kafkasya’yı bir savaş alanına çevirmiş durumdadır. İşin daha da vahim olan tarafı, ABD ve AB’ye güvenerek Güney Osetya’ya askeri operasyon başlatan Tiflis’in,  umduğu desteği bulamaması ve Rusya’nın amacını aşan misillemesi karşısında siyasi egemenliğini kaybetme korkusuyla  tek taraflı savaş ilanının hemen ardından yine tek taraflı ateşkes ilan etmek zorunda kalmış olmasıdır. Ne var ki Rusya, savaş halini bile kabul etmeyerek, yakaladığı bu fırsatı sonuna kadar değerlendirmek niyetindedir.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, 1991 yılında Gürcistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte bölgede ayrılıkçı hareketler ivme kazanmıştır. Çoğunluğunu etnik Ruslar ve Gürcü olmayan başka toplulukların oluşturduğu Güney Osetya, aynı durumdaki diğer iki bölge olan Abhazya ve Acaristan’da olduğu gibi Gürcistan’a bağlanmamak için direndiler. Bunlardan Acaristan fazla direnç gösterememiş ve Tiflis’e boyun eğmek durumunda kalmıştır. Buna karşın, 1994 yılında fiilen bağımsızlığını ilan eden, ancak bugüne kadar hiçbir ülke tarafından tanınmamış bulunan Abhazya ve Güney Osetya’da gerginlik artarak devam etmiş, Rusya Federasyonu barış gücü askeri bulundurmak suretiyle, bu bölgede barışın korunması sorumluluğunu üzerine almıştır.

Şubat 2008 tarihinde ABD ve AB bayraklarının gölgesinde, Kosova’nın, Rusya’nın uydusu Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan etmesi karşısında Moskova’nın tepkisi sert olmuştu. Tüm meydan okumalarına rağmen Batı tarafından ciddiye alınmayan Rusya, uluslararası itibarını ciddi biçimde sarsan bu gelişmeyi bir kenara not etmiş ve intikamını almak için fırsat kollamaya başlamıştı. Bu kapsamda, 2-4 Nisan’da Bükreş’te yapılan NATO tarihinin en büyük zirvesinde ilk stratejik atağını yapmış, ABD’nin tüm çabalarına rağmen Ukrayna ve Gürcistan’ın resmi adaylık statüsü kazanmalarına engel olmuştu. Artık Rusya, ABD ve NATO’ya bir tepki olarak, ayrılıkçı Güney Osetya ve Abhazya kartını açıkça oynamakta bir sakınca görmeyecektir. Nitekim öyle de oldu. Kremlin, öncelikle, resmen tanımamakla birlikte Abhazya ile doğrudan siyasi ve ekonomik ilişki kuracağını ilan etti. Müteakiben, bölgedeki ayrılıkçı güçler, Rusya’nın da desteğiyle Gürcistan’a karşı kışkırtıcı eylemlerini yoğunlaştırmaya başladılar. Putin’in, giderayak Abhazya ve Güney Osetya’da  bulundurduğu barış gücü kuvvetlerine dahil asker sayısını 5 Mayıs itibariyle takviye etmesi, Tiflis’in huzursuzluğunu had safhaya çıkaran bir gelişme olarak bölgede tansiyonu artırdı..

Tüm bu tahrik edici hareketlerin üstüne bir de son günlerde Osetyalı askeri kuvvetlerin Gürcü topraklarını top ateşine tutması, Tiflis için bardağı taşıran son damla oldu ve Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili, Gürcü askerlerine saldırı emrini vermek durumunda kaldı. Gürcü silahlı kuvvetlerinin, tam da Pekin Olimpiyatlarının başladığı 8 Ağustos günü Güney Osetya bölgesinin içlerine doğru yaptığı askeri operasyonlar sonucunda, Rus barış gücü askerlerinin de dahil olduğu çok sayıda Osetyalı sivilin ölmesi üzerine, Rusya için askeri operasyon fırsatı da doğmuş oldu. Ne var ki Rusya, gerçekleştirdiği askeri saldırının ölçüsünü kaçırdı ve barış gücü hattını da aşarak Gürcü topraklarının içlerine kadar operasyonu genişletti. Artık, kozlar Rusya’nın eline geçmiş durumdadır ve nerede duracağına da kendisi karar verecektir. Gelinen noktada, Saakasvili’nin yaşadığı hayal kırıklığı dünya kamuoyunun gözünden kaçmamaktadır. Zira, Rusya’nın kendi topraklarını bombalaması karşısında çok güvendiği ABD ve AB’den umduğu desteği bulamamış ve ülkesini Rusya ile çaresiz bir savaşın içine doğru sürüklemiştir. Ülkesinin Toprak bütünlüğünü ve siyasi egemenliğini tamamen kaybetme riski ile karşı karşıya kalan Gürcü Cumhurbaşkanı, şimdilerde adı bile konmamış bu savaşa ateşkes önermekte ve emperyalist Rusya’nın elinden kurtulabilmek için Batı dünyasından medet ummaktadır.

NATO ve AB’ye üye olmak suretiyle hem bölgesel güvenliğini garanti altına alma ve hem de ekonomisini kalkındırma hayalleri kuran Gürcistan, bir yandan Batı ile yakın ilişkiler geliştirirken, bir yandan da, Güney Kafkasya’nın kontrolünü elinden bırakmak istemeyen Rusya’nın düşmanlığını kazanmaktadır. 2003 yılında gerçekleşen “pembe devrimle” iktidara gelen Mihail Saakaşvili, Batı desteğiyle ülkesinin toprak bütünlüğünü sağlamayı hedeflemektedir. Ne var ki, Tiflis’in NATO ile yakın temasını kendisine meydan okuma olarak değerlendiren Rusya, buna, ayrılıkçı Abhazya ve Güney Osetya Özerk Cumhuriyetlerini desteklemek ve nihayet eline geçen ilk fırsatı değerlendirerek askeri bir operasyon yaparak cevap vermiştir.

Kafkasya’da yaşanan bu gelişmeler esasen bölgeyi içinden çıkılması zor bir çelişkiler yumağı haline getirmiş durumdadır. Öyle ki, Kosova’nın bağımsızlığı, özellikle kendi ülkesindeki Çeçenistan hareketi olmak üzere, ayrılıkçı eylemleri tahrik edeceği endişesiyle, Rusya tarafından şiddetle reddedilmiştir. Fakat, Rusya, ayrılıkçı Güney Osetya ve Abhazya hareketlerini destekleyerek çifte standardını da ortaya koymaktan geri kalmamaktadır. Bir zamanlar Batıyı çifte Standard uygulamakla suçlayan Rusya bu defa bizatihi kendisinin aynı duruma düşmesinde bir sakınca görmemiş ve ayrılıkçı Çeçenistan hareketini desteklemekle suçladığı Gürcistan’a karşı kısasa kısas taktiğini uygulama çabası  içine girmiştir. Ayrıca Rusya’nın, ABD ile birlikte Türkiye’yi de Gürcistan’a askeri destek vermekle suçlaması, Türkiye-Rusya ve Türkiye-Gürcistan ilişkilerinin geleceği açısından da karmaşık bir vaziyet arz etmektedir.

Ayrıca Rusya, her ne kadar Güney Osetya’daki Rus vatandaşlarının korunması, Gürcistan’ın barışa zorlanması gibi gerekçelerle Gürcistan’a saldırdığını iddia etse de, perde arkasında Rusya’nın Güney Kafkasya bölgesine yönelik jeostratejik hedeflerinin yattığını söylememiz mümkündür. Zira, Enerji üretim ve dağıtım potansiyelini dış politikada bir silah olarak kullanmaya çalışan Rusya, dünyanın en zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip Kafkasya ve Orta Asya üzerinde hâkimiyet kurma çabası içerisindedir.  Ayrıca, Orta Asya ile Avrupa arasında bir köprü niteliğini haiz Kafkasya’nın ve dolayısıyla bölgede stratejik bir konuma sahip Gürcistan’ın kontrol altında tutulması, Rusya Federasyonu için vazgeçilmez öncelikler arasındadır.

Görev süresi boyunca sürekli Batıya meydan okuyan, “şahin” olarak nitelendirebileceğimiz Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 7 Mayıs günü, Başkanlık görevini Dmitriy Medvedev’e devretmişti. Rusya’nın başına, “daha fazla kişisel özgürlük ve ekonomik serbesti” üzerine yoğunlaşacağını açıklayan ılımlı ve batı yanlısı bir liderin geçmiş olması, bölgede tansiyonun düşmesine katkı sağlayacak bir gelişme olarak değerlendirilmişti. Ancak, göreve gelir gelmez Putin’i Başbakanlığa atayan Medvedev’in Kafkasya’da başlattığı savaş ortamı, tüm beklentileri altüst etmiş durumdadır.

Öte yandan, Rusya’nın arka bahçesi olan Güney Kafkasya bölgesine sızabilmek gayesiyle Ukrayna ile birlikte Gürcistan’ı NATO’ya üye yapmak için büyük çaba sarf eden ve bu uğurda Gürcistan ile yakın ilişki kurmak suretiyle Saakasvili’yi Rusya’ya karşı cesaretlendiren ABD’nin, Rusya’nın bu ciddi askeri operasyonu karşısında fiilen tepkisiz kalması düşündürücüdür. Acaba, Gürcistan NATO üyesi yapılsaydı Rusya böyle bir operasyon yapabilir miydi? Görünen o ki Gürcü Cumhurbaşkanı zamanlamayı yanlış yapmıştır. NATO üyesi olmadan Batının tam desteğini arkasına almayı hesaplamış fakat bu hesap tutmamıştır. Dahası, karşı cephe genişlemiş, Güney Osetya’daki operasyonlardan cesaret alan ayrılıkçı Abhazya Bölgesi silahlı kuvvetleri de Gürcü topraklarına saldırıya geçmişlerdir. Böylece Tiflis, kendi başlattığı bir operasyonda geri adım atmak zorunda bırakılmış ve dahası topraklarının önemli bir kısmını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmıştır.

Ancak, bu savaştan Rusya’nın da galip çıkacağını söylemek için çok erkendir. Zira, Batı ile ilişkilerini geliştirme eğiliminde olan Medvedev, savaşı Güney Osetya’nın da ötesine, Gürcü topraklarına taşıyarak, Kafkasları bir ateşin içine sürüklemesi halinde, Batı ile ilişkilerinin ciddi biçimde bozulması kaçınılmazdır. Bu ise, küresel sisteme entegre olmaya çalışan Rusya için bir stratejik gerileme olacaktır. Diğer taraftan, Güney Osetya’dan çekilmesi halinde, özellikle buradaki etnik Ruslar açısından eskisinden de zor bir dönem başlayabilecektir. Dolayısıyla, esasen Rusya’nın da bir açıdan Gürcistan kadar riskli bir pozisyona girdiğini söylememiz mümkündür.

Kafkasya’daki gelişmeler şüphesiz, Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Türkiye’de yaklaşık bir milyon gürcü kökenli vatandaşın bulunduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca Türkler, Gürcistan’ın ikinci büyük etnik grubunu teşkil etmektedir. Hatta, hiçbir zaman gündeme getirmemiş olsa da, 1921 tarihli Kars Anlaşması gereğince, Acaristan üzerinde Türkiye’nin garantörlük hakkı bulunmaktadır.

Türkiye ile Rusya arasında bir tampon bölge işlevi gören, Kafkasya’nın 4.7 milyon nüfuslu kilit ülkesi Gürcistan’ın istikrara kavuşması, bölgesel güvenlik açısından da önem arz etmektedir. Kafkasya coğrafyasında etkinlik mücadelesi veren Türkiye için Gürcistan, Türkistan’a açılan bir kapı olması nedeniyle de stratejik bir değer taşımakta, Türkiye-Gürcistan ekonomik ilişkileri hızla gelişmekte ve bu kapsamda dev projelere imza atılmaktadır. 2006 yılında hizmete giren Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı, İpek Demiryolu Projesi gibi ortak yatırımlar bunlara örnek olarak gösterilebilir.

Gürcistan’la iyi ilişkiler geliştiren Türkiye’nin Rusya ile de dengeli bir siyaset izlediği ve bu ülke ile ekonomik ilişkilerinin iyi düzeyde olduğu hususunu da gözardı etmememiz gerekmektedir. Ayrıca, Türkiye-Rusya arasında, enerji dağıtım güzergâhı ve Güney Kafkasya’nın hâkimiyeti konusunda bir rekabet söz konusu olsa da, bu durumun iki ülkenin siyasi ve ekonomik ilişkilerini menfi yönde etkilemesine izin verilmemesi ve Rusya ile enerji alanında muhtemel işbirliği fırsatlarının iyi değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyiz.

Bu nedenle, Türkiye’nin Kafkasya’da etkili bir politika yürütmesi ve bunu yaparken her iki komşu ülke ile ilişkilerinin bozulmasına fırsat vermemesi gerekmektedir. Bunun ön şartı olarak, Türkiye’nin bölgede yaşanan sıcak çatışmanın dışında kalması ve tarafsızlığını koruması çok önemlidir. Fakat, bölgede var olan çelişkiler yumağının, aynı zamanda Türkiye’nin tarafsızlığını korumasını da ne kadar güçleştirdiği ortadadır. Öyle ki, Güney Osetya ve Abhazya hareketlerini ayrılıkçı terör olarak değerlendirip Gürcistan’ın siyasi egemenliği ve toprak bütünlüğünü savunması halinde, bu defa Rusya işgalci konumuna düşecek ve doğal olarak bu ülkenin tepkisiyle karşılaşacaktır. Şayet, Gürcistan’ın bu özerk bölgeleri işgal ettiğini kabul edecek olsa bu defa bu ülke ile olan ilişkisi zarar görebilecektir. Ayrıca, Rusya’nın, açıkca Türkiye’yi ABD ile birlikte Gürcistan’a silah satmakla suçlaması-bir zamanlar Çeçenistan’a destek vermekle suçladığı gibi- Türkiye’nin tarafsızlığını koruma anlamında, ne kadar hassas bir konumda olduğunu işaret etmektedir.

Netice itibariyle, Türkiye’nin, bölgedeki komşuları Gürcistan, Rusya ve Azerbaycan ile yakın ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirdiği, Ermenistan ile diyalog kapılarının açılabileceğine dair işaretlerin belirdiği bir dönemde, Kafkasya’da patlak veren bu savaş, talihsiz bir gelişme olarak değerlendirilmektedir.

ABD’nin Kafkasya’da tahrik ettiği gerginliğin de etkisiyle bölgede sıcak bir çatışma ve hatta adı konmamış bir savaş patlak vermiş ve binlerce sivil hayatını kaybetmiş bulunmaktadır. Tüm Kafkasya’ya yayılması ihtimali bulunan bu savaşın, ABD’nin Avrasya coğrafyasına hâkim olma mücadelesinin bir parçası olup olmadığını ve bölgede ortaya çıkan istikrarsız ortamın neticede bu ülkenin jeostratejik çıkarlarına ne şekilde hizmet edeceğini görmek için biraz beklememiz gerekecektir.

Bölgede patlak veren savaştan, Rusya ve Gürcistan kadar ABD’nin de sorumluluğunun bulunduğu bilinmektedir. Bu nedenle, her ne kadar Kafkaslarda tansiyonu düşürmek bu ülkelerin görevi olsa da, esasen, istikrarlı bir yapıya sahip Türkiye’nin de bu süreçte etkin bir rol oynaması gerektiği kanaatindeyiz. Bu durumda, jeopolitik öneme sahip bölgesel bir güç olarak Türkiye’nin, tarafları müzakere masasına oturtmak ve sorunu diplomatik yollardan çözmek için, Kafkasya’daki tüm ülkeleri bir araya getirmek suretiyle, arabuluculuk işlevini yerine getirmesi yararlı olacaktır. Bu şekilde, bölgesinde itibar gören bir ülke olarak Türkiye, hem Kafkasya’da kalıcı bir barışın temellerinin atılması ve hem de bölgesel istikrarı bozmaya yönelik dış müdahalelere karşı ortak bir direnç noktası oluşturulması bağlamında inisiyatif kullanmış olabilecektir.

Share This:

KAFKASYA’DA İSTİKRAR ARAYIŞLARI

 

Kafkasya’da, Rusya ve Gürcistan arasında beş gün süren sıcak çatışmaların ardından, şimdi de yoğun bir uluslararası diplomasi savaşı başlamış bulunmaktadır. Bu kapsamda, 13-14 Ağustos’ta Moskova ve Tiflis’e giden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Lideri Dimitriy Medvedev ile Gürcü Lider Mihail Saakaşvili’ye “Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu” adı altında bir oluşum önerisinde bulunmuş ve bu teklif meslektaşları tarafından olumlu karşılanmıştır.

Bölgesel barış, ortak güvenlik, ekonomik işbirliği ve enerji güvenliğini esas alan, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) ilkelerine dayalı, ortak kriz çözme ve yönetme mekanizmasına sahip bir platform olarak başlatılması öngörülen bu yeni sürece, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütünün de dahil edilmesi planlanmaktadır. Ocak 2000 tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından önerilen ve daha sonra beklenen ilgiyi görmemesi nedeniyle rafa kaldırılan, Rusya’nın dâhil olmadığı “Kafkasya İstikrar Paktı” fikrine yakın görünen bu yeni oluşum düşüncesi, Kafkasya’da kalıcı barış ve istikrar umutlarını artırmış gibi görünse de, esasen böylesi bir projeye engel teşkil edebilecek gelişmelerin de göz ardı edilmemesi gerektiği kanaatindeyiz.

Nitekim, Rusya’nın 5 gün süren karşı saldırısının ardından, AB Dönem Başkanı sıfatıyla Moskova’ya giden Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin önerdiği 6 maddelik Geçici Ateşkes Anlaşması çerçevesinde, Rusya askeri operasyona son vermiştir. Fakat, gerek ABD’nin tahrik edici düzeyde Rusya’yı küresel sistemden ve Batı dünyasından tecrit etme tehditleri ve gerekse Kremlin’in “Gürcistan’ın toprak bütünlüğünden söz edilemeyeceği” şeklinde açıklamada bulunması, Kafkasya’da gerginliğin devam edeceğini işaret etmektedir.

Daha önceki bir yazımızda, Pekin Olimpiyatlarının başladığı 8 Ağustos 2008 tarihinde patlak veren Kafkasya-Gürcistan Savaşı ile ilgili olarak, jeopolitik öneme sahip bölgesel bir güç olarak Türkiye’nin, tarafları müzakere masasına oturtmak ve sorunu diplomatik yollardan çözmek için, Kafkasya’daki tüm ülkeleri bir araya getirmek suretiyle, arabuluculuk işlevini yerine getirmesinin yararlı olacağını belirtmiştik. Her ne kadar zor bir süreci gerektirse de, bölgesinde itibar gören bir ülke olarak Türkiye’nin, hem Kafkasya’da kalıcı bir barışın temellerinin atılması ve hem de bölgesel istikrarı bozmaya yönelik dış müdahalelere karşı ortak bir direnç noktası oluşturulması bağlamında inisiyatif kullanması mümkün olabilecektir kanaatindeyiz.

Geldiğimiz noktada, gizli gündemi olmayan bağımsız bir aktör olarak bölgesinde bulunan tüm ülkelerle görüşme yapabilen Türkiye’nin, diplomasiye ağırlığını koyduğu ve bölgesindeki barış ve istikrar arayışlarının vazgeçilmez unsuru olarak dünya siyaset sahnesinde yerini aldığını görmekteyiz. Öyle ki, bir yandan Başbakan, Fransa Cumhurbaşkanını gölgede bırakarak Moskova’da, Rusya Devlet Başkanı ve Başbakanı ile arabulucuk misyonunu icra ederken, bir yandan Cumhurbaşkanı, İstanbul’da İran Cumhurbaşkanı ile bölgesel meseleler hakkında görüşmeler yürütmüştür.

Hatırlanacağı üzere, Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili ABD’ye güvenerek, Rusya’ya karşı kumar oynamış, Gürcü Silahlı Kuvvetleri Güney Osetya bölgesine askeri operasyonda bulunmuş, fakat Rusya’nın şiddetli karşı operasyonuyla hezimete uğrayan Gürcistan, savaş ilanından iki saat sonra ateşkes ilan etmek zorunda bırakılarak, Rusya karşısında çaresiz bir duruma düşmüştür. Beş gün süren Rus-Gürcü savaşının ardından Kremlin,  Sarkozy daha Moskova’ya ulaşmadan hemen önce, Batı dünyasına bir jest yaparcasına askeri operasyonu bitirdiğini ilan etmiştir. Neticede, Rusya, Güney Osetya bölgesinden daha da ilerilere, Gürcistan topraklarının içlerine kadar ilerlemiş ve burada durmuştur. Gürcistan şimdi “de-facto işgal” vaziyeti ile karşı karşıya bulunmaktadır.

Böylece, Rusya, büyük bir ustalıkla hazırlamış olduğu Kafkasya’yı işgal senaryosuna Saakaşvili’yi dahil etmeyi başarmış ve nihayet kozları eline geçirmiş bulunmaktadır. Hayatının en büyük hatasını yapan Saakaşvili ise, ABD ve AB tarafından yalnız bırakılmanın verdiği hayal kırıklığıyla, hem ülkesini ve hem de kendi pozisyonunu riske atmıştır. Zira, Rusya’nın üst düzey yetkilileri, artık Saakaşvili ile görüşmelerinin mümkün olmadığını açıklamak suretiyle, bundan sonraki süreçte, Gürcü liderin statüsünü koruyabilmesinin ne kadar zor olacağına dair ilk işareti vermiş bulunmaktadırlar.

Beş gün süren yıkıcı bir istilanın ardından, Rusya nihayet arzuladığı noktaya kadar ilerlemiş olacak ki, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin teklif ettiği 6 maddelik bir Ateşkes Anlaşmasını kabul etmekte bir sakınca görmemiştir. 16 Ağustos itibariyle Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili ve Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev tarafından imzalanan söz konusu Geçici Anlaşmaya göre, taraflar arasında düşmanlık sona erecek, insani yardım koridoru açılacak, Rus askerleri Gürcü topraklarından çıkmakla birlikte Güney Osetya’daki barışı koruma görevine devam edecek, ayrıca bölge dışında kısıtlı da olsa devriye gezme imkânına kavuşacak olan Ruslar, Güney Osetya sınırının 10 km. ötesine dek Gürcü topraklarına girebilecek ve Güney Osetya ile Abhazya’daki “Rus barış güçleri” uluslar arası barış gözetim mekanizması kurulana dek ek güvenlik önlemleri alabilecektir.

Ancak her ne kadar, Gürcistan’ın “bağımsızlığı ve egemenliği” ifadeleri geçse de, Gürcistan’ın “toprak bütünlüğünden” bahsetmeyen bu ateşkes anlaşması, esasen Gürcistan için tam bir yıkım olarak değerlendirilmekte ve gelecekte bölgede olası sıcak çatışmaları kaçınılmaz kılmaktadır.

Enerji üretim ve dağıtım potansiyelini dış politikada bir silah olarak kullanmaya çalışan Rusya’nın, dünyanın en zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelik stratejik hedefleri vardır. Ayrıca bölgenin, Orta Asya ile Avrupa arasında bir enerji geçiş noktasında yer alması, Kafkasya’nın tam kalbinde yer alan Gürcistan üzerinde, Rusya’nın emperyalist hayaller kurmasına sebep olmaktadır.

Öte yandan, ABD ve NATO ile ilişkilerini geliştirmek suretiyle toprak bütünlüğünü korumaya çalışan Gürcistan, aynı zamanda Batı dünyası ile entegre olmayı da hedeflemektedir. Ne var ki, ABD’ye güvenerek giriştiği Güney Osetya Operasyonunda, Batıdan umduğu desteği bulamayan Saakaşvili, Rusya tarafından hezimete uğratılmış, tabiri caizse, kaş yapayım derken göz çıkarmıştır. Geldiğimiz noktada ise Gürcü Lider, ülkesini bölünmenin eşiğine getirmiş durumdadır. Ateşkesin hemen ardından, Washington Post Gazetesinde yayınlanan makalesinde Saakaşvili, “Eğer Batı bizimle değilse kiminle?” sorusunu yönelterek, ABD ve AB’nin, Rusya’ya karşı tavrını netleştirmesini isteyerek, ülkesini bu zor durumdan kurtarmaya çalışmaktadır.

Bu gelişmeler, Rusya’nın, Gürcistan’ın NATO üyeliğini engellemekle, esasen ne gibi stratejik hesapların peşinde olduğu hakkında bir fikir vermektedir. Ne var ki, Kafkasya’da giriştiği 5 günlük savaş, Gürcistan’ın NATO üyeliğini hızlandırıcı bir etki yapacaktır. Nitekim, savaş sonrası Medvedev ve Saakaşvili ile görüşen ve bugüne kadar Gürcistan ile Ukrayna’nın NATO üyeliğine karşı çıkan Almanya Başbakanı Angela Merkel, “Gürcistan’ın NATO’ya üyelik yolunda olduğunu” açıklamak suretiyle, Rusya’ya karşı bir tavır değişikliğine gittiğinin ilk işaretlerini vermiştir. Aynı şekilde, NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer, 19 Ağustos tarihli NATO toplantısı arifesinde “Gürcistan’ın günün birinde NATO üyesi olacağını” belirtmek suretiyle, üyeler üzerinde baskı oluşturmaya çalışmıştır. Bunun yanında,  küresel sisteme entegre olmaya çalışan Rusya Federasyonu’nun, Kafkasya’da istikrarı bozarak, Batı dünyası ile ilişkilerinin geleceğini de ciddi biçimde tehlikeye attığını yakın zamanda görecektir.

Geldiğimiz noktada, Kafkasya’daki savaş geçici de olsa sona ermiş gibi gözükmektedir. Bundan sonra yapılması gereken, yeni bir sıcak çatışmaya meydan vermeksizin, müzakereler yoluyla, bölgede kalıcı bir barış ortamının sağlanması yönünde diplomatik girişimlerin başlatılmasıdır. Gürcü Lider, barışın sadece Batılı arabulucularla sağlanabileceğini iddia etmektedir. Bu anlamda, bölgesinde güven duyulan istikrarlı bir ülke olarak Türkiye’nin ortaya attığı “Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu” projesi, bölgesel barışa katkı sağlayacak iyi niyetli bir girişim olarak gündemdeki yerini almalıdır kanaatindeyiz. Fakat, böylesi bir projenin uygulanabilirlik kabiliyetini kısıtlayan faktörlerin üzerinde de önemle durulması gerekmektedir. Bu vesileyle, Kafkasya İttifakı projesine gölge düşürebilecek hususlara kısaca bir göz atmamızda yarar bulunmaktadır:

– Rusya Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü hiçe saymakta bunu açıkça dünyaya ilan etmektedir. Nitekim, Güney Osetya ve Abhazya Liderlerini Moskova’da ağırlayan Rusya’nın Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Gürcistan’ın toprak bütünlüğü ölü bir konu” demiştir.  Buna karşın, Türkiye, AB ve ABD, Gürcistan’ın toprak bütünlüğü ve siyasi egemenliğini kuvvetle desteklemektedir.

– Gürcistan Parlamentosu, Rusya’ya tepki olarak, bu ülkenin liderlik ettiği Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)’den (Rusya Federasyonu, Belarus, Gürcistan, Ukrayna, Moldova, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Ermenistan’dan oluşmaktadır) ayrılma kararı almıştır.

– ABD, Rusya’yı, Zenginler Kulübü olarak bilinen G-8’den çıkarmak ve Dünya Ticaret Örgütü üyeliğini engellemek için girişim başlatma hazırlığındadır.

– ABD ve İngiltere, protesto amacıyla, Japon denizinde yapılacak olan “Rusya-NATO Ortak Deniz Tatbikatından” çekildiğini açıklaması üzerine tatbikat iptal edilmiştir.

– Rusya, ABD’nin etkisinde kalmakla suçladığı Gürcü Lider Saakaşvili ile görüşmelerinin mümkün olmadığını, dolayısıyla, mevcut hükümetin değişmesi gerektiğini ileri sürmekte, buna karşın, Türkiye, ABD ve AB Saakaşvili hükümetini desteklemektedirler. Nitekim, ABD basınında, Rusya’nın Tiflis’teki hükümeti devirmek amacıyla bu askeri operasyona giriştiğine dair iddialar yer almıştır.

– Geçici Ateşkes Anlaşmasında, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün korunacağına dair herhangi bir ifade yer almamakta, ayrıca, Anlaşmayla Rus askerlerine bölgede kalıcı bir statü verilmektedir.

– Alman Der Spiegel Dergisine demeç veren Gürcü Lider Saakaşvili “Biz en son Rus askeri Gürcü topraklarından çıkana kadar savaşacağız. Asla teslim olmayacağız”, diyerek, barış konusunda Rusya’ya güvenmediğini itiraf etmiştir.

– ABD ve müttefiklerinin Kafkasya’ya yönelik stratejik hedefleri, Rusya’nın jeopolitik hesaplarıyla çatışma halindedir.

Tüm bu gelişmeler açıkça göstermektedir ki, önümüzdeki dönemde Kafkasya’da gerginlik azalmayacak, bilakis artacaktır. Rusya, Batı dünyası tarafından ciddi biçimde tecrit edilmeye çalışılacak, bu da Moskova’yı tahrik ederek daha saldırgan politikalar üretmesine yol açacaktır. Nitekim,  ABD’nin çağrısı üzerine, 19 Ağustos 2008 tarihinde, Brüksel’de olağanüstü toplanan NATO Dışişleri Bakanları, “Rusya ile ilişkilerin askıya alınmasını” kararlaştırmış bulunmaktadırlar. Anlaşılıyor ki, uluslararası sisteme entegre edilmiş ve Batının demokratik değerlerini benimsemiş bir Rusya’nın, emperyalist hayallerinden arındırılabileceği ve daha ılımlı bir konuma getirilebileceği umudu, tükenme noktasına gelmiştir.

Öte yandan, daha savaşın dumanı tüterken, ABD ve Rusya Liderlerinin tansiyonu düşürmek yerine, karşılıklı meydan okumalarla diplomatik girişimlerin önünü tıkamaları, bu ülkelerin gerçekte barış isteyip istemedikleri konusundaki şüpheleri artırmaktadır. Zira, gerginliğin had safhada olduğu bir sırada ABD Başkanı George W. Bush, Medvedev için “Soğuk savaş bitti, derebeylik yapmasın” demiş, buna cevap olarak Medvedev, Rusya’nın bugüne kadarki eylemlerini ”ılımlı” olarak değerlendirerek “Batının gerilimi tırmandırması halinde, en radikal güçlerin bile hayal edemeyeceği bir ortam yaratılacağı” tehdidinde bulunmuştur. Ayrıca, Kafkasya’da patlak veren krizin sebep olduğu kargaşa ortamında Polonya ile ortak füze savunma sistemi anlaşmasını imzalayan ABD, Rusya’dan rövanşı almış gibi görünmekle birlikte, esasen yeni bir soğuk savaşın da ilk işaretlerini vermiş bulunmaktadır.

Netice itibariyle, Kafkasya’da yaşanan gerginliğin esasen Küresel aktörlerin Avrasya coğrafyasına hakim olma mücadeleleri kapsamında yürüttükleri bir danışıklı dövüş olduğuna dair kuşkularımız artmaktadır. Çünkü, Rusya-Gürcistan savaşının sonuçta ne ayrılıkçı Güney Osetya’nın ve ne de Gürcistan’ın menfaatlerine hizmet etmediği, buna karşın, Kafkasya’da yaşanan gerginliğin hem Rusya ve hem de ABD’nin stratejik hedeflerine hizmet eder mahiyet arz ettiğini söyleyebiliriz. Zira, sürüp gidecek bir gerginlik, her iki ülkeye de, bölgeye daha fazla nüfuz etme fırsatları verecektir. Savaşın ardından, NATO ve ABD savaş gemilerinin Boğazları geçerek Karadeniz’e girmesi, bu tezimizi doğrular niteliktedir. Ayrıca ABD, Kafkasya ülkelerinin emperyalist Rusya Federasyonuna karşı besledikleri düşmanlıkları tahrik etmek suretiyle, bu ülkelerle ilişkilerini geliştirme fırsatlarını da yakalamış bulunmaktadır. Buna karşın, Kafkasya’da askeri ve diplomatik üstünlük elde  eden Moskova, bir yandan bölge ülkelerine gözdağı verirken, bir yandan da savaş öncesine göre daha güçlü olarak müzakere masasına oturabilecektir.

Rusya’nın, eski Sovyetler Birliği dönemindeki etkinlik alanını tekrar kazanma ve Kafkasya haritasını buna göre yeniden çizme hayallerini gerçekleştirmek için somut adımlar atmaya hazır olduğu, bu kapsamda savunma pozisyonundan saldırı pozisyonuna geçtiği görülmektedir. Ne var ki karşısında, hiçbir gücün  bölgede tek başına hakim olmasını istemeyen küresel bir güç, ABD durmaktadır. Dolayısıyla, Gürcistan, Kafkasya’daki bölgesel hâkimiyet mücadelesinin oyun alanlarından sadece birini teşkil etmektedir. Kuşkusuz, bölgede gerginlik artarak devam edecektir. Zira, kıymetli madenler ile zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olan Kafkasya, aynı zamanda Doğu-Batı enerji ulaşım yolları üzerindedir ve bu yönüyle, bir yandan küresel aktörlerin ilgisini çekerken, bir yandan da dinamik etnik ve dinsel fay hatları nedeniyle, potansiyel bir çatışma alanı konumunu muhafaza etmektedir.

Rusya-Gürcistan savaşı vesilesiyle öne sürülen “Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu” düşüncesi, bölgesel istikrarsızlıktan büyük rahatsızlık duyan Türkiye’nin iyi niyetli bir diplomatik atağıdır. Türkiye bu şekilde, hem bölgesinde insiyatifi eline geçirme ve hem de komşularıyla iyi ilişkiler geliştirme niyetindedir. Fakat, gerek Kafkasya’nın karmaşık etnik ve siyasi yapısı ve gerekse ABD ve Rusya’nın birbiriyle çatışma halindeki bölgesel jeopolitik çıkarları, en azından yakın gelecekte, bölgede kalıcı bir istikrar ortamının sağlanmasının zor olduğunu işaret etmektedir. Buna rağmen, bölgesindeki sorunlara çözüm yolları üretebilme potansiyeline sahip bir ülke olarak Türkiye’nin, milli karakterine uygun, özgün dış politikalar geliştirerek, arabuluculuk misyonunu devam ettirmesi ve bu sayede, bölgesel barış ve istikrar arayışlarına katkı sağlaması mümkün görünmektedir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=291

Share This:

YENİ BİR SOĞUK SAVAŞA DOĞRU

 

Son yirmi yıl içerisinde Dünya sahnesinde meydana gelen siyasi gelişmeler, ülkelerin jeopolitik konumlarında ve stratejik hedeflerinde ciddi değişmelere yol açmıştır. Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından, soğuk savaş dönemi sona ermiş ve iki kutuplu dünya düzeninden,  ABD’nin rakipsiz küresel hâkimiyetine dayalı yeni bir dünya düzenine geçilmiştir. Hegamonik gücünü başka herhangi bir ülke ile paylaşmaya yanaşmaksızın ve askeri yöntemler kullanmak suretiyle dünyaya hükmetmeye çalışan ABD, bu amaçla, küresel enerji kaynaklarının dörtte üçüne sahip bulunan Avrasya’ya nüfuz etme faaliyetlerini hızlandırmış bulunmaktadır.

Buna karşın, eski gücünü yeniden kazanarak tekrar küresel bir güç haline gelmek ve Avrasya’nın zengin doğal kaynaklarını kontrolü altına almak isteyen Rusya’nın, bölgede insiyatifi ABD’ye kaptırmamak için, değişik senaryolar üzerinde çalıştığı, mesela, Şanghay İşbirliği Örgütü gibi yeni oluşumlara, Çin’i de yanına alarak öncülük etmeye kalkıştığını görmekteyiz.

Öte yandan, başlangıçta, Rusya’ya karşı milli kimliklerini muhafaza etme ve bağımsızlıklarını koruma açısından Amerika’nın güdümüne razı olan Orta Asya Cumhuriyetleri, zamanla, Rusya’nın da baskısıyla tavır değiştirmeye başlamışlar ve Atlantik ötesi bir gücün Avrasya kıtasındaki varlığını sorgular hâle gelmişlerdir.

ABD, Orta Asya Bölgesinde kendisine karşı yürütülen bu faaliyetlere cevap vermekte çok gecikmemiş ve 11 Eylül 2001 saldırılarının hemen ardından, uluslararası terörle mücadele ve demokrasi ihraç etme bahanesiyle, Asya kıtasının jeopolitik açıdan en kritik bölgesinde yer alan Afganistan’ı işgal etmiştir. Yine benzer bahanelerle 2003 yılında Irak’ı işgal eden Amerika, böylece, kısmen Türkiye’yi de içine alan Büyük Ortadoğu Projesini hayata geçirmek için en önemli stratejik adımını da atmış oldu. Bir yandan bölgesel güç mücadelesi veren İran’a karşı İsrail ile birlikte saldırı planları yapan ve bir yandan da Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya yerleştireceği füze savunma sistemleri ile Rusya’yı tedirgin eden Amerika, küresel hâkimiyetini devam ettirebilmesi için Avrasya arenasında başrolü kimseye kaptırmaması gerektiğinin farkındadır.

Nitekim, NATO tarihinin en geniş katılımlı zirvesinin, Nisan 2008 tarihinde, eski Sovyet Bloku ülkelerinden Romanya’nın başkenti Bükreş’te yapılması anlamlıdır.  Fakat, Rusya, bu zirvede, ABD’nin tüm çabalarına rağmen, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliğini engellemeyi başarmıştır. Esasen Rusya, arka bahçesi konumundaki Kafkasya’ya ABD’nin sızma girişimlerini engellemekle, stratejik açıdan ne kadar önemli bir adım attığını da yakın zamanda tüm dünyaya göstermiştir.

Bilindiği üzere, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in tüm meydan okumalarına rağmen, Kosova Parlamentosu,  Şubat 2008 tarihinde, AB ve ABD bayraklarının gölgesinde, Rusya’nın uydu devleti olan Sırbistan’dan bağımsızlığını ilân etmiş ve bu karar vakit geçirilmeksizin başta ABD olmak üzere Batılı Devletlerce tanınmıştı.

Moskova, bu gelişmeyi, kalesine atılan bir gol olarak değerlendirmiş ve ABD’den rövanşı almak için planlar yapmaya başlamıştır. Nitekim, Kremlin’in büyük bir ustalıkla ve aylar öncesinden hazırladığı intikam senaryosuna, ABD yanlısı Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili kolaylıkla alet olmuş ve Rusya’nın istediği fırsatı eline vermiştir. 7 Ağustos’da Gürcü Kuvvetlerinin Güney Osetya’ya operasyon düzenlemesi üzerine, 8 Ağustos’ta Rusya yıkıcı bir güçle karşılık vermiş ve Gürcistan’ı işgal etmiştir. Çok geçmeden, bu defa Osetyalılar ve Abhazyalılar Rus bayraklarının gölgesinde bağımsızlıklarının Kremlin tarafından resmen tanınmasını kutlamışlardır. Rusya, Batıya karşı, özellikle de Kosova’nın rövanşını almıştır. Öyle ki  Güney Osetya ve Abhazya, Rusya tarafından fiilen ilhak edilmiş durumdadır. Artık, Moskova kozları eline geçirmiş ve Kafkasya’yı kontrol altına alma planlarını gerçekleştirmek ve ABD’ye meydan okumak için, savunma pozisyonundan saldırı pozisyonuna geçmiş durumdadır. Esasen, bu tavrıyla Rusya, ABD’nin küresel hâkimiyetine son vermek üzere yeni bir soğuk savaşın ilk adımlarını da atmış bulunmaktadır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından büyük bir boşluğa düşen Rusya Federasyonu, sahip olduğu zengin enerji kaynaklarının da yardımıyla ekonomisini toparlamış ve askeri gücünü yeniden kazanmış gibi görünmektedir.  Artık, kendisini ABD’nin karşısında dengeleyici bir güç olarak gören Rusya, Atlantik ötesi bir gücün, kendi coğrafyasına nüfuz etme çabalarına karşı fiilen tepki vermeye başlamıştır. Ne var ki, Rusya’nın bu politikalarının ABD’yi bölgeden çıkarmayı mı yarayacağı, yoksa tam tersine bölgeye daha derinlemesine nüfuz etmesine mi yol açacağı konusunda şimdiden kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Zira, Kafkasya’da yaşanan Rusya-Gürcistan gerginliğinin ABD-Rusya arasında süren danışıklı bir dövüşten ibaret olduğu konusundaki şüphelerimiz hâlâ devam etmektedir. Nitekim, her ne kadar Beyaz Saray tarafından yalanlanmış olsa da, Rusya Başbakanı Vladimir Putin’in, Kafkasya’daki gerginliğin, Başkan Adaylarından birisinin seçimlerde avantaj elde etmesi için, bizzat Washington tarafından tahrik edildiğini ileri sürerek, ABD Başkanı George W. Bush’u suçlaması, bölgede suni bir gerginlik yaratıldığına dair kanaatimizi destekler mahiyettedir.

Öyle ki, Kafkasya’da yaşanan bu gerginlik neticesinde, NATO ve Rusya karşılıklı olarak restleşmişler ve ilişkilerini askıya almışlardır. Ne yazık ki tarafların, tansiyonun yükselmesinde bir sakınca görmediklerini müşahede etmekteyiz. Mesela, saldırgan tutumuyla bir yandan Batıya meydan okuyan Moskova, bir yandan da Ukrayna ve Azerbaycan gibi ABD yanlısı bölge ülkelerine gözdağı vermek suretiyle bu gerginlikten istifade etmeye çalışmaktadır.

Kafkasya’da yaşanan gerginlikten Rusya’nın sağladığı bir diğer stratejik avantaj ise, bu ülkenin Akdeniz’e açılması için eline yeni fırsatlar vermiş olmasıdır. Tam da bu gerginlik sırasında Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev’in, Amerika ve İsrail tarafından Ortadoğu’da baskı altında tutulan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı Soçi’de ağırlaması manidardır. Zira, bu ziyaret sırasında, Rus savaş gemilerinin Suriye limanlarında demirlemesi, karşılığında bu ülkeye askeri yardım yapılması gibi stratejik işbirliği anlaşmaları yapılmış ve Rusya’nın bundan böyle sıcak denizlere ineceği ve özellikle de Ortadoğu’da varlık göstereceğinin ilk işaretleri verilmiştir.

Peki, bu danışıklı dövüşten ABD’nin çıkarları ne şekilde etkilenecektir? Rusya’nın Gürcistan’ı işgal etmesiyle, ABD kalesine bir gol yemiş gibi gözükse de, neticede Avrasya’ya yönelik jeostratejik hedefleri bakımından oldukça kârlı çıkacağını düşünmekteyiz.

Nitekim, Rusya’nın saldırgan tutumunu iyi değerlendiren ABD, tam da gerginliklerin zirveye çıktığı bir sırada, Sovyet Dönemi korkularını hâlâ üzerinden atamamış olan Polonya ile füze savunma sistemleri anlaşmasını imzalayarak, önemli bir stratejik kazanım sağlamıştır. Yine, Rus-Gürcü Savaşıyla birlikte NATO içindeki, başta Almanya olmak üzere Gürcistan karşıtı ülkelerin görüşleri değişmiş ve Gürcistan’ın yakın zamanda NATO üyesi olmasının yolu açılmıştır. Bu ABD için önemli bir zaferdir. Zira,  artık Rusya’nın arka bahçesine dalış yapabilmek için uygun bir fırsat yakalamış durumdadır. Ayrıca, Rusya’nın yayılmacı yüzünü yeniden göstermesinden ürken Kafkasya ülkeleri şimdi, Batının ve özellikle ABD’nin himayesine girmek için ellerini daha çabuk tutacaklardır. Böylece ABD, emperyalist emellerini gerçekleştirirken, Afganistan ve Irak’taki gibi maliyetli yöntemlere başvurmak mecburiyetinde kalmayacaktır.

Kafkasya’da yaşanan gerginliğin ABD’ye sağlayacağı bir diğer stratejik avantaj ise, bu ülkenin, Kafkasya’ya hâkim olma ve potansiyel düşmanı olan İran’ı Kuzeyden abluka altına alma planlarının önemli bir ayağını teşkil eden, Karadeniz Havzasını nüfuzu altına alma fırsatlarını beraberinde getirmiş olmasıdır. Nitekim bu fırsatın daha şimdiden değerlendirilmeye başlandığını müşahede etmekteyiz. Gürcistan’a insani yardım götürme ve NATO tatbikatı bahaneleriyle boğazları geçerek Karadeniz’e giren onlarca ABD ve NATO savaş gemisi şu anda bölgede cirit atmaktadır. ABD halen Karadeniz’dedir ve ne zaman çıkacağı da belirsizdir. Rusya ise, arka bahçesine sızan düşman gemilerini saymakla ve bunların geri döneceği zamanı hesaplamakla meşguldür.

Diğer taraftan, ABD’yi provokatörlük yapmakla suçlayan Rusya, kıtalararası balistik füze denemesi yaparak Batıya gözdağı vermekten geri kalmamakta, tansiyonu yükseltmek suretiyle bir yandan uzlaşma fırsatlarını bertaraf ederken, bir yandan da Kafkasya’yı âdeta bir çelişkiler yumağı haline getirmektedir. Ne yazık ki, 45 yıllık soğuk savaş dönemini bile huzur ve barış içinde geçiren Karadeniz Havzası ve etnik yapısı tahrik edilen Kafkasya artık emperyalist güçlerin oyun alanı haline gelmiş bulunmaktadır. Öyle ki, Karadeniz’de, ABD ve Rus savaş gemilerinin her an sıcak bir çatışmaya girebileceğine dair senaryolar üretilmeye başlanmıştır.

Şu günlerde, Rusya’ya karşı uygulanabilecek yaptırımlar konusunda çalışmalar yürüten AB’nin ise bu konuda ne kadar etkili olabileceği hususunda şüphelerimiz bulunmaktadır. Zira, son yıllarda geçirdiği derin siyasi krizlerle sarsılan, dünya sahnesinde arzuladığı temsil kabiliyetini bir türlü elde edemeyen, üstelik enerji kaynakları bakımından Rusya’ya bağımlı olan bir AB’nin, bu ülkeye karşı eli zayıf görünmektedir. Petrol ihtiyacının %15’ni, doğalgaz tüketiminin %25’ni karşıladığı Avrupa’nın, enerji bakımından kendisine olan bağımlılığını iyi değerlendiren Rusya, önümüzdeki günlerde vanaları kapatma tehdidiyle AB’nin karşısına çıkacaktır. Nitekim, Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Vladimir İvanovskiy, “Araba için ne gerekiyor; petrol, benzin… Önümüz kış, hem Türkiye’nin, hem Avrupa’nın gaza ihtiyacı olacak” şeklindeki beyanatıyla, Rusya’nın hem AB’ye ve hem de Türkiye’ye karşı enerji silahını kullanmaktan çekinmeyeceği mesajını vermektedir. Kısaca, AB’nin Rusya’ya karşı caydırıcı gücü bulunmamaktadır ve bu durum, Kremlin’in daha da cesaretlenmesine yol açmaktadır. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Zirvesi sırasında, AB içinde cereyan eden ve Rusya’ya yaptırım uygulanmasına yönelik olan tartışmaların, “Batının zihin karışıklığının ve hastalıklı hayal gücünün ürünü” olduğu şeklindeki beyanatı, Moskova’nın AB’ye bakış açısı hakkında bir fikir edinmemize yardımcı olmaktadır.

Neticede, soğuk savaşın ardından daha 20 yıl bile geçmeden, yeni bir soğuk savaşın ilk işaretlerine şâhit olmaktayız. Kafkasya’da başlayan gerginlik hızla tüm dünyayı sarmakta ve tabiri caizse bir sinir harbine dönüşmektedir. Bu durum, dünya siyaset sahnesinde yeni bir kutuplaşma rüzgârı estirmekte, askeri seçenekler masaya yatırılmakta, Doğu ile Batı arasında saflar daha da netlik kazanmaktadır. Rusya, uluslararası itibarını yeniden kazanmak ve kendisinin de başrolü oynayacağı yeni bir dünya düzeni kurmak hevesiyle, Batı ile ilişkilerini kopma noktasına getirmekte bir sakınca görmemektedir. Bu noktada asıl merak edilen konu, Batı’nın Rusya’yı uluslararası sistemden nasıl tecrit edeceğinden ziyade, Moskova’nın bu saldırgan tutumuna karşı ABD’nin nasıl bir misillemede bulunacağıdır. Bu bağlamda, ABD’nin önümüzdeki birkaç hafta içinde İran’a karşı düzenleyeceği bir askeri operasyon pek de sürpriz olmayacaktır kanaatindeyiz.

Ne var ki, küresel güç mücadelesi bu defa, tam da Türkiye’nin merkezinde bulunduğu bir coğrafyaya kaymış durumdadır. Kuşkusuz bu durum, hassas jeopolitik konumu nedeniyle Türkiye’yi ciddi sıkıntılarla karşı karşıya bırakabilecektir. Bir yanda, ekonomik, sosyal ve siyasi alanlarda iyi ilişkiler geliştirdiği komşusu Gürcistan, en büyük ticari ortağı olan Rusya’nın emperyalist güdüleriyle işgal edilmekte ve etnik olarak bölünmekte, diğer yanda müttefiki olan ABD ve NATO savaş gemilerinin, Rusya’yı kışkırtacak şekilde Karadeniz’e sızmaları karşısında, Montrö Sözleşmesinin delinmesi tehlikesi belirmekte ve bu durum Rusya ile ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir. Öyle ki Rusya, daha şimdiden, Türk mallarına karşı ambargo uygulamaya başlamış bulunmaktadır.

Görüldüğü üzere,  NATO üyesi olan ve AB ile katılım müzakereleri yürüten Türkiye, Rusya ile Batı dünyası arasında sıkışmış vaziyettedir. Yani, aynı anda hem batılı müttefiklerini idare etmek ve hem de yayılmacı Rusya ile iyi ilişkilerini sürdürmek gibi zor bir sınavla karşı karşıyadır. Nitekim Rusya, Montrö Sözleşmesini tarafsız bir şekilde uygulaması yönünde Türkiye’yi uyarmakta ve Türkiye’yi bu gerginliğin bir parçası haline getirmek için çaba göstermektedir. Oysa, iyi bilmektedir ki, Türkiye’nin, belirli bir süre için (21 gün) Karadeniz’e girmesine izin verdiği savaş gemilerinin geri dönmemesi halinde, elinde bir yaptırım gücü bulunmamaktadır. Diğer taraftan ABD, NATO üyesi olan Türkiye’nin, müttefiklerinin yardım taleplerine karşı kayıtsız kalamayacağı beklentisi içerisindedir.

Dolayısıyla, Rusya ile Batı arasında gerginlik arttıkça, Türkiye’nin tarafsızlığını koruması daha da zorlaşacak, Rusya ve ABD arasında tercihini açıkça yapması konusunda, üzerindeki baskı ağırlaşacaktır. Kuşkusuz, bir taraftan komşusu Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü savunurken, bir yandan da bunun tam tersi istikamette yol alan Rusya’yla iyi ilişkilerini sürdürebilmek, Türkiye için son derece zordur. Fakat ne kadar zor olsa da, Türkiye’nin, her ikisi de emperyalist güdülere sahip bulunan ABD ve Rusya arasında cereyan eden soğuk savaşın bir parçası olmamak için azami gayret göstermesi, taraflardan herhangi birinin yanında olduğunu hissettirecek tutumlardan özellikle kaçınmak suretiyle dengeli bir politika yürütmesi ve nihayet Montrö Sözleşmesinden kaynaklanan yetkilerini kullanırken, geçen 72 yılda olduğu gibi, tarafsızlığından taviz vermemesi, son derece önem arz etmektedir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=292

Share This:

KIBRIS’TA ÇÖZÜMÜN YENİ ADI: ÇÖZÜMSÜZLÜK

Nejat ÇOĞAL

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (K.K.T.C.) Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi (G.K.R.Y.) lideri Dimitris Hristofyas, 11 Eylül’de, ara bölgede yaptıkları toplantıyla, ilk kapsamlı müzakere görüşmesini gerçekleştirmiş bulunmaktadırlar. Hatırlanacağı üzere, Liderler, kapsamlı Kıbrıs müzakerelerinin yönteminin ve izlenecek yol haritasının belirlenmesi amacıyla, 3 Eylül’de, Lefkoşa’daki ara bölgede, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un Kıbrıs Özel Temsilcisi ve BM Misyon Şefi Taye-Brook Zerihoun’un ikametgâhında bir araya gelmişlerdi. BM Genel Sekreteri Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer’ın da katıldığı görüşmede, kapsamlı müzakerelere 11 Eylül’de başlanılması, ilk olarak “Yönetim ve güç paylaşımı” ve “mülkiyet” konularının müzakere edilmesi ve 11 Eylül’den sonra liderlerin haftada bir gün görüşmesi kararlaştırılmıştı.

Bu bağlamda, yoğun bir “egemenlik” tartışmasının gölgesinde, 11 Eylül’de ilk kapsamlı müzakere görüşmelerini gerçekleştiren Kıbrıslı liderler, aldıkları karar gereğince, hiçbir açıklama yapmadan toplantı yerinden ayrıldılar. Nitekim, BM Genel Sekreteri Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer, liderlerin bundan sonra görüşmelere ilişkin açıklamada bulunmama konusunda anlaştıklarını ifade etmiştir. Talat ve Hristofyas’ın, kendi kamuoyu baskılarından bağımsız olarak görüşmeleri yürütme saikiyle böyle bir karar aldıklarını düşünmekteyiz. Sonuçta, “yönetim ve güç paylaşımı” gibi meselenin can damarını oluşturan bir konuda yaptıkları görüşme hakkında kamuoyunu bilgilendirmeyen Kıbrıslı liderlerin, ileride ne gibi bir sürprizle karşımıza çıkacaklarını, doğrusu merak etmekteyiz.

Fakat bilinen şudur ki, daha öncekilerine benzer şekilde, beşinci liderler buluşması da Hristofyas’ın zihinleri bulandıran beyanatlarının gölgesinde gerçekleşmiştir. Hristofyas, Zirve öncesi yaptığı yazılı açıklamada, “1977’de, dönemin Rum lideri Makarios’un iki toplumlu, iki bölgeli federal çözümü kabul ederek büyük bir taviz verdiğini, bu tavizle Kıbrıslı Rumların limitlerini tükettiklerini, daha ileriye gidemeyeceklerini”, “Ne konfederasyon ne de ‘bakir doğum’ aracılığıyla iki devletin yeni bir ortaklığının kabul edilemeyeceğini, federal çözümün, iki toplumun ortaklığı şeklinde olacağını” ifade ederek, 25 Temmuz görüşmesi öncesinde gündeme getirdiği “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” teziyle neyi kastettiğini de ortaya koymuş oldu. 1977 Doruk Anlaşması’nda ”çok acı bir taviz” verildiğini söyleyen Hristofyas, tabiri caizse ağzından baklayı çıkarmaktadır. Rum Lider, siyasi eşitliğe dayalı iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devleti yerine, Rumların hâkimiyetindeki “Kıbrıs Cumhuriyetini” (G.K.R.Y.) çözümün adresi olarak görmekte ve Türk Toplumunu bu oluşumda azınlık statüsüne indirgemeye çalışmaktadır.

Hristofyas’ın neticede bu noktaya gelmesi, malumun ilanından başka bir şey değildir. Fakat, burada asıl dikkat çeken husus, Talat’ın çözüm konusunda, Türkiye’nin kırmızı çizgilerine karşı daha duyarlı hâle gelmiş olmasıdır. Nitekim, Talat, Hristofyas’a gereken cevabı vermekte gecikmemiştir. Bu kapsamda, “Kıbrıs Türk halkının, Kıbrıs Adası üzerindeki haklarından vazgeçmeye niyeti olmadığını herkesin bilmesi gerektiğini, bu hakların, ‘iki halkın siyasi eşitliği ve iki kurucu devletin eşit statüsü’ ile korunabileceğini, Kıbrıs Türk halkının, kendi kendisinin efendisi olmak istediğini” belirtme ihtiyacı duymuştur. Görünen odur ki, Talat, Hristofyas’ın gerçek niyetini daha iyi anlamaya başlamakta ve Garantör Devlet olan Türkiye’nin Kıbrıs tezine ve desteğine olan ihtiyacını, Rumlara karşı açıkça ifade etmekten çekinmemektedir. Şüphesiz, K.K.T.C. Cumhurbaşkanının bu tavır değişikliği son derece önemlidir ve yeni başlayan müzakere sürecinde, Kıbrıs Türk toplumunun hak ve hukukunun korunması açısından büyük bir kazanımdır.

Görüşme öncesinde Ankara’yı ziyaret eden Talat, yaptığı bir dizi görüşmelerden sonra Türkiye’nin tam desteğini alarak Ada’ya dönmüştür. Bu arada, 1992 Gali Planı ve 2004 Annan Planı’nda da yer alan “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kimlik” kavramlarından ne anlaşılacağı hususu, en yetkili ağızdan ifade edilmiştir.  Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Kıbrıs’ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır” diyerek, kapsamlı görüşmelerin parametrelerine açıklık getirmiş ve Türkiye’nin garantörlüğünden asla vazgeçilmeyeceğini özellikle vurgulamak suretiyle, Talat’a bir nevi yol haritası vermiştir. Şimdilerde ise, Türkiye’nin kararlılığını ve Talat’ın Anavatan’ın desteğine daha fazla önem atfettiğini gören Rum Liderin, telaşa kapıldığını ve çözüm için acele etmeye başladığını müşahede etmekteyiz.

Öte yandan, her ne kadar, Kıbrıslı liderler kalıcı bir çözüme ulaşma yönünde umutlu olduklarını ve hatta 2008 yılı sonuna kadar Kıbrıs’ta sınırların kaldırılabileceğini ifade etseler de, bunun gerçeklerden çok uzak bir öngörü olduğunu söylememiz mümkündür. 21 Mart görüşmesi ile başlayan yeni uzlaşma süreci, liderlerin 23 Mayıs, 1 Temmuz, 25 Temmuz ve 3 Eylül’de yaptığı görüşmelerle devam etmiş, bu görüşmelerde bazı parametreler üzerinde mutabık kalınmış ve nihayet kapsamlı müzakerelere başlama noktasına ulaşılmış bulunmaktadır. Fakat, ne yazık ki, acele bir çözüme ulaşma hevesiyle, Rum Lider Hristofyas’ın “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kişilik” gibi temel kavramlara, tamamen Rum egemenliğini çağrıştıran anlamlar yüklemesine fazla ehemmiyet verilmemiş ve süreci engelleyeceği endişesiyle bu konuların görüşülmesi sonraya bırakılmıştır. Ne var ki, artık Kıbrıs meselesinin çözümünde karşılaşılabilecek zorlukların en başında yer alan egemenlik konusunun müzakere masasına yatırılma zamanı gelmiştir ve tabiri caizse dananın kuyruğu da burada kopacaktır. Bu noktada, kapsamlı müzakerelerin akıbetini belirsizleştiren ve belki de çözümü imkânsızlaştıracak olan uyuşmazlık konuları üzerinde kısaca durmamızda yarar bulunmaktadır;

– Dünyada ayrılıkçı hareketlerin ivme kazandığı bir dönemde, Kıbrıslı halkların birleşmek için çaba göstermesi, uluslar arası konjonktüre aykırı bir vaziyet arz etmektedir. Her ne kadar, Kıbrıs’ın statüsünün bir Kosova veya Güney Osetya gibi örneklerden farklı olduğu ileri sürülse de,  tarih, Rumlarla Türklerin birlikte bir arada yaşamalarının imkânsızlığını gösteren birçok olaya şahit olmuştur ve bunun aşılmasının güçlüğü de bilinmektedir. Keza, Kıbrıslı Türklerin %56’sının iki ayrı devlet istemesi, 1963 ve 1974 yıllarında yaşanan acı tecrübelerin bir yansımasından başka bir şey değildir.

– Rum tarafı, Türkiye’nin Ada’daki garantörlük statüsünün devamına ve Türk Barış kuvvetlerinin varlığına karşı çıkmaktadır. Oysa, 1960 tarihli Garanti ve İttifak Anlaşmalarından doğan garantörlük statüsü ve Ada’daki askeri varlığı, Türkiye’nin kırmızı çizgilerini ihtiva etmektedir. Türkiye’nin “etkin ve fiili” garantörlüğü, Kıbrıslı Türklerin, Rumların egemen olacağı bir devlete azınlık yapılmaları senaryosuna karşı en sağlam güvencedir ve bu nedenle taviz verilmesi mümkün değildir.

– Rum tarafı, “tek egemenlik”,  “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kimlik” kavramlarına farklı anlamlar yüklemekte ve siyasi eşitliği reddetmektedir. Buna göre Rumlar, “bakir doğum” ilkesini reddetmekte, yeni bir devlet kurmak yerine, sadece kendilerini temsil eden “Kıbrıs Cumhuriyeti” (G.K.R.Y.) nin, anayasal bir düzenlemeyle federasyona dönüştürülmesini öngörmekte ve nihayet bu devletin hukuki kişiliği altında gerçekleşecek bir birleşmeyle, Kıbrıs Türk toplumunu azınlık statüsüne indirgemeye çalışmaktadır. Nitekim Hristofyas, müzakerelerin başlamasının hemen öncesinde, “Ne konfederasyon ne de ‘bakir doğum’ aracılığıyla iki devletin yeni bir ortaklığı kabul edilebilir. Federal çözüm, iki toplumun ortaklığı şeklinde olacaktır” şeklindeki açıklaması manidardır. Kuşkusuz, Hristofyas, uluslararası toplumdan sağladığı destek ve Güvenlik Konseyi’nin, GKRY’yi  “meşru temsilci”, KKTC’yi ise “ayrılıkçı” ve “yasadışı” gören 1964/186, 1983/541 ve 1984/550 tarih/sayılı kararlarından cesaret almaktadır. Buna karşın, Türk tarafı çözüme, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla ulaşmak istemektedir ve bu husus da Türk tarafının kırmızı çizgilerinden bir tanesidir.

– Rum tarafı, çözümün AB çerçevesinde olması gerektiğini ileri sürmekte ve bu meseleyi Türkiye’nin AB üyeliğiyle ilişkilendirmektedir. Bu şekilde Hristofyas, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında AB üyesi yapılan, kendi kontrolleri altındaki devletin (G.K.R.Y.), tek başına tüm Kıbrıs adasını temsil ettiği tezini dayatmaya çalışmakta ve serbest dolaşım sisteminden yararlanarak yaklaşık 200 bin Rum’un Ada’nın Güneyinden Türk tarafına gelerek yerleşmesini hayal etmektedir. Oysa Türk tarafı, kalıcı bir çözümün, BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, sağlanmasını savunmaktadır.

– “kolonizasyon savaş suçudur” diyerek, “yerleşik” olarak nitelediği Türkiye kökenli KKTC vatandaşlarının, Türkiye’ye geri dönmesi gerektiğini iddia eden Hristofyas, böylece, Ada’nın demografik yapısını Rumlar lehine bozmaya çalışmaktadır. Yaklaşık 50 bin yerleşiğin kalmasını ve “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” yasal vatandaşı olmasını kabule hazır olduğunu söyleyen Rum lider, esasen, çözümden ne kadar uzaklarda seyrettiğinin işaretlerini de vermektedir.

Görüldüğü üzere, Kıbrıs’ta iki tarafça da kabul edilebilir ve her iki tarafın meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüme ulaşılabilmesi son derece zordur. Hele, 2008 yılı sonuna kadar Ada’da sınırların kaldırılması beklentileri hayalden ibarettir(ki Talat, çözüm için, artık, Avrupa Parlamentosu seçimlerinin yapılacağı Haziran 2009 tarihini telaffuz etmeye başlamıştır). Rum tarafının, Kıbrıs Türk toplumunun kazanılmış haklarını ve siyasi eşitliğini tanıma konusunda ne kadar isteksiz olduğu ortadadır. Hristofyas, yeni bir oldubitti ile Kıbrıslı Türkleri azınlık konumuna indirgemek niyetindedir. Bunu da yaparken, uluslararası toplumun desteğini ve özellikle AB’yi bir silah olarak Türklere karşı kullanmaya çalışmaktadır. Nitekim, Türkiye’ye baskı yapması yönünde AB, İngiltere ve ABD’ye sürekli olarak çağrıda bulunan Rum Lider, esasen, barış müzakerelerinden haksız kazanımlar elde edebilmenin peşine düşmüş vaziyettedir.

Ne yazık ki, Rumların bu oyununa alet olmaktan geri kalmayan AB, 2004 yılında, Annan Planı’na evet demesine rağmen Kıbrıslı Türkleri dışlamış ve Rum tarafını (G.K.R.Y.), güya tüm Adayı temsilen “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında üye yapmıştır. Bununla da yetinmeyen AB, Kıbrıslı Türklere yönelik mali yardım tüzüğünü gereği gibi uygulamamakta ve dayattığı izolasyonlarla, Kıbrıslı Türklerin yaşam alanlarını daraltmaktadır.

Bu meyanda, Talat’ın, 11 Eylül görüşmesi öncesinde, Kıbrıslı Türklerin çözüme ilişkin tezlerini uluslararası topluma izah etmek amacıyla Brüksel’e yaptığı ziyaret anlamlı olmuştur. K.K.T.C. Cumhurbaşkanı, bu ziyaret sırasında, AB’nin Kıbrıs’ta sürdürülen müzakerelere sadece teknik destek verebileceği, müzakere sürecine siyasi destek verecek noktada olmadığı, Kıbrıslı Rumların tüm Adayı temsilen AB üyesi yapılmasından dolayı AB’nin taraf haline geldiği, yönünde vermiş olduğu mesajlar ile AB’yi, barış müzakerelerine müdahale etmemesi için uyarmıştır.

Günümüzde ise, AB ile katılım müzakerelerini yürüten Türkiye, önüne “Kıbrıs Şartı” getirilerek, âdeta köşeye sıkıştırılmaya çalışılmaktadır. Bilindiği gibi, AB, Türkiye’ye, 2008 yılı Aralık Zirvesi’ne kadar Gümrük Birliği Ek Protokolünü G.K.R.Y. bakımından da uygulaması için süre vermiş, aksi halde müzakere sürecinin tümüyle askıya alınacağını kararlaştırmıştı. Rumlar, Türkiye’nin AB üyeliğini engelleme tehdidiyle-ki bahse konu protokol nedeniyle zaten 8 başlıkta müzakereler askıya alınmış durumdadır- Türkiye’den taviz koparmaya ve Türkiye’yi çözüm sürecinin dışında tutmaya çalışmaktadır. Ne var ki, Rumlar, iki halkın siyasi eşitliği temelinde, adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılamadığı takdirde, Ada’nın geri dönüşü olmayan bir bölünmeye doğru sürükleneceği endişesini de derinden hissetmektedirler.

Öte yandan, “Kıbrıslılar artık vasiliği kabul edemezler. Ana vatanlardan bağları koparma zamanıdır” diyerek özellikle Türkiye’yi çözüm sürecinden dışlamaya çalışan Hristofyas, aslında tamamen aksi yönde ilerlemekte ve çözümü başka mecralarda aramaya devam etmektedir. Zira, 5 Haziran’da Londra’da, güya tüm Kıbrıs Adası’nı temsilen, İngiltere ile bir mutabakat muhtırasını imzalayan Rum Lider, aynı günlerde Fransa ile bir askeri işbirliği anlaşması imzalamaktan da geri kalmamıştır. Son olarak, 3 Eylül görüşmesinin hemen ardından İsveç’e giderek, bu ülkenin, Kıbrıs meselesinin çözüm sürecinde “katı tutumunu terk etmesi” için Türkiye nezdinde nüfuzunu kullanmasını isteyen Rum lider, esasen, Türkiye’siz ama AB’li, İngiltere’li, Fransa’lı ve İsveç’li bir çözüme ulaşmanın peşine düşmüş vaziyettedir. Ne yazık ki, bu durum, Alexander Downer’ın “BM planı olmayacak. Kararı liderler ve halk verecek” şeklindeki açıklamasıyla da çelişmektedir.

Kuşkusuz bu ülkeler, G.K.R.Y. ile geliştirdikleri yakın ilişkilerden stratejik kazanımlar elde etmeye çalışmaktadırlar. Mesela, Kıbrıslı liderler arasında barış görüşmeleri devam ederken, Fransa, Yunanistan ve G.K.R.Y. Doğu Akdeniz’de, ortak bir askeri tatbikat gerçekleştirmişlerdir. Ayrıca,  garantör devlet olan İngiltere, Ada’da bulunan ve ABD’nin de kullanımına açık olan üslerinin geleceğini güvence altına almakta, Yunanistan ve Fransa ise Güneydeki deniz ve hava limanlarını üs olarak kullanmaya devam etmektedirler. Tüm bu gelişmeler, esasen Doğu Akdeniz’de oynanan sinsi bir oyunun varlığını da işaret etmektedir. İşte, Türkiye’nin etkisizleştirilmesi ve dolayısıyla Ada’daki varlığının sona erdirilmesi planları,  Rumların alet olduğu bu çirkin oyunun bir parçasıdır.

Netice itibariyle, 21 Mart buluşması ile başlayan yeni uzlaşma süreci, nihayet kapsamlı müzakerelerin başlaması noktasına ulaşmış durumdadır. Ne var ki, Kıbrıs meselesinin çözümü için son bir “fırsat penceresi” olarak görülen bu sürecin, her iki tarafın kabul edebileceği kalıcı bir çözümle sonuçlanma şansı çok düşüktür. Zira, BM Genel Sekreteri Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer’ın, 11 Eylül toplantısının hemen ardından, “her iki liderin elinden geleni yaptığını, ancak gidilecek daha çok yol olduğunu” söylemesi de adil ve kalıcı bir çözümün ne kadar uzaklarda olduğuna işaret etmektedir. Yine de, 45 yıldır bir türlü sağlanamayan çözüme ulaşabilmek umuduyla, liderlerin son şanslarını denemek istemeleri, anlayışla karşılanabilecektir. Fakat, Liderler kendi aralarında bir uzlaşma sağlasalar bile, varılacak sonucun her iki kesimde de eş zamanlı olarak referanduma sunulması zorunluluğunu dikkate aldığımızda, başarı şansı daha da düşmektedir. Zira, her iki toplumda da, birlikte yaşama arzusunun son derece zayıf olduğu gerçeği herkesin malumudur. Öyle ki, barış müzakerelerinin devam ettiği bir ortamda, 40 Rum öğrencinin K.K.T.C.ye geçerek, Girne’de Türk öğrencilerle bir dostluk maçı yapması bile, Rum Kamuoyu tarafından sert bir tepkiyle karşılanmıştır.

Artık, Kıbrıs’ta son dönemece girilmiş durumdadır. Bu defa da Ada’da, siyasi eşitlik temelinde, federatif bir yapıya dayalı kalıcı bir çözüme ulaşılamaması halinde-ki bu ihtimal çok yüksektir-, tarafların önünde iki seçenek bulunmaktadır. Birincisi, Ada’nın mevcut bölünmüş statüsü kalıcı bir hâl alacak ve K.K.T.C.nin, Kosova örneğinde olduğu gibi, uluslararası camia tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınması gündeme gelebilecektir. Bu durumda, Ada’da iki ayrı bağımsız devlet varlığını sürdürecektir. İkinci seçenek olarak ise, federal bir çözümün imkânsızlığına karşı, iki ayrı bağımsız devletin teşkil ettiği konfederal bir birlik oluşturulacaktır. Her iki alternatif de Türkiye’nin jeopolitik çıkarlarına uygundur ve bu nedenle Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumu tarafından destek görmektedir. Bu durumda yapılması gereken, esas itibariyle, K.K.T.C.nin bağımsızlığının uluslararası toplum tarafından tanınması yönünde diplomatik girişimlere yoğunluk kazandırılmasıdır.

Kıbrıs’ta olası bir çözümsüzlüğün neticeleri dikkate alındığında, Hristofyas’ın, siyasi eşitliğe sahip iki kurucu devletin oluşturacağı federal yapılı yeni bir devlet formülünü esas alan “Birleşik Kıbrıs” tezine olumsuz bakması, Türkiye için bir sorun teşkil etmeyecektir. Zira, Ada’da çözümsüzlük demek, Rumların uluslararası kamuoyu desteğinin zayıflaması, buna karşın Türk tarafının elinin güçlenmesi demektir. Fakat, Kıbrıs’ta varılacak böylesi bir çözümsüzlük hâlinin, Türkiye’nin AB’ye katılım sürecini olumsuz yönde etkileyeceği de kesindir. Bu noktada, AB’nin Türkiye’ye karşı dayatmalarının sonu gelmeyeceği ve Kıbrıs meselesini Rumlar lehine çözdükten sonra, bu defa Ermeni meselesini Türkiye’nin önüne koymayı planladığı dikkate alındığında, Türkiye’nin taviz vermez tutumunu korumasının önemi ortaya çıkmaktadır. Bu durumda yapılması gereken şey, Ada’da konfederal bir yapıya veya iki ayrı bağımsız devletin varlığına dayanan alternatif çözüm projeleri üretmek ve bunları dünya kamuoyunun gündemine getirmek suretiyle, Rumların siyasi hesaplarını bozmak olacaktır.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=293

Share This:

KÜRESEL MALİ KRİZ VE SİYASİ YANSIMALARI

Nejat ÇOĞAL

2007 yılında ABD’de mortgage sisteminin çökmesiyle başlayan finansal kriz giderek derinleşmiş ve geldiğimiz noktada küresel bir boyut kazanmış bulunmaktadır. 1929 depresyonundan sonraki en büyük mali kriz olarak görülen ve ABD’nin dünya çapındaki yatırım bankalarının bir bir çökmesine yol açan bu global kriz, kapitalist sistemin iflası olarak da değerlendirilmektedir. Öyle ki, kriz nedeniyle, son bir ay içerisinde dünya menkul kıymetler borsalarındaki değer kaybı 4.1 trilyon dolara ulaşmış durumdadır.

Finans piyasasındaki krizin reel sektöre sirayet etmesi kaçınılmaz görünmektedir. Nitekim, Uluslararası Para Fonu (IMF)’nun hazırladığı ve geçmiş finansal krizlerin de değerlendirildiği “2008 Dünya Ekonomik Görünümü” raporunun açıklanan bazı bölümlerinde, Avrupa’daki yükselen piyasaların cari açıklarının ‘risk’ oluşturduğu uyarısı yapılarak, özellikle ABD’nin ‘derin resesyona’ girebileceği, belirtilmektedir.

2000’li yılların başından itibaren suni bir şekilde ve reel sektörü katlayarak âdeta şişirilen finans sektörü, risk analizi yapmadan ve fütursuzca önüne gelen herkese kredi dağıtmış, imkânlarının üzerinde borçlanan Amerikalılar ise, bu saadet zincirinin sonsuza dek süreceği umuduna kapılmışlardı. Ne yazık ki, sektördeki kötü organizasyon yapısı ve eksik denetim, bankaların hızlı büyüme hırsıyla beraber vatandaşların ucuz para-bol kredi arzusunu tahrik etmiş ve nihayet patlayan balon, yüzyılın en büyük mali krizi olarak sahne almıştır. Wall Street’teki yatırım bankacılığı modelini sona erdiren ve ABD’yi derinden sarsan bu finansal krizin, siyasi yansımalarının da ağır olacağını düşünmekteyiz.

Nitekim,buz dağının sadece görünen kısmı bile ABD siyasi arenasında dengeleri değiştirmiş gibi görünmektedir. Öyle ki, ABD’nin en büyük yatırım bankalarından Lehman Brothers’ın iflası ile başlayan ve tüm finans piyasasını etkisi altına alarak, Wall Street’in çökmesiyle sonuçlanan mali kriz, Amerikalıları derin bir endişeye sürüklemiş, bu durum iktidardaki Cumhuriyetçilere olan güveni sarsarak, Başkan adaylarından Demokrat Barack Obama’nın, Cumhuriyetçi John MacCain’in yaklaşık 10 puan önüne geçmesine yol açmış bulunmaktadır. Şimdilerde ise, Cumhuriyetçilerin Kasım’da yapılacak Başkanlık seçimini kazanabilmek için ne gibi bir manevra yapacakları merakla beklenmektedir.

Bu meyanda, ABD’nin ciddi bir mali kriz içinde bulunduğunu itiraf etmek zorunda kalan ABD Başkanı George W. Bush, ilk adım olarak, Hazine Bakanı Henry M. Paulson tarafından hazırlanan 700 milyar dolarlık bir mali kurtarma planını Kongreye sevk etmiştir. Fakat, bu sırada, Muhafazakar Cumhuriyetçiler ve Demokratların muhalefeti nedeniyle paket ciddi anlamda revize edilerek orijinal versiyonundan epeyce uzaklaştırılmıştır. Yeniden şekillenen pakete göre, 700 milyar doların ilk 350 milyar doları serbest bırakılacak, eğer Kongre programın iyi sonuç getirmediğine inanırsa, 350 milyar dolarlık ikinci dilimi bloke edebilecekti.

Toplam 700 Milyar Dolarlık finansal kurtarma paketiyle, bankaları ve finans şirketlerini batık borçlarından kurtarmak ve ekonomiye sağlıklı kredi akışını yeniden sağlamak hedeflenmekteydi. Ne yazık ki, piyasaların açıldığı 29 Eylül Pazartesi günü, Temsilciler Meclisinde yapılan oylamada paket reddedilmiş, böylece Başkan Bush, büyük bir hayal kırıklığı içinde ilk siyasi darbeyi de yemiştir. Cumhuriyetçi Başkan Bush’un önerdiği pakete, yine Cumhuriyetçi Partiye  mensup 134 milletvekili tarafından ret oyu verilmesi ise manidardır.

Finans tarihine yeni bir “kara pazartesi” olarak geçen bu günde, başta Wall Street olmak üzere tüm dünya borsalarında büyük düşüşler yaşanmış, mali kriz daha da derinleşmiştir. Bu kapsamda, Dow Jones sanayi endeksi, 777.68 puan birden düşerek tarihinin en büyük değer kaybını kayda geçirmiş bulunmaktadır.  İMKB ise, bayram tatili olması nedeniyle bu küresel şoktan, şimdilik yara almadan kurtulmuş gibi görünmektedir.

Paulson Paketinin Temsilciler Meclisinde reddedilmesi üzerine, paket üzerinde özellikle orta gelir grubunda yer alan vergi mükelleflerini rahatlatacak düzeltmeler yapıldı. Paket, siyasi bir manevra ile önce Senato’da oylandı ve kabul edildi. Ardından Temsilciler meclisinde de oylanarak kabul edilen yeni pakette, ilk paketteki unsurlara ilave olarak, vatandaşlar ve şirketlere yönelik olarak 150 milyar dolarlık vergi indirimi öngörülmekte ve ayrıca devlet tarafından garanti edilen mevduat tutarı 100 bin dolardan 250 bin dolara çıkartılmaktadır. 850 Milyar Dolarlık genişletilmiş mali kurtarma paketinin, ABD Senatosu ve Temsilciler Meclisinde kabul edilmesiyle birlikte finans piyasalarında kısmi bir rahatlama olması beklenmektedir.

Pazarın düzgün işlemediği ve ABD ekonomisinin bir resesyona doğru sürüklendiğini söyleyerek, “mali kıyamet” uyarısında bulunan Bush’un bu kurtarma paketi,  yaklaşan başkanlık seçimleri nedeniyle, kendi partisine mensup kongre üyeleri tarafından bile kuşkuyla karşılanmıştır. Serbest piyasa ekonomisinin beşiğinde, belki de tarihin en büyük devletleştirme operasyonu olarak kayıtlara geçecek olan bu paketin, Washington’un siyasi beklentilerine ne gibi bir cevap vereceğini görmek için biraz beklememiz gerekecektir.

Şimdilik ABD ekonomisiyle sınırlı gibi görünen mali krizin zamanla, bir ahtapot gibi tüm dünyayı saracağı ve bölgesel finans piyasalarında ciddi hasarlara yol açacağını söylememiz mümkündür. Wall Street’de batan yatırım bankalarının küresel boyutu ve dünya piyasalarıyla olan bağlantıları dikkate alındığında tedirginlik daha da artmaktadır.  Mesela, yüksek cari açığı bulunan Türkiye’nin, ABD’de ortaya çıkan mali krizin muhtemel etkilerinden korunmak için tedbir alması gereği ortadadır. Zira, krizin etkileri daha şimdiden Avrupa’da hissedilmeye başlanmıştır.

Bu meyanda, İngiltere’de, 800 bin hissedarı bulunan ve 40 milyar sterlin değerinde bir fonu idare eden finans devlerinden Bradford&Bingley’in kamulaştırılmasına karar verilmiştir. Ayrıca, 995 milyar dolarlık varlığa sahip Avrupa’nın en büyük bankalarından birisi olan Fortis’in Belçika, Hollanda ve Lüksemburg üçlüsü tarafından kısmen devletleştirilmesi kararı açıklanmış bulunmaktadır. Diğer taraftan, yaklaşan krizin olumsuz etkilerini hissetmeye başlayan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, “önümüzdeki iki üç ay içinde, krizin etkisini Fransa’da da göstereceğini, herkesin buna hazırlıklı olması gerektiğini,  devletin krize müdahale edeceğini ve artık bırakınız yapsınlar döneminin sona erdiğini” belirtmesi, durumun vahametini ortaya koymaktadır kanaatindeyiz.

Bu noktada, küresel finansal krize yol açan başlıca sebepleri şu şekilde sıralamamız mümkün bulunmaktadır:

– Özellikle 2000’li yıllarda, mali sektördeki büyüme reel sektördeki büyümeyi katladı ve bu durum finans piyasasında ciddi bir şişkinlik problemi yarattı ve aşırı borçlanan yatırım bankaları yüksek risk altına girdi.

– Büyük ölçüde kuralsız olarak işleyen finansal piyasalar, iyi organize olamadı ve yeterince denetlenemedi.

– 10 trilyon dolarlık bir hacmi ihtiva eden Mortgage piyasasında, kredilerin geri dönüşünde sıkıntılar baş göstermeye başladı.

-Konut fiyatlarında balon artışlar yaşandı.

Esasen, BM Genel Kurulunda yaptığı konuşmada, “hiçbir kuralı olmayan, devletin müdahalesinden uzak finansal kapitalizm fikrinin ‘çılgın’ bir fikir olduğunu, bankaların piyasalar üzerinde spekülasyon yapıp kendi asli görevlerini bir kenara bıraktıklarını,  daha ahlaklı bir kapitalist sistem kurulması gerektiğini” söyleyen Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin, hem krizin sebeplerini ve hem de çıkış yolunu en iyi şekilde özetlediğini düşünmekteyiz.

Finans piyasalarında ödeme sisteminin aksaması nedeniyle FED ile Avrupa, İngiltere ve İsviçre Merkez Bankaları sektöre devamlı olarak para pompalayarak, piyasalarda istikrarı sağlamaya çalışmaktadırlar. Ne var ki, enflasyonist bir etkiye sahip böylesi bir yöntemin tek başına krizi çözmeye yetmeyeceği ve aslında yapılması gereken şeyin, mali piyasaların yeniden yapılandırılması suretiyle etkin bir denetim mekanizmasının tesis edilmesi suretiyle sektörün disiplin altına alınması olacağının, para otoriteleri tarafından yeterince anlaşılamadığını müşahede etmekteyiz.

Küresel mali krizin artçı dalgalarından Türkiye’nin etkilenmeyeceği elbette söylenemez. Her ne kadar 2001 krizinden farklı  bir durum söz konusu olsa da, ABD eksenli küresel finansal kriz daha de derinleşirse, uzun vadede Türkiye’de kredi piyasalarının daralmasına yol açabilecek ve dışarıdan borçlanan bankalar ve özel şirketler bundan olumsuz etkilenebileceklerdir. Ayrıca, ABD’den sonra Avrupa’da da baş gösterecek olan ekonomik daralmanın, ihracatının %50’sinden fazlasını AB’ye yapan Türkiye ekonomisinde de kısmi bir yavaşlamaya yol açması muhtemel görünmektedir.

Öte yandan, dünyanın en büyük ekonomisinde baş gösteren ekonomik krizin, hem ABD ve hem de dünya siyasi arenasında ciddi yansımalarının olacağını düşünmekteyiz. Öncelikle, krizin, ABD başkanlık yarışında dengeleri Demokratlar lehine değiştirdiğini görmekteyiz. Nitekim, Cumhuriyetçilerin bizatihi kendileri mali kurtarma paketine ret oyu vermişlerdir. Halk arasında, kurtarma paketine karşı “bankaları değil, insanları kurtarın” benzeri sloganlar giderek daha çok kabul görmekte ve bunun muhtemel siyasi yansımaları, Cumhuriyetçi Başkan Adayı  John MacCain’i ziyadesiyle rahatsız etmektedir. Zira, aşırı kâr hırsına bürünmüş, şımarık bankacıların keyfi tavırları nedeniyle oluşan zararın milyonlarca vergi mükellefinin sırtına yüklenmeye çalışılması, sokaktaki vatandaşı rahatsız etmiş ve Amerika’da muhtemel bir “sosyal patlamanın” ilk tohumlarını da atmış bulunmaktadır.

Amerika’nın, dünyanın jandarmalığına soyunması hasebiyle giriştiği uluslararası askeri operasyonlar, zaten vatandaşlarının üzerinde ağır bir mali yük getirmekteydi. Nitekim, Afganistan ve Irak savaşlarının getirdiği ağır maliyet ABD’nin bütçe açığını hızla genişletmeye devam etmektedir. Son günlerde patlak veren küresel mali kriz ise, vergi mükelleflerinin üzerine ek mali yükler getirmektedir. Bu durum, kuşkusuz, Washington’un uluslararası yeni askeri operasyonlar yapma konusundaki cesaretini kıracaktır. Fakat buna rağmen, Washington’daki neo-con’ların, maliyet hesaplarını bir tarafa bırakarak, ABD’nin dünyanın hâlâ tek hegemonik gücü olduğunu ispat edebilmek için bile denizaşırı askeri bir operasyona, mesela İran’a bir hava saldırısına girişmesi mümkün görünmektedir. ABD’nin, son günlerde, İsrail’in hava saldırı ve savunma sistemlerini gelişmiş teknoloji ile donatması, böylesi bir operasyonun İsrail’e de havale edilebileceğini işaret etmektedir.

ABD’yi derinden etkileyen ekonomik kriz belki de en çok Rusya’nın işine yarayacaktır. Nitekim, yakın bir geçmişte Gürcistan’ı işgal ederek ABD’ye meydan okuyan ve Amerikan egemenliğine dayanan tek kutuplu dünya düzeninin sona erdiğini ilan eden Moskova, şimdi tek rakibinin ciddi bir mali kriz nedeniyle içe kapanarak, Atlantik ötesinde ve özellikle de Avrasya coğrafyasındaki nüfuz mücadelesine yeterince ağırlığını koyamayacağını hesap etmektedir.

Nitekim, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın, Kazakistan’ın başkenti Astana’ya uçarken, ABD’nin, bu eski Sovyet ülkesi ile yakın ilişki kurma gayretlerinin, Rusya’nın Orta Asya bölgesindeki nüfuzunu kırma anlamına geldiği şeklindeki iddiayı reddettiğini, özellikle ifade etme ihtiyacını duyması manidardır. Zira, Kafkasya’da sebep olduğu huzursuzluk nedeniyle, Rusya’ya ağır tehditler yönelten Washington’un, şimdilerde Moskova’yı ürkütmekten çekindiğini görmekteyiz. Öte yandan,Kazakistan Dışişleri Bakanı Marat Tajin’in, ortak basın toplantısı sırasında, Rusya ile ilişkilerinin mükemmel seviyede olduğunu ve siyasi olarak bunun doğru olduğunu söyleme gereğini duyması, bölge ülkelerinin ABD’ye bakış açısını değiştirmeye başladığı yönündeki kanaatimizi güçlendirmektedir. Öyle ki, bazı Amerikalı stratejistlerin, ABD’nin Avrasya ve Hazar bölgesini kaybettiği şeklinde yorum yapmaya başladıklarını müşahede etmekteyiz.

ABD’nin yaklaşımlarında görülen yumuşamanın da etkisiyle oluşabilecek muhtemel bir otorite boşluğunu fırsat bilen Rusya’nın, bölgede etkinliğini artırmak için yeni serüvenlere yelken açması da kaçınılmaz görünmektedir. Mesela, Moskova’nın, yakın zamanda Ukrayna’ya müdahalesi pekâlâ gündeme gelebilir. ABD’nin ise, küresel hakimiyetine Rusya’yı ortak edip etmeyeceğini yakın zamanda görebilmemiz mümkün olacaktır.

Öte yandan, Avrupa’yı ciddi biçimde etkilemeye başlayan global finansal kriz, AB’nin devleri Almanya ile Fransa arasında gerginliğe yol açarak AB’yi âdeta ikiye bölmüş durumdadır. Hollanda tarafından önerilen ve AB Dönem Başkanı Fransa tarafından kabul gören 300 milyar Euro’luk ortak banka kurtarma fonu kurulması fikri, Almanya tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Mali yapısı güçlü bulunan Almanya, her ülkenin krize karşı tek başına mücadele etmesi gerektiğini savunmaktadır. AB Dönem Başkanı Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin ev sahipliğini yaptığı ve İngiltere, Almanya ve İtalya başbakanları ile Avrupa Komisyonu Başkanı ve Avrupa Merkez Bankası Başkanı’nın katıldığı, 4 Ekim tarihli  kriz zirvesinden de ortak bir karar çıkmaması, AB ülkelerinin küresel mali krizle mücadele konusunda yekvücut hareket etme kabiliyetinin ne kadar zayıf olduğunu işaret etmektedir.

Netice itibariyle, ABD’de ortaya çıkan küresel mali kriz belki kapitalizmin sonunu getiremedi ancak, bu ülkenin uluslararası itibarını ciddi anlamda zedeledi. Zira, petrol fiyatını kısa bir sürede 150 doların üzerine çıkarabilen, ABD merkezli küresel kapitalistler, Amerikan İmparatorluğu’nun arkasındaki gerçek güç olan global finansal sektörün çökmesine sebep olmuşlardır. Mali piyasalarının uluslararası güvenilirliği ciddi biçimde sarsılan ABD’nin, denizaşırı yeni askeri operasyon yapma kabiliyeti de zayıflamış bulunmaktadır. Krizi aşmak için 850 milyar dolarlık-ki bu rakamın 1.8 trilyon dolara çıkması beklenmektedir- bir ek yükü kendi vatandaşlarının sırtına yükleyen ABD Hükümetinin, yüksek maliyetli, Atlantik ötesi yeni askeri operasyonlar için halkın karşısına çıkması zor olacaktır. ABD Başkanı Bush, her ne kadar küresel krizden çıkış paketine Kongre’den şartlı izin almış olsa da, bu krizin, Başkanlık yarışında Partisine verebileceği zararları bertaraf edebilmesi kolay olmayacaktır. Amerikan Hükümetinin, kendi kazdığı kuyuya düşen bankaları ve yatırım şirketlerini, halkın sırtına yükleyeceği ek mali yüklerle kurtarmak yerine, finans piyasalarının önemli ölçüde kaybettiği güveni yeniden tesis etmeye çalışması, daha uygun olacaktır.

ABD’nin hem içerde ve hem de dışarıda elini zayıflatan küresel mali kriz, şüphesiz  yüksek cari açığı bulunan Türkiye’yi de etkileyecektir. Küresel likidite krizinin Türkiye ekonomisinde bir daralmaya yol açma ihtimali kuvvetlidir. Mali kurtarma paketinin ABD Temsilciler Meclisinde reddedilmesi üzerine, başta Wall Street olmak üzere tüm dünya borsaları büyük bir değer kaybı yaşarken, bayram tatili nedeniyle kapalı olan IMKB bu şoku yara almadan atlatmıştır. Ancak, krizden kurtulmak için bayram tatillerinden medet ummak pek akıllıca bir yöntem olmayacaktır kanaatindeyiz. Bu nedenle, krizin olumsuz etkilerini en aza indirmek için, bir yandan özel sektörün verimlilik ve tasarruf artışına yönelerek dış finansman ihtiyacını azaltma yoluna gitmesi gerekirken, diğer taraftan da Hükümetin sıkı para ve maliye politikaları ile mali disiplini sürdürmesinin yararlı olacağını düşünmekteyiz.

İç siyasi ve ekonomik problemlerle boğuşan ABD’nin, özellikle Avrasya bölgesine olan ilgisinin azalması, Rusya-Çin-Hindistan ittifakının güçlenmesine yol açacak ve Rusya’nın bölgedeki ağırlığını giderek artırmasına imkân verebilecektir. Böylesi bir ortamda, bölgenin güçlü ve istikrarlı bir ülkesi olan Türkiye’nin alacağı tavır daha da bir önem arz etmektedir. Rusya’nın yükselişe geçtiği bir dönemde, ABD, Türkiye ile daha yapıcı ilişkiler geliştirme ve Türkiye’ye jeostratejik bir oyuncu gibi davranma ihtiyacını, bilhassa böylesi zayıf bir döneminde, her zamankinden daha çok hissedecektir. Sonuçta, küresel alanda etkinliğini artırmaya çalışan ve 21. yüzyılın lokomotif ülkesi olabilecek potansiyele sahip bulunan Türkiye’nin, jeopolitik konumunu iyi değerlendirerek ve global krizi fırsat bilerek, yeni kurulacak çok kutuplu dünya düzeninde saygın konumunu sağlamlaştırması mümkün görünmektedir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=294

Share This:

TÜRKİYE’NİN YENİ VİZYONU: BM GÜVENLİK KONSEYİ ÜYELİĞİ

Uzun ve yorucu bir diplomasi mücadelesinin ardından nihayet Türkiye, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yapılan 1. tur oylamada, grubunda en çok oyu alarak, 2009-2010 Dönemi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) Geçici üyeliğine seçilmiş bulunmaktadır. 47 yıl aradan sonra gelen bu diplomatik zafer, bölgesel bir güç olan Türkiye’nin, bundan böyle dünya siyasetinde, küresel barış ve istikrara katkı sağlayan aktif bir oyuncu olarak varlık gösterebilmesine de imkân tanıyacaktır. Batı Avrupa grubunda rakibi Avusturya’nın 132 ve İzlanda’nın 87 oyuna karşılık, 151 oy alan Türkiye, uluslararası toplum nazarında bir nevi güven tazelemiştir. Türkiye ile birlikte Avusturya, Japonya, Meksika ve Uganda’da BMGK’nin yeni geçici üyesi olarak kendi gruplarını temsilen seçilmiş bulunmaktadırlar.

Bilindiği üzere, Türkiye, 1951-1952, 1954-1955 dönemlerinde ve son olarak da 1961 yılında BMGK Geçici üyeliği yapmıştı. Bu tarihten itibaren Kıbrıs meselesinin giderek daha da derinleştiği ve bu dönemde Türkiye’nin BM nezdinde kendisini ifade etme ve tezlerini kabul ettirme anlamında büyük sıkıntılar yaşadığı bilinmektedir. BMGK’nin Kıbrıs Türk toplumu aleyhine aldığı birtakım kararların, bu meselenin günümüze kadar çözümlenememesinde etkili olduğu kanaatindeyiz. İşte, gerek bölgesel ve gerekse küresel problemlerin çözümünde BM’in rolünü iyi kavrayan Hükümet, yükselen bir güç olarak Türkiye’nin, dünya siyasetinde söz sahibi olması gerektiği inancıyla, 21 Temmuz 2003 tarihinde BMGK üyelik başvurusunu yapmıştır. Son beş yıl içerisinde, Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı özverili çalışmalar sonuç vermiş ve nihayet yarım asır sonra Türkiye tekrar BM Güvenlik Konseyi Üyeliğine seçilmiştir. Bu sonuç, Türkiye’nin son yıllarda yürüttüğü bağımsız ve aktif dış politikanın, bölgesel ve küresel barışa sağladığı katkının, uluslararası toplum tarafından kabul görmesi anlamına gelmektedir.

Bu noktada, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi hakkında kısaca bilgi vermenin yararlı olacağını düşünmekteyiz:

24 Ekim 1945’te 51 ülkenin imzaladığı BM Şartı ile kurulan Birleşmiş Milletler, dünya barışını ve güvenliğini korumayı ve üyeler arasında ekonomik, toplumsal ve kültürel bir işbirliği ortamı oluşturmayı hedefleyen uluslararası bir örgüttür. Örgütün halen 192 üyesi bulunmaktadır. Örgüt, Genel Kurul, Güvenlik Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Yönetim Konseyi, Genel Sekreterlik ve Uluslararası Adalet Divanı’ndan oluşmaktadır
BM Güvenlik Konseyi, tüm üyeler adına hareket eden, örgütün en güçlü karar organıdır ve aldığı kararlar, bağlayıcı niteliktedir. BM Genel Kurul Kararlarının bile tavsiye niteliğinde olduğunu dikkate aldığımızda, Konseyin önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Üye ülkeler arasında barışı ve güveni sağlamakla görevli olan BM Güvenlik Konseyi, 5 tanesi daimi olmak üzere 15 üyeden oluşmaktadır. Veto hakkına sahip bu 5 daimi üyenin (ABD, Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin) kararlar üzerinde mutlak hâkimiyetleri söz konusudur. Konseyin diğer 10 geçici üyesi (Mevcut üyeler: Belçika, Endonezya, Güney Afrika, Burkina Faso, İtalya, Vietnam, Kosta Rika, Libya, Hırvatistan ve Panama)her iki yılda bir BM Genel Kurulunda yapılan seçimlerle belirlenmektedir. Bu kapsamda, mevcut üyelerden Belçika, İtalya (Batı Avrupa), Panama (Latin Amerika), Endonezya (Asya) ve Güney Afrika’nın (Afrika) görev süresi 31 Aralık 2008’de sona ermekte, bunların yerine ise 2009-2010 dönemi için Türkiye, Avusturya, Japonya, Uganda ve Meksika Konsey üyesi olarak seçilmiş bulunmaktadır. Konsey Başkanlığı, ayda bir üye ülkeler arasında el değiştirmektedir.
BMGK’nin görevlerini ise şu şekilde sıralamamız mümkündür;
– Birleşmiş Milletler’in amaç ve ilkelerine uygun biçimde barış ve güvenliği korumak.
– Uluslararası bir anlaşmazlığa yol açabilecek her türlü çekişmeli durumu soruşturmak.
– Uluslar arasında çekişmeli konularda anlaşma koşullarını önermek.
– Silahlanmayı denetleyecek planlar hazırlamak.
– Barışa karşı bir tehlike veya saldırı olup olmadığını araştırarak, izlenecek yolu önermek.
– Saldırganlara karşı askeri birlikler kurularak önlemler almak.
Öte yandan, dünyanın en büyük silah üreten ve pazarlayan ülkeleri olan ve veto hakkını elinde bulunduran 5 daimi üyenin, nasıl olup da dünyada barışı ve güvenliği sağlayabileceği hususu, BMGK hakkında yürütülen en önemli tartışma konularından bir tanesidir ve BM nezdinde devam eden reform girişimlerinin de başlangıç noktasını ihtiva etmektedir. İkinci Dünya Savaşı galiplerinin, kuruluş aşamasında kendilerine bahşettikleri bu imtiyazlı konum, dünya kamuoyunu rahatsız etmekte, BM’e olan güveni zedelemektedir. Bu rahatsızlıkların giderilmesine yönelik olarak, geçici üye sayısının 10’dan 15’e çıkarılması veya daimi üye sayısının 5’ten 8’e çıkarılması (yeni üç üyenin veto hakkı olmaması koşuluyla) gibi çözüm önerileri gündeme gelmekle birlikte, 5 daimi üyenin veto haklarının kaldırılmasına dair herhangi bir seçenek üzerinde durulmaması manidardır.

Buna rağmen, her ne kadar veto hakkını elinde tutan 5 daimi üyeden herhangi birinin istemediği bir karar Konsey tarafından kabul edilemiyor olsa da, kararların alınabilmesi için 4 geçici üyenin daha oyuna ihtiyaç duyulması dikkate değerdir. Yani, ayrıcalıklı 5 daimi üyenin her biri, kararların engellenmesinde başka herhangi bir üyeye ihtiyaç duymazken, istediği bir kararı çıkarabilmek için 8 üyenin oyuna gereksinim duymaktadır. Zira, BMGK kararları, daimi üyelerden herhangi birinden veto yememesi şartıyla, en az dokuz üyenin kabulü ile alınabilmektedir. Yani, geçici üyelerin birlikte hareket etmeleri halinde, daimi üyeler gibi kararları engelleme imkânları mevcut bulunmaktadır. Bu ise, 5 daimi üyenin imtiyazlı konumuna gölge düşüren en önemli faktörlerden bir tanesidir.

Peki, BMGK üyeliği Türkiye için neden bu kadar önemlidir? Ya da şöyle soralım: BMGK üyeliği ne anlama gelmektedir?
Öncelikle, üyelik için 85 milyon dolar bütçe ayıran ve yoğun lobi faaliyetleri kapsamında Afrika, Karayipler, Latin Amerika ve Asya-Pasifik bölgelerinde yaklaşık 60 ülkeye büyükelçilik düzeyinde ziyaretler gerçekleştiren Türkiye’nin, kuşkusuz BMGK üyeliğinden ciddi beklentileri bulunmaktadır. Bir defa Türkiye, dünya siyasetinin bir nevi yürütme kurulu olarak değerlendirilebilecek bir organında söz sahibi olacaktır. Küresel meselelerin gittikçe daha çok BM gündemine geleceği ve bu platformda çözüme kavuşturulacağını hesaba kattığımızda, Türkiye’nin burada vereceği sınav büyük önem arz etmektedir.
Bu anlamda, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmesinin, Türkiye-AB ilişkileri üzerinde olumlu bir katkısının olması beklenmektedir. Nitekim, Avrupa Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn’in, konu ile ilgili olarak “Bu Türkiye’nin artan öneminin ifadesidir. Türkiye’nin bu koltuğu Avrupa’nın ortak değerlerini geliştirmek için kullanacağına inanıyorum” şeklinde sarf ettiği sözler, AB’nin, Türkiye’nin BMGK üyeliğine atfettiği önemi işaret etmektedir.
Ayrıca, Kıbrıs meselesinin BM platformunda çözülmesi gerektiğini savunan Türkiye, BMGK üyeliği döneminde tezlerini daha iyi anlatabilecek ve Kıbrıs sorununun adil ve kalıcı bir çözüme kavuşturulması yönünde yapıcı adımlar atabilecektir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas’ın, “Türkiye’nin üyeliğinin kendilerini memnun etmediğini” söylemesi bile, Türkiye’nin doğru yolda olduğunu gösterdiği kanaatindeyiz.
Öte yandan Türkiye, Irak konusunda BM’in daha çok insiyatif alması için gayret gösterecek ve bu konudaki tezlerini Konsey üyelerine daha sağlıklı aktarabilecektir. ABD’nin,  herhangi bir BMGK kararı veya tavsiyesi olmaksızın,  BM Anlaşmasının “kuvvet kullanmama” ilkesinin istisnaları olan “meşru müdafaa” ve “uluslararası hukuka uymaya zorlama” gibi bahanelere sığınarak 2003 yılında Irak’ı işgal etmesi, esasen uluslararası hukukun bir nevi hiçe sayılması olarak karşımıza çıkmış ve bu konuda yapılacak çalışmaların ne kadar önemli olduğunu ortaya koymuştur.
Komşusu İran’ın nükleer silaha sahip olma çabaları nedeniyle yaşanan uluslararası krizin çözümü konusunda bugüne kadar taraf olmamaya özen gösteren Türkiye, yeni dönemde bu konu ile ilgili olarak daha fazla mesai sarf edecek ve tavrını net bir şekilde sergilemek durumunda kalacaktır. Ayrıca, Türkiye’nin Kafkasya’da başlattığı, bölgesel işbirliği ve istikrarın sağlanmasına yönelik diplomatik çabaları, bu vesileyle daha geniş bir destek bulabilecektir. Yine, Türkiye’nin Ortadoğu’da başlattığı ve şimdilik kesintiye uğramış bulunan Suriye-İsrail arasındaki arabuluculuk faaliyetlerinin, tekrar ve daha güçlü bir şekilde başlaması gündeme gelebilecektir.
Görüldüğü üzere, BMGK üyeliği döneminde Türkiye, bir yandan bölgesel sorunlarını çözmeye çalışırken bir yandan da uluslararası toplum nazarındaki güvenilirliğini perçinleme fırsatlarını yakalayabilecektir. Ancak, bugüne kadar ortaya koyduğu tarafsız tutumuyla özellikle bölgesel sorunların çözümünde ciddi katkılar sağlayan Türkiye, şimdi, üzerine aldığı ağır sorumluluğun bir gereği olarak, mesela Rusya-Gürcistan, İran gibi konularda daha net ve taraflı bir tutum sergilemek durumunda kalacaktır. Bu durumun, kuşkusuz, kimi ülkeleri memnun ederken, kimisini de rahatsız ederek, dış politikada birtakım yeni riskleri de beraberinde getirmesi kaçınılmaz görünmektedir.

Netice itibariyle, Türkiye’nin Kıbrıs’ta gösterdiği uzlaşmacı yaklaşım, Ortadoğu ve Kafkasya’da, bağımsız bir şekilde ve başarıyla devam ettirdiği arabuluculuk faaliyetleri,  BMGK üyeliğine seçilmesine katkıda bulunarak, Türk dış politikasının bölgesel boyuttan küresel boyuta taşınmasını sağlamıştır. Bu dönemde Türkiye’nin alacağı tavır, dünya siyasi sahnesinde yankı bulacak, jeopolitik önemini ise daha da artıracaktır. Öyle ki, bölgenin en istikrarlı ülkesi olarak Türkiye’nin, Arap dünyası ve Orta Asya coğrafyasında, örnek alınan ülke konumunu daha da kuvvetlendirmesi mümkün bulunmaktadır. Ayrıca, Ülkemizin uluslararası saygınlığını artıran bu tarihi olayın, aynı zamanda milli birlik ve beraberliğimizin pekişmesine de katkı sağlamasını ümit etmekteyiz.

Bununla birlikte, BMGK üyesi olarak Türkiye’nin, bir yandan etkin ve daha aktif küresel oyuncu olarak dünya barışına katkı sağlamaya çalışırken, bir yandan da yeni statüsünün gerektirdiği riskleri göğüslemek durumunda kalacağının bilinmesi gerekmektedir. Her hâlükârda Türkiye’nin, kendisine yeni bir misyon yüklenen bu dönemde, tezlerini dünyaya daha iyi anlatmak, alınacak kararlarda objektif kriterlere göre hareket ederek uluslararası itibarını korumak ve nihayet küresel güçlerden bağımsız bir politika yürütmek suretiyle, bu zorlu sınavı başarıyla geçebileceğini düşünmekteyiz.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=295

Share This:

KIBRIS’TA NELER OLUYOR?

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin 25. kuruluş yıldönümü kutlamaları için hazırlıkların yapıldığı şu günlerde, “Kıbrıs’ta neler oluyor?” sorusu, her zamankinden daha çok gündeme gelmektedir. Zira, 11 Eylül’den itibaren başlayan ve haftalık olarak yapılan periyodik toplantılarla devam eden kapsamlı Kıbrıs müzakereleri, tam bir gizlilik içerisinde yürütülmekte ve görüşmelerin içeriği hakkında kamuoyuna herhangi bir açıklama yapılmamaktadır. Ne var ki, Kıbrıslı Liderler tarafından kapalı kapılar ardında yürütülen ve diplomasi kurallarına aykırı bir şekilde, kayıt altına bile alınmayan doğrudan görüşmeler hakkında, Kıbrıs Rum basını her nasılsa bilgi sahibi olabilmekte ve bu durum Rumlara psikolojik bir üstünlük sağlamaktadır. K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Talat’ın, “kayıt dışı görüşmeleri” sonradan kayıt altına aldırdığı yönündeki açıklamalar ise durumun vahametini ortaya koymaktadır.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (K.K.T.C.) Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi (G.K.R.Y.) lideri Dimitris Hristofyas arasında devam etmekte olan müzakere sürecinden bahsetmeden evvel, K.K.T.C.nin 25. kuruluş yıl dönümü münasebetiyle, Kıbrıs Meselesinin geçmişten günümüze kadar süregelen, tarihi seyri hakkında kısaca bilgi vermenin yararlı olacağını düşünmekteyiz:

Bilindiği üzere, Kıbrıs 1571 yılında Osmanlı Devleti tarafından fethedilmiş, Osmanlı İdaresi altında süren 300 yıllık bir barış ve huzur döneminin ardından, 1878 yılında Ada, İngiltere’ye kiralanmak durumunda kalmıştır. 1914 yılında Kıbrıs’ı ilhak eden İngiltere, bu durumu, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Anlaşması’nın 20. maddesi ile tescil ettirmiştir. 1925 yılında İngiliz kolonisi ilan edilen Kıbrıs’ta, 1954 yılına kadar süren bir dönemde, Yunanlıların da tahrikleriyle, Türk ve Rum toplumları arasında cepheleşmeler başlamıştır. 1821 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla ortaya çıkan Enosis hayalini gerçekleştirmeye yönelik olarak, İngilizlere karşı Rum isyanları baş göstermiştir. 1954 yılında Yunanistan, self-determinasyon talebiyle Birleşmiş Milletlere başvurmuş fakat Türkiye’nin de karşı çıkmasıyla bu talep reddedilmiştir. 1955 yılında Yunan terör örgütü EOKA Ada’da faaliyete geçmiş ve Türklere yönelik saldırılar baş göstermeye başlamıştır. 1957 yılında, Türk Mukavemet Teşkilatı kurulmuştur.

1959 yılında Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ilişkin Zürih Anlaşmaları imzalanmış, aynı ülkeler arsında1960 yılında imzalanan Garanti ve İttifak Anlaşmaları ile Kıbrıs Cumhuriyetinin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve güvenliği garanti altına alınmıştır. 1963 yılında, Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios, Türkleri Devlet yapılanmasından dışlamak amacıyla,  aralarında anayasanın değişmez maddelerinin de bulunduğu 13 maddeden oluşan anayasa değişikliği önerilerini sunmuştur. Bu teklif kabul edilmeyince, Rumlar tarafından Türklere karşı alçakça saldırılar başlamış ve yüzlerce Türk öldürülerek, evleri ve malları tahrip edilmiş ve binlerce Türk göç etmeye zorlanmıştır. Nihayet Rumlar, Türkleri Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti mekanizmasından tümüyle dışlamışlar ve Kıbrıs Cumhuriyetini tamamen Rumların kontrolü altına sokmuşlardır. 1964 yılında, Türkiye’nin Ada’ya bir askeri müdahale girişiminin, ABD tarafından engellenmesi- Tehditlerle dolu olan Johnson Mektubu, kamuoyunda büyük bir infial uyandırmıştı-, Türkiye-ABD ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuş, Türkiye’nin, başta Washington olmak üzere Batı Bloğuna olan güveni ciddi biçimde sarsıntıya uğramıştır.

1967 yılında, EOKA terör örgütünün Yunanistan tarafından desteklenmesiyle birlikte, Türklere yönelik saldırılar tekrar başlamış ve Yunanistan Ada’ya gayri resmi olarak 15 bin asker yerleştirmiştir. Çalkantılı geçen bir dönemin ardından, 5 Temmuz 1974 tarihinde Yunan Cuntası, Cumhurbaşkanı Makarios’u bir darbeyle devirmiş ve EOKA-B Çetesi Lideri Nikos Sampson’u Cumhurbaşkanı ilan etmiştir. Darbenin ardından Devletin adı Kıbrıs Helen Cumhuriyeti olarak değiştirilmiştir.

Bunun üzerine, Garantör ülke olarak Türkiye, Ada’da barış ve huzuru yeniden tesis etmek üzere, 20 Temmuz 1974 tarihinde, Kıbrıs’a askeri bir harekât düzenlemiş, 13 Ağustos’ta başlatılan ve 3 gün süren 2. harekâtın ardından, Türk Silahlı Kuvvetleri, Ada’nın %37’sini kontrolü altına alarak harekâtı sona erdirmiştir. Barış harekâtının ardından katil Sampson yerini Klerides’e bırakarak Ada’dan kaçmıştır.

Siyasi bir varlık olarak uluslar arası toplumda yer edinme arzusunun, ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı ambargoya karşı duyulan tepkiyle birleşmesi üzerine, çok geçmeden, 13 Şubat 1975 tarihinde, Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edilmiştir. Nisan 1975 tarihinde Rauf Denktaş ile Makarios arasında başlayan Toplumlararası görüşmeler, 2 Şubat 1977 tarihinde bu iki lider arasında, 19 Mayıs 1979 tarihinde ise Denktaş ve Kyprianou arasında imzalanan “Doruk Anlaşmaları” ile sonuçlanmıştır. Bu anlaşmalarla, Kıbrıslı Rumlar ilk defa 2 kesimli, 2 toplumlu federal bir çözümü benimsemiş oldular. Ne var ki Rumların, bugün olduğu gibi, işgalleri altındaki Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında bir çözümde ısrar etmeleri nedeniyle, bu anlaşmaların uygulamaya geçirilmesi mümkün olamamıştır. Hristofyas bugün, bu anlaşmaları verilmiş en ileri Rum tavizleri olarak değerlendirmekte ve daha ileri gidilmesinin mümkün olmadığını açıkça ifade etmektedir.

Siyasi eşitliğe sahip, iki toplumlu, iki kesimli federal bir çatı altında birleşme hedefinin gerçekleşme şansının kalmadığını gören Kıbrıs Türk Toplumu, nihayet 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilân ederek, uluslar arası toplum nezdinde, bağımsız bir devlet olarak kendisini temsil etmeye başlamıştır. KKTC’nin kuruluş bildirgesini, Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş bizzat okumuştur. KKTC’nin kuruluşunun ardından birleşmiş Milletler nezdinde Kıbrıs ile ilgili çalışmalar yoğunlaştırılmış ve 1984 yılında Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeleri”, 1992 yılında ise Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi”, çözüm olarak, Kıbrıs Türk ve Rum Halklarının önüne konulmuştur. Kıbrıs’ın birleştirilmesini amaçlayan ve BM Genel Sekreterlerinin ismiyle anılan bu çözüm önerilerinin her ikisi de Rumlar tarafından reddedildiği için rafa kaldırılmıştır.

Birleşmiş Milletler’in Ada’da barışın sağlanmasına yönelik çabaları devam etmiş, ne yazık ki, bu kapsamda hazırlanan Annan planı da, daha öncekilerle aynı akıbete uğramaktan kurtulamamıştır. 24 Nisan 2004 tarihinde, Adanın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulan Plan, Türklerin %65 evet demesine rağmen, Rumların %76 hayır oyu ile reddedilmiştir. Böylece Rumlar, Kıbrıslı her iki toplumun ortak bir devlet çatısı altında, birlikte bir arada yaşamalarına imkân verebilecek son bir fırsatı daha tek taraflı reddederek, Kıbrıs’ta asıl uzlaşmaz tarafın kim olduğunu açıkça ortaya koymuşlardır.

Kendileri açısından birçok olumsuz yönü bulunmasına rağmen, uzlaşma adına Annan Planı’na “evet” diyen Kıbrıs Türk Toplumunun AB tarafından dışlanması ise, durumu daha da vahim bir hâle getirmiştir. Nitekim,  1 Mayıs 2004 tarihinde, Kıbrıslı Rumlar, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adı altında,  tek taraflı olarak, AB üyesi yapılmışlardır. AB bu tutumuyla, Kıbrıs meselesinde, Rumlar lehine taraf haline gelmiş, bu vesileyle, Kıbrıs, 2005 yılında başlayan Türkiye-AB katılım müzakerelerinin önündeki en önemli engel olarak Türkiye’nin önüne konulmuştur. Öyle ki, AB Konseyi, 2009 yılı Aralık zirvesine kadar Kıbrıs meselesinin çözüme ulaştırılması için Türkiye’ye süre tanımış, aksi takdirde katılım müzakerelerinin tümüyle askıya alınacağı tehdidinde bulunmuştur.

Görüldüğü üzere, 300 yıl boyunca Osmanlı Devlet İdaresi altında barış ve huzur içinde birlikte yaşayan Kıbrıslı Türkler ve Rumlar, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması ve Ada’nın İngiliz kontrolüne girmesiyle birlikte cepheleşmeye başlamışlar, mahallelerini, köylerini, şehirlerini birbirinden ayırmışlar ve nihayet Ada’yı ikiye bölmüşlerdir. Geldiğimiz noktada ise Kıbrıs Türk ve Rum Toplumları, artık bir arada yaşamaları imkânsız hâle gelen,  birbirine düşman iki halk olarak, uluslar arası kamuoyunun gündemini meşgul etmektedirler.

Buna rağmen, Hristofyas’ın, Şubat 2008 tarihinde, Papadopulos’un ardından G.K.R.Y. Liderliğine seçilmesi ile birlikte, Ada’da olumlu bir hava esmiş ve Liderlerin 21 Mart’ta yaptığı görüşme ile, taraflar arasında çözüme dair umutlar  yeşermeye başlamıştır. Zaten, Ekim 2005 tarihinde, Türkiye-AB katılım müzakerelerinin resmen başlatılması ile birlikte, Kıbrıs’ta acil bir çözüm bulma arayışları hızlandırılmıştı. Ayrıca, AB’nin, KKTC’ye uyguladığı izolâsyonlarla Kıbrıslı Türklerin yaşam alanlarını daraltmaya devam etmesi, Ada’nın Kuzey Kesimi üzerinde baskıyı artırmakta ve ivedilikle bir çözüme ulaşma heveslerini tahrik etmektedir.

Uluslar arası toplumun birleşme yönündeki baskısı neticesinde, 21 Mart görüşmesi ile başlayan yeni uzlaşma süreci, liderlerin 23 Mayıs, 1 Temmuz, 25 Temmuz ve 3 Eylül’de yaptığı görüşmelerle devam etmiş, bu görüşmelerde bazı parametreler üzerinde mutabık kalınmış ve nihayet 11 Eylül 2008 tarihi itibariyle, kapsamlı müzakereler başlamış bulunmaktadır. Fakat, ne yazık ki, acele bir çözüme ulaşma hevesiyle, Rum Lider Hristofyas’ın “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kişilik” gibi temel kavramlara, tamamen Rum egemenliğini çağrıştıran anlamlar yüklemesine fazla ehemmiyet verilmemiş ve süreci engelleyeceği endişesiyle bu konuların görüşülmesi hep sonraya bırakılmıştır.

Geldiğimiz noktada ise, görüşmeler kapalı kapılar ardında, kayıt altına bile alınmadan yürütülmektedir. Bu durum ise, Liderlerin, meselenin kırılma noktasını teşkil eden yönetim ve güç paylaşımı konularında ne gibi pazarlıklar yürüttüğü ve ne gibi bir uzlaşmaya vardıkları konusundaki endişelerimizi daha da artırmaktadır. Her fırsatta, K.K.T.C.yi tanımadığını, buna karşın Rumların işgali altındaki ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Ada’nın tek temsilcisi olduğu tezini tüm dünyaya kabul ettirmeye çalışan Rum Lider’in çözüm anlayışı ile Türklerin çözüm anlayışı, nasıl olup da ortak bir paydada buluşabilecektir? Kaldı ki, müzakerelerin devam ettiği bir ortamda, Hristofyas’ın “Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet haline dönüşecek olan Kıbrıs Cumhuriyetidir” şeklinde açıklamada bulunması, Rum liderin uzlaşmaz tutumundan zerre kadar taviz vermeyeceğini işaret etmektedir.

Şüphesiz, Talat ve Hristofyas kendi halklarının ve dünya kamuoyunun baskılarından bağımsız olarak müzakere etmek amacıyla, toplantılar hakkında “açıklamada bulunmama” kararı almışlardır. Belki de varılacak bir uzlaşmanın, her iki kesimde de eşzamanlı olarak referanduma sunulacak olması, Liderleri rahatlatmaktadır. Hatta, Talat’ın eleştirilere karşı yaptığı “Her şeyin kayıt altında olması, kayıt altına alınması diye bir kural olmadığı ve baş başa görüşmelerin siyasetin bir parçası olduğu, Cumhurbaşkanı olarak istediği şekilde görüşme yapabileceği, bu yetkinin kendisinde olduğu, bu görevi kendisine halkın verdiği” şeklindeki savunması dahi haklı görülebilir. Fakat, bir yandan Kıbrıs’ta inisiyatifin Kıbrıs halklarına ait olması gerektiğini iddia ederken, bir yandan da Türkiye’ye baskı yapması yönünde AB, İngiltere ve ABD’ye sürekli olarak çağrıda bulunan Rum Liderin içine düştüğü çelişkili durum, mutlaka dikkate alınmalıdır kanaatindeyiz. Geçtiğimiz Eylül ayında, New York’da yapılan BM Genel Kurul toplantıları sırasında Hristofyas’ın, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon’dan “Türkiye’ye yönelmesini” istemesi ise,  manidardır.

Hristofyas’ın bu uzlaşmaz tavırları karşısında, Türkiye’nin Kıbrıs politikalarında istikrarlı tutumu ise memnuniyet vericidir. Bilindiği üzere, KKTC Cumhurbaşkanı Talat, müzakerelerin başlamasından kısa bir süre önce Ankara’yı ziyaret etmiş, yaptığı bir dizi görüşmelerden sonra Türkiye’nin tam desteğini alarak Ada’ya dönmüştü. Bu görüşmeler sırasında, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin parametrelerini açıkça belirtmiş ve Talat’a bir nevi yol haritasını vermişti. Buna göre, Kıbrıs’ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Aynı yaklaşım, 2008 Türkiye Ulusal Programı’nda da kayda geçirilerek, AB’ye, gereken mesaj verilmiştir. Cumhurbaşkanı Gül, BM Genel Kurulu 63. Dönem görüşmeleri açılış konuşmasında da, uluslar arası topluma aynı hatırlatmayı yapma gereği hissetmiştir. Hristofyas’ın bu konuşmayı “kışkırtıcı” bulması ise hiç de sürpriz olmamıştır.

Bütün bu gerginliklere rağmen, Kıbrıslı Liderler,  haftalık görüşmelerine BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi ve BM Misyon Şefi Taye Brook Zerihoun’un arabuluculuğunda devam etmektedirler. Bu kapsamda, 22 Ekim görüşmesinin ardından –görüşmelerin gizliliği ilkesine rağmen- Rum basınında çıkan haberlere göre, Kıbrıs Türk Tarafı, İsviçre’de uygulanan Başkanlık Konseyi modelini teklif etmektedir. Buna göre Konsey,  4 Rum ve 3 Kıbrıslı Türk’ten oluşacak,  Konsey üyelerini ise, 25 Kıbrıslı Türk ve 25 Rum senatörden teşkil olunan Senato (Alt Meclis) tarafından yapılacaktır. Kıbrıs Rum tarafı ise, cumhurbaşkanı ve cumhurbaşkanı yardımcısının ortak liste ile doğrudan halk tarafından seçileceği, cumhurbaşkanı ile yardımcısının dönüşümlü görev yapacağı başkanlık sistemini önermektedir. Hristofyas’ın önerisinde, cumhurbaşkanı yardımcısına ve hükümetin diğer üyelerine veto hakkı öngörülmemesi ise dikkat çekicidir. Her iki teklifin de karşılıklı olarak kabul görmediğini belirtmemiz, herhalde şaşırtıcı olmayacaktır. Liderlerin, nasıl bir çözüm üzerinde anlaşacaklarını öğrenebilmek için ise Rum basınını dikkatle izlemeye devam etmemiz gerekmektedir.

Öte yandan, tam da Kapsamlı Kıbrıs müzakerelerinin devam ettiği bir sırada, Türkiye’nin, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yapılan 1. tur oylamada, grubunda en çok oyu (151 oy) alarak, 2009-2010 Dönemi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Geçici üyeliğine seçilmiş olması, Hristofyas’ı ziyadesiyle tedirgin etmiştir. Öyle ki,  “Türkiye’nin üyeliğinin kendilerini memnun etmediğini” söyleyen Hristofyas’ın, vakit geçirmeksizin, BM Güvenlik Konseyi Daimi üyelerinden Çin’e ve arkasından Rusya’ya giderek Türkiye’yi şikâyet etme girişimlerinde bulunması, esasen Türkiye’nin doğru yolda olduğuna işaret etmektedir.

Yavru Vatan Kıbrıs, Türkiye için hayati bir öneme sahiptir. Batının Orta Doğuya açılan bir kapısı niteliğindeki Doğu Akdeniz’in tam kalbinde yer alan Kıbrıs ile ilgili olarak, jeopolitik konumu itibariyle hem AB ve hem de ABD, birtakım stratejik hesaplar yapmaktadır.  Ne var ki, Türkiye’nin Güney Kıyılarının hemen karşısında, (Anamur Burnu’na 65 km mesafede) tabiri caizse burnunun dibinde yer alan Kıbrıs Adası, Anadolu’nun tamamlayıcı bir parçasıdır ve Türkiye açısından vazgeçilmez stratejik değeri vardır. Bu nedenledir ki, Kıbrıs’ın ne bir ‘Yunan Adası’ olmasına ve ne de ABD veya AB’nin uydusu haline getirilmesine müsaade edilemez.  İşte bu yüzdendir ki, Türkiye, haklı Kıbrıs davasını yakından takip etmek, uluslar arası baskılara göğüs germek ve nihayet Kıbrıs’ta barış ve huzurun garantörlüğü misyonunu sonsuza kadar sürdürmek durumundadır.

Talat ve Hristofyas çok iyi bilmektedirler ki, ne garantörlük, ne Ada’daki Türk Barış Gücü, ne yerleşikler ve ne de toplumların siyasi eşitliği konusunda Türkiye’nin taviz vermesi mümkün değildir. Ayrıca, Rumların, Kıbrıs Türk Toplumunu bir azınlık statüsüne indirgemek suretiyle, işgalleri altındaki ‘Kıbrıs Cumhuriyetine’ eklemleme hayallerinin de gerçekleşmesi söz konusu  olamayacaktır. Hepsinden önemlisi, iki toplumda da son derece zayıf olan birlikte yaşama arzusunun, temel belirleyici faktör olarak karşımıza çıkacağının gözlerden uzak tutuluyor olmasıdır. Rumlar, bu konudaki isteksizliklerini, Annan planı’nı reddederek açıkça ortaya koymuşlardır. Kıbrıslı Türklerin ise yaklaşık %60’ının Rumlarla birlikte yaşamak istemedikleri, kamuoyu yoklamaları ile ortaya konulmuştur.

Tüm bu gerçeklerin iyi bilinmesine rağmen, Kıbrıslı liderlerin, olmayacak duaya âmin demelerinin sebebinin izahında yarar bulunmaktadır. Mesela, Türkleri sindirebileceğini düşünen Hristofyas, eğer bir çözüme ulaşılamazsa, Ada’nın geri dönüşü olmayan bir bölünmeye doğru sürükleneceği endişesine kapılmıştır. Amacı, Kıbrıslı Türkleri de Rum egemenliğine dâhil ederek, tüm Ada’yı kontrol altına alarak, AB ve ABD’nin çıkarlarına hizmet etmektir. Talat ise, bir an evvel, Rumlar gibi, AB vatandaşlığını kapmanın peşine düşmüş vaziyettedir. Kuşkusuz, aynı coğrafyada yaşayan Kıbrıslı Türklerin de, tüm izolâsyonlardan kurtularak, Rumlar gibi AB vatandaşı olmaları ve Kıbrıs Türk Toplumunun dünya ile entegre olması yararlı olacaktır. Fakat, Kıbrıs Türklerinin, AB ile bütünleşmeye çalışırken, aynı zamanda millî onurunu, egemenliğini ve uluslar arası saygınlığını da muhafaza etmesi gerektiği hususu, izahtan varestedir.

Hristofyas, endişelerinde haklıdır. Zira, Türkiye’nin Kıbrıs davasında eli güçlüdür ve zaman Türklerin lehine işlemektedir. Ortada, 25 yıllık, bağımsız bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vardır. Kuzey komşusu Kıbrıslı Türklerle, eşit şartlarda bir arada yaşamayı reddeden Rumlar, sonuçta mevcut statüyü kabul etmekten başka bir çare bulamayacaklardır. O halde Liderlerin, Kıbrıslı Türklerle Rumların birlikte bir arada yaşamalarının imkânsız olduğu gerçeğini kabul etmeleri ve bu temel üzerinde çözüm bulmaları, son derece yararlı olacaktır. Bu meyanda, K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Talat’ın, 34 yıldır Ada’da barış ve huzurun güvencesi olan Türkiye’nin hassasiyetleri çerçevesinde, millî bir politika takip etmesi elzemdir.

Netice itibariyle, toplumları zorla bir araya getirmek yerine, Ada’da, her iki kesimin kendi siyasi egemenliğine sahip olduğu bir çözüm üzerinde çalışılması daha gerçekçi olacaktır. Böylesi bir uzlaşma, mevcut statüye aykırı olmadığı gibi, adil ve kalıcı bir barışı da beraberinde getirebilecektir. Öyleyse, önümüzde iki seçenek bulunmaktadır. Ya K.K.T.C.nin, Kosova örneğinde olduğu gibi, uluslararası camia tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınması sağlanacak ve Ada’da iki ayrı bağımsız devlet varlığını sürdürecek ya da iki ayrı bağımsız devletin teşkil ettiği konfederal bir birlik tesis edilecektir. Türkiye’nin Millî Kıbrıs Davasının “kırmızı çizgileri” dikkate alındığında, bu iki çözümden başka çıkar yol bulunmadığı anlaşılmaktadır. 151 ülkenin oyunu alarak BM Güvenlik Konseyi üyeliğine seçilen, bölgesel bir güç olarak Türkiye’nin ise, bağımsız K.K.T.C.nin uluslararası toplum tarafından tanınması için, diplomatik alanda yapabileceği çok şey bulunmaktadır.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=296

 

Share This:

ABD BAŞKANLIK SEÇİMLERİ VE KÜRESEL YANSIMALARI

Yaklaşık iki yıldır devam eden zorlu bir yarışın ardından, nihayet, Demokrat Partili Senatör Barack Obama, Amerikan Seçmeninin %52’lik oyunu alarak ABD’nin 44. Başkanı seçildi. Amerikanın ilk siyah başkanı olmayı başaran, 47 yaşındaki Obama, sadece Amerika’da değil tüm dünyada büyük bir heyecan fırtınası estirmiş bulunmaktadır.  “Bu gece yaptığımız şey, Amerika’ya değişimi getirdi” diyerek, yeni bir Amerika sözü veren, dünyanın süper gücünün bu yeni başkanına, dünya liderlerinden çok olumlu tebrik mesajları yağdı. Kenyalı bir baba ile Amerikalı beyaz bir annenin oğlu olan siyahi Barack Obama’nın Amerikan Başkanı seçilmesi, ırkçı geçmişi göz önüne alındığında, Amerikan demokrasisinin bir mucizesi olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir.

Cumhuriyetçi Parti adayı John McCain’in kazandığı 163 seçici delegeye karşı, 349 seçici delege kazanan Barack Obama, 20 Ocak 2009 tarihinde yapılacak yemin töreniyle resmen başkanlık görevini teslim alacak. Temsilciler Meclisi ve Senato’daki sandalye sayısını da artıran Demokrat Parti, yeni dönemde hem yürütme ve hem de yasama erkinin kontrolünü elinde bulundurabilecektir.

Kuşkusuz, Obama’nın seçimi kazanmasının arkasında yatan sebepler, yeni dönemde izlenecek politikaların da ipuçlarını vermektedir. Sekiz yıllık Bush yönetimi sırasında, özellikle de 11 eylül saldırılarının ardından, Amerika’nın neo-con’ları, küresel terörizmle savaş bahanesiyle, tüm dünyada gerginliği had safhaya çıkarmışlar, ABD’yi, adeta bir korku imparatorluğu haline getirmişlerdi. Dünyanın jandarmalığına soyunan ABD, güvenliğe dayanan, sertlik yanlısı politikalarla, sorunları sadece askeri yöntemlerle çözme yoluna gitmiş, bu kapsamda, önce Afganistan’ı, ardından Irak’ı işgal etmiştir. Washington’un müttefiklerine danışmaya bile gerek görmeden, tek yanlı aldığı kararlarla giriştiği bu denizaşırı operasyonlar, Amerika’nın uluslar arası güvenilirliğini ve itibarını büyük ölçüde zayıflatmış, mesela Türkiye’de, Amerika’ya olumlu gözle bakanların oranı %9’a kadar gerilemiştir. Geçtiğimiz Eylül ayında başlayan ve tüm dünyayı etkisi altına alan ve ne zaman sona ereceği de belli olmayan, ABD kaynaklı küresel mali kriz ise, esasen bardağı taşıran son damla olmuştur. İşte, tüm bu sebeplerden dolayı, ekonomik, demokratik ve sosyal alanlarda değişimi zorlamak ve ülkesinin uluslar arası itibarını yeniden kazanmak isteyen Amerikan halkı, aynı zamanda ilk siyahi Başkanını da seçmek suretiyle bir nevi tarihi bir adım atmıştır.

Peki Demokrat Obama’nın seçilmesi dünyayı ve Türk-Amerikan ilişkilerini nasıl etkileyecektir? Amerikan ve dünya toplumlarının, bu küresel liderden beklentileri, bir hayal kırıklığı ile sonuçlanabilir mi?

Öncelikle, “değişim” sloganını öne çıkararak seçimi kazanan Obama’ya sadece Amerika’lıların değil tüm dünya vatandaşlarının büyük umutlar bağladığını söylememiz gerekir. Öyle ki, dünya liderleri, yeni küresel başkanı tebrik etmek için adeta yarış içine girmişlerdir. Bu kapsamda, 1979’dan beri ilk defa olarak, bir İran Cumhurbaşkanı, Mahmud Ahmedinejad, yeni seçilen bir ABD Başkanı’na mektup yazarak tebriklerini bildirmiştir. Kuşkusuz, bu durum, son yıllarda uygulanan Amerikan politikalarının, dünya kamuoyu üzerinde ne kadar ağır baskılar oluşturduğunu ve değişim beklentilerinin şiddetini de ortaya koymaktadır.

“İki tane savaş var, gezegenimiz tehlikede ve finansal bir krizin içindeyiz” diyen Obama, öncelikle ele alacağı meselelerin de bir listesini yapmış oldu. Bu durumda, yeni ABD Başkanının ilk olarak, küresel mali krizi çözmek için kolları sıvayacağı, aynı zamanda Afganistan ve Irak politikalarında da bazı değişikliklere gideceği beklenmektedir.

Ne var ki, Obaman’nın seçilmesi, bugünden yarına etkisini gösterebilecek bir değişimi beraberinde getiremeyecektir. Nitekim Obama’da “Önümüzdeki yol uzun ve zorlu olacak. Belki önümüzdeki 4 yılda istediğimiz yere gelemeyeceğiz. Ama size söz veriyorum, bir
gün hedeflerimize ulaşacağız” diyerek, Amerikalılara, kendisinden beklenen değişimin, öyle kolay olmayacağı mesajını vermiştir. Yeni bir dünya düzeni kurma beklentileri konusunda ise, Obama’nın dünyaya verdiği mesajlar, esas olarak, daha çok demokrasi, barış ve yardımlaşma konuları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Fakat, Amerikan ulusal çıkarlarında bir değişiklik olmayacağını dikkate aldığımızda, dış politikada, üslup ve yaklaşım değişikliği dışında önemli bir yenilik beklenmemelidir.

Şüphesiz, Bush yönetiminin kabadayı, tek yanlı, saldırgan ve tüm diğer devletlere tepeden bakan anlayışı yerine, daha ılımlı, müttefiklerinin görüşlerini dikkate alan ve diplomasi ağırlıklı çalışan bir yönetim gelecektir. Ancak, “ABD’de bugün yeni bir liderlik doğdu. dünyaya zarar vermek isteyenleri yenecekleri ve barışın yanında olanları da destekleyeceklerini, demokrasi, özgürlük, fırsat, umut gibi ideallerin peşinde gideceklerini” ifade eden Obama’nın, bir yandan barışı desteklemekten bahsederken, bir yandan da savaşı çağrıştıran mesajlar veriyor olması, dikkat çekicidir. Kuşkusuz, dünyaya zarar vermek isteyenlerin kimler olduğunun tayini konusunda, ABD’nin vereceği tek taraflı kararlar en büyük tartışma konusu olacaktır.

Demokrat Barack Obama’nın Başkan seçilmesi kuşkusuz, bölgesel bir güç olan Türkiye’nin, ABD ile olan  ilişkilerini de etkileyecektir. Özellikle de Irak, Kıbrıs ve Ermeni meseleleri konusunda, problem yaşam ihtimali mevcuttur. Bu noktada, öncelikle, Obama’nın, dış politikada, Irak yaklaşımında ciddi bir değişikliğe gideceği ve bunun da en çok Türkiye’yi etkileyeceği aşikardır. 2011 e kadar büyük oranda asker çekmekle beraber, Irak’ın Şii, Sünni ve Kürt bölgeleri olmak üzere üçe bölünmesi gündeme gelebilecektir. Böyle bir durumda, Türkiye’nin sürece dahil olması ve değişik senaryolar üzerinde çalışarak, inisiyatif alması son derece yararlı olacaktır. Türkiye, ABD’nin yeni Irak politikalarında, bu ülke ile işbirliği içinde olabilir ve tezlerini daha iyi kabul ettirebilirse, güvenlik kaygılarını önemli ölçüde bertaraf etmesi mümkün olabilecektir.

Öte yandan, ABD Ermeni Ulusal Komitesi (ANCA), Obama’nın,  1 Kasım’da Ermenilere açıklama göndererek, ‘Ermeni soykırımı’ iddialarını tanıma sözü verdiğini ileri sürmektedir. 13 Kasım’da ABD’ye gidecek olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da, “Seçim kampanyalarında işlenen bazı tezleri seçim kampanyasına yönelik kalan tezler olarak değerlendiriyoruz. Orada kalır diye düşünüyoruz.” demek suretiyle, Obama’nın sözde Ermeni soykırımına ilişkin tavırlarıyla ilgili endişelerini dile getirmiştir. Kuşkusuz, Obama’nın, ilerleyen günlerde, yeterince bilgilendirilmek suretiyle, bu konudaki yaklaşımını değiştirmesi mümkün olabilecektir.

Her ne kadar, “Greek News” adlı haftalık dergi, Obama’nın, Kıbrıs’taki Türk askeri varlığından ‘işgal’ olarak söz ettiğini yazmış ise de, Obama seçim bildirgesinde, ‘işgal’ benzeri bir ifade kullanmamıştır. Bununla birlikte, Fener Rum Patriği’nin “ekümenik” olarak tanınmasını ve Heybeliada Ruhban Okulu‘nun açılmasını destekleyen Obama’nın, yeni dönemde, Kıbrıs konusunda, Türkiye üzerindeki baskıları artırması muhtemel görünmektedir.

Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen Obama’nın, bu konuda herhangi bir politika değişikliğine gitmesi beklenmemektedir.

Diğer taraftan, barış için gerekirse İran liderleriyle koşulsuz görüşebileceği şeklinde mesajlar veren Obama, savaş yerine diplomasi yollarını tercih edeceğine dair umutları artırmaktadır. Şüphesiz, bu yaklaşım, bölgesinde barış ve istikrarı sağlamak için gayret sarf eden Türkiye için son derece yararlı olacaktır.

Her ne kadar, Türkiye-ABD ilişkileri Başkandan başkana bazı değişikliklere uğramış olsa da, geçmişteki her ABD Başkanı Türkiye’nin önemini anlamakta gecikmemiş ve işbirliği içinde çalışmayı becerebilmiştir. Her ne kadar, yardımcısı Senatör Joe Biden, Ermeni, Irak ve Kürt  meselelerinde Türkiye’ye karşı birtakım önyargılara sahip olsa da, henüz Türkiye’yi iyi tanımayan Barack Obama’nın da kısa sürede, Türkiye’nin önemini fark ederek, buna göre politikalar üreteceğini düşünmekteyiz. Bu anlamda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, seçimlerin hemen ardından Barack Obama’ya gönderdiği tebrik mektubu isabetli olmuştur. Cumhurbaşkanı Gül bu mektupta, iki ülke arasındaki ortaklığa dikkat çekmiştir. Zira, bölgesel ve küresel barış ve istikrarın korunması, uluslar arası yardımlaşmanın yaygılaştırılması alanlarında son yıllarda ciddi atılımlar yapan Türkiye’nin, özellikle terörizmle mücadele konusunda  ABD ile işbirliği içinde çalışması, uygun olacaktır kanaatindeyiz.

Obama’nın ABD Başkanı seçilmesi, finansal piyasaların aradığı güveni sağlayarak, küresel mali krizin reel sektöre yansımasını önleyebilecek ve dolayısıyla ABD ekonomisinin  toparlanmasına yol açabilecektir. Küresel finansal krizin etkilerinin azalmasıyla, dünya ticareti artacak ve bu da Türkiye’nin dış ticaretine olumlu bir etki yapacaktır.  Amerikan ekonomisinin içine düştüğü durgunluktan kurtulmasıyla, son yıllarda bu ülkeyle ithalat lehine gelişen dış ticaretimiz, ihracat lehine bir seyir izlemeye başlayacaktır.

Netice itibariyle, Demokrat Partili Barack Obama’nın ABD Başkanı olarak seçilmesiyle birlikte, tüm dünyada bir değişim coşkusu yaşanmış, gerek Amerikalılar ve gerekse dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan insanlar barış, demokrasi, yardımlaşma ve toplumsal refah alanında ciddi beklentiler içine girmişlerdir. İnsanların bu yüksek beklentilerinin bir hayal kırıklığı ile sonuçlanıp sonuçlanmayacağını görmek için biraz beklememiz gerekecektir.  Ancak, şu bir gerçektir ki, 8 yıllık gergin Bush yönetiminin ardından, dünya büyük bir rahatlama hissetmiştir.

Askeri, siyasi ve ekonomik alanda dünyanın süper gücü olan ABD’nin yeni seçilen Başkanı’nın, barış ve huzurun hâkim olduğu yeni bir dünya düzeni kurulmasına önayak olmasını umut etmekteyiz. Bölgesinin en istikrarlı ülkesi olan ve küresel barış için ciddi atılımlar yapan Türkiye’nin ise, iyi komşuluk ilişkileri temelinde, daha bağımsız, daha geniş ve çeşitlendirilmiş bir dış politika yürüterek, ABD ile stratejik ortaklık seviyesini yükseltmesi ve bu vesileyle, özellikle Irak, Kıbrıs ve Ermeni meselelerinin çözümü için, bu yeni dönemi bir fırsata dönüştürmesi mümkün olabilecektir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=297

Share This: